29 Eylül 2017 Cuma

Meleklerine iyi bak!

"- İki kurt var. Biri karanlık. Öteki aydınlık. Kavga etseler hangisi kazanır? - Hangisini beslersen." Tomorrowland filminden.

Bir psikolog hanımdan yıllar önce dinlediğim birşeydir. (Yılı, yeri, makamı hatırımda, ama ismi hatırımda kalmamış.) Anımsadığım kadarıyla nakledeceğim. İntihara teşebbüs eden fakat bunu neden yaptığını tam olarak hatırlamayan bir hastası üzerinden demişti ki: Gündelik yaşamda söylediğimiz sözlere dikkat etmeliyiz. Dışarıya doğru söylediğimiz herşey bir açıdan kendimize de söylediklerimizdir. Hiçbir sözümüz sadece dışımızı etkilemez. İnsanın her şikayeti, yorumu, okuması, çıkarımı vs. kendi içine de bir nasihat olarak gider. "Bu hayat yaşanmaz artık!" diye dışarıya dönük olarak ettiğimiz her isyan, sadece bir isyan değil, aynı zamanda bilinçaltımıza kendimizden bir mesajdır. Dinamik aklımızdan statik şuurumuza gönderilmiş bir mektuptur. Hayattan şikayet etmeyi huy haline getirmiş insanlarda, üst bilincin kapanacağı herhangi bir şokta, alt bilinç daha önce depoladığı hazır mesajları iradeye yollamaya başlar. Kem sesleri serbest kalır. İrade de fısıldananları yapar.

Anladığım kadarıyla hastasının sorunu da böyle birşeydi. Küçük küçük birçok şeyden şikayet ediyordu. Bu huyunu kabul ediyordu. Fakat bunlardan hiçbirisi, kendi gözünde dahi, intihara götürecek nedenler değildi.

Yıllar sonra mürşidimin şu ifadelerine rastladığımda hemen bu işittiklerim hatırıma geldi: "Eğer iyi temâşâ etsen göreceksin ki, feleğe atılan taşlar, döndüğü vakit bir yeis olarak kalbde tahaccür eder."

Vücudunuz Hayır Diyorsa isimli kitabında da, Gabor Mate, hastaları üzerinde yaptığı araştırmaları aktarırken diyordu ki: "Kanser teşhisi konulanlar ile intihar grubu arasında çarpıcı benzerlikler bulunmaktaydı." Kitabı okuyanların hemen farkedeceği üzere, Mate, hastanın dünyasına girilmeden, salt ilaç üzerine kurgulanmış bir tedavinin yeterli başarıya ulaşamayacağını düşünenlerden birisi. Ona göre hastalıklar sebep değil sonuç: "Öncelikle, ortada tütün gibi bir dış kanserojen madde olsa bile, kanser, kendi başına bakıldığında, bir yanıyla içerideki seyrin neticesinde bir yanlışlık olduğunu gösterir. (...) Yani, ağrı da bir algı biçimidir. (...) Kendi zararımıza olmasına rağmen görmezden geldiğimiz bilgileri sunar bize. (...) Kanser, multipl skleror, romatoid artrit ve incelediğimiz diğer hastalıklar yetişkin yaşamında aniden ortaya çıkan yepyeni gelişmeler değil, yaşam boyu var olan süreçlerin vardığı doruk noktalardır."

"Cenab-ı Hakkın ibadetimize ne ihtiyacı var?" sorusu karşısında diyor ki mürşidim: "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."

"Sabır musibetin ilk anındadır..." buyuruyor Aleyhissalatuvesselam da. Hakikaten o ilk anlarda bir turnusolluk var. İçerinin asl-ı rengi o şok anlarında tasannusuz/yapmacıksız bir şekilde dışarıya vuruyor. Sanıyorum, hem o hanım psikolog, hem Gabor Mate, hem mürşidim aynı noktaya farklı açılardan parmak basıyorlar. Bizim, o şok anlarında doğru çizgide kalabilmek için, sadece dışımıza değil, içimize de olumlu mesajlar vermemiz gerek. Peki bunu nasıl başaracağız? Bunu ancak bizi yaratanın öğrettiği kelimat-ı mübareke ile başarabiliriz.

İbadetler sırasında söylediğimiz herşey, yaptığımız her hareket, tekrar ile kendimize hatırlattığımız bir anlam dünyasına karşılık geliyor kanaatimce. Hayatta kalmalarıyla ancak hayata tutunabileceğimiz manalara cansuyu döküyoruz onlarla. Namazda, her halden hale geçişte tekrar ettiğimiz 'Allahu Ekber'lerin, hayattaki halden hale geçişlerimizde "Nasıl bir sorunla karşılarsan karşılaş, merhametli sahibin Allah, ondan daha büyüktür!" çağrışımı taşıdığı ve hatta aşıladığını söyleyemez miyiz? Yine 'Elhamdülillah'ların, 'Subhanallah'ların, 'Bismillah'ların da bu anlamda 'bizden bize mektuplar' şeklinde okunabileceği düşünemez miyiz? Evet, elbette, ibadetlerle öncelikle rıza-i ilahîyi kazanmaya çalışıyoruz. İhlası da burada zaten. Fakat diğer taraftan, gündelik yaşamda verdiğimiz yanlış mesajlar nedeniyle sürekli yara alan fıtratımızın, bu ibadetler sırasında aldıkları doğru mesajlarla kendisini tazelediği de bir gerçek.

Ben şimdi hem Kur'an'da ve sünnette zikrullaha yapılan vurgunun ve hem de tasavvuf mesleğinin ayrıca ona verdiği önemin böylesi bir 'ağaç yeşertici' mana taşıdığını düşünüyorum. İçimizdeki iyi şeylerin de yaşatılmaya ihtiyacı var. Melekler ekmekle doymaz. Latifelerin rızkı kelimat-ı mübarekedir. Onlarda saklı olan anlamdır. Hem tekrarlarında ve hem de tefekkürlerinde bizim ayaklarımızı yerden kesen sır budur. Mürşidim bu sadedde der:

"Nasıl insan mâ, hava ve ziya ve gıda ile tagaddî edip telezzüz eder. Öyle de, melekler zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve marifet ve muhabbetin envarıyla tagaddî edip telezzüz ediyorlar. Çünkü onlar nurdan mahlûk oldukları için, gıdalarına nur kâfidir. Hattâ nura yakın olan râyiha-i tayyibe dahi onların bir nevi gıdalarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Evet, ervâh-ı tayyibe, revâyih-i tayyibeyi sever."

İşte, biz onları terkettiğimizde, yanlış mesajların birikmiş sonuçlarıyla hastalıklar olarak yeniden karşılaşıyoruz. Hastalıklardan da yine 'O manaları diriltmen lazım' dersi alıyoruz. Bedenimiz kendisini ortaya koyarak bizi ruhumuza kulak vermeye çağırıyor. Demek içimizdeki saksıları da bir şekilde sulamamız lazım. İçimizdeki çiçeklere de bakmamız lazım. Bakmadığımızda şu güzel çiçekler yavaş yavaş ölüyor. Belki de intihar bahçevanın bostandaki ölülere bakıp varlığını amaçsız hissetmesidir? En nihayet şu noktaya varıyorum. 'Kendine iyi bak!' dediğimiz kadar demeliyiz: 'Meleklerine iyi bak!'

26 Eylül 2017 Salı

Evrim tevhidle çelişmez mi?

"Evrim insanlara bütün insanlığın bir tuzlu su karidesinden geldiğini söylüyor. Bunun en çabuk sonucu birbirimize saygımızı yitirmemiz." Don Verdean.

