6 Ekim 2014 Pazartesi

FETÖ ‘sırran tenevveret’i nasıl kullandı?

‘Sırran tenevveret’ Kaside-i Celcelutiye'de geçen bir ifade. sorularlarisale.com'da ona şöyle bir anlam veriliyor: "Sırran tenevveret, kelime olarak, gizli aydınlanma ve nurlanma demektir. Risale-i Nur'da sırran tenevveratın manası; müspet hareket, asayişe zarar vermeden, gürültü patırtı çıkartmadan, gösteriş ve nümayişten uzak, devlet ve resmi kurumlarla mümkün mertebe karşı karşıya gelmemek olarak anlayabiliriz."[1]

Risale-i Nur Enstitüsü ise konuyla ilgili bir çalışmasında şöyle demiş: "Sözlükteki anlamıyla; gizlice aydınlanma, nurlanma, fazla ses çıkarmadan çalışma anlamına gelmektedir. Bu terim Risale-i Nur'da iman hizmetini ihlaslı bir şekilde, sessiz ve gösterişsiz yapmak anlamında kullanılmıştır. Gönüllülük üzerine kurulu informal, sivil, yaygın aydınlanma ve aydınlatma biçimidir. Bu modelde maksat, gürültüsüz patırtısız, kimse rahatsız edilmeden, muhtaç gönüllere ulaşmaktır."[2]

Başka tarifler de var. Hepsini buraya alamayacağım. Fakat daha başlarken şunu iddia etmem yerinde olur kanaatindeyim: Bu tariflerin tamamı sıkıntılıdır. Yani bu tarifleri yazanlar, kanaatimce, o an kendilerinin yapmakta oldukları şeyi 'sırran tenevveret' içine yediriyorlar. Yoksa İslamî geleneğin içinde bir 'sırran tenevveret' arıyor değiller. Hatta bu sırrı izah eden çoğu metinde rastladığım şey şu: Sırran tenevveretin ‘bu asra yönelik’ bir hizmet metodu olduğunu söylüyorlar. Acaba? Acaba gerçekten böyle mi? Yoksa biz mi gelenekle yüzleşmek istemiyoruz?

Okumalarımda aradığım şeyse şu: Asr-ı Saadet'ten bugüne kurulacak bir bağlantı, bir hadis-i şerife veyahut Kur'an ayetlerinden birkaçına bir atıf. Bunların hiçbirisi yok. Bediüzzaman'ın müceddidler geleneğinin bir ferdi olduğunu söyleyen nur talebesi araştırmacılarımız, her nedense, ‘sırran tenevverete’ gelince asırperestleşiyorlar. Kavramı İslam geleneğinden koparıp tanımlandırmaya başlıyorlar. Neticesinin hassaten FETÖ’de ne fena olduğunu az sonra izah edeceğim ama öncelikle yukarıdaki tanımları analiz edelim istiyorum:

sorularlarisale'nin tarifinden başlayalım: 'devlet ve resmi kurumlarla mümkün mertebe karşı karşıya gelmemek'i kısmını analiz edelim. “Bediüzzaman'ın hayatına ne kadar uyuyor?” diye soralım. Eski Said'i katsak zaten ortalık karışıyor fakat katmadan bile Yeni Said'in duruşunun 'mümkün mertebe devletle karşıya gelmemek' olduğunu söyleyebilir miyiz?

İrdeleyelim. Örneğin: Sürgünün ilk devrelerinden itibaren karakola gidip isbat-ı vücud etmeyi reddeden bir âlim, kendisine teklif edilen şark umumi vaizliğini karşılığında ödeyeceği bedellere rağmen kabul etmeyen bir mü’min, mahkemelerdeki savunmalarında hiçbir eserinden gram gerilemeyen bir mürşid, acaba hakikaten ‘mümkün mertebe devlet ve resmi kurumlarla karşı karşıya gelmemeye’ mi çalışıyordur? Yoksa yeri geldiğinde bundan çekinmiyor mudur?

Şefkat Tokatları bahsine gidelim mesela. O tokatları yemesinin sebepleri içinde 'kendisine ilişecekleri ihtimaliyle sakındığı zamanları’ da saymıyor mu Bediüzzaman? Ne zaman bu tarz bir çekingenlikte bulunsa başına bir şefkat tokadının geldiğini, yeni bir sürgün veya tutuklamaya maruz kaldığını, fakat aksi yönde cesaretle çalıştığında yolların daha çok açıldığını söylemiyor mu?

Yine sorularlarisale'nin 'gürültü patırtı çıkartmadan, gösteriş ve nümayişten uzak' deyişine Risale-i Nur Enstitüsü'nün 'Bu modelde maksat, gürültüsüz patırtısız, kimse rahatsız edilmeden muhtaç gönüllere ulaşmaktır'ıyla birlikte ilişmek istiyorum. İki şekilde ilişeceğim: 1) Nurculuk geleneğinde bu tanımın ne kadar hakkının verildiğiyle. 2) Bediüzzaman'ın hakikaten 'gürültüsüz patırtısız' mı bu iman hizmetini yaptığıyla. Öncelikle şunu soralım:

‘Gürültü-patırtı’dan maksat ‘umumun dikkatini çekecek etkinlikler/eylemler’ ise hakikaten Nurcular umumun dikkatinin çekmeden mi tebliğ yapıyorlar? Sempozyumları, çalıştayları, seminerleri, mevlüdleri ve daha bunlar gibi pekçok mübarek faaliyeti beraberimize alıp düşünelim. Şu an biz tam olarak neredeyiz bakalım. Nurcular, bu faaliyetleri yaparken umumun nazarını çekebilmeyi mi kıymetli buluyorlar, yoksa “Aman gürültü patırtı olmasın!” deyip gizli gizli mi toplanıyorlar? Ve akabindeki soru: Eğer niyet 'umumun nazarını çekmek' değilse böyle organizasyonlar neden yapılıyor? Bu kadar büyük masraflar ve ilanatlar neden göze alınıyor? 'Sessiz ve gösterişsiz' ilkesi böylelikle bozulmuyor mu?

İkincisine gelirsem: Hakikaten Bediüzzaman umumun nazarını eserlerine celbetmeyi istemiyor mu? Örneğin: Lahikalar'da veyahut başka yerlerde mahkemelerin böyle bir hikmetinin/faydasının olduğunu söylemiyor mu? Ehl-i vukufun, vekillerin veya daha başka devlet yetkililerinin Risaleleri okumasına vesile olmasını sağladığı için yargılama süreçlerinden razı olduğunu belirtmiyor mu? Buradaki gürültüsüz patırtısızlık eğer belirgin bir eylem türünü kastetmiyorsa o vakit mahkemeye çıkmak, savunma yapmak veya onu da geçelim, ömrünün ahirine doğru arabayla Türkiye'yi dolaşmak da bir gürültü patırtı değil mi?

Üstelik hakkında konuştuğumuz kişi sürekli Türkiye'nin gündeminde olan birisi. O dönemde gazetelerde Bediüzzaman'a ne kadar yer verildiğini görebilmek için Abdülkadir Selvi'nin Ateşten Yıllar'ını okumanızı tavsiye ederim. Neredeyse günübirlik manşet olan, başyazarların yazılarını ona hasrettiği, her hareketi haber yapılan bir isim. Bu da bir tür dikkat çekmek değil mi? Bediüzzaman bundan sakınıyor mu? Yoksa seyahatleriyle daha fazla kapısını mı aralıyor? Soralım.

En nihayet şuraya geleceğim: Bence Bediüzzaman'ın vefatından sonra ‘sırran tenevveret’ gibi kavramların içeriği yeniden şekillenmiştir. Kur'an'daki, sünnetteki, ehl-i sünnet çizgisindeki, Risale-i Nur'daki ve Bediüzzaman'ın hayatındaki karşılıkları aranmak yerine, o an hangi tanım iş görüyorsa, o yerine konmak suretiyle yola devam edilmiştir. Bir ‘sorun çözücü’ muamelesi görmüş yani ‘sırran tenevveret.’ Örneğin: Mısır'daki darbeye karşı girişilen küresel Rabia hareketi bile bu tanıma bakarsanız 'sırran tenevveret' manasına uymamaktadır. Hatta Nurcular dahi twitter’daki tt çabalarıyla bu ilkeden dışarı çıkmaktadırlar.

