"Emre Dorman Nereye Koşuyor?" başlıklı serimizin 14. yazısında Bediüzzaman'ın 'rüesalarını çürütmemek' sadedinde kastettiğinin ehl-i sünnet olup da Risale-i Nur'a itiraz eden kişiler/gruplar olduğunu iddia ve izah etmiştik. Zaten metnin tamamına bakıldığında ilgili ifadelerin siyak ve sibakı da bu düşüncemizi destekliyordu. Ancak biz yine de bu siyak-sibak ilişkisiyle yetinmemiş ve Bediüzzaman'ın ehl-i bid'a fikirleri savunan/yayan 'bedbaht bir doktor' dediği kişiyi pekâlâ şahsıyla birlikte çürüttüğü bir mektubuna atıflar yapmıştık.
O yazıda altını çizmeye çalıştığım tehlike şu idi: "Muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerekir..." ifadesinin, müellifin hiç murad etmediği bir şekilde, genelleştirilmesiyle Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin bir parçası olan nur talebelerinin ehl-i bid'aya karşı kolu kanadı kırılmamalıydı. İtiraz hakları ellerinden alınmamalıydı. İtikadî duruşlarını ve hassasiyetlerini savunma/koruma refleksleri köreltilmemeliydi. Yazı da zaten bizzat bana yapılan bu yollu eleştirilere verilmiş bir cevap niteliğindeydi.
Bu yazının ardından bazı kardeşlerim, haklı olarak, Bediüzzaman'ın şöylesi metinlerinden alıntılarla bir itirazda bulundular: "Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarikata mensup Müslümanlar, şimdi bu acip zamanda, imanı bulunan ve hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allah'ı tanıyan ve âhireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa, onlarla medâr-ı nizâ noktaları medâr-ı münakaşa etmemeyi, hem bu acip zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor."
Soru güzeldi. Eğer benim mezkûr yazıda ifade ettiğim mana doğru ise, o halde Bediüzzaman burada 'hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak' demekle neyi kastediyordu? Buradan bir tenakuz çıkmaz mıydı? Soruya cevap vermeden evvel (bence) önemli bir meselenin altını tekrar çizmek isterim: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin yolunu bilmeden veya en azından hakkında 'ağyarına mani' genel bir bilgi sahibi olmadan hangi âlimin metinlerine kapansanız, o metinleri, müelliflerinin hiç de murad etmedikleri manalarla anlayabilir veya yorumlayabilirsiniz.
'İslam geleneği' denilen, ama aslında büyüyüp serpilmiş İslam ağacının ta kendisi olan şey; bir bütün olarak hakikatin dengesini koruyan, birbirini sınırlandıran ve aynı zamanda ayakta tutan manalar bütünüdür. Bazı ayetleri doğru anlamak için hadislere, bazı hadisleri doğru anlamak için âlimlerin şerhlerine muhtaç olduğumuz gibi; ondört asır ötemizden gelen Asr-ı Saadet soluğunu anlamada da bu ağacın bütünlüğüne ihtiyacımız vardır.
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat âlimleri, birer ada değil, bir sıradağın parçalarıdır. Birbirlerinin ürettiği ilme ve bıraktığı mirasa yaslanarak ayakta dururlar. Eğer 'İslam geleneği' diye tesmiye edilen, ama aslında İslam'ın ta kendisi olan bu ağaçtan haberdar olmazsanız, o ağacın dallarını da yanlış yorumlayabilirsiniz. Elmayı armut, armutu elma sanabilirsiniz. Gelin biz de, Bediüzzaman'ın maaliftihar 'mürşidim' dediği İmam-ı Gazalî'nin (r.a.) konu hakkındaki bir metnini anlamaya çalışalım:
"İtikadı bozuk kimseler üç kısımdır: Birinci kısım inkarcılardır. Eğer inkarcı kimse müminlerle savaşıyorsa öldürülmeyi veya esir edilmeyi hak eder. Ona bunun dışında bir muamele yapılmaz ve kötü davranılmaz. Müslüman toplum içinde bulunan Müslüman olmayanlara (zımmîlere) gelince, onlara eziyet etmek ve kötü muamelede bulunmak caiz değildir…
"İkinci kısım, insanlan bid’atine davet eden bid’atçilerdir. İnsanlan teşvik ettikleri bu bid’at, küfre götüren bir bid’at ise, böyle kimseler zımmîlerden kötüdür. Kendisine zımmîlik statüsünün gerektirdiği gibi müsamaha edilmez.
"Eğer bunların bid’ati itikadî olarak küfre götüren bir bid’at değilse, bu kimselerin Allah Tealâ ile aralarındaki halleri inkârcıların durumundan daha hafiftir. Ancak bu kimseyi reddetmek ve bid’atini önlemeye çalışmak, inkârcıyı reddetmekten daha önemlidir. Çünkü inkârcının kötülüğü başkasına sirayet etmez. Müslümanlar onu inkârcı olarak tanır ve sözlerine kıymet vermez. Kendisi de Müslüman olduğunu ve doğru itikat üzere bulunduğunu iddia etmez.