Bu sıralar başka başka yerlerden tekrar tekrar kulağıma geldiği için hakkında birkaç şey söylemeye kendimi mecbur hissettim. Evrimin İslam'a uyumu meselesi hakkında yazacağım. Caner Taslaman vb. isimler bunu eskiden beri söylerlerdi. (Sanıyorum Ebubekir Sifil Hoca'yla Habertürk'teki münazarasında da tekrarladı.) Fakat Teoman Duralı'dan şunu yeni duydum. Üstelik daha yakınımdaki isimlerden de benzeri sesler işittim. Uzatmayayım. Sıkıntının kaynağını şurada görüyorum: Bu insanlar İslam'ın içerdiği tevhidi İslam'ın tek parçası sanıyorlar. "Herşeyi Allah yaratmıştır!" iman-ı icmalîsini ise tevhidin tek parçası sanıyorlar. Halbuki bu pek zâhir bir hatadır. İslam'ın tevhidi içermesi İslam'ın tevhidden ibaret olduğu anlamına gelmez. Dahası: İslam'ın tevhidi içermesi bu tevhidin niteliğine dair hiçbirşey söylemediği anlamına da gelmez. 'Herşeyi Allah'ın yarattığına iman' bu işin çekirdeğidir, başlangıç noktasıdır ve mürşidimin güzelce ifade ettiği gibi: İmanın hurma çekirdeğinden hurma ağacına kadar mertebeleri vardır.

"İman, yalnız icmâlî ve taklîdî bir tasdike münhasır değil; bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki aynada görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir esmâ-i İlâhiye ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatleriyle alâkadar çok hakikatleri var ki, 'Bütün ilimlerin ve mârifetlerin ve kemâlât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve burhanlı mârifet-i kudsiyedir' diye ehl-i hakikat ittifak etmişler."

Peki bütün ilimler ile bağlı imanın detayları diyebileceğimiz ayrıntıları bize kim/ne söyler? Bize imanımızın detaylarını öncelikle 'nakil' söyler. Gaybî ilmin başı nakildir. Nakil olmadan gayba erişim icmale sınırlıdır. Başta Kur'an-ı Hakîm olmak üzere, vahiyle ve nübüvvet eliyle bize ulaştırılan her bilgi, âdemoğlu için, tevhid-i icmalîden tevhid-i tafsilîye gitmeye yol olur. Yani; Allah kainatı tevhid ile yaratmıştır, doğrudur, imanımızdır. Fakat vahyinde bize nasıl bildirmişse öyle yaratmıştır. Kainatın yaratılış süreci "Allah yaratmıştır!" denilip geri kalan bütün detaylarına göz kapanılacak bir şekilde insanlığa iletilmemiştir. Böylesi bir tavır bizi deizme yaklaştırır. Ya? Biz, Cenab-ı Hakkın herşeyi yarattığına, 'nasıl yarattığını söylüyorsa öyle olduğunu kabul ederek' iman ederiz. İşte bizim tevhide imanımızın deizmden en büyük farkı budur.

Evrimin bu anlamda İslam'la uyumlu olduğunu söyleyebilmek güçtür. Başta Hz. Adem'in (a.s.) yaratılışı ve cennetten dünyaya gönderilişi üzerine bize bildirilenler, onun maymun veya daha başka bir canlıdan gelmediğini, bizzat 'ahsen-i takvim' insan olarak yaratıldığını, hatta yaratılışının dünyada da olmadığını, burayı yurt edinişinin daha sonra olduğunu haber vermektedir. Vahiyde durum bu iken yalnız bir tevhid-i icmalîye bakıp "Herşeyi Allah yarattıktan sonra, varsın insan maymundan yaratılsın, tevhidle çelişmez!" demek mümkün müdür? Kaldı ki: İslam'ın temel kaynaklarında, yani Kur'an'da ve sünnette, evrime dair bir bilgiye rastlanmaz. Selef-i Salihînden hiçkimsenin ayetleri veya hadisleri evrime yorduğuna dair bir bilgi bize ulaşmamıştır.

Ancak daha sonraki dönemde, Felsefe-i Yunaniye ile iştigali fazla olan, değil ulema kısmından, daha çok filozof kısmından bazı isimler evrime benzer söylemler gündemlerine almışlar, bazı ayet ve hadisleri buna dair zorlu tevillere maruz bırakmışlar, fakat meselenin girizgâhından da anlaşılacağı üzere: Bunu, İslam'ın içinden gelen bir gayretle değil, felsefenin etkisiyle yapmışlardır. Yani; Darwin'e evrim fikrini ilham eden o kadim Batı düşüncesi neyse, bunlara da bu fikri ilham eden fısıltı odur, kendi kaynakları değildir. Ki bu durum meseleyi mürşidimin şu tesbitine mâsadak eder:

"Nasıl ki, bir cisimde, neşvünemâ için tevessü meyli bulunur. O meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine Selef-i Salihîn gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyât-ı diniyenin imtisali tarikiyle dahil olanlarda meylü't-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa, o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü't-tevsi ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer'î zincirini çıkarmaya vesiledir."

Bu açıdan rahatlıkla diyebiliriz ki: Evrim İslam'ın yerel bir düşüncesi değildir. Bir etkilenmedir. Modern zamanlarda bu böyle olduğu gibi daha eski zamanlarda da bu böyledir. Birtakım İslam filozoflarının kitaplarında benzer şeyler söylemeleriyle evrim bizim olmaz. Dahası evrim İslam'la barışık da olamaz. Evrimin İslam'la barışması için hiçbir naklî bilgiyle çelişmemesi/çakışmaması ve hatta kendisini doğrular deliller de bulması gerekmektedir. Daha bilimsel anlamda dahi ortaya bir doğruluk delili koyamamış müzmin bir teorinin hakikatten başka birşeyi sinesine basmayan İslam'a yamanması ehl-i hakikatin vicdanını sızlatmıyorsa söylenecek çok şey kalmamıştır. Allah bizi istikametten ayırmasın.

25 Eylül 2017 Pazartesi

Bediüzzaman saltanatı hilafetten saymaz mıydı?

Risale okumalarım esnasında öğrendiğim şeylerden birisi de şu: Mürşidimin hiçbir eseri 'öylesine' yazılmamış. Ve içerdiği ders de sadece 'ilk göze çarpan maksadı'ndan ibaret değil. Ne demek bu? Biraz şu demek: Okumalarınız esnasında görüyorsunuz ki, falanca amaç için yazıldığını düşündüğünüz eser, filanca derde de deva içeriyor. Falaca filancadan ne kadar uzak görünürse görünsün. Bu böyle oluyor/olabiliyor. Metinler bunu başarıyor. Siz de dersinizi alarak hiç bitmeyen bu okuma yolculuğuna devam ediyorsunuz. Tekrar o metne döndüğünüzde güncellenmiş zihninizle yeni bir içerik buluyorsunuz. Yeni dersler alıyorsunuz. Çok kereler yaşadım bunu. Şimdi, onlardan bir tanesini daha, sizinle paylaşmak istiyorum:

Şuradan başlayalım: Takip ettiğim bazı Risale okumalarında bize öğretilen birşey vardı. “Benden sonra hilafet (veya nübüvvet hilafeti) otuz yıldır.” (bk. Ebu Davud, Sünnet, 8; Tirmizî, Fiten, 48; Ahmed b. Hanbel, 4/272; 5/220, 221) ve “Nübüvvet içinizde Allah’ın dilediği kadar devam eder; sonra dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olacaktır. Bu da Allah’ın dilediği kadar devam eder; ardından Allah onu da (dilediği zaman) ortadan kaldırır. Sonra ısırıcı bir saltanat olur. O da Allah’ın dilediği kadar devam eder; sonra Allah dilediğinde onu ortadan kaldırır. Daha sonra ceberut bir saltanat olur; o da Allah’ın dilediği kadar devam eder, ardından Allah dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olur.” (bk. Ahmed b. Hanbel, 4/273) hadislerinden çıkartılan bir yorumla söylenen ve Osmanlı'nın saltanatı da dahil hiçbir saltanat sisteminin hilafetten sayılmaması gerektiğini vurgulayan bir okumaydı bu.