Peki ‘sırran tenevveret’ nedir? Tam bir tanım söyleyemem ama şunu hatırlamanın faydalı olacağına inanırım: İlk yılı çok az, altı yılı biraz daha fazla, hicretle beraber artan ve asıl inkişafıysa Hudeybiye sulhüyle olan bir çizgide yayılıyor İslam. Peki bundan ne çıkarılmalı? İlk altı yıl için ‘başarısız’ mı denmeli? Aksine, o ilk altı yıl olmasa, sonraki bu devasa adımlar atılamazdı. Çünkü o ilk altı yıl bir tür kök salma dönemiydi. İslam'ın, Aleyhissalatuvesselamdan sonra, en ihlaslı, istikametli, gayretli savunucuları o ilk altı yılın içinde yetişenlerdi. Vefatından sonra da yine en önde onları görüyoruz İslam'ı omuzlamakta.

Bu noktadan baktığımızda, evet, Aleyhissalatuvesselamın tebliğe başladığı anda katlanarak artan bir ümmeti yok. Bir gürültüsüzlük patırtısızlıktan bahsedeceksek işte bu da bir tür gürültüsüzlük patırtısızlık. Çabaları değil meyveleri itibariyle gürültüsüzlük patırtısızlık. Peki Allah Resulü dikkat çekmeye çalışmıyor muydu? Elbette çalışıyordu. Akrabalarını toplayıp hepsini birden hidayete çağırabiliyordu mesela. Panayırları gezebiliyordu. Ama Allah onun hidayet ağacını birden inkişaf ettirmedi. Önce iyi yükselecek ağacın köküne güç verdi. Az gelişti fidan ama o sırada toprağın altında büyüyordu aslında. Kök kıvamını bulunca boyu patladı. Dünyanın dört bir yanına dallarını saldı.

İşte bence sırran tenevveret budur: Ağacın kök salma dönemidir. Saklanmayı kastetmez. Dikkat çekmemeyi de. İnkişafın patlayarak olmamasını kasteder. Tedricen gelişimin ismidir. Hemen ele geçmeyen sonuca karşı sabrını korumaktır. Gürültü çıkarmamak bir yanıysa da bunda tutumu kesinlikle gizlilik değildir: "Kardeşlerim, bu geniş hücum, Risale-i Nur'un fütuhatına karşıdır. Fakat anladılar ki, Nurlara iliştikçe daha ziyade parlar, ders dairesi genişlenip ehemmiyet kesbeder ve mağlûp olmaz. Yalnız sırran tenevveret perdesi altına girer."

Hatta, ne yalan söyleyeyim, çabuk patlayan hareketlerden de korkarım ben. İçi çürük olur öyle şeylerin. FETÖ de böyleydi bence. Hırsla patladı. Fakat bu patlama öyle köksüzdü ki ayakta duramıyordu. Küresel güçlere yaslanma ihtiyacı duyuyordu. Sürekli esniyor, savruluyor, değişiyordu. Sonunda da toprağını terketti.

Hatta Gülen bir Bamteli'nde (Bayrama Hasret Asırlar ve Yumruklandıkça Güçlenen Bahadırlar) sırran tenevvereti “küresel güçleri karşısına almadan Filistin'e yardım etme” olarak bile yorumlayabiliyordu. Bundan da ötede, yıllardır sürdürdüğü gizli yapılanmayı da, çizgisinde yaşadığı esnemeleri de hep böylesi bir 'sırran tenevveret' içinde zeminlendiriyordu. FETÖ için sırran tenevveret Bediüzzaman'ın izzetli duruşu değil devletin içine sızabilmek için yürütülen bir casusluk faaliyeti gibiydi. Şiiliğin takıyyesini alıp onu sırran tenevveretin içine doldurmuştu. Dönüştürmüştü. Tebliği izzetinden arındırmıştı.

Buraya dikkatinizi çekiyorum. Çünkü bence sırran tenevveret tam bu noktada tam tersine dönüşüyor. "En büyük hile hilesizliktir!" diyen Üstadın çizgisinden gittiğini iddia eden bir grup, ‘Hedefe ulaşmak için her hile/takiyye caizdir’e varacak bir esneme yaşıyor. Bunun hikmetini sorunca da 'sırran tenevveret' veya 'tedbir' diyorlar size. Gizlice aydınlanacak, perde arkasından nurlandıracak, arkasını dolaşacak. Vay arkadaş vay! İyi de şu eylediklerini Bediüzzaman'ın hayatıyla bir sına bakalım. Ne kadarı tutuyor? Karakteri buna elverir görünüyor mu? Hatta Hz. Ali radyallahu anhın merdane mesleğine bak. Senin esnekliğinin zerresi var mı orada? Peki bu dümencilik size nereden geliyor?

Onların gelecekleri yer bilmem ama biz nihayetinde Bediüzzaman'ın Lemaat'ta altını çizdiği şeye geliyoruz: "Zaman olur zıd, zıddını saklarmış. Lisân-ı siyasette lâfız, mânânın zıddıdır. Adâlet külâhını, zulüm başına geçirmiş; hamiyet libasını, hıyânet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bâğî ismi takılmış. Esâret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nâm verilmiş. Zıdlarda emsâl olmuş, sûretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî." Yani anlam kaymaları asrındayız arkadaşım. Bu nedenle bize sunulan tanımlara ehl-i sünnet çizgisinden tekrar tekrar bakmamız gerek. Bozulmalar en çok çarpıtmayla yapılıyor çünkü.






[1] http://www.sorularlarisale.com/makale/14955/sirran_tenevverat_ne_demektir.html (Görüntülenme tarihi: 06.10.2014)
[2] http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Enstitu&SubSection=EnstituSayfasi&Date=11/11/2005&TextID=988 (Görüntülenme tarihi: 06.10.2014)

3 Ekim 2014 Cuma

Allah etkileyerek bilir, insan etkilenerek...

"Benim için herşey siyahtı. Ama öğretmenim bana siyahın yeni anlamını öğretti. Siyah, sadece karanlık ve boğulma değil, başarının rengi. Bilginin rengi. Mezuniyet cüppesinin rengi." Black filminden.

Bizim için siyah beyaza açlık duyduğumuz yerdir. Renklerin olmadığı yerde siyah da yoktur. Çünkü zıttı yoktur. Onun ayrımına/farkındalığına varılacak başka ihtimal de yoktur. Bilebilmemiz için birisinin bizi farklı ihtimallerden haberdar etmesi gerekir. İnsan Allah'ı açlıklarıyla anladığı gibi duyuşlarıyla da anlıyor. Göz, kulak, ten, burun gibi âlemi bize getiren, bir yönüyle büyük âlemi bizim küçük âlemlerimize taşıyan herşey bizim duyumuz. Latif olanın tecellilerini yakalayan ve kendisinde misafir eden herşeye latife diyoruz. Verici-alıcı. Bu yakalamalara akıl dahil olursa 'anlamak' deniliyor. Anladın. Yani yakaladın. Yani aklınla da farkındasın. Bilmiş oldun onu.

Farkındalık da seviye seviye. Aklın dahil olmasaydı bu biraz daha sezgiye yakın olurdu. Çünkü sezgi aklın biçim veremediği duyuşlara denir. Seziyorsun ama kalıba sokamıyorsun. İfade edemiyorsun. Delilini ortaya koyamıyorsun. Böyle akılsız bir biliştir o.

Sezginin de bir bilme çeşidi olduğunu bugün kimse reddetmiyor. Hatta Gabor Mate gibi bazı bilim insanları bağışıklık sistemimizin dahi bir duyu olduğunu iddia ediyorlar. Nasıl? Mesela kolay hastalanmaya başladıysan sana şu şekilde seslenilmiş oluyor: "Dostum, hayatı yeterince istekle yaşamıyorsun, ben de bedeni hayata tutunmaya ikna edemiyorum."

