'Varlıksallık' sunulanın ardından 'yokluksallık' çıkabiliyor. 'Yokluksal' gibi görünenin sırtında 'varlıksallık' yükselebiliyor. Hep verdiğim misallerdir. Tekrar anayım. Zekat, mesela, zâhirde malı azaltıyor gibi görünse de aslında bereketlendiriyor. Riba, zâhirde malı arttırıyor gibi görünse de, aslında bereketini kaçırıyor. Zaten şeriatın vahy-i ilahî ile emir buyrulmasındaki en büyük rahmet de budur. Bizler, vücudî görünen vücudîlikleri ve ademî görünen ademîlikleri, haydi, şu küçük aklımızla bir derece ayırsak da, varlıksal görünen yokluksallıkları ve yokluksal görünen varlıksallıkları çoklukla karıştırıyoruz. Evet. Bir değil birçok görüşe sahibiz. Yakını da görmeliyiz. Uzağı da seçmeliyiz. Bizim için faydalının birçok dalga boyu var. Kısa vâdeliye konsantre nefsimiz manzarayı bulanıklaştırıyor. Uzun vâdede kâr getirecek kısa vâdede zarar gibi görünebiliyor. Uzun vâdede zarar verecek de kısa vâdede nefsin hoşuna gidebiliyor. 'Kör nefis' denilmesi bundan sebeptir. Görmemesinden değil 'ileriyi görmemesinden'dir. Yoksa, nefis, yakını görür. Hatta yakını çok iyi görür. Yakın görüşündeki başarıdan dolayı da miyopluğunu bize unutturur.
"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir..."
İşte, kanaatimce, mezkûr belagat kaidesi, 'vücudî görünen ademîlikler' ile 'ademî görünen vücudîlikler' arasında ayrım yapabilmemizde kritik öneme sahip. Neden? Çünkü algımıza ulaşan hertür mesajın varlıksallığını sınama hususunda lazım bir avantajı sağlıyor. Bütün boyutlarını kuşatıp sahtesini-hasından farkedebilme yeteneği kazandırıyor. Güncel bir misalle mevzuu açmayı deneyeceğim: Efendim, geçenlerde, TÜSİAD'ın yaptığı bazı açıklamalar oldu malumunuz. Zâhirine baktığınızda sanki pek faydalı şeyler idi. İstikamete de muvafıktı. Fakaaat...
Fakat, 'Yalnız söze bakıp durmama' olgunluğuna erdiğinizde, hatta daha 'Kim söylemiş?' diye sorduğunuz anda, soru işaretleri üzerinde dolaşmaya başlıyordu. TÜSİAD'ın sicili 'adalet' konusunda pek de iyi değildi çünkü. Geçmişte siyasete müdahaleleri de 'demokrasi aşkından' kaynaklanmamıştı üstelik. Evet. Yeri gelmiş Turgut Özal'a karşı Kenan Evren'i desteklemiş, yeri gelmiş Necmeddin Erbakan'a karşı 28 Şubatçıların safını tutmuş, yeri gelmiş AK Parti'nin meşru iktidarına karşı vesayetçi kesimlerle işbirliği etmişlerdi. Yani, arkadaşım, 'yalnız söze bakıldığında' iyi niyetliymiş gibi görünen beyan, 'yalnız söze bakılmadığında' o kadar da istikametli gelmiyordu. İşte Bediüzzaman Hazretlerinin öğrettiği kaidenin 'her türden algı operasyonuna' karşı sunduğu şifa da buydu. Safderunluğumuzu dağıtıyordu. Gözümüzü açıyordu. Melek sûretinde aldatmaya çalışan ahirzaman şeytanlığına karşı uyarıyordu.
Hakikatine başka hâdiselerde de şahit olmuştuk. Mesela: Cumhuriyet Mitingleri aslında hiç de 'cumhuriyet' endişeli değildi. Gezi İsyanı 'meselesinin sadece ağaçlar olmadığını' Memet Ali Alabora'nın beyanıyla açık etmişti. 15 Temmuz darbe girişiminin de 'yurtta sulh' aramadığı o gece şehid ettiği insanlarımızdan belliydi. Zaten, Kur'an-ı Hakîm, Davud aleyhisselamın kıssasında bu sırrı neredeyse 1500 yıl evvelden haber veriyordu. Evet. Sâd sûresinde aktarılan hâdisede, hasımlar, duvardan atlayarak Davud aleyhisselamın bulunduğu mekana ulaşıyorlardı. Davud aleyhisselamsa onları aniden karşısında görünce ürkmüştü. Niyetinlerinin iyi olmadığını anlamıştı. Fakat tam bu sırada suikastçiler bir yanlış yaptıklarını farkettiler. Davud aleyhisselamı yalnız yakalayamamışlardı. Çevresinde kendilerine engel olacak kadar sevenleri de vardı. O zaman ne yaptılar peki? Davalarını bir 'suikast' meselesinden 'adalet' meselesine çevirdiler. Ve geliş nedenlerini çarpıtmaya çalıştılar. Kısa bir mealiyle şöyle buyuruluyor orada:
"O mahkemeleşen hasımların olayından haberin oldu mu? Onlar mâbedin duvarına tırmanıp Davud'un yanına birden girince, o, onlardan ürktü. Onlar da 'Korkma!' dediler, 'biz sadece birbirimize hakkı geçen iki dâvalıyız. Senden dileğimiz; aramızda adaletle hükmet, haktan uzaklaşma ve bize tam doğruyu göster! Benim şu din kardeşimin doksan dokuz koyunu var, benimse bir tek koyunum! Böyle iken 'Onu da bana bırak!' dedi ve çenesiyle beni bastırdı.' Davud: 'Doğrusu, senin tek koyununu, kendi koyunlarına katmak istemekle o sana haksızlık etmiştir. Zaten malda ortak olanların çoğu birbirlerine haksızlık ederler. Ancak gerçekten iman edip makbul ve güzel davranışlarda bulunanlar böyle yapmazlar. Onlar da o kadar azdır ki!' Davud kendisini imtihan ettiğimizi anladı, derhal Rabbinden mağfiret diledi, eğilip secdeye kapandı ve Allah'a yöneldi."
Evet. Yani, suikastçiler, muvaffak olamayacakları anlayınca niyetlerini başka türlü lanse ettiler. Dertlerinin 'adalet arayışı' olduğunu söylediler. Fakat, Davud aleyhisselam, peygamber ferasetiyle maksadlarının iyi olmadığını kavramıştı. Yine de onları cevapladı. Sonra da kendisini bu ağır imtihandan kurtardığı için Cenab-ı Hakka hamdetti.
Toparlarsam: Ahirzamandayız. Sadece deccalin değil avanelerinin de 'cennet görünümlü cehennemleri' var. O yüzden 'Yalnız söze bakıp durmamak' zorundayız. Kimin, kime, niçin, ne makamda... vs. söylediğini de mizana almalıyız. Bunları da tartmalıyız. Duvarlarımızdan atlayıp gelenler niyetlerini iyi gibi yansıtabilirler amma bu gerçeği ifade etmiyor olabilir. Ayılmamız ise İslamî muktesebatımızın mücerreb uyanıklığını kuşanmamızla mümkün. İşte onlardan bir tanesi yukarıda zikrettiğimiz belagat kaidesi. Demek, belagat bilmek, bir yönüyle 'hakikatin yolunu da bilmek'tir. Ne diyelim? O Rahman u Rahim, insî ve cinnî şeytanların oyunlarından, hidayetiyle bizi kurtarsın. Âmin...