“Eğer bizimle aynı dünyada yaşayan ve ona bakışlarını başka büyük bir dille ifade eden yabancı yazarların eserlerini takdir edebilirsek ‘zevk nesnelliği’ geliştirme yolunda önemli mesafe alırız." (T. S. Eliot)
David Crystal’ın ‘Dillerin Katli: Bir Dilin Ölümü Bir Milletin Ölümüdür’ kitabının bende bıraktığı izleri yazdığım Ayetlerin Katli isimli yazıda bir cümlecik ile birşeye dikkat çekip orada bırakmıştım: “Tam burada Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra hayalini; ‘lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak’ gibi bir ‘çok dillilik’ zemininde düşlendiğini anımsayalım...” demiştim. Bu yazıda, o bir cümleciğin içini biraz daha sizinle konuşmak istiyorum. Öncelikle; bu medrese tasavvuruna dair birkaç sorumu paylaşmam gerek: 1) Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sı sadece Kürdistan bölgesine yönelik bir tasarım mıydı? 2) Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sı sadece Türkiye’ye yönelik bir tasarım mıydı? 3) Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sı sadece bu üç dile yönelik bir tasarım mıydı? Bu üç soruyu önemsiyorum. Zira Medresetü’z-Zehra’ya yönelik yapılan yorumların bu üç soruya verilen cevapların etkilediği nazarla yakından alakalı olduğunu düşünüyorum.
Örneğin; Medresetü’z-Zehra’yı sadece Kürdistan bölgesine yönelik bir okul tasavvuru olarak düşünenlerin cevapları elbette bölgesel çözüm odaklı olacaktır. Sadece Türkiye için bir formül olduğunu düşünenlerin de tasavvurları ulus-devlet sınırlarından dışarıya çıkamayacaktır. Ama Bediüzzaman’ın mesajının bütün ümmete yönelik bir eğitim formülü içerdiğini düşünenler, ki onlar hiç de az değildir, o zaman ilk iki soruyu aşıp üçüncü soruya cevap vermek zorunda kalırlar. O halde Medresetü’z-Zehra bu üç dile münhasır bir eğitim metodu mu içermektedir? İlk iki soruda Bediüzzaman’ın ufkunu tam yakalayanlar, üçüncü soruda yeni cevapların arayıcısı olurlar.
Örneğin; Bediüzzaman’ın ‘lisan-ı Arabî vacip’ derken din dilini, ‘Türkî lazım’ derken ülkenin en çok kullanılan hâkim dilini, ‘Kürdî caiz’ derken de yaşatılması gereken yerel dilini hedeflemiş ve bölgesel anlamda bunu ifade etmiş olabileceğini söyleyebilirler. Eğer Bediüzzaman’ın ışığının bütün ümmete, Medresetü’z-Zehra hayalinin de bütün kavimlere ilaç olduğunu düşünüyorsak, bu üçlünün sembolize ettiği anlamı daha derin okumaya ihtiyacımız var gibi. Kafanızı biraz daha kurcalayayım: Mesela; bir Medresetü’z-Zehra da, aynı dönemdeki ismi itibariyle Lazistan’a kurulsa, orada konuşulan caiz dil yine de Kürtçe mi olacaktır? Veya bu okul/üniversite Türkiye’de değil de Pakistan’da açılsa, lazım dili Türkçe mi kalacaktır?
Bu sorular önemlidir, çünkü ben Gülen grubunun, bu analizi yanlış yaptıkları için, Medresetü’z-Zehra’yı (onlar kendi kolejlerini bir anlamda bu hayalin gerçekleşmesi olarak sayarlar) Türk dilini taşıma aracı sandıklarını düşünüyorum. Türkçenin lazım oluşunu, bölgenin hâkim dilinin lazım oluşu gibi değil; her yerde, her coğrafyada yalnız ‘Türkçenin vacip oluşu’ (Gülen’in bir keresinde ‘lazım’ değil, ‘vacip’ şeklinde ifade ettiği ve sıralamada Türkçeyle Kürtçeye yer değiştirttiği bilinir) görüyorum çünkü.
Her okulda, her öğrenciye Türkçe öğretmeye çalışıyorlar. Eğitimlerini ise İngilizce veya o bölgenin hâkim dili ile veriyorlar. Yerel dilleri yaşatmakla ilgili bir kaygıları veya gayretleri ise yok. (Halbuki Crystal, yerel dilleri görmezden gelen bir eğitim sisteminin sömürge düzeninin asimilasyon aracı olduğunu söylüyor.) Onların eğitim formülünde durum şöyle şekilleniyor: Eğitim dili (İngilizce ve bölgenin hâkim dili) farz, Türkçe vacip, yerel dil mekruh (çünkü yaşatmaya dair gayretleri yok).
Gülen okulları açısından Kürtçe konusuna girmeyeyim, çünkü geçtiğimiz yıllarda, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanlığı yapmış bir ismin Radikal gazetesine itirafıyla, öğrenci evlerinde bile Kürtçenin konuşulmasına sıcak bakmamışlardır. (Cemal Uşşak ve Kürtçe diye aratma yapsanız netten hemen bulunuyor ilgili ifadeler.)
Şimdi, Crystal’ın, yerel dillerin entelektüel zenginliğinin korunmasının ancak eğitim dili haline getirilmesiyle (veya eğitimin yerel dili de sahiplenmesiyle) mümkün olabileceğini söylemesinin ardından Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sına daha farklı bir gözle bakıyorum. Crystal’ın, Guardian’daki makalesinde ‘bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket’ olarak tarif ettiği; kültürel asimilasyonlar nedeniyle yerel dillerin yok oluşu sürecini durdurmak ve onları yaşatmak çabasının da bir parçası olarak görüyorum onu. Kürdistan’da Kürtçeyi, Lazistan’da Lazcayı, Çerkezlerin diyarında Çerkezceyi vesaire...
Bu önemli birşey. Yerel kültürleri hem yaşatmak, hem de hoşgörülü olmak, bir anlamda Batının sömürge düzenine (tüm sömürge düzenlerine) eğitim diliyle bir meydan okuyuş. Halkı müslüman olan Arnavutluğun, orada Türkçenin, İttihat ve Terakki marifetiyle, eğitim dili olarak dayatılmasından kısa bir süre sonra isyan edip bağımsızlığını kazanması tesadüf mü? Nihayetinde durumumuz Crystal’ın, Crow’dan alıntıladığı gibi: “Gün gelir daha küçük kültürleri ve dilleri korumak için savaşmak, tarih sahnesinden çekilmeden önce bizi insan yapan en önemli şeyleri korumak için savaşmak olur.” Bence Medresetü’z-Zehra’nın üçlü dil modeli, böyle bir kahramanlığın ve meydan okuyuşun ifadesi.
30 Ağustos 2014 Cumartesi
29 Ağustos 2014 Cuma
Muvazenesiz vaiz 2
“Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir." (İsrâ sûresi 35)
Aylar önce, (Muhakemat’taki şu cümleyle başlayan “Evet, muvazenesiz vâizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır.”) ’Muvazenesiz Vaiz’ başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda, Bediüzzaman’ın Muhakemat’ta ve başka eserlerde geçen bazı tesbitlerinden hareketle ‘hakikatin dengesi’ (terim için Metin Karabaşoğlu abiye teşekkürler) merkezli analizlerde bulunmuştum Gülen ve avanesi hakkında. Bu yazıda, kaldığım yerden devam ederek, müşahhas bir örnek üzerinden o yazıda söylediğim bazı şeylerin altını tekrar çizeceğim. Müşahhas örneğim, Gülen’in (bu yazının yazıldığı tarih itibariyle) son nağmesi olan ‘411. Nağme: Utanacak İş Yapmadınız; Dimdik Durun ve Âhirete Alacaklı Gidin’in içinden olacak. Fakat ona geçmeden evvel muvazenesiz vaizlikten kastımızın ne olduğunu Bediüzzaman’ın Muhakemat’taki ifadesiyle birlikte tekrar hatırlayalım: “Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: (…) İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.”
Peki, Bediüzzaman’ın bu ‘(güya) iyi birşey yapmaya çalışırken kötü birşey yapmaya’ yani şeriatın dengesini bozmaya örnek verdiği şeyler nelerdir dersek, aynı eserde şuraya ulaştırır bizi: “Mübalâğa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meylü’t-tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meylü’l-mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meylü’l-mübalâğa ile, hayali hakikate karıştırmaktır. (…) Nasıl ki, bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılâp etmektir. Öyle de, hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhible, gıybeti katle müsavi; veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen, vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır.”
Kendi anladığımı aktarırsam: İnsanın lezzet aldığı şeyi arttırma, tarif veya hikaye ettiği şeyi ise abartmaya meyli vardır. Fakat ilacın faydasına kapılıp gereğinden fazla kullanmak onu zararlı birşeye dönüştürebilir. Vaizler de bazen, bazı günahlardan insanları caydırmaya çalışırken (veya bir salih ameli sevdirmeye çalışırken) ölçüyü kaçırırlar. “İnsanları onlardan soğutalım” derken, şeriatın dengesini bozarlar. Bunlardan ortaya çıkan şey hayır değildir. Çünkü nihayetinde kıyas ölçüsü olarak kullanılan amellerin/günahların kıymeti/kötülüğü bu şekilde tenzil edilir. İnsanlara ‘gıybetle katl birbirine eşit’ denirse gıybetin büyük görülmesi kâr hanesine yazılamaz, çünkü asıl zararlı sonuç ‘katlin küçük görülmesi’ olur. Özetle benim anladığım bu. (Yukarıdaki metinde haccın anıldığı kısmı da aklınızda tutmanızı istirham edeceğim. Çünkü o da lazım olacak.)
Peki, bu kusurlarına rağmen mübalağalı tergib veya terhib'ler neden yapılır? Bunun Gülen'in ve avanesinin ekseninde kalınarak verilebilecek cevabı, kanaatimce, manevi istibdattır. Yani Gülen, yaşanılan son gerilimde, kendi grubuna yönelik geliştirilen eleştirileri (muhataplarının da dindar olduğunu bildiği için) bu tarz bir 'korku' ile bastırmaya çalışmaktadır. Bunun dışında, bazı dönemlerde Gülen, öncelik verilmesini istediği alanlarda bağlılarının gayretlerini toplayabilmek için yine böylesi 'tergib veya terhib'ler yapabilmektedir. (Son bir yıl için mesela hırsızlığa/muta nikahına yaptıkları vurgu buna bir örnek olabilir.) Kanaatimce; Gülen'in dünyasında böylesi 'tergib ve terhib'ler bir kitle kontrol aracıdır. Mübalağalar eşliğinde her defasında müntesiplerine yeni hedefler gösterir ve onlara delicesine koşturur.