Demek dışarıyı içeriye 'etkilenmek' suretiyle taşıyan herşey bizim duyuşumuz. Bunlardan bazıları daha sık karşımıza çıktıklarından isim taktık onlara. Bazılarının sadece varlığını hissettik. Sevmek, beğenmek, nefret etmek, âşık olmak, acımak, utanmak, şaşırmak ve diğerleri. Aslında her birisi bir elçi. Amaç: Dıştan haberdar olsun içteki cevher. Bu duyuşlar ve sezişler olmasa taştan farkımız olmazdı herhalde. Belki de bu yüzden Kur'an, duyuşları azalan, örtülen, bastırılan insanları (ehl-i küfrü) böyle tarif ediyor: "Sonra kalpleriniz taşlaştı. Hatta taştan da katılaştı."

İnsanın yumuşaklığı teninde değil etkilenmesindedir. Derisi kalın olana değil duygularını belli etmeyen adama 'sert adam' derler. Yani ya etkilenmiyor yahut da etkilendiğini belli etmiyor. Bastırıyor. Her iki şekilde de bir sakla(n)ma var. Nasıl bir saklanma? Belki biraz Fabio Volo'nun Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'da tasvir ettiği halet gibi:

"Hep hareket halinde, hep bir meşguliyet içinde olmalıydım, yapmam gereken bir sürü şey olmalıydı. Bir hayat boyu kaçıyordum, koşuyordum, korkularımdan, hiç geçmeyen bir melankoliden ve depresyondan saklanmaya çalışıyordum. Sessizlikten. Yalnızlıktan. Hep birşeylerle uğraşmaya ihtiyaç duyuyordum. Sürekli bir projenin içinde olmaya ihtiyacım vardı, kendimden uzak durmak için meşgul olmaya."

Siyer kaynaklarında anlatılır ki: Müşrik önderleri de vahyi dinledikleri zaman etkileniyorlardı. Mucizelere şahit olduklarını reddetmiyorlardı. Ama saklıyorlardı. Ama bastırıyorlardı. Hatta etkilenişini açık ederse birisi, onu, aşağılayarak tekrar sertleşmeye davet ediyorlardı. "Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki Allah da onlara kendilerini unutturmuştur!" buyuran Kur'an sanki bize bir tuhaf halet-i ruhiyeden de haber veriyor: Kendinden kaçma ve özden/içinden geleni saklama. Yani bir nevi erkekçe(!) tasannu. Yediği yumruklara rağmen "Acımadı ki!" diye ağlayan çocuk.

Hassaten hayretlerini saklamak noktasında tetikteydiler. Zayıflıktı bu onlar için. Demek istibdadın bir nevi de böyle: İnsanların gerçek duygularını saklamak zorunda kalacak şartlarda yaşamaları. Bir nevi manevi istibdat. Yine hatırlarsak, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın "Allah senin kalbinden merhameti almışsa ben ne yapayım?" dediği kişi, ona, 'bir kez bile çocuklarını öpüp okşamadığını' söylemişti. Ve muhtemelen zayıflıklarını(!) böylesine belli ettiği için Aleyhissalatuvesselamı tuhaf buluyordu. Fakat Allah Resulü, cahiliyenin bu istibdadını da lâtı, menatı, uzzayı yıktığı gibi yıkmıştır. Barekallah.

Bizim bilişimiz bize bildirilmesiyle. Peki Latîf ve Habîr olan Allah nasıl biliyor? Elbette Alîm olanın bilişi bizim bilişimiz gibi değil. O bilmekle biliyor. Biz bildirilmekle biliyoruz. En yalın fark bu. Denis Diderot'nun Körler Üzerine Mektuplar'ında geçen kör ile M.'nin diyaloğunu hatırlayalım. M. köre sorar: "Peki ya sizce göz nedir?" Körün cevabı şöyledir: "Bu öyle bir organdır ki, hava ona, değneğimin benim elime yaptığı tesirin aynını yapar."

Kör gözün tarifine çok yaklaşmıştı. Latif olan ışığı bilmiyordu ama latife olan 'dokunuşu' biliyordu. Bu yüzden bilmesini duyuşuna bina etti. Böylesi bir duyuş aracılara muhtaçtır. Fakat Allah'ın bilişi aracısız bir biliştir. O vasıtalara muhtaç olmaktan münezzehtir. Bilmesi bildirilmekle değil bilmekledir. Tesir ederek, yaratarak, murad ederek bilir herşeyi. Etki altında kalarak değil. İlmi ezelîdir. Ettiğimiz dualar onun yaratığıdır. Biliyordur ki yaratmıştır. Yarattığından sonradan haberdar olamaz.

Bizim bilmemiz onun haberdar ettiğidir. Meleklerin Kur'an'da pek güzelce söyledikleri gibi: Onun bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Böyle bir bilgi olmadığı için, hâşâ, onun sonradan haberdar olduğu birşey de olamaz. Bence kader konusunda çukura düşenler en çok bu biliş farkını kavrayamadıkları için çuvallıyorlar.

Bediüzzaman'ın Allah'ın ehadiyetini izah ederken sık sık güneş örneğini kullanması biraz da bundan gibi geliyor bana. Her yerde ilmi, iradesi ve kudretiyle hazır ve nazır olan, herşeyden dolayısıyla etkilenen değil, ışık gibi herşeye tesir edendir zaten. Öyle tesir edicidir ki Ona şeffaf olmayan yoktur. Latiftir, "şu koca güneş dahi gök denizinde şems-i ezelinin 'nur' isminden tecelli eden bir lem'anın katre-misal bir aynasıdır."

Şuunat bahsine yüzümü dönersem: Bizdeki duyuşlar, bilişler veya sezişler elbette Onu anlamakta bir penceredir, fakat en nihayetinde bizim kusurlu duyumuşuz ve duyuşla başlayan bilişimiz onun bilişi gibi değildir.

Arkadaşım, en nihayet demem o ki, münezzeh ve mukaddes dediğinde yaptığın tenzihi, bu farkı ortaya koymanın ifadesi olarak da düşün. Cenab-ı Hak senin gibi sonradan haberdar olarak bilmez hiçbirşeyi. Çünkü (hâşâ) o bilmese zaten o şey varolamaz. Kadere imanı kaçınılmaz kılan da budur. Biz birşeylerden onlar olduktan sonra haberdar olsak bu onların yaratılmasına engel olmaz. Çünkü biz yaratıcı değiliz. Fakat Allah'ın ilmi o şeyi kuşatmazsa o şey kimin kudreti ve iradesiyle varlık sahasına çıkabilir?

30 Eylül 2014 Salı

Barış süreci, empati, 'efendilerin barışı' ve Milan Kundera

"Ey Türkler ve Kürtler! İnsaf ediniz. Bir râfızî bir hadise yanlış mânâ verse veya yanlış amel etse, acaba hadisi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi tahtie edip nâmûs-u hadisi muhafaza etmek mi lâzımdır? Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve tedipten başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şâhâne serbest olsun." Münazarat'tan...

Yüzyıllık parantez kapanıyor. Barış süreci işlemeye devam ediyor. Bazı çatlak seslere rağmen, her iki halk da (hatta Türkiye'nin bütün halkları da) beraber yaşabilme umudundan vazgeçmiş değil, sürecin arkasında duruyor. Zaten sürecin arkasında böylesine güçlü bir kamuoyu desteği olmasaydı, ezberbozan adımlarını bu kadar cüretle atabilmesi mümkün değildi.

Elbette daha alınması gereken çok yol, bozulması gereken çok ezber, yapılması gereken çok şey var. Fakat hepsinin ötesinde ve hepsine bedel: Artık umut var. Birşeylerin değişeceğine dair bir umut. Yeni Türkiye'ye dair bir umut. "Yapılamaz!" sanılan şeylerin yapılabildiği bir dünya açılıyor yeni yeni önümüzde. Öğrenilmiş acizlikleri aşmak, fiziksel engelleri kaldırmaktan daha zordur. Psikolojik eşikler, fizyolojik eşiklerden daha yüksektir bazen. Türkiye'nin yüzyılı bu eşikleri aşılmaz ve 'aşılması teklif dahi edilemez' duvarlar sanarak geçti. Şimdi, cesaret ederse, üzerlerinden sıçrayabildiğini görüyor. Yeni yürümeye başlayan bir çocuk gibi, biraz temkinli, ağır ağır gidiyor bu yüzden. Ama yürüdükçe ve yürümeye cesareti arttıkça kuvvetlenecek/hızlanacak adımları. Emeklemesi yürümek, yürümesi koşmak olacak. Küresel aktörlerin bu süreçten rahatsız olması da en çok bundan. Çünkü aslanı kamçının değil, korkunun terbiye ettiğini biliyorlar.