Bu okumayı bize öğretenler, Bediüzzaman'ın da aynen böyle düşündüğünü, ilgili hadise metinleri içinde yer verdiği için, ifade ediyorlardı. Fakat geçen zaman içinde ilginç birşey farkettim bu okumaların mahiyetine dair: Bu okumanın sahipleri demokrasiyi fazlaca idealleştiriyor idiler. Hatta bu noktada öyle bir ifratları vardı ki, bazı ayetleri/hadisleri bile, şimdiye kadar hiç öyle bir mana verilmemesine rağmen, demokrasiye meyilli şekilde anlamlandırıyorlardı. "Sizden olan ululemre itaat edin!" ayetinin "Sizin seçtiğiniz ululemre..." diye anlaşılması bunlardan birisiydi. Halbuki ayetteki ilgili ifadenin şimdiye kadar anlaşılan şekli 'müslümanlardan olan'dı. Nitekim sahabenin ekserinin de 'seçilmemiş ululemirlere' Kur'an'a aykırı diye isyan ettikleri görülmemişti. (Sahabenin 'hak-bâtıl' meselesinde korkuyla hareket ettiği ise hiç görülmemiştir.) Ki bu ayet çerçevesinde sorulan bir suale Bediüzzaman da şöyle cevap veriyordu:

"Sual: Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur? Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur."

Görüldüğü gibi, Bediüzzaman'ın, 'gayr-ı müslimin reis olamayacağı' konusunda herhangi bir şüphesi veya farklı bir içtihadı yoktu. Ayet-i kerimenin hükmünü tıpkı selef-i salihînin onu anladığı şekilde anlıyordu. Fakat günümüzde yapılan bir tahrif ayeti önce 'Sizin seçtiğinize'ye indirgiyor sonra da 'Siz seçtikten sonra varsın gayrımüslim olsun'a getiriyordu. Doğrusu bu yorumları yapanların fıkha müracaat edip "Ne diyor acaba?" dediklerine de şahit olmadım. Siyasal bilimlerin, tarihin veya sosyolojinin birazcık elde ettikleri verileri ile bu içtihadları yapıyorlardı. Yani içtihadları arzîydi.

Risale-i Nur'u okudukça şu soruyu daha sık sormaya başladım: "Bediüzzaman aslında ne diyor?" Yanlış anlaşılmasın. Bu soruyu metinlerde derinleşmek, onları daha zengin anlamak, daha çok içselleştirmek anlamında sormadım. Bana öğretilen okumaların körleştirmelerinden sıyrılıp "Aslında metin ne diyor?" anlamak için sordum. Ve gördüm ki: Aşk-ı demokrasi ile veya farklı siyasal etkilenmişlikler içindeki okumalarla veya sosyoloji taassubuyla veya tarihsel önkabullerle Risale-i Nur'a dayatılan çok şey var. Risale okumaları yapılırken bunlar da Risale'denmiş gibi dinleyicilere sunuluyor. Dinleyici 'Acaba?' deme kudretine sahipse ne âlâ! Yoksa Bediüzzaman duysa "Daha neler?" diyeceği çok şey Risale-i Nur'un düşüncesi olarak satılıyor.

Yukarıda bir nebze aktardığım 'saltanatın hilafetten sayılmayacağı' meselesi mesela. Bediüzzaman'ın ilgili hadisleri 'hiçbir saltanatı hilafetten saymayacak' şekilde anladığını aktaranlar acaba Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de aynı hadisten yaptığı şu tefsire ne diyorlar:

"Bir tek cümle olan kısacık bu hadisin beş lem'a-i i'caziyesine dair bir nüktedir. (...) Birincisi: Hulefâ-yı Râşidînin hilâfetleri ile Hazret-i Hasan Radıyallahü Anhın altı aylık hilâfetinin müddeti otuz sene olacağını ihbardır. Aynen çıkmış. İkincisi: Otuz senelik halifeleri olan Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Anh, Hazret-i Ömer Radıyallahu Anh, Hazret-i Osman Radıyallahu Anh ve Hazret-i Ali Radıyallahu Anh'ın ebcedî ve cifrî hesapları bin üçyüzyirmialtı eder ki, o tarihten sonra şerait-i hilafet daha takarrür etmedi. Hilâfet-i Âliye-i Osmaniye bitti."

Metnin devamında daha da açık bir şekilde Abbasileri ve Osmanlı'yı hilafetten saydığını belirten Bediüzzaman'ın mesafeli olduğu tek dönemin kısmen Emevilik olduğu anlaşılıyor. Hadis-i şerifteki hilafetten sonraki 'kan ısırıcı saltanatı' Emeviler (belki onun da Ömer b. Abdülaziz gibi mübarek istisnaları var) anlıyor. Yine Sikke-i Tasdik-i Gaybî'deki başka bir metinde ise mezkûr sahipleniş daha fazla: "Üç-dört asır zaman-ı fetretten sonra 'Allah onların yerin öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever!' âyetinin sırrına mazhar olan Osmanlı âdil padişahları hadis-i şerifteki istikâmeti yerine getirmeye çalıştıklarından hadîsin hükmüyle ümmet için bin sene hilafet-i İslâmiyeyi ve şer'i şerif üzerinde giden hükümetin idamesine vasıta oldular."

Hatta bu kadar gitmeye gerek yok. Hâkimiyetten tevhide delil çıkardığı şu bölümdeki ifadeleri bile padişahları halife saydığının delili: "Hattâ, hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı dindar padişahlar, halife oldukları halde, mâsum evlâtlarını katletmeleri, bu redd-i müdahale kanununun hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor..."

Özetle söylemek istediğim şu: Hepimiz seküler söylemin birşeylerinden etkilenmiş durumdayız. İşte, bir kısım nur talebelerinin de yaralandığı yer, saltanat husumeti. Metinleri onun adına bükecek/yontacak kadar bir aşk-ı demokrasi yaşanıyor kimilerinde. Bu doğru birşey mi? Bence değil. Bediüzzaman'ın aslında ne düşündüğünü, nereye kadar düşündüğünü, hangi çerçevede düşündüğünü bize kim söyleyecek? Elbette metinleri söyleyecek. Çeşitli ders sistemlerine dahil olup metinlerle onlar üzerinden ilişki kuranların düşebileceği varta da şu bence: Gün gelip metinlere vurulunca pek de altı dolu çıkmayan bir nurculuk öğrenmek.

Yazıyı Sadeddin Teftazanî'nin (k.s.) şu izahıyla bitirelim: “Otuz senelik halifelikten maksat, kamil manadaki hilafettir; mutlak hilafet kastedilmiş değildir. Böyle bir itirazın doğruluğunu kabul etsek bile mümkündür ki, hilafet biter, ama imamet dönemi bitmez. Zira imamet daha umumi bir mefhumdur. Çünkü Ömer b. Abdülaziz gibi bazı kimselerin Raşid halifelerin yolunu izledikleri açıktır. Dolayısıyla hadisle anlatılmak istenen şey, kâmil bir halifeliğin bazen olacağı, bazan da bulunmayacağı hususudur." (et-Taftâzânî, Şerhu`l-Akâid, s. 180).

21 Eylül 2017 Perşembe

İlhamların kesilmesinden neden korkarız?