Dediğim gibi; ben bu yazıda esas olarak Gülen’in bir nağmesini incelemek istiyorum. 411. Nağmesinde Gülen, (29. dakikasından itibaren) diyor ki: “Allah Resulü buyuruyor ki; ‘Gıybet, zina etmeden daha şiddetlidir.’ Bir ferdi gıybet etmek zinadan daha şiddetlidir. Bir cemaati gıybet etmek o kadar zinadan daha eşeddir. Bir hareketi bütün efradıyla gıybet etmek o kadar zina etmek demektir.” Gülen’in nağmesinden başından beri yapmaya çalıştığı şey ortada zaten: Cemaatini bir arada tutmaya çalışıyor ve mümkünse dış sesleri de ahiret korkusuyla bastırabilmeyi umuyor. Fakat burada, farkettiğiniz gibi, Bediüzzaman’ın ‘muvazenesiz vaizlik’ dediği şeyin içine dahil ediyor buna çabalarken. Çünkü bir eserinde Bediüzzaman gıybet/zina ilişkisini (belki aynı hadise de bir atıf yaparak) şöyle yorumluyor:
“Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev’idir. Yani, gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zinâ isnat etmek, en şenî bir günah-ı kebâir ve en zâlimâne bir cinayettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mesut bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir. Evet, Sûre-i Nur bu hakikati o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor: ‘Onu işittiğinizde, ‘Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftiradır’ demeniz gerekmez miydi?’ şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: ‘Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen, merdûdü’ş-şahadettir; ebedî şahadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar.’ Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir? Kur’ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, ‘Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız’ demektir.”
Benim buradan anladığım şu: “Gıybet, zinadan daha şiddetlidir!” hadisinin söylenme sebebi gıybetin bütün efradını zinadan daha şiddetli göstermek değil. Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı'ndan insanları soğutmak. Yani dört şahidi olmadan zina isnadında bulunmaktan ve gıybetini yapmaktan insanları men etmek. Hatta Bediüzzaman orada gördüğünüz gibi o meseleyi Hz. Aişe annemizin 'ifk' hadisesine ve o hadise üzerine nazil olan ayete de atıfla yorumluyor. Yoksa Gülen gibi mutlak manada 'her gıybet zinadan daha günah' şeklinde anlamıyor. (Bu arada; muta nikahını ağzında sakız edip zina konusunu gıybet malzemesi yapan asıl kimdi, sormak lazım Gülen'e.)
Kaldı ki; Bediüzzaman Hazretleri, 24. Söz’de, bu tarz hadislere nasıl bakılmasını gerektiğini öğrettiği 12 Asıl’da da ‘tergib ve terhib’ meselesini Gülen gibi mutlak manada anlamıyor. Hatta orada, 9. Asıl’da diyor ki: “Amellerin fazilet ve sevabına dair ehâdis-i şerifenin bir kısmı, tergib ve terhîbe münasip bir tesir vermek için belâğatli bir üslûpta geldiğinden, dikkatsiz insanlar onları mübalâğalı zannetmişler. Halbuki, bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından, mücazefe ve mübalâğa, içlerinde yoktur.” 10. Asıl’da ise tam aradığımız izahı yapıyor bizlere:
“Ekser taife-i mahlûkatta olduğu gibi, ef’al ve a’mâl-i beşeriyede bazı harika fertler bulunur. O fertler, eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medar-ı fahrleridir, yoksa medar-ı şeâmetleridir. Hem gizleniyorlar; adeta birer şahs-ı mânevî, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sair fertlerin herbirisi, o olmaya çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek, o mükemmel harika fert mutlak, müphembulunup, her yerde bulunması mümkün… Şu ipham itibarıyla, mantıkça kaziye-imümkine suretinde, külliyetine hükmedilebilir. Yani, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Meselâ, ‘Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır.’
İşte, iki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Herbir iki rekât namazda, bu mânâ külliyetle mümkündür. Demek, şu nevideki rivâyetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabulün madem şartları vardır; külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattir, mutlaktır; veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdisteki külliyet ise, imkân itibarıyladır.
Meselâ; ‘Gıybet, katl gibidir.’ Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır. Meselâ, ‘Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi birsadaka-i azîmenin yerine geçer.’ Şimdi, tergib veya teşvik için, o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir." Devamında ise bir hadis-i şerifi bu nazarla analiz ediyor: “Kim bunu okursa, Mûsâ ile Hârun’un sevaplarının misli ona verilir.”
Bu bahisten benim anladığım yine yukarıda konuştuklarımızla paralel: Hadislerin, özellikle böylesi belagatli hadislerin işaret ettiği şey o kötü amelin veya iyi amelin bütün efradının aynı kapsamda olduğu değil. O kapsama girmeye dair ümidi (veya tersi şekilde korkusu) olduğudur. Allah Resulü, hem men ederken hem teşvik ederken, o kapsamın harika ferdine işaret ederek, bizi oraya doğru şevklendirmek veya ona göre caydırmak istemiştir. Söylediği ne abartıdır ne de şeriatın muvazenesini bozmaya çalışmaktır.
İslam ulemasınca kebair günahlar zaten bellidir. Bediüzzaman da Barla Lahikası’nda yedi madde sayar. Zina onlardan birisidir, fakat (bütün sınıflarıyla) gıybet ne Bediüzzaman’ın ne de başka ulemanın eserinde büyük günahlara girmez. Ki girmiş olsa, zaten hepimizin yandığının resmidir. O sebepten diyorum işte: Gülen’in yaptığı bir muvazenesiz vaizliktir. Şeriatın dengesini bozmaktır. Hac meselesine ise, söz verdiğim halde, tam istediğim gibi değinemeyeceğim. Şu kadar dikkat çekeyim: Aynı nağmede Halid b. Velid’den başlayarak (onun o meselede farz haccını değil, nafile haccını Hz. Ömer’in kastettiği hiç irdelenmeden) Osmanlı Padişahlarına götürülen “Bazen daha büyük farzlar uğruna hac gibi farzlardan vazgeçilebilir” tesbiti çok korkutucudur. Zira bu daha büyüğün tayinini Gülen ulus-devlet ekseninde yapmaktadır.
Bitirirken not: Bu konuyla ilgili yakın zamanda yaşadığım komik bir hatıram da var. Gülencilerden birisiyle taksiye bindim geçenlerde. Daha Davudoğlu’nun başbakanlığı kesinleşmemişti. Taksiye biner binmez şoförü işlemeye başladı: “Davudoğlu başbakan olursa çok kan dökülür. Suriye, Mısır, Irak karışmaya devam eder. O çok radikal bir adam. Onun başbakan olmaması lazım…” Taksici de (Erdoğan hakkındaki tezyif edici ifadelerinden anladığım kadarıyla) AK Partili değildi. Fakat Gülenci de değildi. Ve sohbetin bir yerinde şöyle atarlandı: “O Fetullah’ın da ne mal olduğu ortaya çıktı. Hükümetle danışıklı dövüş ediyorlar. Ben inanmıyorum kavgalarına. Şimdiye kadar değirmenine su taşıdılar bir sürü.” Gülencinin tepkisi şu oldu: “Neyse, insanların gıybetini etmeyelim.” Hey mübarek! Gıybetin günah olduğu yeni mi aklına geldi? Taksiye bindiğimizden beri Davudoğlu’na döşerken gıybet günah değil miydi? Beni de en çok Gülengillerin bu huyu ifrit ediyor. Kendileri saldırırken birşey yok, ama eleştirilirken ahireti kalkan gibi kaldırıyorlar. Gülen’in de yapmaya çalıştığı bu aslında.
25 Ağustos 2014 Pazartesi
Gönülçelen ayetler...
İlk kez Cemalnur Sargut’tan duymadım elbette. Ama bardağı taşıran son damla oldu diyeyim. Şöyle söylüyor Ferda Yıldırım ile söyleşilerinden oluşan Kur’an ile Var Olmak kitabında: “Onun için Arapça okuduğumuz şeylerin de manasını bilmek lazım. Ben, Tebbet sûresinde Allah diyerek hüngür hüngür ağlayan insan gördüm. Tebbet sûresi, Ebu Leheb’in yanışını anlatan bir sûredir. Orada ağlanacak birşey yok. Sadece ibret almak gerekir. Şunu demek istiyorum: O sûrede aşk yok. İdrâksiz olanların sıkıntısı anlatılıyor. Manayı bilmezsek yanlış yerde ağlayıp yanlış yerde gülüyoruz.”
İnsanın âlemi ‘bildiğinden ibaret’ sanması kötü. Halbuki son cümlesinden alırsak; Cemalnur Sargut’un da Kur’an’ın manasının sonuna geldiğini, o hiçbiri bir diğerinin üstünü kapatmayan yetmiş libaslı hurinin bütün güzelliklerini keşfettiğini, yani sonsuzu bitirdiğini söyleyemeyiz. (Arapça bilse bile.) O halde Cemalnur Sargut’un da bu ağlanacak/gülünecek tesbiti kendi malumatına tâbidir. Bir üst mertebeye geçildiğinde neye ağlandığını veya neye gülündüğü o üst perdedeki bilişe ve duyuşa bağlıdır.
Buna, Babam ve Oğlum filminden çok kusurlu bir örnek vereceğim. Çetin Tekindor’un “Kollarımı açaydım. ‘Gitme!’ diyeydim!” dediği o sahnede burnunun direği sızlamayan yoktur herhalde. Fakat filme o sahneden başlamış bir başkasının ağlayabileceği birşey yoktur. Hatta nakletseniz, naklettiğiniz insanlar eğer filmi bilmiyorlarsa, size gülebilirler: “Adam çıktı arabadan, üstünü başını yırttı, açtı kollarını: ‘Kollarımı açaydım. ‘Gitme’ diyeydim’ dedi. Hepimiz ağladık.” O cümleye ağlamak, o filmi bilmeye bağlıdır. Baba ve oğlun aralarındaki acı ilişkiyi, pişmanlıklarını, filmin sergüzeştisi içinde öğrenmemiş birisine cümlenin nakli hiçbir anlam ifade etmeyebilir.
Hadi, o örnek çok kusurlu idi, bir tane daha vereyim. Mesela; Newton’un başına elma düşme hadisesi. Bu olay, eğer onun yerçekiminin keşfi ile ilgisini bilmiyorsanız, alelade bir hadisedir. Fakat yerçekiminin keşfini bilenler, o olayı anlattığınız anda yerçekimi kanununu hatırlarlar. Cümle/hadise aynıdır, fakat bilişin düzeyine göre tepki farklı olur.