Peki, barış süreci nedir? Bir empati midir? Hayır. Bence barış süreci empatiden öte birşeydir. Yüzyıllık Parantez kitabında Etyen Mahçupyan'ın da dikkatleri çektiği gibi; empati, karşındakinin ne istediğini sormak değil, karşındakinin ne istediğini tahmin etmeye çalışmaktır. Ve en nihayetinde hiçbir empati, karşındakinin ne istediği sormak kadar güçlü/kesin sonuçlar veremez. Sen bir başkasının yerine koyduğunda kendini, ne kadar bir başkası olabilirsin? Bir Türk, kendisini bir Kürdün, bir Ermeninin, bir Lazın, bir Çerkezin yerine koyduğunda ne kadar başarabilir bunu?

İşte barış süreci bunun 'yerine koymakla' olmayacağını çözen aklın, yerine karar vermeyi bırakıp, "Sen ne istiyorsun?" diye sormaya başlamasıdır. Barışı, böyle bir barıştır. Yoksa Şükrü Nişancı'nın Sivil İtaatsizlik kitabında dikkatleri çektiği gibi; Hitler de barış yanlısıdır, Stalin de. Fakat onların istediği 'efendilerin barışıdır.' Yani mesela; Hitler belki de dünyanın üçte birisi ona verilse, beşte birisini de katletse barışmaya razıdır. Ancak bu barışın halkların barışı olduğu söylenebilir mi? İnsaflı denilebilir mi?

İşte Yeni Türkiye, cesaretle, konuşulmaz sanılan bir kesime ne istediğini sormuş ve aldığı cevapların yerine getirilmesini sağlayacak adımlar da atmaya başlamıştır. Tekrar altını çizmek istiyorum: Bu bir empati değildir. Bu, inşaallah, sahici barıştır.

Empatinin zulmediciliğine dair en güzel örneği ise, Sovyet Rusya'nın Çekoslovakya'yı işgali sırasında yaşadığı bir hatırayı nakleden Milan Kundera veriyor bence. Jacques ile Efendisi oyunun önsözünden alıntılarsam bu hatırayı:

"İşgalin üçüncü günüydü. (...) Yollarda, tarlalarda, ormanlarda, Rus piyadeleri her yerdeydiler. Derken arabamı durdurdular. Üç asker arabamı aramaya koyuldu. Askerler işini tamamlayınca, emri veren subayları bana Rusça sordu: 'Kak çuvstvuyetyes?' Tercümesi: 'Neler hissediyorsunuz?' ya da 'Duygularınız neler?' Sorusunda ne fesat, ne ironi saklıydı subayın. Bilakis, şöyle sürdürdü lafını: 'Bütün bunlar bir yanlışlıktan ibaret. Düzelecek herşey elbet. Biz Çekleri seviyoruz, bunu bilmeniz gerek. Sizleri seviyoruz!'

Binlerce tankın taş üstünde taş bırakmadığı topraklar, geleceği elinden alınmış bir ülke; tutuklanmış, alıkonmuş Çek devlet adamları ve büyük aşkını itiraf eden bir işgal ordusu subayı. Yanlış anlaşılmasın, niyeti katiyen işgalden memnuniyetsizliğini dile getirmek de değildi bu subayın. Hemen hepsi bir ağızdan konuşuyordu askerlerin; davranışlarının temelinde yatan unsur; zorbanın sadist arzuları değil, başka bir arketipin, aşkına karşılık bulamayanın arzularıydı: 'Neden Çekler (biz onlara sırılsıklam âşıkken!) bizimle yaşamak, bizim gibi yaşamak istemiyorlar?' Aşkın ne olduğunu öğretmek için tanklardan medet ummamız ne acı!
"[1]

İşte bence Türkiye'nin Kürt halkıyla yaşadığı yüzyıllık gerilim biraz da bu. Türkiye, Kürtleri sevmiyor mu? Hayır, kesinlikle öyle değil. Onları yanında istemiyor mu? İstisnalar olabilmekle birlikte kesinlikle genelin düşüncesi bu değil. Peki nedir o zaman bizi bu kadar zamandır birbirimize kırdıran? Biz, muhatabımızın kalbini empatiyle anlamaya çalışıyoruz; neyi, neden, ne şekilde istediğini gidip sormuyoruz. "Bu kadar versek, çok bile, yeter!" geliyor bize. Kürt haklarından bahsettiğiniz zaman sanki Marstan gelmişsiniz gibi hayretle size bakan yüzlerde bu soru var aslında: "Bu kadar güzel şartlarda yaşamak, yetinmek varken neden hâlâ bu kavgayı sürdürüyorsunuz?" İşte barış süreci bu soru cümlesinin yerini şunun almasıdır: "Senin kalbini nasıl kazanabilirim? Ne şekilde yaşarsan mutlu olursun?" Çünkü dünya üzerinde Türküm deyince mutlu olmayan insanlar da var.






[1] Can Yayınları'nın Eylül 2013 baskısından Ayberk Erkay'ın çevirisiyle.

29 Eylül 2014 Pazartesi

Son siyer-bükücü 2: Marslı çocuğu boşver, Hz. Halid'e gel

Popülerlikte elbette 'marslı çocuk'la yarışmaz, ama dikkatinizi çekmek istediğim birşey var Gülen'in son nağmelerinde. Kuzuların uzun sessizliğinin ardından çılgın bir enerji ile dolu çıktığı itikaf, Gülen'in stratejisi hakkında çok açık olduğu beyanlarını da içeriyor. Yani Gülen, daha ardıl yollar kullanıyorsa bile cemaatiyle iletişim kurmak için (ne bileyim; telefon, telepati, sms, email, duman yahut Dumanlı'yla haberleşme) nağmelerini de topyekun mesaj vermenin aracı olarak istimal ediyor. Yani bir nevi şah artık sahada. İkincil, üçüncül mesaj yöntemleri yok. Karşı tarafla da doğrudan muhatap oluyor bir nevi. Hasmını da karşısına alıyor.

Normalde pek bunu tercih etmezdi. Karşı tarafı muhatap almak, onun aşkınlığına, dünyadan el çekmişliğine, siyaset üstü'lüğüne, hoşgörü imajına zarar verirdi. Değinmesi gereken güncel şeyler varsa, başka birşeyi konuşurken ima ile hafifçe dokunurdu onlara. İşaret alınırdı hemen. Fakat şimdi öyle değil. Sahada ve herkul.org editörlerinin tüm makaslamalarına rağmen kaçırdıkları açıklar veriyor. Demek ki, konuşması, susmasından daha hayırlı.

Marslı çocuk olayı belki çok gündem oldu; ama o nağmelerin eleştirilmesi, analiz edilmesi en saçma noktasıydı. Yani orada ha 'marslı çocuk' demiş, ha 'karslı çocuk' demiş, ha 'satürnden gelip elimi öptüler' söylemiş, çok ehemmiyeti yoktu bence bunların.