Vahiy ile ilhamın hem bir arkadaşlığı hem de çok büyük farkları var. Mürşidim de, başta umum-husus meselesi olmak üzere, pekçok açıdan bu farkları izah eder. Hemen yazının başında bunu ifade edeyim ki kavramlar ve karşılıkları karışmasın. Karıştırdığım sanılmasın. Şunu yazmaya bir cesaret buldum. Çünkü Bediüzzaman da insanı kainatın misal-i musağğarı (küçük bir nümunesi) olarak anmakla bana bu cesareti veriyor. Hatta burada da bırakmıyor. Levh-i mahfuz ile hafıza arasında, âlem-i misal ve rüya arasında, lümme-i şeytaniye ile şeytanın zatı hakkında öyle ilginç benzerlik ilgileri kuruyor ki, bencileyin, böylesi ilgilerin peşine düşmeden edemiyorum. İşte, bu yazıda, onlardan birisine dair aklımdan geçenleri sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Sürç-i lisanlarımız baştan affola. Fakat önce, ne demek istediğimi anlamanız için, yine mürşidimin bu benzerliği ortaya koyduğu bir yerden damlacık olsun alıntılayayım. Yemeğimiz onun tuzuyla ballansın:

"İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır. İnsanda bulunan nümunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır. Meselâ, nasıl ki insanda kuvve-i hafızanın vücudu, âlemde levh-i mahfuzun vücuduna kat'î delildir; öyle de, insanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla konuşan bir şeytanî lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiplerinin ihtiyarına zıt ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini, hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat'î bir delildir. Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerîrenin vücudunu ihsas ederler."

Şimdi, kendimce kurduğum benzerlik ilgisine gelirsem, evveliyetle şunu ifade etmeliyim: Bu tefekkürüm aslında bir korkumdan besleniyor. Ben, ancak yazarak bir işe yaradığıma inandığım için, başıma gelecek en büyük musibetlerden birisinin ilhamlarımın kesilmesi olduğunu düşünürüm. Ne zaman, beyaz bir sayfayı açıp içini dolduracak birşey bulamayarak kalkarsam başından, aynı endişeyi tekrar yaşarım: "Bu hep böyle sürecek mi?"

Şükürler olsun. Sürmez. Rabbim bana hemence rahmet eder. Elimi uzun süreler boş çevirmez. Her yazımdan sonra içimden gele gele 'Elhamdülillah' derim demesine ama mutluluğumun huzuru da, tevekkülde zayıf olduğundan, pek kısadır. Bir-iki günü geçince yeniden "Hâlâ orada duruyorlar mı bakalım?" diye kontrol etmek için elimi klavyeme atarım. Beyaz sayfayı yine açarım. Kendimi yeniden test ederim: "Hâlâ yazabiliyor muyum? Hâlâ kalbime birşeyler fısıldanıyor mu? Hâlâ umutlanabilir miyim kendimden?" Bu halim tıpkı parkta oynayan çocuğunu kollayan anneye benzer. Her neyle uğraşıyor olsa dikkatinin bir kenarı oradadır, parktadır, evladındadır.

Şunu da yadsımıyorum: Hayatımı devam ettirebilmem için yazının dışında da devam etmesi gereken birçok şey var elbette. Her birine de ayrı ayrı muhtacım. Bazılarına yazıdan çok daha fazla muhtacım. (Nefes gibi an an lazım olan şeyler var.) Hiçbirini 'hazır cepte' sanamam. Fakat her nedense yazıda bu muhtaçlığımın daha bir şuurundayım. İhsan dairesinden musluk açılmazsa aklıma hiçbir güzel şeyin gelmediğini biliyorum. Deliriyorum. Böyle kabızlıklar yaşadım. Daraldım. Defter parçaladım. Tuşları tartakladım. Fakat yoksunluklarını da hikmetsiz görmedim. Onları da vahyin kesildiği dönemde Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nasıl bir sıkıntı çektiğini anlamaya pencerem yaptım.

Bediüzzaman bir yerde nimetin devamının o nimetle tanışmaktan daha büyük bir nimet olduğunu söylüyor.  Böyle münkabız vakitlerde daha iyi idrak ediyorum sırrını o bölümün: "Ve kezâ, Esmâ-i Hüsnâdan 'Vâris' isminin tecelliyatı adedince ve babalar gibi usulün zevâlinden sonra bâki kalan fürûatın sayısınca ve âlem-i âhiretin mevcudatı adedince ve uhrevî mükâfatları almaya medar olmak üzere hıfzedilen beşerin amelleri sayısınca, sadâsı ile şu fezayı dolduracak kadar büyük bir 'Elhamdülillâh' ile hamd edilecek Hafîziyet nimetidir. Çünkü, nimetin devamı, nimetin zâtından daha kıymetlidir. Lezzetin bekàsı, lezzetten daha lezizdir. Cennette devam, cennetin fevkindedir. Ve hâkeza..."

Bir nimeti tatmak, eğer devamı yoksa, tastamam beladır. Ayrılığı cefadır. Arızanın ta kendisidir. Çünkü özlenilecek bir yâr ile daha tanışılmış olur. Mecnun birdir. Ama Leyla 'devam etmeyenler kadar' çoktur. Bu nedenle Risale-i Nur'da denir ki: Nimetlerin nikmetlere dönüşmesini engelleyen şey öncelikle ahirettir. Tadı damağımızda kalmayacaksa hiçbirşeyin, bu, ancak ahiret sayesinde olur. Ahiret de Allah'ın ilmi, iradesi, rahmeti, kudreti vs. sayesinde olur. Allah'a iman ile ahirete iman tam da bu noktada birbirine bağlanır. Ölümü nimet haline getiren dahi bu gidişlerin sancısıdır: "Hem meselâ, güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedâidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır." (Vahiy gibi bir nimetin tamam olduğunu haber vermesinden Aleyhissalatuvesselamın gideceğini çıkaran Hz. Ebu Bekir (r.a.) ne ferasetlidir!)

Biraz dağıttım yine. Tefekkürüme geri döneyim. İşte böyle 'devamsızlık' korkusu çektiğim anlardan birinde, yanlış hatırlamıyorsam Ebubekir Sifil Hoca'nın kıyamet alâmetlerine dair dersinde dinlediğim, birşeyi hatırladım: "Kıyamet alâmetlerinden birisi de (belki de ilki) Ahirzaman Nebisî aleyhissalatuvesselamın gelişidir!" diyordu Ebubekir Sifil Hoca. Hakikaten öyleydi. O, hem Kur'an'ın hem de hadislerinin ifadesiyle, peygamberliğin mührüydü ve ondan sonra artık peygamber gelmeyecekti. Vefatıyla dünyadan vahiy 'geri dönmemek üzere' kesilmişti. Onun gelişiyle varlığın kıyamet eşiğine iyice yaklaştığı anlaşılıyordu. O zirveydi. Sonrası düşüştü. Zirveler kendilerinden sonraki düşüşü haber verirdi. Bu bana şunu düşündürdü: Birşeyin sonu yaklaştığında galiba ondan ilhamlar da kesiliyor. Kelamın kesilmesi fenanın habercisi oluyor.

Yaşlanmış güvercinler yuvalarını bulmakta zorlanıyorlar. Ölümü yaklaşan arılar kovanlarına dönmeyi beceremiyorlar. Hayvanlar âleminden ilham ile haşır-neşir hangi örneği kaldırsanız az-çok şunu görüyorsunuz: Vazifelerinin bitmesi yaklaştığında birşeyler oluyor şu masumcuklara. Birden boşluğa düşer gibi bir halet yaşıyorlar. En iyi yaptıkları görevleri bile yerine getirmekte zorlanıyorlar. Huyları değişiyor. Ahlakları değişiyor. Alışkanlıkları değişiyor. Aptallaşıyorlar. Sadece yaşlılık mı bunun sebebi? Bence değil. Ahirzamanlarının gelmiş olmasının da bunda payı var. Ötelerden, belki müekkel melek dillerden, görevlerini güzelce yerine getirmeleri için fısıldanan haberler kesiliyor. Varlıkları hikmetini eda edip bitiriyor. İnsan için de bu biraz böyle.

