Hiçbir fakirin istifadesi o Sultan’ın hazinesini eksiltemez.
Neden? Çünkü ancak çıkan eksilir. Çıkaramaz ki mülkiyet alanından eksiltebilsin.
Kendisi çıkamayan neyi çıkarabilir? (Rahman sûresinin 33. ayetiyle de mühürlenmiştir
bu hakikat.) Yani ki: O Sultan’ın bağışı mülkünden bir kısmını mülkü-dışı bir alana
verişi değildir. Mülkünü, yine mülküne, yine mülkünde kalarak emanetidir.
Arkadaşım bize bunu sandıran biraz da eyleyebildiklerimiz dikkat
edersen. Bizdeki tecellinin irade-i cüziye kadarcık olsun bizden etkilenmesi onun
‘mülkümüz’ olduğunu düşündürüyor. 'Koparılmış' aldanmasına yol açıyor. Seçim
yapabildiğimiz her alanda mülkiyeti parçalayabildiğimizi sanıyoruz.
Aldanıyoruz.
Halbuki biz güzel olsak da güzelliği mülk edinemiyoruz. Ne tutabiliyoruz
ne kuşatabiliyoruz. Ancak misafir ediyoruz. Birşeyi mülk edinmek tekeline almak
gibidir. Bir evin hakiki sahibi olduğun zaman o ev başkasının olamaz.
Başkasının da oluyorsa sen hakiki sahip değilsindir. Her istediğini
yapamıyorsundur. Belki misafirsindir. Sahibin izniyle kalıyorsundur. O
istediğinde misafirliğin de biter.
"İman aksinin imkansızlığıyla
birlikte varolur!" demiştim bir diğer yazıda. Bu şu demektir: 'La ilahe' ile olur ancak 'illallah.' Şirkin yokluğuyla birlikte varolur
tevhid. İkisi birden olamaz. Allah ancak İslam'ın anlattığı gibi bir Vahid-i Ehad
olabilir. İlahlık seviyesinde bir kemal şirk kiriyle birlikte varolamaz. Kusursuzluk
kusurlanamaz. Sınırsızlık sınırlanamaz. Sonsuzluk sonlanamaz. Halbuki şirk
kokulu her ifade sonsuza bir sınır çizer. Diğerine alanı öyle açar.
Onun uluhiyeti ikinci bir ilahı sadece ‘gereksiz’ değil ‘imkansız’
da kılar. Çoklu yaratıcı tasavvuru ilahlığa yakışmayacak bir sınır tasavvurudur.
"Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka
ilahlar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek
ki, arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir..."
hakikatinden aldığımız derstir bu. "Temizlik
imanın yarısıdır!" buyuran Aleyhissalatuvesselam da imandan önce giriştiğimiz
putkırıcı hamleye işaret eder. (Bir işareti de bunadır.) Evet. Önce aksini ‘la’
ile süpürür sonra istikameti gönlümüze doldururuz. Yarısı gayrısının temizliğiyle
şekillenir imanın. Gayrısını temizleyemeyenin imanı da yarım kalır.
Nerelere gittik? Yine uçtu gitti kalemim. Geri dönmeyi deneyelim:
Bu kainatta güzel olan her ne varsa hepsi güzellik sıfatından pay sahibidir. Bir
sıfatı ortaklaşa kullanırlar adeta. Birisinin güzelliği diğerininkini gözden düşürmez.
Birisinin mezkûr sıfattan istifadesi diğerininkine engel olmaz. O halde sahipleri
değiliz hiçbirimiz bu sıfatların. Işıkla aynaların hali gibidir böylesi sıfatlarla
durumumuz. Demek biz bu sıfatları hakikaten elegeçiremiyoruz. Hiçbirisi gerçekten
‘bizim’ olmuyor. Ya? Bizle oluyor. Bizde oluyor. Bize oluyor.
Işık, yansımakla aynanın, aydınlatmakla nesnenin mülkü olmadığı
gibi bu sıfatlar da bizde mülk olamıyor. Belki tam tersi bir şekilde biz o sıfatın
mülkü oluyoruz. Biz güzelliği elegeçirmiyoruz. Güzellik bizi elegeçiriyor. ‘Işığın
aynayı elegeçirişi’ aynı zamanda ‘aynanın ışığı elegeçirişi’ değildir. Burada ayna
ancak istifade edendir. Işıktır aslında onu elegeçiren. Belki mazhar olduğumuz her
esmaü'l-hüsna tecellisi üzerimizde işleyen yeni bir fetih hareketi. Böylesi her
tasarruf binler esmanın bayrağıyla bizim yalnız Allah'ın mülkü olduğumuzun ilan
edilişidir. Hiçbirisine karşı mukavemetimiz yoktur. Elhamdülillah. Evet. Elegeçiriliyoruz.
Her an üzerimizde yeni fetihler oluyor Allah'ın iradesiyle.
Bu açıdan bakınca Bediüzzaman'ın ‘terzi-model’ örneği daha bir
zenginleşiyor gözümde. Nasıl? Açayım: Bu oturmalar-kalkmalar oturmayı-kalkmayı mülk
edinmemiz değil aslında. Elbise bizim değil. Biz modellik ücretiyle elegeçirildik.
Varolmak öyle karşıkonulmazdı ki varolduk. O kadar güzeldi ki mestolduk. Gayrı o
elbise üzerimizdeyken yapılan herşey terzinin bizim üzerimizdeki hakkıdır. Karşı
koyamayız. (Şehir Fettah'ın mülküdür.) Ki zaten meftunuyuz o değişmelerin. Allah'ın
mülkü olduğumuzun bir delili de şudur bence arkadaşım: Esması elegeçirdikçe
canlanıyoruz. Daha daha farklı şekillerde de Onun mülkü olduğumuzu anladıkça hayat
kuvvet buluyor bizde.
Belki de o yüzden mürşidim Mesnevi-i Nuriye'sinde diyor:
"Mümkün ünvanı altındaki
eşyanın vücudunda tagayyür var. Yani keyfiyetleri-halleri değişir. Binaenaleyh,
mümkün olan birşeyin dâima bir halde tevakkuf ve sükût etmekle atâlette kalması,
o şeyin ahval ve keyfiyetleri için bir nevi ademdir. Çünkü, o şeyin istikbal halleri
ademde kalır. Yol bulup vücuda gelemez. Adem ise, büyük bir elem ve bir şerr-i mahzdır.
Binaenaleyh, faaliyette lezzet olduğu gibi, ahval ve şuûnatta da bir tebeddül olup,
bu tahavvül ve tebeddülden neş'et eden teessürat, teellümat, bir cihetten çirkin
ise de birkaç cihetten de güzeldir. Evet birşeyin şekillerinde vukua gelen devir
ve teslim sırasına gidenler müteessir, gelenler de memnun olurlar. Ve bu sayede
hayat tasaffi eder, temizlenir. Vücut da teceddüd eder..."
Sahi: Hayatın hakikati neden üzerimizdeki esma tecellilerinin
değişmesi olmasın? Akıntının şiddeti neden vücudun bu çeşidini göstermesin?
Hareket-mekan-zaman arasında bir ilgi var. Belki hayatın da bu döngüde yeri
var? Belki de varoluşun en hareketli-renkli halidir hayat. Neden olmasın? İşte böyle
şeyler kalbime doldu bu gece de arkadaşım. Beğenirsen senin kalbinde de yatıya kalsın.
Yerini yadırgamaz hiç. Korkma. Çünkü nihayetinde kalplerimiz de Allah’ın evidir.