Bediüzzaman, 20. Söz’de kıssa-yı Kur’aniyeler için de böyle bir tesbitte bulunur: “Kur’ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umuminin ucu olarak gösteriliyor." O eserde bu konuya dair verdiği birçok örnek de var. Bakara sûresinin ismini aldığı İsrailoğullarının inek kesme kıssası, tâlim-i esma kıssası vs. (Lem’alar’a uzanırsak: 1. Lem’a ve 2. Lem’a da Hz. Yunus ve Hz. Eyyub kıssalarıyla örneğe dahil olur.) Fakat 25. Söz’de bu kıssa-ı Kur’aniye’ye kıssa-yı Musa üzerinden bir zengin bakış daha katıyor:
“Hem meselâ, kasas-ı Kur’âniyeden kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâm, âdeta asâ-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi binler faydaları var. O kıssada, hem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı teskin ve teselli, hem küffârı tehdit, hem münâfıkları takbih, hem Yahudîleri tevbih gibi çok makâsıdı, pekçok vücûhu vardır. Onun için, sûrelerde tekrar edilmiştir. Her yerde bütün maksadları ifade ile beraber, yalnız birisi maksûd-u bizzat olur, diğerleri ona tâbi kalırlar." Demek kıssa aynı kalmakla birlikte, verdiği ders başka başka olabilir. Tekrarat-ı Kur’aniyenin bir yönü de budur zaten. Her tekrar, zâhire bakanın gözünde tekrar, tefekkür edenin gözünde yeni bir farkındalıktır.
Yalnız Sargut’un günahını almamalıyım. Başkalarından da duydum bu itirazı. Kur’an’a verilen tepkinin (mesela gözyaşının) doğrudan mealiyle ilgili olduğuna ilişkin yaygın bir kanaat var. Yani ‘mealinin hüzünlendirici bir manası varsa ağlanmalı bir tilavete’ diyorlar. Böylesi itirazları işittiğimde ben de diyorum ki: O mananın mealden ibaret olduğunu nereden biliyorsunuz? Veyahut o mealden yalnız sizin düşündüğünüz tepkinin doğacağından, ötesinin manasız veya cahillik eseri olduğundan nasıl emin oluyorsunuz? Ya ağlayan sizden daha farklı bir mana çıkarıyorsa?
Örneğin; Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) gözyaşlarına boğulduğu “Bugün dininizi tamamladım!” ayet-i celilesi, bir müjdeyi haber vermiyor mu? Ama hayır, Hz. Ebu Bekir’in tepkisi böyle olmuyor, çünkü o ‘dinin tamamlanması’ müjdesi içinde Allah Resulünün görevinin tamamlandığı ve artık gideceği haberini de işitiyor. Bu bir meal bilgisi değildir dikkatinizi çekerim. Üst bir farkındalıktır, tefekkür ve feraset işidir. Sargut Hanımefendinin ‘ağlanmaz’ dediği Tebbet sûresinde bir üst farkındalık yaşamışsa birisi ve ağlamışsa ona, bu bilmezlik/cahillik eseri midir? Yoksa aksine daha büyük bir farkındalığın ürünü müdür?
Buna dair 25. Söz’de, yani nam-ı diğerle Mucizat-ı Kur’aniye Risalesi’nde Bediüzzaman’ın çok ince tesbitleri var. Örneğin; bir miras ayetinde veya faizin yasaklanışında veya taaddüd-ü zevcat bahsinde ayetin koyduğu hükmün nasıl bir denge unsuru olduğunu öyle bir zikrediyor ki; eğer içtimaî hayatın sağlıkla devamını bir büyük nimet bilenlerdenseniz ‘Elhamdülillah’ deyip gözleriniz yaşarmadan edemiyorsunuz. Hepsi birbirine bağlı çünkü. Rububiyet hikmetle, hikmet adaletle, adalet rahmetle… Hatta bu açıdan bakarsanız Tebbet sûresinde altı çizilen Ebu Leheb’in azabı meselesi dahi Ebu Leheb misallerin ettiklerinin karşılığını bulacağı müjdesiyle bugün azap çeken binlerce mazluma bir tesellidir. Gözyaşlarına boğduracak bir mesajdır. Bir umuttur. Bir kurtuluş ve intikam müjdesidir. Nasıl mealine bakıp yalnız, ağlanmasını yanlış görebilirsiniz?
Hatta hatırlıyorum, 6. Söz’ün başında geçen “Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara cennet vermek sûretiyle satın almıştır…” ayet-i kerimesini, yine o söz ışığında şöyle bir rahmet tecellisi olarak konuşmuştuk geçenlerde: “Malik-i Hakiki’nin zaten kendisinin olan mülkü senden satın almaya ihtiyacı mı var? Fakat öyle latif söylüyor ki, emrini; emir gibi değil, teklif gibi. Zaten senin kârına olan ve yapmazsan da canın yanacak bu alışverişi gönülçelen bir üslûpla süslüyor. ‘Zaten hepsi benim. Yapma da göreyim!’ demiyor. Bir çocuğun gönlünü eğler gibi, tenezzülat-ı ilahiye ile diyor ki: ‘Hadi, bana sat elindekileri ki, daha çok şeyler kazanasın!’ Şimdi bu ayete bakıp, insan, onun arkasındaki rahmet elini görmezse, hata etmez mi?”
Böyle kat kat rahmete sarılı bir vahyin mesajını dinlerken, senin havas aklın almamış, ama onun avam kalbi bir köşesinden farketmiş, ağlamış, olabilir. Buna nasıl bilmezlik veya hata diyebilirsin? İnsan malumatına bu kadar köle olmamalı. Bu kadar ‘bildim’ dememeli ki, bilinmezlerin âlemi lütf-u ilahî ile ona açılmalı. Ferasetini kuşanıp baksan, “O sûrede aşk yok!” demezsin. Tebbet’i dinleyip ağlayanın da, sevinenin de sana verecek bir dersi var. Yeter ki; bildiğini bilmenin sonu zannetme. İlmi, malumundan ibaret görme. (Bitirirken son bir not: Kur'an'ın tefekkürünü, ona ağlamaktan daha çok önemseyen bir insanım, arz ederim.)
23 Ağustos 2014 Cumartesi
Ayetlerin katli
“Duyuyor musunuz? Diliniz öldü. Yasaklandı. Dağlı dilinizi burada kullanamazsınız. Kendi dilinizi kocalarınızla konuşamazsınız. Yasak. Anladınız mı? Konuşamazsınız! Kanuna aykırı. Sadece başkentin dilini konuşabilirsiniz. Burada izin verilen tek dil o. Dağlı dilinizi burada konuşmaya kalkarsanız çok fena cezalandırılırsınız. Bu askeri bir emir. Kanun bu. Diliniz yasak. Ölü. Kimsenin sizin dilinizi konuşmasına izin yok. Sizin diliniz artık yok.” (Harold Pinter, Dağlı Dili Oyunu'ndan.)
TRT’de yayınlanan Misafir Yerliler belgeselinin bir bölümünde, şimdi ismini anımsayamadığım (Google’daki aramalarımla da bir sonuca ulaşamadım) Fransız bir görsel yönetmen (öyle hatırımda kalmış) Türkçeyi konuşmakta yaşadığı güçlük için şöyle bir benzetmede bulunuyordu: “Fransızca ve Türkçe iki farklı dil değil, iki farklı düşünme biçimi.” İlk işittiğimde beni sadece gülümseten bu tesbit, yakın zamanda okuduğum Dillerin Katli: Bir Dilin Ölümü Bir Milletin Ölümüdür isimli eserle üzerinde düşünülesi bir hal aldı. Kitabın yazarı dilbilimci Prof. David Crystal, önsözüne de alıntıladığı, aslı Guardian’da yayınlanan bir makalesinde dillerin hızlı yokoluş sürecinin bizi götüreceği karanlık nokta için şöyle bir öngörüde bulunuyordu: “Belki de bir gün öğrenilecek dil olarak sadece İngilizce kalır. (…) Eğer bu gerçekleşirse, bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket olur.”
Peki, dillerin yokoluşu, daha doğrusu; asimilasyon neticesinde katledilmesi neden bir kayıp olsun? Bunu kitapta Amerikan Dilbilim Cemiyeti’nin 1994 yılında yayınlandığı ilke raporundan bir alıntıyla izah ediyor Crystal: “İnsan dilinin yapısının insanın entelektüel başarısının önemli bir şahidi olduğu gözönüne alınırsa, dilbilim dünyasındaki genetik çeşitliliğin kaybı (…) muhtemelen biyolojik dünyadaki genetik çeşitliliğin kaybından bile önemlidir." Benzer bir izah yine genetik ile bağlanarak yapılıyor: "Biyolojik çeşitliliğe olan ihtiyacı destekleyen görüşler dil için de geçerlidir. (…) Artan tekdüzeleşme bir türün uzun vadede hayatta kalmasına yönelik tehditler içerir. Ekoloji dilinde en güçlü ekosistemler en çeşitli olanlardır. (…) Dil çeşitliliğinde herhangi bir azalma, türümüzün uyum sağlama gücünü azaltır, çünkü faydalanabileceğimiz bilgi havuzunu küçültür.”
Rus yazar Vyaceslav Ivanov’un dil zenginliğinin entelektüel gücü hakkındaki düşüncesi ise şöyle: “Her dil, belli bir evren modeli, dünyanın anlaşılmasına yarayan bir gösterge sistemi oluşturur ve dünyayı tanımlamak için 4000 farklı yolumuz varsa bu bizi zengin kılar. Ekoloji konusunda olduğu kadar dillerin korunması konusuna da eğilmeliyiz.”
Peki, bu kadar zenginleştirici olmasına rağmen diller neden ölüyor? Bunun iki nedeni var: Birincisi kültür asimilasyonu. Bu, biraz da baskın genlerin diğer genleri minder dışına atması süreci. Teknolojiyi, bilimi, edebiyatı ve bunlarla bağlantılı olarak iletişim/ulaşım kanallarını elinde tutan dil sahipleri diğer dilleri ister istemez baskılıyorlar. Onları öğrenmeye yönelik iştiyak ve ihtiyaç, daha sonraki nesillerde (eğer anadilin kıymetini bilecek bir şuur oluşmamışsa) işini gören dille yetinme ve eskisini terketme sonucunu ortaya çıkarabiliyor.
Bunlar öyle küçük tehditler de değil üstelik. Şu an dünyada 100 milyonun üzerinde konuşmacısı olan 8 dil var: Mandarin, İspanyolca, İngilizce, Bengalce, Hintçe, Portekizce, Rusça ve Japonca. Bunun diğer anlamı şu: Dünya dillerinin %96’sı nüfusun yalnızca %4’ü tarafından konuşulmakta. %4’ünün dili ise %96’sı tarafından konuşuluyor. Michael Krauss’un dillerin yokoloşu hakkındaki tahmini şu: “Herşey bu hızda giderse gelecek yüzyılın insanoğlu dillerinin %90’ının ölümünü veya yokoluşunu göreceği, bence gerçeğe yakın bir tahmindir." Meselenin vahametini anlatmak için bir örnek daha alıntılayacağım kitaptan: "1500’lü yıllarda Brezilya’da 1175 dilin konuşulduğu tahmin edilmektedir. Bugün rakam 200’ün altındadır.”