"Ama başkalarını bid’atine çağıran ve bid’atinin hakikat olduğunu iddia eden kişi halkı aldatır. Dolayısıyla onun kötülüğü başkalarına da sirayet eder. Bu sebeple böyle kimselere duyulan buğzu açığa vurmak, dostça davranmayıp kendilerinden yüz çevirmek, bid’atleri sebebiyle durumlarının çirkinliğini ilan etmek ve insanların onlardan uzak durmalarını sağlamak daha kuvvetli bir müstehaptır.
"Avamdan olup, bid’atinin propagandasını yapmaya muktedir olmayan ve kendisine uyulacağından korkulmayan bid’atçilere gelince, bunların durumu daha ehvendir. Böyle kimselere nasihat ve tatlılıkla muamele etmek evlâdır…" (Gazzâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, 3/49-50.)
İşte, biz de Bediüzzaman'ın aralarında tenakuz varmış gibi görünen iki farklı tutumunu İmam Gazalî'nin (r.a.) bu sınıflandırmalarıyla anlayabiliriz. Allahu'l-alem, bu mevzuda diyebiliriz ki; 'hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak' demekle mürşidimin kastettiği İmam Gazalî'nin "Avamdan olup, bid’atinin propagandasını yapmaya muktedir olmayan ve kendisine uyulacağından korkulmayan bid’atçilere gelince, bunların durumu daha ehvendir. Böyle kimselere nasihat ve tatlılıkla muamele etmek evlâdır…" dediği kimselerdir. Esasında ümmet de onlara böyle davranır. Örneğin: Bir sünni, sırf farklı inanıyor diye, gördüğü her alevinin ensesinde boza pişirmez.
Bediüzzaman'ın 'bedbaht bir doktor' dediği kimseye karşı yaptığı sert eleştiriyi ise, İmam'ın; "Ancak bu kimseyi reddetmek ve bid’atini önlemeye çalışmak, inkârcıyı reddetmekten daha önemlidir..." tesbitiyle ve devamında söyledikleriyle anlaşılır. Demek ehl-i bid'a da 'tek sınıf' değildir. Onlara gösterilecek tavır da 'tek türden' değildir. Bediüzzaman'ın mezkûr mektubu birçok yönüyle İmam Gazalî'nin mezkûr metninden süzülmüş gibidir. Onu anlayan şunu anlar... Bu noktada birşeyin daha altını çizerek yolumuza devam edelim: Bediüzzaman'ın Anglikan Kilisesi'ne verdiği cevabın sertliği ile mezkûr metinde bahsettiği 'hristiyanlarla münakaşa etmemek' de yine İhya'daki bu sınıflandırmayla birlikte anlaşılabilecek birşeydir.
Demek Bediüzzaman'ı doğru anlamak ancak Ehl-i Sünnet'in yolunu doğru anlamakla mümkün olur. Sözler'i onların sözlerine yaslanır. Mektubat'ı onların Mektubat'ından ışık alır. Bir ve beraber ayakta dururlar. Aksi takdirde tüm metinler spesifikleşir. Modern algılar, birbirinden kopararak adalaştırdığı dağların 'nasıl anlaşılması gerektiğine' kendileri karar verirler. Allahu'l-alem, Enfal sûresinde dikkat çekilen: "Allah'a ve Peygamberine itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider..." manasının işaret ettiği bir hakikat de budur. Birbirlerinden ayırırsak sadece kollarımız değil metinlerimiz de güçsüzleşir.
Ehl-i Sünnet'in yolunun dışında bir 'nurculuk' yoktur. Kim bunu iddia ediyorsa yalandır. Bediüzzaman'ı sevdiğini, ama İmam-ı Azam'ı (r.a.) sevmediğini söyleyen yalancıdır. Bediüzzaman'ı sevdiğini, ama Mevlana Celaleddin'i (r.a.) sevmediğini söyleyen yalancıdır. Bediüzzaman'ı sevdiğini, ama İmam Eş'arî'yi sevmediğini söyleyen yalancıdır. Biz bu büyük dağın parçasıyız. Bizden öncekilere iman edilmekle kendisine iman edilmiş olacak bir silsilenin ucuyuz. Gücümüzü bu bütünlükten alırız. Ayrıca bir güç iddiasında bulunmayız. Kendimizi Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat tanımları, tarifleri, kodları, alanları içinde tanımlamak, ahirzamanın akıl ve kalp karışıklığı içinde yolumuzu kaybetmemek noktasında çok büyük önem ifade ediyor. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın ve selef-i salihînin şefaatlerine nail eylesin. Amin.