Nasıl ki, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dar-ı bekaya gidişiyle vahiy kesildi ve büyük âlemin ölümü yaklaştı, (ki bir hadis-i şerifte de şahadet ve orta parmaklarını göstererek kendisiyle kıyametin yakınlığını onlarla ifade ettiği aktarılır), öyle de misal-i musağğar olan insanın ölümü kendisinden ilhamların kesilmesiyle yaklaşıyor. Kalbimizin en derininde hissettiğimiz o ses kısılmaya başladığında belki de bu yüzden korkuyoruz.

Eskisi gibi üretemediğimizde, yazamadığımızda (özellikle şiir yazamadığımızda), âşık olamadığımızda veya güzel heyecanlar hissedemediğimizde içimiz ürpertiyor: "Yoksa o güzel ses kesildi mi?" Kendimde varolagelen bu korkunun böyle bir zeminden beslendiğini düşünmeye başladım.

Hatta bazı ihtiyarların yaşlandıkça gençlere özenmesinde de böyle bir hissedişin payı olduğunu hissediyorum. Yanlış yerde aranan bir hayat. Alıntıyla ayakta kalmaya çalışan bir yazar. Haberin kaynağını orada sanıyorlar. Sesin menbaını bu dünyada zannediyorlar. Peki bu bağ nasıl diri tutulacak? Bir yolu yok mu şunun? Ayet-i kerime onu bize güzelce müjdeliyor zaten: "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur."

"Birinizin elbisesi eskidiği gibi göğsündeki imanı da eskir. Öyle ise Allah'tan kalbinizdeki imanı tazelemesini dileyiniz!" buyruluyor bir hadis-i şerifte. Yüz kere söylüyorsak bin kere, bin kere söylüyorsak onbin kere, Allah'ı anışımızı, zikrimizi, tefekkürümüzü çoğaltmamız lazım. Kalbimize o eski heyecanlar, ilhamlar, güzel sesler gelmiyor; çünkü gitmemiz yaklaştıkça voltajımız düşüyor. Bu düşüklüğün tedavisi geçmişe özlem duymakta değil yedek bataryaların sayısını arttırmakta. 'Ahirzamanda yaşlı kadınların dinine tâbi olmayı' tavsiye eden hadisin belki böyle bir yanı da var. En çok zikrullah ile meşgul onları görüyoruz çünkü. Kalplerinde kısıldığını hissettikleri sesin desibelini kendi dualarıyla arttırıyorlar. Zaten acz de şu hissedişi arttırmanın aracı değil midir? "Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar." Şefaatçiye ihtiyacımız var. İlk şefaatçilerimiz; onun vahyi ile bize öğrettiği kelimat-ı mübarekedir, söylenmesini sevdiği kelimelerdir.

13 Eylül 2017 Çarşamba

Ahmed 'başka kitapları' neden okur?

En'am sûresinin 68. ayetinde, kısa bir meal olarak, "Âyetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün vakit başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber oturma!" buyruluyor. Yine Tirmizî ve İbn Mace'de geçen bir hadiste de "Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle, ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz!" emrediliyor. Mürşidim de bir yerde II. Cihan Harbi'yle zihnen fazla meşgul olmanın şöyle bir sakıncası olabileceğine dikkat çekiyor: "Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur." Belki size tuhaf gelecek ama, ben, nicedir bu üç mübarek kelam arasında bir ilgi seziyordum. Fakat teşhis edemiyordum.

Yakınlarda bu bağı, hiç hesap etmeyeceğim bir yerden, Murat Gülsoy'un İstanbul'da Bir Merhamet Haftası isimli deneysel çalışmasından, öğrendim. Elbette o kitabın hiçbir yerinde bu metinler alıntılanıp "İşte onların arasındaki bağ şudur!" denmiyor. Böyle bir izah yok. Fakat, bir yerinde 'kötülüğün görünürlüğü' hakkında öyle şeyler söyleniyor ki, sanki 'sezgim' eksik parçasını onunla buluyor ve bir tür 'hakikate' dönüşüyor. Orası da şurasıdır:

"İzlemek, müdahale etmeden izlemek, bakmak, görmek, dolaylı bir onaylama mekanizmasından başka birşey değil. Modernlik sonrası dünyanın medyayı kullanma biçimi tam da bu ikili işleve dayanmakta. Kötülük gizlendiği ölçüde kaynağına zarar verebilir. Onaylanmamış kötülük sadece sahibine aittir. Kötülük sahibi olmak başlangıçta iktidarla mümkündür ancak sürdürülmeye muhtaç bir iktidardır bu. Sonsuza genişlemekten başka stratejisi olamaz kötülüğün. Dolayısıyla, yırtıcı, iktidarını bir biçimde seyirlik hale getirmek zorundadır. Bir kez seyirlik hale gelen iktidar izleyicisinin onayını alır.

Onaylamak gönüllü yapılan bir eylem değildir. İzleyicinin, güçsüzlüğünü ve etkisizliğini kavradığı anda yaşadığı psikolojik bir dönüşümdür. Bu süreç kötünün güçlüye ve haklıya dönüştürülmesi ile tamamlanır. Onaylamamanın tek yolu 'karşı kuvvet oluşturmak'tır. İzleyici bunu yapacak erke sahip olmadığını anladığı anda kötülüğü onaylamanın anaforuna kapılmak üzere olduğunu hisseder. Psikolojik bütünlüğü korumak için bu durumla başaçıkacak bir strateji/bir açıklama bulmak zorunda kalır. Yırtıcının iktidarı bu şekilde haklı bir duruma dönüşür izleyicinin zihninde. Bir başka değişle, onay önce gelir, ardından açıklama. Bu izlemenin işlevidir.
"

Bu ifadeler eşliğinde, bencileyin, farkettiğim şu: Birşey varolduğu andan itibaren iki güdüyle/arzuyla/taleple birlikte varoluyor. 1) Bir kere varolan her kere varolmak istiyor. Yani devam istiyor. Sonsuzluk istiyor. Beka istiyor. (Varoluş öyle büyük bir nimettir ki varolan aksini tasavvur edemez.) 2) Bir kere varolan her yerde varolmak istiyor. Yani yayılmak istiyor. İşgal etmek istiyor. Kabullenilmek istiyor. (Varolan, kendinde öyle meziyetler görür ve onları öyle beğenir ki, her yerde aynı meziyetlerin takdir edildiğini görmek ister.) Bu iki güdü, arzu veya talep ile vücuda geliyor herşey. Masivadan her ne varolsa bu iki şeyi arzulayarak varoluyor ve elde ettikçe de devam ediyor. Bu noktada diyebiliriz ki: İyiliğin varoluşu, onun bu iki talebinin tatminiyle ilgili olduğu gibi, kötülüğün eksiltilmesi de yine bu iki talebinin karşılıksız bırakılmasıyla ilgilidir.

Yani: Biz bir kötülüğe, hadiste ifade buyrulduğu gibi, karşı koyduğumuz zaman öncelikle 'yayılma arzusuna' bir bıçak vurmuş oluyoruz. "Sen bende yayılamazsın. Bana yayılamazsın. Benimle yayılamazsın!" demiş oluyoruz. İkinci olarak da bu tebliğin etkisiyle kötülük 'yanlış olduğunu' işitmiş oluyor. Birşeye yanlış olduğunu söylemek ona 'devam edici olmadığını' söylemiş olmaktır. Zira yanlış olan arızîdir. Olagelemez. Devam edemez. Kökü kesiktir. Fıtrata aykırıdır.

Birşeyin yanlışlığı ifade edildiğinde aslında söylenen o şeyin 'akışa uygun olmadığı'dır. Bu akışa ister hikmet diyelim, ister uyum, ister fıtrat, ister büyük resim, ister kader, en nihayet dilegelen o parçanın içinde yeraldığı sistemle uyumsuzluğudur. Bu yapıldığı zaman kötülüğün varlığına karşı adım atılmış olur.