Asimilasyonun arka planında, teknolojik üstünlüğün aynı zamanda dil üstünlüğünün de kanıtı olduğuna dair bir argüman var. Halbuki Crystal, teknolojik gelişmişliğin dillerin üstünlüğünün delili olamayacağını söylüyor: “Yerli toplulukların İngilizce ve Fransızca kadar tam ve karmaşık dillere sahip olduğu pek bilinmemekte ve geleneksel Batı inancı aksini farzetmektedir. Boyunduruk altındaki halklara karşı gösterilen küçümseme otomatik olarak onların dillerine de taşınmış, bu diller basit ve hayvanca diye tasvir edilmiştir." Ancak yine bir Kuzey Amerika dilleri uzmanı olan Marianne Mithun buna şiddetle karşı çıkıyor: "Kuzey Amerika’da nefes kesici güzellikte inceliklere sahip olmayan dil yoktur." Kitapta buna dair verilen birçok örnek de var. Fakat sanıyorum kültür asimilasyonunun arkasındaki ‘üstün kültür’ tezine en sağlam yumruğu indiren Ezra Pound: "İnsan erdeminin bütünü herhangi bir dilde değildir ve hiçbir dil tek başına insan irfanının tüm şekil ve derecelerini ifade edemez.”
Bu kısımları okurken kitapta benim aklıma gelen ilk şey, Rum sûresinde geçen; “Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O’nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır" ayet-i kerimesi oldu. Kur’an’da ‘dillerin farklılığının’ ayet olarak zikredilmesi, ayet kelimesinin içeriğini de düşününce daha bir anlamlı geldi. Belki de Allah, farklı dillerle bize dünyayı daha farklı açılardan ve daha farklı esma pencerelerinden okumayı öğretiyordu. Her dil, farklı bir söylemeden önce farklı düşünme biçimiydi ve her dilde biz farklı bir renkte düşünüyorduk. Bu da Ezra Pound’un ‘insan irfanının tüm şekil ve dereceleri’ dediği o çok sesliliği ve renkliliği oluşturuyordu. Yani vahiy, dillerin çok renkliliğiyle barışıktı. Onu ayeti/delili sayıyordu. (Tam burada Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra hayalini; ‘lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak’ gibi bir ‘çok dillilik’ zemininde düşlendiğini anımsayalım. Bir tek dil hayali yok.)
Bu sırada kitapta dikkat çekilen birşey daha hatırıma geldi: Tevrat’ta geçen Babil kulesi hikayesi ele alınırken, bu hikayenin ‘dillerin çokluğunun’ Allahın bir cezası olarak algılanmasına neden olduğunu söylüyordu yazar: “Dil sayısındaki herhangi bir azalmanın bir trajedi olması bir kenara, insanlığın yararına olduğuna dair (her ne kadar yanlış olsa da) yaygın ve rağbet gören bir görüş vardır. Birkaç düşünce bu inancı beslemektedir. Bunlardan biri bazı mitolojilerde yer bulan ama en ünlüsünün Tevrat’taki Babil kulesi hikayesine dayandığı eski gelenektir. Buna göre dünyadaki dillerin çoğalması insanlığa verilen bir cezaydı ve bu cezanın kaldırılması başlangıçtaki mükemmelliğinin bir kısmını geri getirebilirdi." Sanıyorum Hristiyanlıktaki ‘ilk günah’ algısı gibi bu ‘Babil kulesi’ meselesi de Kur’an’ın ışığında analiz edilmeli ve sınanmalı. Çünkü karşımızda dilleri ceza değil, ayet sayan bir Kur’an var.
Kültür asimilasyonu ve teolojik gerekçeler dışında dillerin yokoluşunu hızlandıran en önemli etken; önce sömürü düzeni ve ikinci olarak da ulus-devlet sistemleri. Hâkim kavmin kullandığı dil dışındaki dilleri yasaklayan, yasaklamasa da aşağılayan ve kamusal alanlardan dışlayan bu süreç, dilbilimcilerin cangüvenliğini bile tehdit eden boyutlarda yaşanmış. Bazı dilbilimciler yerel diller hakkında yaptıkları araştırmalar sırasında ‘ayrılıkçılık/ajanlık’ yapmakla bile suçlanmışlar. Kan dökme hadiselerinin de olduğu coğrafyalarda da maalesef azınlıkların seçimi ‘dillerini unutmak’ yönünde olmuş ve dilbilimciler onlarda bu dil şuurunu uyandırmakta zorlanıyorlar.
Fakat yine de Crystal hepten umutsuz değil. Dillerin önemi anlaşıldığında tekrar bir uyanışın ve eski dillere dönüşün olabileceğini söylüyor. Dilbilimcilere düşen: İnsanlar geri dönmeye karar verdiklerinde onlara dillerini tekrar konuşabilmelerini sağlayacak kadar materyal biriktirmek ve sunmak. Dilbiliminin öncelikli amacı bu. Yazımızı kitabın son cümleleriyle bitirelim: “Diller, eşi görülmemiş bir hızda ölüyorlar. Eğer birinci bölümde yer verdiğim tahminler doğruysa, ben bu kitabı yazmaya başladığımdan bu yana altı tane kadarı daha yok oldu." Altı dil! Altı ayet demek. Ayetler katlolunuyor modern zamanlarda ve biz bazen izliyor, bazen de ulusal çıkarlarımıza uygun bulup seviniyoruz.
TRT’de yayınlanan Misafir Yerliler belgeselinin bir bölümünde, şimdi ismini anımsayamadığım (Google’daki aramalarımla da bir sonuca ulaşamadım) Fransız bir görsel yönetmen (öyle hatırımda kalmış) Türkçeyi konuşmakta yaşadığı güçlük için şöyle bir benzetmede bulunuyordu: “Fransızca ve Türkçe iki farklı dil değil, iki farklı düşünme biçimi.” İlk işittiğimde beni sadece gülümseten bu tesbit, yakın zamanda okuduğum Dillerin Katli: Bir Dilin Ölümü Bir Milletin Ölümüdür isimli eserle üzerinde düşünülesi bir hal aldı. Kitabın yazarı dilbilimci Prof. David Crystal, önsözüne de alıntıladığı, aslı Guardian’da yayınlanan bir makalesinde dillerin hızlı yokoluş sürecinin bizi götüreceği karanlık nokta için şöyle bir öngörüde bulunuyordu: “Belki de bir gün öğrenilecek dil olarak sadece İngilizce kalır. (…) Eğer bu gerçekleşirse, bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket olur.”
Peki, dillerin yokoluşu, daha doğrusu; asimilasyon neticesinde katledilmesi neden bir kayıp olsun? Bunu kitapta Amerikan Dilbilim Cemiyeti’nin 1994 yılında yayınlandığı ilke raporundan bir alıntıyla izah ediyor Crystal: “İnsan dilinin yapısının insanın entelektüel başarısının önemli bir şahidi olduğu gözönüne alınırsa, dilbilim dünyasındaki genetik çeşitliliğin kaybı (…) muhtemelen biyolojik dünyadaki genetik çeşitliliğin kaybından bile önemlidir." Benzer bir izah yine genetik ile bağlanarak yapılıyor: "Biyolojik çeşitliliğe olan ihtiyacı destekleyen görüşler dil için de geçerlidir. (…) Artan tekdüzeleşme bir türün uzun vadede hayatta kalmasına yönelik tehditler içerir. Ekoloji dilinde en güçlü ekosistemler en çeşitli olanlardır. (…) Dil çeşitliliğinde herhangi bir azalma, türümüzün uyum sağlama gücünü azaltır, çünkü faydalanabileceğimiz bilgi havuzunu küçültür.”
Rus yazar Vyaceslav Ivanov’un dil zenginliğinin entelektüel gücü hakkındaki düşüncesi ise şöyle: “Her dil, belli bir evren modeli, dünyanın anlaşılmasına yarayan bir gösterge sistemi oluşturur ve dünyayı tanımlamak için 4000 farklı yolumuz varsa bu bizi zengin kılar. Ekoloji konusunda olduğu kadar dillerin korunması konusuna da eğilmeliyiz.”
Peki, bu kadar zenginleştirici olmasına rağmen diller neden ölüyor? Bunun iki nedeni var: Birincisi kültür asimilasyonu. Bu, biraz da baskın genlerin diğer genleri minder dışına atması süreci. Teknolojiyi, bilimi, edebiyatı ve bunlarla bağlantılı olarak iletişim/ulaşım kanallarını elinde tutan dil sahipleri diğer dilleri ister istemez baskılıyorlar. Onları öğrenmeye yönelik iştiyak ve ihtiyaç, daha sonraki nesillerde (eğer anadilin kıymetini bilecek bir şuur oluşmamışsa) işini gören dille yetinme ve eskisini terketme sonucunu ortaya çıkarabiliyor.
Bunlar öyle küçük tehditler de değil üstelik. Şu an dünyada 100 milyonun üzerinde konuşmacısı olan 8 dil var: Mandarin, İspanyolca, İngilizce, Bengalce, Hintçe, Portekizce, Rusça ve Japonca. Bunun diğer anlamı şu: Dünya dillerinin %96’sı nüfusun yalnızca %4’ü tarafından konuşulmakta. %4’ünün dili ise %96’sı tarafından konuşuluyor. Michael Krauss’un dillerin yokoloşu hakkındaki tahmini şu: “Herşey bu hızda giderse gelecek yüzyılın insanoğlu dillerinin %90’ının ölümünü veya yokoluşunu göreceği, bence gerçeğe yakın bir tahmindir." Meselenin vahametini anlatmak için bir örnek daha alıntılayacağım kitaptan: "1500’lü yıllarda Brezilya’da 1175 dilin konuşulduğu tahmin edilmektedir. Bugün rakam 200’ün altındadır.”
Asimilasyonun arka planında, teknolojik üstünlüğün aynı zamanda dil üstünlüğünün de kanıtı olduğuna dair bir argüman var. Halbuki Crystal, teknolojik gelişmişliğin dillerin üstünlüğünün delili olamayacağını söylüyor: “Yerli toplulukların İngilizce ve Fransızca kadar tam ve karmaşık dillere sahip olduğu pek bilinmemekte ve geleneksel Batı inancı aksini farzetmektedir. Boyunduruk altındaki halklara karşı gösterilen küçümseme otomatik olarak onların dillerine de taşınmış, bu diller basit ve hayvanca diye tasvir edilmiştir." Ancak yine bir Kuzey Amerika dilleri uzmanı olan Marianne Mithun buna şiddetle karşı çıkıyor: "Kuzey Amerika’da nefes kesici güzellikte inceliklere sahip olmayan dil yoktur." Kitapta buna dair verilen birçok örnek de var. Fakat sanıyorum kültür asimilasyonunun arkasındaki ‘üstün kültür’ tezine en sağlam yumruğu indiren Ezra Pound: "İnsan erdeminin bütünü herhangi bir dilde değildir ve hiçbir dil tek başına insan irfanının tüm şekil ve derecelerini ifade edemez.”