Hatta ben bir gün önce o nağmeyi dinlemiş olmama rağmen (ah, evet, sıkı bir takipçisiyim artık) orayı 'marslı çocuk' olarak anlamadım, 'çinli çocuk' olarak anladım. Bana gündem olduğu söylendiğinde de şaşırdım, tekrar izledim. Sonradan geyiğine dahil oldum elbette (hiç dayanamam) ama tren çoktan kaçmıştı. Eh, Mozart da olsanız konserin sonuna yetiştiğinizde adınızın efsane olmasını bekleyemezsiniz. Benim yaptığım geyikler de boşuna gitti. Fakat geyiğine dahil olmuş olsam da ciddiyetle tekrar altını çizmeliyim: Marslı çocuk meselesi Gülen'in nağmelerinin eleştirilmesi, uğraşılması en saçma noktasıydı. Böyle şeyleri yakalayıp gündem yapmak ona karşı elimizi güçlendirmiyor, zayıflatıyor. Muhatabınızın hatasını bu kadar yüzeysel bir şekilde ararsanız, bir nevi hile ile çelmelerseniz, onu yere düşürdüğünüzde kimse sizi tebrik etmez, alkışlamaz, takdir etmez. Güreşin de bir asaleti var. Birinci kuralı yere sermekse, ikinci kuralı 'kurallara uygun olarak' yere sermek. Eğlenceli olabilir, ama uzun vadede kazandırmıyor, vesselam.

Orada belki en büyük gariplik, Gülen'in Uzay Yolu'ndaki Kaptan Spark mimikleriyle bir espri yapmasıydı. Espriyi yaparken o kadar ciddi duruyordu ki (bu arada esprinin de yaşına göre çok ergen kaçtığını belirtmeliyim), muhtemelen, o an karşısında olan kitleden bile "Ulan, acaba gerçekten mi geldi?" diye düşünenler olmuştur. O sözü söylerken gülmüş, hazretlerine yakışmaz ama, bir kahkaha atmış falan olsa idi şu an 'marslı çocuk'u konuşmuyor olacaktık. Marslılar da paralel suçlamaya uğramaktan korkmayacaklardı. (Daha acı olansa; Gülen gerçekten 'marslılar ziyaretime geldi' dese, buna inanacak takipçilerinin olması.)

Neyse, lafı çok uzattım, asıl meseleye geleyim: Ben asıl, Gülen'in son nağmelerinde tekrar be tekrar değindiği Hz. Halid b. Velid'in Hz. Ömer tarafından görevden alınışı meselesine dikkatinizi çekmek istiyorum. Gülen, neden iki nağme de bir dönüp bu mevzudan bahsediyor? Asıl bunun analiz edilmesi taraftarıyım. Gülen'in nağmeleri analiz edilecekse, espri malzemesi olan yanları değil, Asr-ı Saadet'ten yaptığı örneklemelerin neye matuf olduğu planında bakılmalı onlara. Çünkü o seçimlerin hiçbirisi gelişigüzel değil. Gülen, irticalen konuşuyormuş gibi görünebilir. Ama inanın, konuşmaya başlamadan önce kafasında çok iyi bir kurgu var onun. Konuşmayı önce kafasında yapıyor zaten karşısındakilere yapmadan önce. Neyi, ne zaman, ne şekilde söyleyeceğini planlıyor. 1) Gülen 2) Cem Yılmaz. Anlatacaklarını uzun bir kurgu içinde kafalarında tutabilen iki yetenek bence. Bu yüzden her ikisi de uzun bir süre çok farklı şeylere onlarca atıf yapıp, hiçbir metne bakmadan diyeceklerini bitirebiliyorlar.

Peki, madem onu analiz edeceğiz, öncelikle nağmelerden birinden alıntılayalım o örneklemeyi:

"Büyük zafer ve muvaffakiyetler Cenâb-ı Hakk’ın inayetinden bilinmez de şahıslara verilirse, o şahıslar hafizanallah güç ve kuvvet zehirlenmesine maruz kalırlar.

"Halid b. Velid cihan çapında bir kumandandı. Allah (celle celâluhu), iki büyük imparatorluğu onun kılıcıyla dize getirmişti. Asker, başında Halid’i görmeyince bir yere hareket etmeyecek derecede ona bağlanmıştı. Bununla beraber, Yermuk muharebesi gibi Müslümanların ölüm-kalım mücadelesi verdiği bir sırada, Halife Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) onu azletmişti. Emri tebliğ vazifesi kendisine verilen Muhammed b. Mesleme, Hazreti Halid’in başındaki sarığı boynuna takıp onu bu hâlde halifenin huzuruna getirivermişti. Hazreti Ömer 'Halid! Allah şahit ki seni çok seviyorum. Ama halk bütün zaferleri senin şahsında buluyor. Hâlbuki bize bu zaferleri ihsan eden Allah’tır. İnsanların şirke düşmesine meydan vermek istemiyorum. Ve bunun için de seni kumandanlıktan azlediyorum' demişti.

"Hazreti Halid b. Velid ruhunun ufkuna yürüdüğünde geriye bir atı, bir kılıcı ve bir de kalkanı kaldı. Yuh olsun başka şekilde düşünenlere!.. Kendisini bir şey zanneden egoistlere, egosantristlere.. imkan elde ettiği zaman kendi için yeni imkan yolları araştıranlara.. villalar, yalılar hazırlayanlara.. yuh olsun...
"

Şimdi, öncelikle Gülen'in bütün takipçilerine verdiği bir eğitimden bahsetmeliyim. Bu eğitim kitabî değil, bir metni veya formüle edilmiş bir hali yok, ama cemaatine en iyi aşıladığı şeylerden birisi. Seçilmişlik algısı. Kendilerini özel insanlar gibi gördürerek, geleneği aradan çıkaran ve doğrudan asırları ve Asr-ı Saadet'i bağlayan bir kitle yetiştiriyor.

Sonra bu insanlar hangi kıssa, menkıbe, Asr-ı Saadet tablosu anlatılsa, orada hemen kendilerini bir yere koyuyorlar. (Hep de haklı ve masum olanın yanına koyuyorlar.) Nurculardan ayrıldığı yetmişli yıllarda bunu Ebu Zerr (r.a.) üzerinden başlatmış. Daha sonra da farklı formüllerle devam ettirmiş. Örneğin; Hz. Halid'in azli meselesini dinlerken de otomatikman Gülenistlerin tamamının kafası şuraya gidiyor: "Hz. Ömer, Hz. Halid başarılı olmasına rağmen, insanlar şirke girmesin diye onu görevden almıştı. Bugün de biz, bütün başarılar Erdoğan'dan bilinmesin diye, görevden almalıyız. Almaya çalışmakta haklıyız. İnsanlar onu desteklemekle aslında tehlikeye giriyorlar, şirke düşme tehlikesi yaşıyorlar." Hemen Gülen tarafından yüklenen bu yeni programa göre çalışmaya başlıyorlar.

Gülen, gerçi vites değiştireceklerini yeni söyledi, son nağmelerinde (son ikisinde) altını çizdiği birşey bu. Fakat ben tabloyu anlattığı andan beri bir vites değişikliği olduğunun farkındayım. Zira daha öncesinde hiç hayâ etmeden Firavun'a, Nemrud'a benzettikleri Erdoğan'ı artık Hz. Halid'e benzetmeye başladılar. Kendileri de Hz. Musa, Hz. İbrahim konumundan Hz. Ömer konumuna çekilmiş oldular.

Peki ne değişti? Değişen şu bence: Erdoğan'ın lanet edilesi kötü bir adam, bir Firavun olduğu lansesi toplumda bir karşılık bulmadı. Bulmadığı gibi toplum bunu nefretle itti. Bu konuya dair bütün çabaları boşa çıkıyor, gördüler. O vakit, bu noktaya kadar getiremeyeceklerini ikinci bir formülle ikna etmeye çalışacaklar: "Bütün başarıların Erdoğan'dan bilinmesi şirk olur. Erdoğan kendisi kötü bir insan olmayabilir. İyi bir komutan, idareci olabilir. Hz. Halid de yenilgisizdi. Ama insanların günaha düşmemesi için onu görevden uzaklaştırmalıyız. Yoksa insanlar şirke düşecekler. Her başarıyı ondan biliyorlar. Biz kendisini kötü görmüyoruz. Ama Hz. Ömer gibi yapmak zorundaydık ve denedik, denemeliyiz." Varılmaya çalışılan demagoji bu arkadaşlar.