Peki ya kötülüğe karşı çıkamayacak kadar güçsüz/etkisiz bir konumdaysak? O zaman ne yapmalıyız? İşgaline nasıl karşı koymalıyız? İşte, bu durumda da, en başta alıntıladığım ayet-i kerimeyi ve Bediüzzaman'ın (kanaatimce) bu ayetin bir tefsiri olduğunu düşündüğüm altındaki cümlelerini hatırlamalıyız. Bir de Murat Gülsoy'un şu cümlesini: "Onaylanmamış kötülük sadece sahibine aittir." Acze düştüğümüz yerde kötülüğe karşı koyuşumuz 'buğz' iledir. Daha ilerisinde ise bizdeki işgaline karşı koymamız 'ilgisizlikle' olur.

Kötülük, kendisiyle ilgilenenleri ancak, kendisinden haberdar eder. Etkiler. Buğzedemeyecek kadar zayıfları ise bu ilgi sayesinde işgal eder. İlgilenegeldiğiniz bir kötülük galipken mağlup bir hakikatin yanında yeralmak her babayiğidin harcı değildir. Galibiyetin bir cazibesi vardır. Genel-geçer olmanın bir dayatması vardır. Gücün bir ilüzyonu vardır. Bu cazibe, dayatma ve ilüzyonların etkisi altında kalmamak 'onların etki alanı dışında kalmak'la mümkün olur. İşte, bu zeminde biz, ayet-i kerimede bize emredilen şeyi hatırlarız: "Âyetlerimiz hakkında dedikoduya dalanları gördüğün vakit başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir, uzaklaş. Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (kalk), o zalimler grubu ile beraber oturma!"

Evet. Söyleyeceklerim özetle bu kadar. Ben şimdi ne yaptım? Murat Gülsoy'un zâhiren ayetle, hadisle, Risale-i Nur'la hiçbir ilgisi olmayan birkaç paragrafını onları anlamak için kullandım. Bediüzzaman'ın 'bahtiyar doktor' dediği talebesine tavsiye ettiği gibi 'kafamdaki odunları yaktım' ve Furkan sûresindeki "Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir!" sırrına sığınarak farklı okumalarım içinden bir ateş çıkardım. (İsteyen elini ısıtır.) Daha doğrusu; öğrendiğim felsefeyi, Ene Risalesi'nde emredildiği gibi, nübüvvetin hizmetine vermeyi denedim. Bunu siz de deneyin. Korkmayın. Muvaffakiyet ise Allah'tandır.

12 Eylül 2017 Salı

Kertenkelenizi bir vuruşta öldürmekten korkmayın

Okuyanları bilirler. Bediüzzaman ve talebeleri hapse girdikten sonra, onlarla tanışıp Risale-i Nur'u ders alan mahkûmlardan, evvelen kendi ailesinden birisini öldürmüş olanlar bile, tahtakurusunu öldürmeye çekinir hale gelmişlerdir. (Tevhide imanın tetiklediği mübarek bir şefkattir bu.) Hatta, bu böceklerin verdikleri rahatsızlık ziyadeleşince, Bediüzzaman'a "Bunları öldürmemiz caiz mi?" diye sorduranlar olmuştur. Bu husus, gerek mahkeme müdafaalarında, gerek talebelerin hatıralarında defalarca nakledilir. İmanın (özelde ise Risale-i Nur'un) insanda yaptığı olumlu değişime karine gösterilir:

"Bunun bir nümunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç-dört ay zarfında iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarâne bir salâh-ı hal aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu."

Bu değişim büyük bir enteresanlık. Kütüb-i Sitte okumalarım esnasında ben de enteresan şeylerle karşılaşıyorum. Özellikle 'enteresan sorular'la. Aslında soruların kendisi enteresan değil. Benim ukâlâ bakışaçım yüzünden enteresan oluyorlar. Ne de olsa ahirzaman çocuğuyum. Hak mezhep ulemasının herşeyi tam bir vukufiyetle tesbit edip sistemleştirdiği, helalleri-haramları madde madde toparlayıp sunduğu, amelleri neyin bozup neyin zarar vermediğini hazır bir liste şeklinde önüme koyduğu bir devrin müslümanıyım ben. Hazırcılığın perdeli kibrine sahibim.

Bu nedenle, dinin daha yeni tesis edildiği bir dönemde, herhangi birşeyi yedikten sonra bile 'Abdest almam gerekiyor mu?' diye soran bir sahabeyi anlayamıyorum. Yemenin abdesti bozmadığını çoktandır biliyorum çünkü. Fakat unutuyorum. Ben bunu kimin sayesinde biliyorum? Ben bunu, işte, o mübarek ve muazzez insanların bu temkinleri sayesinde biliyorum. Yoksa, onlar bu soruları sorup cevaplarını almasalardı, ben bu cevapları nereden bulacaktım?

Zaten sünnet-i seniyyeyi ve sahabeyi bizim için vazgeçilmez kılan da budur: Ancak vahiyle bilinebilecek şeylerin bilgisini o ilk neslin soruları ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın cevapları sayesinde öğreniriz biz. Sahabe bu noktada alternatifsizdir. Rehberliği kaçınılmazdır. Onların rehberliğine başvurulmadan İslam'ın mesajının aslında ne olduğu anlaşılamaz.

Bize en çok "Yahu bu da sorulur mu?" gibi gelen şey, zaten vaktiyle sorulduğu ve cevabı bilinir hale geldiği için, bize öyle geliyordur. O suallerin izahı asırlar önce alınmış, zaptı yapılmış, fakihlerce metinlerde bize aktarılmıştır. İlk nesillerin bu çalışması olmasa dine dair herşey havada kalır. Elimizi-ayağımızı nereye koyacağımızı bilemeyiz. Ufacık meseleleri bile aramızda tartışadururuz. Üstelik hiçbir sonuca da varamayız.

Geçenlerde, Esad Coşan Hocaefendi merhumun yıllar boyu İskender Paşa Camii'nde verdiği Ramuzü'l-Ehadis derslerinden birisini dinliyordum. Sanıyorum tarihi 1994'tü. O haftanın hadis okuması sırasında Esad Coşan Hocaefendi, meşhur (meşhurluğu bugünlerde çokça tartışmaya konu edilmesinden) 'kerkentele hadisini' de okudu ve izah etti. Doğrusu, üzerine 'modernistler tarafından çokça gürültü koparılan' bir hadisin, bu kadar güzelce izahını işitince hakkında yazmaktan kendimi alıkoyamadım.

Anladığımca nakledeceğim. Esad Coşan Hocaefendi diyordu ki o derste: "Sahabenin soruları olmasa, biz, neyin-nerede-ne sınırlar içinde yapılacağını veya yapılamayacağını bilemezdik. Mescid-i Haram'da kan dökmek yasak mı? Yasak. Peki ya çok tehlikeli bir canlı ile karşılaşırsak? O zaman da mı yasak? Hayır. O zaman değil.

İşte bu hadis onu da bize haber veriyor. Burada bahsedilen kertenkele türü o civarda yaşayan zehri kuvvetli bir kertenkeledir. (Ebubekir Sifil Hoca da aynı soruya yanıt verdiği bir videoda Mütercim Âsım Efendi'nin bu hadisteki 'el-vezağa' ifadesini 'ağulu keler' olarak çevirdiğini nakleder.) Bütün kertenkeleler için bu hüküm geçerli değildir. 'Bu tür kertenkele ile Mescid-i Haram sınırları içinde bile karşılaşsanız onu öldürebilirsiniz' diye izin vermiş Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Bu hadis o izni ve teşviki anlatıyor bize. Yoksa, bir arkadaşımın da başına geldiği gibi, kötü şeyler başınıza gelebilir."