Bu kısımları okurken kitapta benim aklıma gelen ilk şey, Rum sûresinde geçen; “Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O’nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır" ayet-i kerimesi oldu. Kur’an’da ‘dillerin farklılığının’ ayet olarak zikredilmesi, ayet kelimesinin içeriğini de düşününce daha bir anlamlı geldi. Belki de Allah, farklı dillerle bize dünyayı daha farklı açılardan ve daha farklı esma pencerelerinden okumayı öğretiyordu. Her dil, farklı bir söylemeden önce farklı düşünme biçimiydi ve her dilde biz farklı bir renkte düşünüyorduk. Bu da Ezra Pound’un ‘insan irfanının tüm şekil ve dereceleri’ dediği o çok sesliliği ve renkliliği oluşturuyordu. Yani vahiy, dillerin çok renkliliğiyle barışıktı. Onu ayeti/delili sayıyordu. (Tam burada Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra hayalini; ‘lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak’ gibi bir ‘çok dillilik’ zemininde düşlendiğini anımsayalım. Bir tek dil hayali yok.)
Bu sırada kitapta dikkat çekilen birşey daha hatırıma geldi: Tevrat’ta geçen Babil kulesi hikayesi ele alınırken, bu hikayenin ‘dillerin çokluğunun’ Allahın bir cezası olarak algılanmasına neden olduğunu söylüyordu yazar: “Dil sayısındaki herhangi bir azalmanın bir trajedi olması bir kenara, insanlığın yararına olduğuna dair (her ne kadar yanlış olsa da) yaygın ve rağbet gören bir görüş vardır. Birkaç düşünce bu inancı beslemektedir. Bunlardan biri bazı mitolojilerde yer bulan ama en ünlüsünün Tevrat’taki Babil kulesi hikayesine dayandığı eski gelenektir. Buna göre dünyadaki dillerin çoğalması insanlığa verilen bir cezaydı ve bu cezanın kaldırılması başlangıçtaki mükemmelliğinin bir kısmını geri getirebilirdi." Sanıyorum Hristiyanlıktaki ‘ilk günah’ algısı gibi bu ‘Babil kulesi’ meselesi de Kur’an’ın ışığında analiz edilmeli ve sınanmalı. Çünkü karşımızda dilleri ceza değil, ayet sayan bir Kur’an var.
Kültür asimilasyonu ve teolojik gerekçeler dışında dillerin yokoluşunu hızlandıran en önemli etken; önce sömürü düzeni ve ikinci olarak da ulus-devlet sistemleri. Hâkim kavmin kullandığı dil dışındaki dilleri yasaklayan, yasaklamasa da aşağılayan ve kamusal alanlardan dışlayan bu süreç, dilbilimcilerin cangüvenliğini bile tehdit eden boyutlarda yaşanmış. Bazı dilbilimciler yerel diller hakkında yaptıkları araştırmalar sırasında ‘ayrılıkçılık/ajanlık’ yapmakla bile suçlanmışlar. Kan dökme hadiselerinin de olduğu coğrafyalarda da maalesef azınlıkların seçimi ‘dillerini unutmak’ yönünde olmuş ve dilbilimciler onlarda bu dil şuurunu uyandırmakta zorlanıyorlar.
Fakat yine de Crystal hepten umutsuz değil. Dillerin önemi anlaşıldığında tekrar bir uyanışın ve eski dillere dönüşün olabileceğini söylüyor. Dilbilimcilere düşen: İnsanlar geri dönmeye karar verdiklerinde onlara dillerini tekrar konuşabilmelerini sağlayacak kadar materyal biriktirmek ve sunmak. Dilbiliminin öncelikli amacı bu. Yazımızı kitabın son cümleleriyle bitirelim: “Diller, eşi görülmemiş bir hızda ölüyorlar. Eğer birinci bölümde yer verdiğim tahminler doğruysa, ben bu kitabı yazmaya başladığımdan bu yana altı tane kadarı daha yok oldu." Altı dil! Altı ayet demek. Ayetler katlolunuyor modern zamanlarda ve biz bazen izliyor, bazen de ulusal çıkarlarımıza uygun bulup seviniyoruz.
17 Ağustos 2014 Pazar
Ayet: ‘Şimdi bak!’ Bediüzzaman: ‘Bir de şöyle bak!’
Bu yazı, bir yazı sayılmaz, belki ders notu sayılmalı. Malumunuz: 10. Söz, nam-ı diğeriyle Haşir Risalesi, Rûm sûresinde geçen şu ayet-i celile ile başlıyor: “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir. O herşeye hakkıyla kàdirdir.” İşte, Kenan Demirtaş abi, Haşir Risalesi’nin tamamının bu ayetin ders verdiği metodla yazıldığını düşünüyor. Kendisinin bunu formülize edişi (eğer doğru anladıysam) şöyle (Madde sayısını arttırmış olabilirim):
1) Yeryüzü her baharda diriliyor, bunu apaçık görüyorsunuz. 2) Her bahar yeniden dirildiğine göre, önce ölü bir halde olduğunu da kabul ediyorsunuz. 3) O halde her bahar yeryüzünde ölüler diriliyor. Dirilme fiili var. 4) Eserdeki bu fiil, failsiz mümkün olamaz. Her eser fiili, her fiil de faili gösterir. 5) O halde bu dirilmelerin arkasında bir dirilten (Muhyi) var. 6) Bu Muhyi (dirilten) o kadar güçlü/kâdir ki, bahardaki kompleks dirilişi bile hiç şaşırmadan her sene yapabiliyor. O zaman kabul etmek zorundayız ki, bu hayat veriş/diriltiş herşeye gücü yeten birinin (Kadîr) kudret elinde. 7) Herşeye gücü yeten (Kadîr) bir diriltici (Muhyi) otlar/ağaçlar gibi size göre daha az sanatlı şeyleri bile tekrar diriltiyorsa, sizin gibi harikalarını niye dirilmemek üzere hiçliğe göndersin? 8) O halde siz de diriltileceksiniz.
Bu kısmı zaten biliyordunuz. O halde asıl dersimize gelelim: Haşir Risalesi’nde bir de “Bu hakikate on iki kapıyla girilir…” diye başlayan hakikatler bölümü var. Ve o hakikatlerin her biri şöyle bir başlık içeriyor: “Bâb-ı Rububiyet ve Saltanattır ki, ism-i Rabbin cilvesidir…” veya “Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki, Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir…” veya “Bâb-ı Hikmet ve Adalet olup ism-i Hakîm ve Âdilin cilvesidir.” Böyle devam edip gidiyor.
Şimdi derste farkettiğim şeyi, üçüncü hakikat üzerinden izah edeyim. Fakat önce kısmen alıntılamalıyım:
“Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adalet ve mizanla Rububiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rububiyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve o hikmet ve adalete iman ve ubûdiyetle tevfik-i hareket eden mü’minleri taltif etmesin? Ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan ile isyan eden edepsizleri te’dip etmesin? Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adalete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan, ehl-i hidayetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor.”
Farkettiniz mi, Bediüzzaman Hazretlerinin baştaki ayetin şablonunu kullanarak burada ne yaptığını? Resmen cümleyi sabit tutup isimleri ve fiileri değiştirdi! Daha iyi tarif edebilmem için, gelin, bu hakikatte yapılanı ayetin mealine taşımaya çalışalım: “Şimdi bak Allah’ın adalet ve hikmet eserlerine: Yeryüzünü intizam ve mizanla nasıl yönetiyor? Bunu yapan, elbette (ceza almadan veya mükâfat görmeden göçüp giden) ölüleri de öylece diriltecektir. O herşeye hakkıyla kàdirdir.”
1) Dirilme hakikatinde olduğu gibi, önce intizamı ve mizanı varlıkta kabul ediyoruz. 2) Bu intizamı va mizanı gördükten sonra, elbette, intizam ve mizan verme (Rububiyet) fiilini farkediyoruz. Eser, fiilsiz olmaz. 3) Fiile bir fail (Zat-ı Zülcelal) atfını kabul ediyoruz. Fiil, failsiz olmaz. 4) O failin sıfatı/ismi noktasında adalet ve hikmetin varlığını benimsiyoruz. Yani o neyi yapsa, adalet ve hikmetle yapıyor. Âdil ve Hakîm. 5) O herşeyi adalet ve hikmetle yaptığına göre, yani kainatın en basit kanunlarında bile bu adalet ve hikmetin izleri görüldüğüne göre, adaletsizlik ve hikmetsizlik gibi görünen şeylere müsaade eder mi? Mesela zalimlerin ceza almadan gitmelerine? 6) Kaçınılmaz bir şekilde: “Elbette etmez, niye etsin ki?” diyoruz. 7) “O halde ölüleri diriltecek; adaletin ve hikmetin tam sağlanması için bir mahkeme kuracaktır” diye böylece kabul ediyoruz.
Bu hakikatler boyunca yapılan: Ayetteki şablon aynı tutulup; isimlerin, fiilerin değişmesi ve o yeni isimler ve fiillerle hakikatin yeniden bize izah edilmesi. Bediüzzaman, bütün hakikatleri o ayetin şablonundan aldığı ilhamla izah ediyor. Ancak bize bu izah sırasında bir tefsir dersi daha veriyor: “İsimleri ve fiileri değiştirerek ayetin metodunu kullanmaya devam etme. Yeni bilgiler üretme. Marifeti genişletme.”
Bence bu yazının ardından Haşir Risalesi’nin hakikatler bölümüne tekrar bir bakın. O zaman şu üst başlıklardaki: ‘Bâb-ı Hikmet ve Adalet olup ism-i Hakîm ve Âdilin cilvesidir’lerin niye konduğunu daha iyi anlarsınız. Tıpkı şunun gibi: “Şimdi bu ayeti, şu şu isimleri ve yansımalarını/fiilleri yerleştirerek tekrar yorumlayacağım.”