Hatta hassaten Hayırhah Arkadaş ve Mabeyn-i Hümayun isimli nağmesinde Gülen bu vites değişikliğinin en açık sinyalini vermişti:

"Hayırhah arkadaşı, bir eğri büğrüyü, bir kırık döküğü haber verdiği zaman insan darılmamalı. (...) Karşımızdaki insanın karakterini iyi okumalı, ne ölçüde tepki verebileceğinin tespitini yapmalı ve işte buna göre alternatif üsluplar bulma yoluna gitmeliyiz. Aksi takdirde kusurları düzeltelim derken, insanları rencide edip incitirsek üslupta yapacağımız böyle bir hatayla her şeyi yıkıp yerle bir eder ve hiç beklemediğimiz sonuçlarla karşılaşırız. Herkesin bir hayırhah arkadaşa olan ihtiyacını o büyük sultanlar şeyhülislamlarını dinleyerek gidermişlerdir. Kanunî gibi büyük bir sultan adımını atarken bile Şeyhülislam Ebussuud Efendi’ye soruyordu. Fatih, Akşemseddin’in ve Molla Hüsrev’in gözünün içine bakıyordu. Onlar gibi, hakkın hatırını âlî tutan ve 'Hünkârım, bu doğru değil!' diyecek kadar hakperest olan insanlardan birer mâbeyn-i hümâyûn oluşturmuşlardı."

Burada da görüldüğü gibi Gülen kendini ve örgütünü Akşemseddin, Ebussuud Efendi ve Molla Hüsrev yerine koyuyor (Erdoğan da yine Firavun değil; Fatih, Kanuni); hakikati söyleyerek muhataplarını sarsmış olsalar bile, hataları söylemekten dolayı bir vebal ve suizan altında olmamaları gerektiğinin altını çiziyor. Kendilerinin mabeyn-i hümayundan uzaklaştırılmamasını gerektiğini (sanıyorum burada da devlet kadrolarından cemaatin uzaklaştırılmasına bir serzeniş var) belirtmek istiyor. Bu nağmenin devamı da istişare üzerine zaten. Başında da Gülen kendisinin bir arkadaşı tarafından doğru bir nasihatle nasıl sarsıldığını anlatıyor. Ama onu anlayışla karşılamış. Şimdikiler de Gülen'i ve örgütü doğru anlamalı demek istiyor.

Her neyse... Sadede gelirsem: Gülen ve takipçilerinin önümüzdeki seçimlere kadar yeni stratejisi şu gibi: Erdoğan'ı ve etrafındakileri kötülemeden, geçmiş bir yılda olduğu gibi ateşli bir muhalefet etmeden, altlarını oymaya devam etmek. Özetle taktik bu. Erdoğan'ın şahsına vurmadan etrafını dolaşmanın bir yolunu arayacaklar galiba. Gün ola harman ola. Bakalım başarabilecekler mi? Birkaç yazıyla daha önümüzdeki haftalar siyer-bükücü'nün hünerlerini analiz etmeye devam edeceğim. Beni okumaya devam edin, yıllarım cemaat içinde geçti, en iyi ben anlarım onların dilinden. :)

24 Eylül 2014 Çarşamba

Sivrisineğin gör dediği

"Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince, onlar böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfir olanlara gelince: Allah böyle misal vermekle ne murat eder, derler. Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır." (Bakara sûresi, 26)

Biz küçükken yaygın bir kanaat hâkimdi. (Belki hâlâ öyle.) Sinekler, sivrisinekler kesinlikle pis hayvanlardı. Taşıdıkları mikropları da gelir bizim en sevdiğimiz yiyeceklerin içine bırakırlardı bu işgüzarlar. (Ders kitapları dahi böyle söylüyordu.) Hem geceleri de rahat durmaz, kulağımıza yakın attıkları sortilerle bize bir gerilim yaşatırlardı. Acımadan kanımızı alırlardı. Ve daha neler neler... O yüzden biz de çocukken sineklere karşı pek merhametsizdik.

"Acaba sinekler gerçekten böyle canlılar mı?" Hiç sormamıştım bu soruyu. Kurumuş yaprağın bile hikmetsizce yere düşmediği bir âlemde sinekler neden bu kadar bol ve sık yaratılırlar, düşünmezdim. Bilmek istiyorsan, gerçekten istiyorsan, sormaya önce 'zaten bildiklerinden' başla demişler. Ben de bu sorgulamayı Bediüzzaman'ın metinleri sayesinde yaşadım. O kadar çok sineğe/sivrisineğe atıf yapıyordu ki Risalelerinde. Şaşırmıştım o vakitler. Hatta müstakil Sinek Risalesi diye anılan bir eseri dahi vardı:

Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan’da, vahy-i Rabbaniye mazhariyetle serfiraz olduğundan, onları sevmek lazım gelirken, sinek düşmanlığı, belki insana daima muavenete dostane koşan ve her belasını çeken o hayvanata düşmanlığı gadirdir, haksızlıktır. Muzırların yalnız zararlarını def için mücadele olabilir. Mesela koyunları, kurtların tecavüzünden korumak için onlara mukabele edilir. Acaba hararet zamanından vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık ve bazı mevadd-ı muzırrayı hâmil evridede cereyan eden mülevves kana musallat, belki memur olan sivrisinek ve pireler fıtrî haccamlar (kan alıcılar) olmasınlar mı? Muhtemel...

Sinek pisliği, tıp cihetiyle zararı yok bir maddedir ki, bazan tatlı bir şuruptur. Fakat sinek, yediği binler muhtelif muzır maddelerin ve mikropların ve semlerin menşei olmakla, sinekler küçücük istihale ve tasfiye makineleri hükmüne geçmeleri hikmet-i Rabbaniyeden uzak değildir, belki şe'nindendir. Evet, arıdan başka sineklerin bazı taifeleri var ki, muhtelif ve müteaffin maddeleri yerler, mütemadiyen pislik yerine katre katre şurup damlatırlar. O semli (zehirli), müteaffin maddeleri ağaçların yapraklarına yağan kudret helvası gibi tatlı, şifalı bir şuruba tebdil ederek, bir istihale makinesi olduklarını ispat ederler. Bu küçücük fertlerin ne kadar büyük bir milleti, bir taifesi olduğunu göze gösterirler.


Bakınız, bu cümleleri biraz tetkik edince bakış açımız ne kadar değişiyor. O zaman hazır olun, aynı eserden bir küçük alıntı daha:

(...) seher vaktinde, sinek ve karınca gibi kesretli küçük hayvanlardan bahis açıldı. Ona dedim ki: Böyle nüshaları çoğalan nevilerin ehemmiyetli vazifeleri ve kıymetleri vardır. Evet, bir kitap, kıymeti nispetinde nüshaları teksir edilir. Demek, sinek cinsi de ehemmiyetli vazifesi ve büyük kıymeti var ki, Fatır-ı Hakîm, o küçücük kaderî mektupları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksir etmiş.

Şimdi okuduğunuz bu alıntılar ışığında dünyam daha bir başka. Ben neden Bediüzzaman’ı seviyorum? Biraz da bundan: Bildiklerime, ya da daha doğru bir ifadeyle 'bildiğimi sandığım şeylere' farklı açılardan bakmamı sağladığı için.

İşte size güzel bir örnek. Hiç sineklerin böyle canlılar olduğunu düşünmüş müydünüz? Dünyayı temizleyen, mikropları öldüren ve sanıldığının aksine insana faydalı olan bir canlı. Baharda sivrisineklerin insana musallat olması bile, yaza doğru sıcaklık artışıyla yükselen kan basıncını yahut kan artışını azaltmak gibi bir hikmeti gözetiyor olabilir.

O küçükler artık 'küçüklükleri' nedeniyle hor ve hakir değiller gözümde. Canları kolayca ve acıyla alınası değiller. Belki de bu küçüklük ve büyüklük oyununda çok aldanıyoruz. Her rüyadan uyanmak lazım. Her gün gözümüzün içine bakan mucizelere uyanmak lazım. "Demek sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir." Ve hem "(...) mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, mahlûkiyet nisbetinde de birdirler." Birisi diğerisiz olmaz, hem birisi diğerinden sanatça geri kalmaz. Allah'ın, sivrisinekle misal vermekten çekinmemesi, bir nevi, onun mahlukiyet nisbetindeki birliğini savunmak değil mi?