Sonra arkadaşının başına umrede gelen hadiseyi anlatıyor. Yakınındaki bir taşın altından akrep çıkınca arkadaşı tereddüt etmiş. "Burası Mescid-i Haram. Burada kan dökmek olur mu? Dokunmayayım!" demiş. Fakat akrep nasıl yapmışsa birden ayağına hamle yapıp sokuvermiş. Sokmasıyla bayılıp hastaneye kaldırılması bir olmuş arkadaşının. Böyle şeyler yaşamamak için, zararlı canlılarla karşılaşılırsa, can tehlikeye girerse, "Onları Mescid-i Haram sınırında dahi olsa öldürebilirsiniz!" sırrının bizlere böyle hadislerle ders verildiğine dikkat çekiyor Esad Coşan Hocaefendi merhum. Çünkü, İslam'ın kalplerini ihtizaza getirişiyle, mü'minlerde Allah'ın yarattığı mahluka zarar vermeme konusunda oluşan bir temkin var. O temkinin/şefkatin ifrata kaçıp hayatları tehlikeye sokmaması için bu uyarı yapılmış.

Mürşidim de bir yerde der: "Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli'l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir." Bugün biz şer'î pekçok hususta bu maraz-ı ruhî ve sakam-ı kalbî ile muhatap oluyoruz. Şefkatlerini Allah'ın sonsuz rahmeti ile yarattığı düzenden öteye taşabileceğini düşünen hastalıklı insanlar kurban ibadetini dahi sorgulayabileceklerini sanıyorlar. Hatta onların bir kısmı da işi ileri götürüp mezkûr 'kertenkele hadisi' üzerinden bütün hadis-i şeriflere bir şüphe iliştirmeye çalışıyorlar.

Öncelikle yaptıkları şu: Hadis-i şerifi 'anlayabilecekleri en yanlış şekilde' anlıyorlar. Hiçbir ilmî kaynakta 'Yakaladığınız her kertenkeleyi öldürün' diye bir hüküm olmadığı halde, sanki şimdiye kadar bu hadis hep böyle anlaşılmış ve uygulanmış gibi bir tavır takınıyorlar. Bu önkabulle birlikte safsata başlıyor. Şefkate, yine muazzez olan insanın canını hıfz için çekilen bir sınırı, kontrolsüz bir şiddetin kaynağı gibi gösteriyorlar.

Bu hususta Bediüzzaman ile talebesi Molla Hamid ağabey arasında geçen bir hâdise mezkûr meseleye ne kadar da ibretli bir delil oluşturuyor: Malumdur. Molla Hamid ağabeyin, beraberce yaptıkları gezinti sırasında, bir kertenkeleyi öldürmesi üzerine Bediüzzaman hiddetleniyor. Sorduğu ilk soru ise Esad Coşan Hocaefendi'nin izahlarını doğrular nitelikte: "O hayvan sana taarruz etti mi?"

Burada durup 'duruşumuzu' hatırlayalım: Biz önümüze gelen her koyunu öldürür müyüz? Öldürmeyiz. Ama kurbanda Allah'ın emriyle ve ismiyle, sair vakitlerde de ismiyle ve izniyle kesebiliriz. Önümüze gelen her hayvanı kin ile avlar mıyız? Avlamayız. Ama yine onun izniyle ve ismiyle helal kıldıklarını rızkımız için avlayabiliriz. Önümüze gelen her kâfirle cihad eder miyiz? Etmeyiz. Ama harp zamanı, şer'î hukuk çerçevesinde, Rabbimizin emriyle ve ismiyle karşımızdakinin sayısından korkmadan cihad ederiz. Bizde herşeyin bir fıkhı, bir çerçevesi, bir itidal sınırı vardır. Kontrolsüz olamayız.

Mü'minler olarak şunu asla ve asla unutmayız: İslam hiçbir histe garkoluş değildir. O dengedir. Şefkatinde garkolanların ise elbette Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamdan sınır öğrenmelerinden başka kurtuluşları yoktur. Onun beşere getirdiği istikamet tüm garkoluşların üstündedir çünkü. En güzel örnek onun itidalidir. "İbadette ifrata kaçan üç sahabeyi kendi ahlakını misal vererek düzelttiği o meşhur hadisede olduğu gibi, böyle hadislerle de, yine şefkatte ifrata düşmüş sahabeye bir itidal çağrısında bulunmuş olabilir!" deriz. Böylesi konularda çıkmaza düşenleri, değil kırda rastgeldikleri masumcukları, kafalarında onları zehirleyen modern ifrat kertenkelelerini, hiç çekinmeden, hem de mübarek bir tek vuruşta, öldürmeye çağırıyoruz. Zira onlara şefkat dinden değildir.

6 Eylül 2017 Çarşamba

İstibdatsız bir ikna biçimi: Sünnilik

"Konuşma özgürlüğü her istediğini söyleyebilirsin demek. Yapamayacağın şey ise yalan söylemek." Denial/İnkâr filminden.

Rahmetli babam televizyonda hayret ettiren yeni birşeyi gördüğü zaman şöyle derdi: "Yaşa ki neler göresin!" Ben de bu cümleyi şu sıralar modernistlerle girdiğim tartışmalarda kullanıyorum. Bir tanesi de daha bugün kullandım. Münazarat'ta geçen bir metinle ilgiliydi olay. Önce metni alıntılayayım:

"İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husumeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır. Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir."

Şimdi bu metni bana gönderen arkadaş yorumunda demeye getiriyordu ki: "Cebriye, Râfiziye, Mûtezile gibi fırkaların ortaya çıkmasının sebebi Ehl-i Sünnetin ilmî istibdadıdır. İşte, bakınız, Bediüzzaman da bunu söylüyor..." Âlemde acayip çoktur. Şaşır şaşır da bitmez. Hem mürşidimin verdiği misallerdendir: İnsan hilali görmek arzusuyla göğü taramaya görsün. Gözüne düşen beyaz kılı bile hilal sanır. Modernistler de öyle bir şiddet-i çakma arzusuyla bakıyorlar ki Ehl-i Sünnete, bu yolla tevil edebilecekleri her ifadeyi, Bektaşi'nin Kur'an okuması gibi yarım yamalak alıp kullanıyorlar.

Bir kere asgarî şunu hatırlamak lazım: Bir eserdeki cümleler o eserin bağlamı içinde değerlendirilir. Eğer 'sağlıklı yaşam rehberini' alıp okurken rastladığın "Tuzsuz yemek daha iyidir!" cümlesini 'lezzetli yemekler' kitapçığının hükmü gibi anlarsan elinden kimse birşey yemez. Tuzluksuz da sofrana oturulmaz. Münazarat bir Ehl-i Sünnet eleştirisi kitapçığı mıdır ki ondaki her 'istibdat' kelimesi alınıp Ehl-i Sünnetin başına çalınsın? Münazarat'ın hiçbir yerinde böyle bir bağlam iması yoktur. Herkes de biliyor ki: Münazarat, Bediüzzaman'ın, Kürdistan aşiretleri içinde dolaşarak onlara Meşrutiyet'i ve meşruiyet dayanaklarını anlattığı bir eserdir.

Kaldı ki: Bu ifadelerden kastedilenin, 'Ehl-i Sünnet ulemasının/taraftarlarının insanları baskıladığı, ilmî tahakküm altına aldığı, bu yüzden bâtıl fırkaların oluştuğu' olduğunu söylemeye hiçbir karine yoktur. Bir kere, eğer bu baskı bâtıl fırkalar oluşmadan önce başladıysa, neden başlamıştır? Sünni sünniyi durup dururken neden baskılamaktadır? "Hepimiz birbirimiz gibi inanıyoruz. Sen biraz başka türlü inan bakayım!" diye mi baskılıyorlardı kardeşlerini? Zaten aynı şekilde düşünenler birbirini neden baskılar? Şüpheyi ortaya atan bu halli müşkül soruya da cevap vermek zorundadır.