12 Ağustos 2014 Salı
Bir ayet, iki yedi, iki metin, iki tefekkür
Bu yazının nihayetinde birşey soracağım. Aslında yazıyı yazmaya ilk başladığımda o soru ilk paragrafı oluşturuyordu. Fakat anlaşamadık. Bu yazma işi de Bediüzzaman’ın hava, su, nur benzetmesinde olduğu gibidir biraz. Tutmaya çalışsanız tutamazsınız. “O nur elinizi mesken ittihaz etmez.” Muntazır beklemektir tek deva. Oturarak beklemeniz hoşuna gitmezse, ayağa kalkarsınız. İlk cümlenizi beğenmezse, o cümlenin yerine yenisini denersiniz. Dansa doğru ayakla başlamaktır bütün mesele. Bazen komple bir yazı, adımınızdaki inadınız yüzünden boşuna olur. Bazen de böyle ilk paragrafınız, oraya yakışmaz, sona gelir. Neyse, yeterince lafı dolandırdım sanırım, hâlâ durmadan yazabildiğime göre asıl konumuza girebiliriz:
Bugün sizinle Bediüzzaman’ın, Kur’an’da sıklıkla geçen ‘yedi gök ve yer’ ifadesini tefsir edişini konuşmak istiyorum. Külliyat içinden iki referans metin kullanacağım bu yolculuk sırasında. Yolun iki yanındaki manzaralar diyelim bunlara isterseniz. Onlardan birisi, 12. Lem’a. Ki bana göre ‘yedi gök ve yer’ ifadesinin afakî tefekkürünü içerir bir metindir. Bediüzzaman orada ‘yedi yer’ ifadesini pekçok farklı şekilde tevil ettikten sonra, yedi gök ifadesinin de bunlara teşbih olduğunu söyler. “Kur’ân-ı Hakîmin hikmet-i kudsiyesi ise, o ifrat ve tefriti bırakıp, hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki: Sâni-i Zülcelâl yedi kat semâvâtı halk etmiştir (…)” dedikten sonra ‘yedi kaide’ sayarak, o kaideler ışığında eşyayı ‘aynı malzemeden yaratılsa da (esir) farklı aşamaları olan bir hilkate maruz’ olarak anlatır. Yani yaratılış aynı Zat’ın tasarrufudur. Fakat Zat’ın aynılığı eşyanın bitamam aynı olmasını gerektirmez. Aksine, araya esmanın çok renkliliği girer ve ‘aşamalar’ veya ‘derinlikler’ veya ‘mertebeler’ oluşur. Uzaydaki farklı galaksi yapıları da o kısımda verilen örneklerdendir.
“Hadsen ve hissen ve istikrâen ve tecrübeten sabit olmuştur ki, bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnuat yapılsa, elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur (…)”
Toparlarsam: 12. Lem’a boyunca farkedersiniz ki; Bediüzzaman, ‘yed gök ve yer’ ifadesini Kur’an’ın bize öğrettiği bir ‘eşyaya bakış açısı’ olarak yorumlar: Madde bir çeşit değildir. Onda aşamalar, derinlikler, mertebeler vardır. Kur’an’ın da bu ifade ile dikkatimizi çekmek istediği şey; bu çoklu yapıya çoklu bakılabilmesidir. Varlık, lahana gibi görülmelidir tabir-i caizse. Her bildim sandığınız yaprak, kaldırıldığında yeni bir bilinecek şey karşınıza çıkacaktır. Katmanlar bitmeyecektir. Belki ‘yedi gök ve yer’ ifadesinin dikkatimizi çekmek istediği şey biraz da Lee Strobel’ın, Hani Tanrı Ölmüştü kitabında, Gulliermo Gonzales ve Jay Wesley Richards ikilisine sorduğu sorunun aldığı cevaptır:
“Uzayda bu kadar çok boş mekan var. Bu müsrifçe ve gereksiz değil mi?”
“Çünkü evren keşif için tasarlandı. Bizlerin keşfedecek birşeylere ihtiyacımız var.”
Bunu, burada bırakalım. Şimdi yolculuğumuz 33. Söz’ün 19. Penceresine. (Biraz enfüsî bir yolculuk olduğunu düşünüyorum yapacağımızın.) 19 Pencere şu ayet-i kerime ile başlıyor: “Yedi gök ve yer; ve onların içindekiler Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp, Onu tesbih etmesin.” İsrâ sûresinde geçen bu ayet, başta geçmesinden anlıyoruz ki, 19. Pencere boyunca tefsir edilecek. Fakat durun! Hani 12. Lem’a’daki izahlar? Nereye gitti göğün ve yerin katmanları, farklı galaksiler, hayata menşe olabilecek başka küreler falan? Nerede kozmik âleme dönük tefekkürlerimiz? Bu pencere boyunca hiçbirini bulamıyoruz. Aksine; Bediüzzaman, bu pencere boyunca aynı ‘yedi gök ve yer’ ifadesini tamamen başka bir düzlemde anlıyor. Melekutî bir düzlemde. Enine değil, boyuna bir tefekkürle. Esmaya doğru uzanıyor oradan. Bakalım:
“Çünkü, herbir çiçeğin güzel ağzı ile ve muntazam sümbülün lisâniyle ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimâtıyla hikmeti gösteren o nizam, bilmüşâhede, ilmi gösteren bir mîzan içindedir. Ve o mîzan ise, maharet-i san’atı gösteren bir nakş-ı san’at içindedir. Ve o nakş-ı san’at, lûtuf ve keremi gösteren bir zînet içindedir. Ve o zînet dahi, rahmet ve ihsanı gösteren latîf kokular içindedir. Ve birbiri içinde bulunan şu mânidar keyfiyetler, öyle bir lisân-ı şehâdettir ki, hem Sâni-i Zülcemâlini esmâsıyla tarif eder, hem evsafıyla tavsif eder, hem cilve-i esmâsını tefsir eder, hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.”
Hani bizim yedi gök ve yer? Nerede? Şaşırmayın dostlar, aslında Üstad Hazretleri bu sefer yedi gök ve yeri daha farklı yorumlayacağının sinyalini vermişti: “Evet, herbir nebat, herbir ağaç pekçok lisân ile Sâni’lerini öyle gösteriyorlar ki…" Bana öyle geliyor ki; Bediüzzaman burada 12. Lem’a’nın aksine, yedi gök ve yer’i bir çok dillilik ve çok renkliliğin uyarısı olarak algılıyor. 12. Lem’a’da eşyanın çok mertebeliliğine dikkat çekmişti. Burada ise aynı yedi kelimesi üzerinden eşyanın derinliğine dikkat çekti. 12. Lem’a bir enine yolculuktu. 19. Pencere bir boyuna/derinliğine yolculuk oldu. Tesbih=Nizam, içre ilim, içre mizan, içre dikkat, içre sanat, içre maharet, içre nakış, içre lütuf ve kerem, içre zinet, içre rahmet, içre ihsan. Ve onlardan yürünen esma-yı İlahî. Hatta ‘yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını’naya gidersek, şuunat-ı İlahî.
Gördüğünüz gibi burada da Bediüzzaman Hazretleri ‘yedi’yi kozmik düşünmedi. Aynı nesnede aşılacak, Allah’ı gösterecek katmanlar olarak tefsir etti. 18 Pencerede de bize melekut tefekkürünü böyle öğretmemiş miydi: Eşya, fiil, fail, isim, sıfat, şuunat, zat. Bakınız, bu da yedi ediyor.
Şimdi başta vadettiğim soruya geleyim: Afakî tefekkür ve enfüsî tefekküre dair bir sürü bilgi var kafanızda mutlaka. Tarifini de çoktan öğrenmişsinizdir. Fakat ben yine de ‘yedi gök ve yer’ ifadesinin iki tefekkür şeklini gözlerinizin önüne sererek sormak istedim: Acaba enfüsî ve afakî tefekkür arasındaki fark böyle birşey olabilir mi? Yani birisinde hüner genişlik, diğerinde hüner derinlik? Enfüs içindeki nefs’ten kastedilen ‘melekutî derinlik’ sayılabilir mi? Yukarıdaki gevezeliğim bu soruyu sormak içindi.
8 Ağustos 2014 Cuma
Nuriye Çeleğen nereye koşuyor?
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şimdi, öyle analizlerden birisini de Nuriye Çeleğen abla adına yapmak istiyorum. Nuriye abla, kendisinin birkaç kitabına editörlük, bazılarına tashih, bazılarına da mizanpaj yaptığım bir isim. Yani tanıdığım birisi. İyiliğini biliyorum, kötü olduğunu düşünmüyorum. Bu yazıyı da onu kötü birisi olarak gördüğüm için yazmayacağım. Kendisini benim beyaz kağıdımda seyretmesi için yazacağım. Mümin müminin aynasıdır, aynalık etmek gerek. O kadar. Bunu hemen yazının başında belirteyim de kimse ifrat beklemesin. İfrat dileyenler de bu yazıyı okuyarak zaman kaybetmesinler. Kendisi hakkında 'abla' ifadesini kullanmaktan da çekinmem. Fakat şu var: Hiçbir abla/abi, bu unvanından dolayı mihenge vurulmaktan kurtulamaz. Ehl-i tahkikin bıçağı 'sorgulanmazlık' tanımaz, tanımamalı.
Kendisi hakkında bu sıralar twitter'da en çok kullanılan ifade; 'Yeniasya camiası, Cemil Tokpınar, Sungur abinin oğlu ve kızıyla birlikte Nurcuların yüzünü ak edenler' içinde sayılması. (Liste biraz kısa değil mi?) Daha ileri giden ifadeler de var. Etka Aslan isminde bir kullanıcı şöyle yazıyor mesela: "Çok şükür ki, AKP'nin gerçek yüzünü görüp hakikatleri savunabilen nice nur talebesi var. Mesela Nuriye Çeleğen!" Devamında Nuriye abladan bizzat görmediğim için onun sözü mü emin olamadığım şöyle birşey paylaşmış: "Risaleleri devletleştirmek Kemalist anlayışın esasıdır. Bediüzzaman sürgün edilmiş (...) fakat bugünkü kadar zincire hiç vurulmamıştı." Bu sözün başında 'Nuriye Çeleğen:' ifadesi bulunuyor. Dediğim gibi: Nette binlerce süprüntü var. Bizzat Nuriye ablanın böyle söyleyip söylemediğini bilmediğim için onu analiz etmeyeceğim. Ancak kendisinin bizzat twitter hesabından paylaştığı, bende ekran resimleri de olan ve zaten Gülen Örgütü mensuplarının çarşaf çarşaf paylaştığı şeyler var ki; bunların bizzat Nuriye Çeleğen ablanın kaleminden çıktığı kesin olduğu için analiz etmeye değer. Kötülük olsun diye değil, altını kazıp hakikatini ortaya çıkaralım diye.
Bir kere şunu söyleyelim: Nuriye Çeleğen, Gülen Örgütü ve AK Parti gerilimi sırasında bir tane bile Gülen Örgütünü ve siyasete karşı değişen tavrını eleştiren twit atmadı. İki tarafa da nasihat olabilir gibi anlaşılacak şeyleri ortaya söylemiş olabilir. Fakat gerilim boyunca bütün suçlamalar, klasik Nurcuların da dahil olduğu AK Parti destekçilerine yapılırken Gülen Örgütü ve mensupları hatadan sürekli tenzih edildi. Mesela Nurcular, kendi düşüncelerini Gülen Örgütünden farklılaştırırken Nuriye abla şu twitleri attı: "Ağabeylerin görüşlerinin kendi görüşleri olmadığını düşünüyorum. Çevresindeki kişilerin görüşleri olarak değerlendiriyorum. Şeytanın her dem aktif olduğunu; kıskançlık, benlik gibi duyguları harekete getirebileceğini düşünüyorum. Bu hizmeti ben neden yapmadım gibi."