19 Eylül 2014 Cuma

Hak'sız sabır olur mu? (2)

"İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredebilirsin?" Kehf sûresi, 68.

Vaktiyle "Hak'sız sabır olur mu?" isimli bir yazıda, Asr sûresinde geçen; 'ancak birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kurtulacağı' ihtarını anlamaya, anladığımca da anlatmaya çalışmıştım. Orada, Bediüzzaman'ın, sabırla ilgili her meselede (veya sabra değindiği her telifinde) bu ayeti rehber edindiğini ve her zaman evveliyetle okurlarına 'sabrı üzerine bina edebilecek bir hak bilgisi' sunmaya çalıştığını söylemiştim. Kısmen alıntılarsam:

“İnsanlara, gerekçesini izah etmeden sabretmelerini söylerseniz; bunu başaramazlar. Çünkü sabredebilmek için önce o ‘sabrın üzerine bina edileceği’ bir mantık, bir izah gerekir. Ki bu meselenin ‘hakkı tavsiye’ boyutudur. Önce hakkı, hakkıyla tahlil edin. Sonra sabrı arkasından söyleyin. Ancak bu şekilde sabır nasihatiniz tesir eder. Üzerine yemin edilen asırlarda/ahirzamanda ‘tavsiyeleşme’ ancak bu şekilde etkili olabilir.”

Bugün de aynı kanaatteyim. Hassaten; Hastalar, İhtiyarlar, Ramazan, İktisat, İhlas gibi risalelerinde Bediüzzaman'ın, ahirzaman (belki de bir yönüyle üzerine yemin edilen, zarar zamanı) insanlarına sabrı öğütlemeden önce, o sabrın ne kazandıracağını ve nasıl kazandıracağını da izah eden metinler ürettiğini düşünüyorum. Yani o eserlerde salt bir sabır tavsiyesi yok. "Sabırlı olun!" deyip insanı öylece emirle başbaşa bırakmıyor bu metinler. Daha sabrı tavsiye etmeden önce o 'sabrın neden sabırsızlıktan daha mantıklı' bir seçenek olduğunu izah ediyor. Öyle ki; onları okuduğunuz zaman hastalık, hapis, ihtiyarlık, fakirlik gibi musibetler 'musibet gibi görünmemeye' başlıyorlar. Adeta kapalı sandığınız kazanç taksimetresi hakkın tavsiyesinin ardından yeniden açılıyor. Demek ki; hak, bu noktada, sabırdan önce 'sabrın amacını ve dayanağını belirleyen bilgi bütünü' olarak düşünülebilir. Asr sûresi de müminlere böylesi bir bilgi üretiminin peşinde olmayı öğütlüyor olabilir.

Peki, "Hak'sız sabır olur mu?" yazısı neden tekrar aklıma geldi? Asıl onu izah edeyim ben: Bir kitaptan ötürü. Gabor Mate'in kaleme aldığı Vücudunuz Hayır Diyorsa isimli eser. İletişim Yayınlarından okurlara sunulan bu eserde Mate (teolojik değil fakat) benzer birşeyden şikayet ediyor. Modern tıbbın hastalıkları maddeci bir bakış açısına sıkıştırmasından dolayı, tedavi yöntemlerini daraltmasından yakınıyor: "İnsanların yaşam hikayelerinin uygulamada hastalığa ilişkin tıbbi yaklaşımın dışında bırakılması, doktorları etkili iyileştirme araçlarından mahrum bırakmaktadır." Hatta diyor ki: "Bir uzmanın beden ile zihin arasındaki bağlantıyı reddetmesi hiç de şaşırtıcı değil. Sağlık ve hastalık hakkındaki tüm inançlarımıza düalizm (bir olanın ikiye ayrılması) hâkimdir. Bedeni, zihinden ayırarak kavramaya çalışırız. (...) Diğer birçok disiplinin aksine, tıp bilimi Einstein'ın izafiyet teorisinden henüz önemli bir dersi alamamış durumdadır: Gözlemcinin konumu gözlemlenen fenomeni ve gözlem sonuçlarını etkileyecektir."

Nedense burayı okuduğum anda aklıma ilk gelen yer; Bediüzzaman'ın 2. Lem'a'da okurlarına aktardığı, hasta arkadaşıyla arasında geçen konuşmaydı. "'Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım!' diye acı bir şikâyet etti" dediği dostuna birkaç cümleyle öyle bir 'hakkı tavsiye' yapıyordu ki, nihayetinde aynı insanın dilinden şu cümle dökülüyordu: "Elhamdülillah, hastalığım ondan bire indi."

Bu da bir nevi gözlemcinin nazarını/konumunu etkileyerek fenomeni ve gözlem sonuçlarını değiştirmek değil miydi? (Az öncesindeki şekvayı şükre dönüştürüyordu, hem de hastalığı iyileştirmeden.) Mate, İvan İlyiç'ten yaptığı bir alıntıyla, hastanın maneviyatını reddeden modern tıbbı şöyle yeriyordu: "Kimyasal analizler çömlekçiliğin sanatsal değeri hakkında ve anlatabiliyorsa; tıp da iyileşme, ıstırap çekme ve ölme eylemlerinin anlamlı bir şekilde gerçekleşmesi hakkında o kadar şey anlatabilmektedir."

Kitapta bu nazar ve tedavi ilişkisi üzerine verilen pek çok örnek var. Çoğu da Mate'in hastalarıyla yaşadığı şeyler. Örneğin; kanser gibi, ALS gibi, MS gibi hastalıklarda; hatta daha küçük şeylerde bile, insanın manevi dünyasının/karakterinin büyük etkisi olduğunu söylüyor Mate: "Ciddi bir hastalıkla boğuşan hastalarımın hemen hepsi yaşamlarının önemli bir alanında hayır demeyi öğrenememiş kişilerdi." Ve yine: "Kanser teşhisi konulanlar ile intihar grubu arasında çarpıcı benzerlikler bulunmaktaydı." Yani bir karşı durma yoksunluğu, öğrenilmiş bir acizlik, kendini ifade edememe ezikliği veya Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'gemiye yükünü bırakamama' hali. Hatta Alan ismindeki kanserli bir hastası görüşmeleri sırasında bunu şöyle ifade ediyordu: "Alan: İnsanların benden birşey istemesi yeterli, derhal yaparım. Mate: Kanserden sonra? Mate: Hayır demeyi öğrendim. Sürekli hayır diyorum. (...) Bence hayır demek iyileşmekte büyük bir rol oynuyor." Aynı şeyi astım hastası Joyce da söylüyor: "Hastalığımın bana hayır dedirttiğini farkettim."

Mate, bu yönüyle hastanın dünyasına girilmeden sadece ilaç, gen, hormon, aşı üzerine kurgulanmış bir tedavi sürecinin yeterli başarıyı yakalayamayacağını düşünüyor. Ona göre hastalıklar sebep değil, sonuç: "Öncelikle, ortada tütün gibi bir dış kanserojen madde olsa bile, kanser, kendi başına bakıldığında, bir yanıyla içerideki seyrin neticesinde bir yanlışlık olduğunu gösterir." Ve yine: "Yani, ağrı da bir algı biçimidir. (...) Kendi zararımıza olmasına rağmen görmezden geldiğimiz bilgileri sunar bize." Ve yine: "Kanser, multipl skleror, romatoid artrit ve incelediğimiz diğer hastalıklar yetişkin yaşamında aniden ortaya çıkan yepyeni gelişmeler değil, yaşam boyu var olan süreçlerin vardığı doruk noktalardır."

Burası enteresan bir dünyanın kapısını açıyor: Belki de hastalığı yaşamaktaki isteksizliğimiz ve kronik sıkıntılarımızla biz çağırıyoruz? Olamaz mı? Mate'in hastalarıyla yaşadığı birçok olay var buna dair. Mesela; sebebi bulunamayan şiddetli ağrılar çektiği halde, Mate'in tavsiyesiyle, eşiyle yaşadığı sorunlarla yüzleşme kararlılığı göstermiş Fiona'nın birden iyileşmesi gibi.