Hem bu soru bizi asıl cevaba da yaklaştırır. Burada 'istibdad-ı ilmî' ile kastedilen Ehl-i Sünnet ulemasının "Herkes bizim gibi inanacak! Soru sormak yasak! Farklı düşünce belirtmek suç!" tavrı değildir. Böyle bir tavrı da yoktur zaten Ehl-i Sünnetin. Zımmîsiyle beraber yaşayan bir itikat elbette hürriyetsiz değildir. (Bu noktada, Denial/İnkâr filminde altı çizildiği gibi, 'yalan söylemek' ile 'düşünce özgürlüğünü' birbirinden ayırmayı da unutmayalım.)

Azıcık İslam tarihini karıştıranlar bilir ki: İstibdadın olduğu yerde muhakkik yetişmez. Fakat Ehl-i Sünnetin tarihi muhakkik âlimler tarihidir. Bâtıl fırkalarla münazara ettiğinde delillerinin kılıcıyla başlarını kesen odur. İçinden birçok farklı ekolü (tasavvufî, fıkhî veya başka türden) çıkarıp hepsini de kendi usûlü içinde sinesine basan odur. Ta Hz. Ali (r.a.) emriyle İbn Abbas (r.a.) Haricileri iknaya gittiğinden beri Ehl-i Sünnet "Bizim gibi inanın! Yoksa alırım ayağımın altına!" dememiştir. İkna yolunu kimseye karşı kapamamıştır. Hatta anlatılır ki: İbn Abbas'ın (r.a.) sünnet-i seniyyeden getirdiği delillerle o dönemde birçok Haricî hatasından tevbe edip tekrar Hz. Ali'nin (r.a.) tarafına katılmıştır.

Peki bahsi geçen istibdat nedir? Burada Bediüzzaman'ın bahsettiği istibdadı iki şekilde anlamak mümkündür: 1) Topluluk içi sosyolojik istibdat. 2) Topluluk dışı siyasi istibdat. Örneğin: Emeviye döneminde Cebriye mezhebinin görünürlüğünün artıp yönetimden de yüz bulmasıyla kendi anlayışını topluma dayattığı doğrudur. (Burada dayatılanın Ehl-i Sünnet olmadığını hatırlamak gerekir.) Abbasiler döneminde de buna benzer birşeyin Mutezile ile yaşandığı bilinmektedir. (Burada da dayatılanın Ehl-i Sünnet çizgisi olmadığı hatırlanmalıdır.) Her iki dönemde de baskılanan aslında Ehl-i Sünnet olan ekser halktır. Baskıyı yapan bu fırkalardır. Hatta belki denilebilir ki: Emeviyenin Cebriye ile müstebid ilişkisi Şiayı da tepkisel olarak Mutezilî olmaya itmiştir.

Bu fırkalar bâtıl olduklarından elbette burhan mesleğinde gidemiyorlardı. İmam Ahmed b. Hanbel (r.a.) gibi çok mücahidler onlara karşı ilmî, burhanî, susturucu cevaplar veriyorlardı. Onlar da çözümü mücahidleri zindanlarda çürütmekte buluyorlardı. Hem de büyük işkenceler altında. Hatta Me'mun döneminde Bizans'la yapılan esir takası sırasında "Kur'an mahluk mudur?" sorusuna Ehl-i Sünnet itikadınca "Hayır!" cevabı veren askerlerin geri alınmadığı bile nakledilen bilgiler arasında vardır. Sapkın mezhepler bu şekilde bir ilmî istibdat oluşturarak, yani 'başka türlü düşünenlere nefes aldırmayarak' hem kendi taraftarlarının sayısını arttırmışlardır hem de tepkisel başka bâtıl fırkaların doğuşuna annelik etmişlerdir.

"İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır..." derken mürşidimin kastettiği budur. Yoksa Ehl-i Sünnet çizgisi ne zaman burhan mesleğinden ayrılmıştır ki böyle şeylere mecbur olsun? İstibdada sapan ancak sapkın olandır. Çünkü başka şekilde kendini kabul ettirmeye yol bulamaz. Tıpkı bugünün modernistlerinde olduğu gibi...  (Burada da hemen Caner Taslaman'ın Habertürk'teki münazarada Ebubekir Sifil Hoca karşısında yaptığı 'bıdı bıdı'yı hatırlayalım. Evet, o fare fare telaş, ilmî istibdadın en açık suretiydi.)

Meseleyi zihninize biraz daha yaklaştırmak için DAİŞ örneğini vermek istiyorum. DAİŞ sapkınlığını bizim coğrafyamızda doğuran nedir? Ehl-i Sünnet itikadı mıdır? Bu yalanın yalanlığını ispat için DAİŞ'in sünniler içinde düştüğü azlığı göstermek yeter. Eğer bu, sünniliğe dair bir itikadî arkaplana yaslanıyorsa, aynı itikada sahip olanlar arasında DAİŞ neden bu kadar azdır? Neden sevilmemektedir? Ve neden onlarca kınanmaktadır?

Bu balon patladıysa asıl nedenleri konuşmaya başlayalım. Bence iki nedeni vardır. Birincisi: Topluluk dışı istibdattır. Yani Batı'nın istibdadıdır. İşgal ettiği bölgelerde sürdürdükleri zulüm, baskı, işkence, trajedi vs. müslüman toplumun bir kısmında paranoyaya sebep olmuş, bu da onların kalp ve akıllarının sapkınlarca kullanışlı hale gelmesini sağlamıştır. İşte gözümüz önünde bir istibdat ve bâtıl mezhep ilişkisi! Elbette öfke, korku veya ümitsizlik ile dengesi bozulmuş bir psikoloji manipülasyona açık hale gelir. DAİŞ'in sorunlu coğrafyalardaki kamuoyu başarısı bununla ilgilidir.

Bunun ikinci yüzü ise 'topluluk içi istibdada' bakar. Bölge sosyolojisinin sahip olduğu aşiret kültürü, bir grup topluca DAİŞ'e katılma kararı aldığında, "Yahu ne yapıyorsunuz?" diyecek bireylerin törpülenmesini netice verir. Bu da sapkınlığı genişletir. DAİŞ'in büyümesinin bir sebebi de budur. Tutunduğu topluluklarda "Acaba?" deme geleneğinin çok olmamasıdır. İşte bu neviden 'muhalif fikre hakk-ı hayat vermeyen' istibdatlar bâtıl fırkaların doğmasına, yetişmesine, gelişmesine sebebiyet verir. Delil ile iknaya çalışan, sorulara cevap veren, burhan mesleğinde giden fırkanın istibdadı olmaz. İhtiyacı da olmaz. İkna kuvveti istibdada ihtiyaç bırakmaz. Yalana, iftiraya, çarpıtmaya karşı kullanılan cezaî yaptırımlar ise istibdattan değil adalettendir.

Meşrutiyeti Ehl-i Sünnetin duruşuna daha uygun kılan da budur. Bediüzzaman'ın Münazarat'ta savunduğu birşeyden bahsedeceksek ancak bundan bahsederiz. Muhakemat'ı da buna şahit gösteririz: "Herşeyde meşveret hükümfermâdır. Efkâr-ı umumiye dahi dîdebandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna hüccettir." İcma-ı ümmeti sevad-ı azam olan Ehl-i Sünnetten başka önemseyen hangi bâtıl fırka vardır? (Önemseselerdi az bir bâtıllık kalacaklarına ümmette erirlerdi zaten.) Öteki türden tırnaklı aparmalar tamamen "Minareyi çalan kılıfını uydurur!" kabilindendir. Hülasa: Bediüzzaman'ın Ehl-i Sünnet çizgisine veya ulemasına veya selef-i salihîne 'istibdat' atfettiğini söyleyen külliyatı içinde bunu doğrulayacak bir cümle bulmalıdır. Yoksa müfteridir. 

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...