Görüldüğü gibi Nuriye Çeleğen, bir telefon kadar yakınında olan abileri aramak yerine Bediüzzaman'ın talebelerinin 'yönlendirildiği' teorisini yazmayı seçti. Daha sonra süreç, abilerin bizzat kendilerinin beyanlarıyla onu yalanlasa da fikrinden vazgeçmedi. İkinci twitteki "Bu hizmeti ben neden yapmadım?" suçlaması ise daha fena. İzninizle buna suçlama diyorum, çünkü Nuriye ablanın burada kastettiği, hepinizin de anladığı gibi, Gülen Örgütünü diğer Nur ekollerinin kıskandığı ve bu kıskançlık yüzünden muhalefet ettikleri aslında. Ki, hatırlarsınız; süreç boyunca Gülen Örgütü de bu tezi işledi, kendi tabanını 'abilere rağmen' kendine bağlı tutabilmek için. Tabii insanın içi cız ediyor. Nuriye abla gibi bütün abileri zaten tanıyan, gelenek olarak klasik Nurculuğa daha yakın bir ismin, Gülengiller için neden saff-ı evvel abileri böylesine itham ettiğin merak ediyoruz. Ben ediyorum en azından.
Neyse, devam edelim: Şimdi Nuriye ablanın başka bir twitini aynen alacağım buraya: "Hizmeti tutmakla düşüncemde hata da yapsam bunun ahiret vebali olmayacağını düşünüyorum. Siyasileri tutmadığımdan hesaba çekilmem." Bakınız, bu twiti çok önemsiyorum, çünkü bu twit benim için itikadî anlamda da korkutucu çağrışımlara sahip. Hata yapan birilerini tuttuğu için (buna olabilme ihtimali de veriyor) ahirette hesaba çekilmeyeceğini emin bir şekilde söyleyen birisi var karşımızda. Ve devamında şunu da ifade ediyor: "Siyasileri tutmadığımdan hesaba çekilmem." Peki, ya siyasiler haklıysa? Mesela diyelim ki; Şeyh Bedreddin ayaklandı, Osmanlı teyakkuzda; böyle şeyler olamaz mı? Bunu tamamiyle ıskalamış, meseleye artık hak/bâtıl düzleminde değil; 'siyasilerle gerilim yaşıyorsa kesinlikle siyasiler haksızdır' tarzında ele alan enteresan bir düşünce dünyası bu. Ve 'hesaba çekilmem, vebali olmaz' gibi net ifadelerle de söyleyebiliyor. Ahiret adına konuşurken bu netlik korkutucu değil mi sizce de? Ben korkuyorum şahsen. Neyse, diğer iki twitine geçelim:
"Hizmete ait konuda hizmeti tutarım. Siyasetle hiç ilgim olmamıştır. Haber bile dinlemem. Üstadımdan öğrendiğim bu. Siyaset kirlenebilir. Ama hizmet kirlenirse kişilerin imanına zarar verir. Bunun vebali yüklenilemez. Bir kişinin imanı bile zarar görürse ahirette kurtulamayız." Şimdi öncelikle şöyle silsile şeklinde bir hata var. Haber bile dinlemeyen birisi gündeme dair bir meselede bu kadar net bir tavrı nasıl gösterebilir? Ne olup bittiğini bile bilmezken? Hizmetle ilgili her konuda hizmeti tutmak, gündemden hiç haberi olmayan birisi için ne kadar sağlıklıdır? Bunun yanısıra mesele hizmete temas ediyor olsa da (ben Gülen Örgütü demeyi tercih ediyorum) bütün Türkiye'yi ilgilendiren bir 'darbe teşebbüsü' hadisesinde nasıl böylesi 'himmet toplantısı' edasıyla "Hizmete dairse, hizmet haklıdır!" denilebilir. Böylesi bir tahkiksizlik Nur talebesine yakışır mı? Nuriye ablaya sormak lazım bunu.
Bir de devamında siyaset kirlenebilir diyor, doğru. Fakat hizmet kirlenemez mi? Boyu kadar siyasete batmışken? CHP'ye oy toplayan ablaları/abileri varken? Muhalefet partisine dönüşmüşken? Bilmem kaç okulu, kursu, bilmem nesi varsa siyasete girse de onu kirletemiyor mu siyaset? Eğer böyleyse, düzeltelim: Bediüzzaman 'siyasetin şerrinden Allah'a sığınmayı' boşuna tavsiye etmiş o zaman. Baksanıza, hizmet girerse kirlenmesi mümkün değilmiş zaten. Neden sığınsın? Hem kirleniyor derseniz hafazanallah imanınız tehlikede. Öyle de büyük manevî istibdatı var. Cehennemi kaldırıyor hemen başınızın üstüne. Neyse, devam edelim:
"Risalenin sadeleştirme ile tahrif edilmeyeceğini, edilemeyeceğini, edilemeyecek kadar muhkem olduğunu idrak edemiyorsak nasıl R.N okuyoruz?" Şimdi çok ilginç birşey diyeceğim. Nuriye abla, Gülen Örgütü sözkonusu olduğunda her meselede harika iyimser. Mümkün değil yani kötü birşey olması. Sadeleştirilsin, cümleleri değiştirilsin, isterse yeniden yazılsın mümkün değil kötü birşey olamaz. Kötü birşey olduğunu söyleyenler suçlu. Onlar Risalelerden anlamıyor. Ama diyelim ki; devlet Risale-i Nur basıyor. Bakınız ona tepkisi nasıl: "R Nur'ları devletin korumasına verdik bugün risalenin bayramı, dediklerinde şoke olmuştum. Bandrol verilmiyormuş, hiç şaşırmadım." Ablam dünyayı takip etmiyor, ama gündeme dair öngörüleri fevkalade isabetli. Bakınız bir tane daha var aynı meseleye dair: "Bediüzzaman, R.Nur'la yer ve göğün alakadar olduğunu ona zarar gelince iki unsurun hiddet ettiğini söyler. Semanın hiddeti tesadüf mü?" Gördüğünüz gibi sadeleştirme süreci boyunca hiçbir doğal afet kötü yorumlanmazken devlet Risaleleri basmaya başladığı andan itibaren bütün doğal afetler Kültür Bakanlığına dönük işlemeye başladı. Oluyor böyle şeyler. Şimdi daha ince bir twit silsilesine bakalım:
"Tepki veren kardeşlere diyorum ki; ben abileri de çok seviyorum. Fakat Hoca Efendiyi sevmeyi Sungur abiden öğrendim. Babam, Bediüzzaman hazretlerinin has talabelerim içine alıyorum dediği ve pek çok mektup gönderdiği birisi. Sungur abiye yıllar önce 'Abi bu H.Efendi yeni bir şey mi çıkartıyor?' diye sorduğunda Sungur abinin nasıl celallendiğini ve 'Kardeşim karışmayın o kardeşimize' demiş. Dersimi Sungur abiden aldım." Bu metinde üzüldüğümüz şey, Nuriye ablanın Sungur abiden aldığı dersleri çocukluğunda bırakması. Zira biraz daha devam etseydi, Sungur abinin sadeleştirme mevzusundaki emeği geçenlere beddua videosuna da ulaşacaktı. Yalnız burada ilginç olan babasının şüphesine hiç hakikat payı vermemesi. Ki bu şüphenin o dönemde birçok Nur talebesinde varolduğu ve şimdi onların hakikat çıktığı da ortada. Sungur abiden alınan bu ders hakkında geri kalan yorumları Meşveret cemaati üyelerine bırakıyorum. En bomba twitleri ise finale sakladım. Bu kısım ayrıca enteresan çünkü Risaleleri bakışınıza takla attırabilecek cinsten:
"Anlama endeksli risale okuması ben anlayacağım demektir ki bu da risalenin perdeleri kaldırma esasına terstir. Zaten bu da enaniyet veriyor. Virdi anlamadan da o neticeyi hasıl eder. Üstad günlük okumayı esas almış. Bu da vird demektir. Risaleyi düzenli okuyan mutlaka ihtiyacını alır."
Bu iki twit Risale-i Nur'un 'tahkike verdiği öneme rağmen' ters takla atması demek. Eğer Risaleleri anlaşılması gerekmeyen metinler olarak görürseniz, elbette sadeleştirme size dokunmaz. Bu noktada artık Nuriye ablanın neden sadeleştirmeye taraf olduğunu idrak edebiliyoruz. Zaten Risale-i Nur'un, onlarca yerde müellifinin dediği gibi, bir tahkik ve idrak dersi olduğunu değil, bir vird olduğunu düşünüyor. Önemli olan vird gibi, zikir gibi tekrar etmek. Anlamaya çalışmak hatta enaniyet sebebi. Tabii bir kitabı anlamaya çalışmak nasıl enaniyet sebebi olabilir? Enaniyet olacaksa niye anlaşılması gereken bu kadar şey yazmıştır bir müellif? Bütün bu soruları bir kalem silin aklınızdan, çünkü karşınızda Gülen Örgütünün kanaatine göre Nurcuların yüzünü ak eden bir Nur talebesi var. Neredeyse bütün Nurcuların rağmına bunu başarmış bir isim. Ondan Nurculuk öğrenmelisiniz, öğretmek haddiniz değil. Biz de ablamızı tebrik ediyor ve hayatta başarılar diliyoruz.
Kendisi hakkında bu sıralar twitter'da en çok kullanılan ifade; 'Yeniasya camiası, Cemil Tokpınar, Sungur abinin oğlu ve kızıyla birlikte Nurcuların yüzünü ak edenler' içinde sayılması. (Liste biraz kısa değil mi?) Daha ileri giden ifadeler de var. Etka Aslan isminde bir kullanıcı şöyle yazıyor mesela: "Çok şükür ki, AKP'nin gerçek yüzünü görüp hakikatleri savunabilen nice nur talebesi var. Mesela Nuriye Çeleğen!" Devamında Nuriye abladan bizzat görmediğim için onun sözü mü emin olamadığım şöyle birşey paylaşmış: "Risaleleri devletleştirmek Kemalist anlayışın esasıdır. Bediüzzaman sürgün edilmiş (...) fakat bugünkü kadar zincire hiç vurulmamıştı." Bu sözün başında 'Nuriye Çeleğen:' ifadesi bulunuyor. Dediğim gibi: Nette binlerce süprüntü var. Bizzat Nuriye ablanın böyle söyleyip söylemediğini bilmediğim için onu analiz etmeyeceğim. Ancak kendisinin bizzat twitter hesabından paylaştığı, bende ekran resimleri de olan ve zaten Gülen Örgütü mensuplarının çarşaf çarşaf paylaştığı şeyler var ki; bunların bizzat Nuriye Çeleğen ablanın kaleminden çıktığı kesin olduğu için analiz etmeye değer. Kötülük olsun diye değil, altını kazıp hakikatini ortaya çıkaralım diye.