Her şekilde hayata nasıl bir anlam verdiğimiz, onun bizde nasıl tesir edeceği ile yakından ilintili. Hakkı tavsiyeleşmek bu yönüyle, birbirimizin bakış açısını düzeltmek ve dünyanın üzerimizdeki tesirini gözlemcinin konumuyla oynayarak iyileştirmek gibi. İman bu yüzden güzel, değerli. Çünkü hayatı daha anlamlı ve yaşanılır kılıyor. Hastalıkları bile. Hastalar Risalesi'nde pek çok örneğini okuduğumuz gibi daha katlanılır, hatta okunabilir kılıyor. Yani hastalıklar da bize birşeyler söyletmeye, öğretmeye çalışan araçlara, mektuplara dönüşüyorlar. Kimisi; "Hayır demeyi öğrenmelisin!" diyor. Kimisi; "Eşinle yaşadığın sorunlarla yüzleşmelisin!" Kimisi; "Vergi dairesindeki hiç sevmediğin o işi bırakmalısın!" Kimisi; "Daha sosyal olmalısın!" Kimisi de, Stephen Hawking gibi asıl potansiyelini ölümcül hastalığıyla ortaya çıkarıyor, ki eski eşi şöyle söylüyor hatıralarında: "Her nasılsa, yürüyüş şekli daha sarsak bir hal aldıkça, görüşleri de daha kuvvetli ve cüretkâr bir hal alıyordu."

Gabor Mate'in kitabında böylesi pekçok bilgi ve örnek var. Ona göre hastalıklar bela değil, bize yine bizim bedenimizin gönderdiği mesajlar. "Bağışıklık sisteminin de bir duyu organı olduğunu söylersek haksızlık etmiş olmayız." O halde neden sırf sıhhat ile körleştirsin Allah bizi, sağırlaştırsın? Yazı yine beni Bediüzzaman'ın ifadelerine getirdi: "Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim. Hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki, dua edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış. Ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra, Hâlık-ı Rahîm inşaallah sana şifa verir."

17 Eylül 2014 Çarşamba

Şiir neden yakışmaz?

"Biz ona şiir öğretmedik. Zaten ona yakışmazdı da. Onun söyledikleri, ancak Allah'tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur'an'dır." Yasin sûresi, 69

Bazı şeyleri çok fazla usullere boğduğumuzu düşünüyorum. Bizi hareketsiz bırakacak şekilde. Belli şeyleri, belirgin yöntemler eşliğinde yapmayı süreç içinde kendimize şart koşuyoruz veya başkaları için de şart görüyoruz. Risale-i Nur'un, müellifinin defalarca yazdıklarının tefsir olduğunu ifade etmesine rağmen, aksi iddialara maruz kalması, biraz da bundandır. Yani Kur'an-ı Hakîm'i izah ederken, ayetlerin arasındaki bağıntıyı, sıralamayı, sıradan tefsir usullerine göre kurmuyor oluşu, 'ilm-i kelam ekolünün kurallarına' ve 'klasik tefsir usullerine' alışık olanlar için belki çok sıradışı bir yöntem gibi görünmektedir. Bu yüzden de bazı kesimler tarafından kabul edilememektedir. Oysaki müellif-i muhterem, bakınız, Sözler isimli eserinde, bu konuda neler söylemektedir:

"İşte bu sırdandır ki, Kur'ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri câmi' olduğundan, şiirin hayalâtından müstağnîdir.

Evet, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın i'câz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitâb-ı kâinattaki intizamât-ı san'atı, muntazam üslûblarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki:

Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’ân içinde binler Kur’ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir. Nasıl ki, Yirmi Beşinci Söz'de beyan edildiği gibi, Sûre-i İhlâs içinde, otuz altı Sûre-i İhlâs miktarınca, herbiri zi’l-ecniha olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunuyor ve tazammun ediyor.

Evet, nasıl ki semâda olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı cihetiyle herbir yıldız, kayıt altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki birer birer herbir yıldıza, mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır.
"

Görüldüğü gibi Bediüzzaman, Kur'an'ın ayet düzenini, klasik tefsir usullerinde olduğu gibi iki boyutlu olarak düşünmemekte, boyut sayısını, tıpkı uzayda olduğu gibi üçe çıkarmaktadır. Bilindiği gibi klasik tefsir usullerinde esas tutulan 'nuzül sırası' veya Kur'an'da esas alınan terkip sırası, Bediüzzaman'ın mesleğinde ve usulünde Kur'an'ı anlamak için yeterli görülmez. Evet, kıymetlidir; ancak Kur’an sadece bu iki düzeyden (en ve boy) ibaret değildir. Bu tarz tefsirlerde; bir ayetten çok uzağındaki bir diğer ayete (hatta pekçok ayetlere) atıf pek az yapılır.

Halbuki Bediüzzaman'ın üç boyutlu, Kur'an tefsiri algısında, müellifin daha evvel Muhakemat isimli eserde de dikkat çektiği gibi nazm-ı maanî, nazm-ı lafzîden önceliklidir. Ve nazm-ı maanî, diğer iki boyutun üzerine bir boyut daha ekler. Bu nedenle Bediüzzaman, örneğin asıl konumuzu oluşturan İhtiyarlar Risalesi boyunca birçok ayete atıf yapar. Uzaydaki yıldızlar gibi dizilmiş ayetler arasında seyran eder. Çünkü onların her birisinin, nuzül olma sırasından ötede, birbirlerine bakar yüzleri ve ilgileri vardır.

"Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır."

Matematikte uzay, sonsuz sayıda noktanın bulunduğu, bu nedenle sonsuz sayıda doğrunun çizilebileceği bir alandır. Biz bu uzay kavramını tefsir ilmi içerisinde; Kur'an düzeyinde düşünürsek, ayetler bizim yıldızlarımız olur ki, onların da arasında sonsuz sayıda doğru, ilgi, bağıntı kurulabilir. Çünkü boyut sayısı üçe çıkmıştır ve bu düzeyde mana, yani müellifin ifadesiyle nazm-ı maanî, bize ayetlerin yorum sırasında daha rahat olabilme imkânı sağlar.

Örneğin; İhtiyarlar Risalesi'nde izah edilen ayetlere baktığımızda; Meryem Sûresi, 19:1-4; Bakara Sûresi, 2:117; Yâsin Sûresi, 36:82; Âl-i İmrân Sûresi, 3:185; Müzzemmil Sûresi, 73:17; Âl-i İmrân Sûresi, 3:173; İsrâ Sûresi, 17:23-24; ila ahir... gibi bir dizilimle metnin içinde birbiri peşi sıra geldiklerini görürüz. Görüldüğü gibi bir sure veya bir ayet öbeği, belirgin bir sırayla işlenmez İhtiyarlar Risalesi’nde. Zahirde karmaşık gibi görünen bir nazm-ı maanî içinde olur bütün anlatım. Bu adeta, Kur'an semasındaki yıldızlar arasında, fikir hızında yapılan yolculuklardır ve mana itibariyle bunlar arasında kurulan bağıntılardır.

Sanıyorum; Bediüzzaman'ın eserlerinin klasik tefsir usulü sevenler tarafından eleştirilmesinin bir nedeni de budur. Yani ayet dizilimindeki ve izahındaki hür yapısıdır. Ben, hassaten İhtiyarlar Risalesi'ni okurken konu itibariyle zikri geçen ayetlerin nasıl kanaviçe gibi bir eseri dokuduğuna şahit oldum. Her hakperest okur da, bu hale şahit olur, hak verir.

Burada zahiren geçen ayetlerin yanısıra, mana itibariyle ayetten mülhem olunan cümleler de yer almaktadır ki, onları tesbit etmek de ayrı bir dikkat işidir. Bazı külliyat çalışmaları, böyle bir inceliği de gözetmişlerdir. İşte bu tarz sıradışı bakışlardır ki, bize Kur’an’ın daha önceki asırlarda açılmamış kapılarını açacak, görülmemiş güzellikleri gösterecektir. Zira Bediüzzaman’ın da dediği gibi; “Zaman ihtiyarlar, ama Kur’an gençleşir.”

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...