Bir kere şunu söyleyelim: Nuriye Çeleğen, Gülen Örgütü ve AK Parti gerilimi sırasında bir tane bile Gülen Örgütünü ve siyasete karşı değişen tavrını eleştiren twit atmadı. İki tarafa da nasihat olabilir gibi anlaşılacak şeyleri ortaya söylemiş olabilir. Fakat gerilim boyunca bütün suçlamalar, klasik Nurcuların da dahil olduğu AK Parti destekçilerine yapılırken Gülen Örgütü ve mensupları hatadan sürekli tenzih edildi. Mesela Nurcular, kendi düşüncelerini Gülen Örgütünden farklılaştırırken Nuriye abla şu twitleri attı: "Ağabeylerin görüşlerinin kendi görüşleri olmadığını düşünüyorum. Çevresindeki kişilerin görüşleri olarak değerlendiriyorum. Şeytanın her dem aktif olduğunu; kıskançlık, benlik gibi duyguları harekete getirebileceğini düşünüyorum. Bu hizmeti ben neden yapmadım gibi."
Görüldüğü gibi Nuriye Çeleğen, bir telefon kadar yakınında olan abileri aramak yerine Bediüzzaman'ın talebelerinin 'yönlendirildiği' teorisini yazmayı seçti. Daha sonra süreç, abilerin bizzat kendilerinin beyanlarıyla onu yalanlasa da fikrinden vazgeçmedi. İkinci twitteki "Bu hizmeti ben neden yapmadım?" suçlaması ise daha fena. İzninizle buna suçlama diyorum, çünkü Nuriye ablanın burada kastettiği, hepinizin de anladığı gibi, Gülen Örgütünü diğer Nur ekollerinin kıskandığı ve bu kıskançlık yüzünden muhalefet ettikleri aslında. Ki, hatırlarsınız; süreç boyunca Gülen Örgütü de bu tezi işledi, kendi tabanını 'abilere rağmen' kendine bağlı tutabilmek için. Tabii insanın içi cız ediyor. Nuriye abla gibi bütün abileri zaten tanıyan, gelenek olarak klasik Nurculuğa daha yakın bir ismin, Gülengiller için neden saff-ı evvel abileri böylesine itham ettiğin merak ediyoruz. Ben ediyorum en azından.
Neyse, devam edelim: Şimdi Nuriye ablanın başka bir twitini aynen alacağım buraya: "Hizmeti tutmakla düşüncemde hata da yapsam bunun ahiret vebali olmayacağını düşünüyorum. Siyasileri tutmadığımdan hesaba çekilmem." Bakınız, bu twiti çok önemsiyorum, çünkü bu twit benim için itikadî anlamda da korkutucu çağrışımlara sahip. Hata yapan birilerini tuttuğu için (buna olabilme ihtimali de veriyor) ahirette hesaba çekilmeyeceğini emin bir şekilde söyleyen birisi var karşımızda. Ve devamında şunu da ifade ediyor: "Siyasileri tutmadığımdan hesaba çekilmem." Peki, ya siyasiler haklıysa? Mesela diyelim ki; Şeyh Bedreddin ayaklandı, Osmanlı teyakkuzda; böyle şeyler olamaz mı? Bunu tamamiyle ıskalamış, meseleye artık hak/bâtıl düzleminde değil; 'siyasilerle gerilim yaşıyorsa kesinlikle siyasiler haksızdır' tarzında ele alan enteresan bir düşünce dünyası bu. Ve 'hesaba çekilmem, vebali olmaz' gibi net ifadelerle de söyleyebiliyor. Ahiret adına konuşurken bu netlik korkutucu değil mi sizce de? Ben korkuyorum şahsen. Neyse, diğer iki twitine geçelim:
"Hizmete ait konuda hizmeti tutarım. Siyasetle hiç ilgim olmamıştır. Haber bile dinlemem. Üstadımdan öğrendiğim bu. Siyaset kirlenebilir. Ama hizmet kirlenirse kişilerin imanına zarar verir. Bunun vebali yüklenilemez. Bir kişinin imanı bile zarar görürse ahirette kurtulamayız." Şimdi öncelikle şöyle silsile şeklinde bir hata var. Haber bile dinlemeyen birisi gündeme dair bir meselede bu kadar net bir tavrı nasıl gösterebilir? Ne olup bittiğini bile bilmezken? Hizmetle ilgili her konuda hizmeti tutmak, gündemden hiç haberi olmayan birisi için ne kadar sağlıklıdır? Bunun yanısıra mesele hizmete temas ediyor olsa da (ben Gülen Örgütü demeyi tercih ediyorum) bütün Türkiye'yi ilgilendiren bir 'darbe teşebbüsü' hadisesinde nasıl böylesi 'himmet toplantısı' edasıyla "Hizmete dairse, hizmet haklıdır!" denilebilir. Böylesi bir tahkiksizlik Nur talebesine yakışır mı? Nuriye ablaya sormak lazım bunu.
Bir de devamında siyaset kirlenebilir diyor, doğru. Fakat hizmet kirlenemez mi? Boyu kadar siyasete batmışken? CHP'ye oy toplayan ablaları/abileri varken? Muhalefet partisine dönüşmüşken? Bilmem kaç okulu, kursu, bilmem nesi varsa siyasete girse de onu kirletemiyor mu siyaset? Eğer böyleyse, düzeltelim: Bediüzzaman 'siyasetin şerrinden Allah'a sığınmayı' boşuna tavsiye etmiş o zaman. Baksanıza, hizmet girerse kirlenmesi mümkün değilmiş zaten. Neden sığınsın? Hem kirleniyor derseniz hafazanallah imanınız tehlikede. Öyle de büyük manevî istibdatı var. Cehennemi kaldırıyor hemen başınızın üstüne. Neyse, devam edelim:
"Risalenin sadeleştirme ile tahrif edilmeyeceğini, edilemeyeceğini, edilemeyecek kadar muhkem olduğunu idrak edemiyorsak nasıl R.N okuyoruz?" Şimdi çok ilginç birşey diyeceğim. Nuriye abla, Gülen Örgütü sözkonusu olduğunda her meselede harika iyimser. Mümkün değil yani kötü birşey olması. Sadeleştirilsin, cümleleri değiştirilsin, isterse yeniden yazılsın mümkün değil kötü birşey olamaz. Kötü birşey olduğunu söyleyenler suçlu. Onlar Risalelerden anlamıyor. Ama diyelim ki; devlet Risale-i Nur basıyor. Bakınız ona tepkisi nasıl: "R Nur'ları devletin korumasına verdik bugün risalenin bayramı, dediklerinde şoke olmuştum. Bandrol verilmiyormuş, hiç şaşırmadım." Ablam dünyayı takip etmiyor, ama gündeme dair öngörüleri fevkalade isabetli. Bakınız bir tane daha var aynı meseleye dair: "Bediüzzaman, R.Nur'la yer ve göğün alakadar olduğunu ona zarar gelince iki unsurun hiddet ettiğini söyler. Semanın hiddeti tesadüf mü?" Gördüğünüz gibi sadeleştirme süreci boyunca hiçbir doğal afet kötü yorumlanmazken devlet Risaleleri basmaya başladığı andan itibaren bütün doğal afetler Kültür Bakanlığına dönük işlemeye başladı. Oluyor böyle şeyler. Şimdi daha ince bir twit silsilesine bakalım:
"Tepki veren kardeşlere diyorum ki; ben abileri de çok seviyorum. Fakat Hoca Efendiyi sevmeyi Sungur abiden öğrendim. Babam, Bediüzzaman hazretlerinin has talabelerim içine alıyorum dediği ve pek çok mektup gönderdiği birisi. Sungur abiye yıllar önce 'Abi bu H.Efendi yeni bir şey mi çıkartıyor?' diye sorduğunda Sungur abinin nasıl celallendiğini ve 'Kardeşim karışmayın o kardeşimize' demiş. Dersimi Sungur abiden aldım." Bu metinde üzüldüğümüz şey, Nuriye ablanın Sungur abiden aldığı dersleri çocukluğunda bırakması. Zira biraz daha devam etseydi, Sungur abinin sadeleştirme mevzusundaki emeği geçenlere beddua videosuna da ulaşacaktı. Yalnız burada ilginç olan babasının şüphesine hiç hakikat payı vermemesi. Ki bu şüphenin o dönemde birçok Nur talebesinde varolduğu ve şimdi onların hakikat çıktığı da ortada. Sungur abiden alınan bu ders hakkında geri kalan yorumları Meşveret cemaati üyelerine bırakıyorum. En bomba twitleri ise finale sakladım. Bu kısım ayrıca enteresan çünkü Risaleleri bakışınıza takla attırabilecek cinsten:
"Anlama endeksli risale okuması ben anlayacağım demektir ki bu da risalenin perdeleri kaldırma esasına terstir. Zaten bu da enaniyet veriyor. Virdi anlamadan da o neticeyi hasıl eder. Üstad günlük okumayı esas almış. Bu da vird demektir. Risaleyi düzenli okuyan mutlaka ihtiyacını alır."
Bu iki twit Risale-i Nur'un 'tahkike verdiği öneme rağmen' ters takla atması demek. Eğer Risaleleri anlaşılması gerekmeyen metinler olarak görürseniz, elbette sadeleştirme size dokunmaz. Bu noktada artık Nuriye ablanın neden sadeleştirmeye taraf olduğunu idrak edebiliyoruz. Zaten Risale-i Nur'un, onlarca yerde müellifinin dediği gibi, bir tahkik ve idrak dersi olduğunu değil, bir vird olduğunu düşünüyor. Önemli olan vird gibi, zikir gibi tekrar etmek. Anlamaya çalışmak hatta enaniyet sebebi. Tabii bir kitabı anlamaya çalışmak nasıl enaniyet sebebi olabilir? Enaniyet olacaksa niye anlaşılması gereken bu kadar şey yazmıştır bir müellif? Bütün bu soruları bir kalem silin aklınızdan, çünkü karşınızda Gülen Örgütünün kanaatine göre Nurcuların yüzünü ak eden bir Nur talebesi var. Neredeyse bütün Nurcuların rağmına bunu başarmış bir isim. Ondan Nurculuk öğrenmelisiniz, öğretmek haddiniz değil. Biz de ablamızı tebrik ediyor ve hayatta başarılar diliyoruz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...