20 Eylül 2015 Pazar

Allah'ı hesaba katmamak

Bediüzzaman'ın, Birinci Söz'ün temsilî hikayesinde zikrettiği, 'Alanı her yerde selâmetle gezdi' cümlesinin yeterince geniş anlaşılmadığı kanaati hasıl oldu bende. Bunu, şahit olduğum Birinci Söz okumalarında apaçık görüyorum. Bu cümle, öncesi ve sonrasıyla, 'Bismillah' diyenin işinin rastgideceği, zorunun kolaylaşacağı, sıkıntı çekmeyeceği bağlamında okunuyor. Bu mana doğru da. Hepimizin hayatında buna dair şahitlikler var. (Mümin olan kim bu manayı inkâr edebilir?) Fakat mesele salt bu manaya indirgendiğinde eksik kalıyor. Birinci Söz'ün bize öğretmeye çalıştığı sırr-ı besmeleye de tam tekabül etmiyor. Peki, daha geniş bir düzlemde 'Alanı her yerde selâmetle gezdi' ifadesi bize ne söyler? Bunu, bir hadis-i şerifi de anımsatarak, konuşmak istiyorum.

'Din kolaylıktır...' buyuruyor aleyhissalatuvesselam. Biz bu kolaylığı daha çok 'şıklardan kolay olanla amel etme' bağlamında takva/fetva eksenli yorumlasak da, bence, ondan ötede dinin kainatla uyumudur vurgu yapılan. Biraz daha nitelikli bir tefekkürde görülür ki; bu uyum tevhidin hem delilidir ve hem lazımıdır. Tekvinî şeriat ve şeriat-ı Muhammediye aynı Allah'ın yarattığı iki şeriat/kitap olarak elbette birbirleriyle çelişiyor olamazlar. (Çelişiyorlarsa tevhid hakikatsiz demektir.) Bu nedenle din, aslında bize varlıkla 'uygun adım yürümeyi' öğreten şeydir. Şeriat-ı Muhammediye'nin dairesinin dışına çıkıp da tekvinî şeriatla çelişmemek mümkün olamaz. Ki, modern zamanlarda ekolojiye ödettiğimiz bedel, şeriat-ı Muhammediye ile ilişkisinde 'ahirzaman şiddetinde' problemler yaşayan insanoğluna, en büyük dersi vermektedir. Demek, hukukullahı inciterek hukuk-u mahlukat korunamaz. Birincisindeki sorun mutlaka bize diğerinde de bedeller ödetir.

Duhân sûresindeki; "Gök ve yer onların ardından ağlamadı..." ayetini tefsir ederken, benzer bir noktaya dikkat çeken Bediüzzaman der ki: "Ehl-i dalâlet, madem semâvât ve arzın vazifelerini inkâr ediyor, mânâlarını bilmiyor, onların kıymetlerini iskat ediyor, Sânilerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adâvet ettiğinden, elbette semâvât ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin eder, onların gebermesiyle memnun olurlar." Bu memnuniyeti, dikkat çekmeye çalıştığım 'uyumsuzluk' perspektifinden hareketle, 'verdikleri zararlara bir gönderme' olarak da anlayabiliriz. Hakikaten bugünün küfür medeniyeti kainata öyle zararlar vermektedir ki, tabiat bu medeniyetin yıkılmasıyla ne kadar sevinse yeridir. Bulabildiği her kaynağı çılgınca tüketen/sömüren, insan hayatına 'yere batasıca israfı' karşısında hiçbir saygı duymayan, ilgi duyduğu her coğrafyanın altını üstüne getiren bugünün küresel güçleri, herhalde bu ayete en sağlam masadaklar olurlar.

Buna ilaveten, yine Allah'ın bir kitabı olarak 'insan fıtratı' ile din arasında meydana gelen kopuş, küfrün ahirzaman şartlarındaki görece galibiyeti, hem psikoloji hem de sosyoloji alanlarında büyük yıkımlara, tabir-i diğerle 'uyumsuzluklara' neden olmuştur. Bugün İslam coğrafyasını 'kan dökücülük' ile itham eden Batı, salt kendi coğrafyasında değil dünya coğrafyasına da yayarak sürdürdüğü, iki dünya savaşıyla tarihin en büyük kan dökücülüklerini sergilemiştir. (Sömürü düzeninin üzerine kurulu olduğu kan emiciliği saymıyoruz bile. Onun verdiği zarar zaten tüm Afrika ve Asya'nın tarihçesine işlemiş durumda.) Modern insanın ruhsal durumunu anlamak içinse birazcık psikoloji merakına sahip olmak yeterli.

Küfür medeniyetinin hâkim kültür olmasıyla kendimize karşı hissettiğimiz özgüven eksikliği (daha doğrusu izzet-i İslamiye'de başlayan zaaf) müteselsil bir şekilde şeriat-ı Muhammediye ile bizim de aramızda mesafe açılmasına neden oldu. Özellikle; sünnet-i seniyyeye 'gelenek' adını verip, güya Kur'an namına onu dışlayan ve Batı'nın muharref İncil'de başardığı gibi yeni ve başarılı olanı bulacağını vâdeden 'beyni tecavüze uğramış' kardeşlerimiz, bu uzaklaşmanın en açık delilleri. "Bizi din mi geri bıraktı?" tartışmasının artık geride kaldığını, sorgulamanın daha çok; "Bizi sünnet mi geri bıraktı?"ya taşındığını görüyoruz. (Bu saded harici kısmı hızlı geçiyor ve baştaki meseleye geri dönüyorum.)

Birinci Söz'de geçen 'Alanı her yerde selâmetle gezdi' ifadesini daha geniş anlayabilmek için Risale-i Nur içinde bir yolculuğa çıkmamız lazım. Özellikle küfür yolunun müşkülatını, suhulet yolunun ise iman olduğunu ifade eden metinleri tahattur etmekte fayda var. O metinler bize Bediüzzaman'ın bu temsilî hikayecikte kastettiği 'her yerde selametle geziş'in nasıl birşey olduğunu sanki tüm renkleriyle ifade ediyorlar:

Mesela; "Elhasıl, dalâlet yolunda nihayetsiz müşkülât var; hidayet ve vahdet yolunda nihayetsiz suhulet var." Yine mesela; "Risale-i Nur'da kat'î ve kuvvetli çok burhanlarla ispat edilmiş ki, eğer vahdet ve tevhid olmazsa, bir çiçek bir ağaç kadar, belki daha müşkülâtlı ve bir ağaç bir bahar kadar, belki daha suubetli olmakla beraber, kıymet ve san'atça bütün bütün sukut edeceklerdi." Ve yine mesela; "Sen şu sarayın sahibini tanımıyorsun ve tanımak da istemiyorsun. Çünkü istib'âd ediyorsun. Onun acip san'atlarını ve hâlâtını akla sığıştıramadığından, inkâra sapıyorsun. Halbuki, asıl istib'âd, asıl müşkülât ve hakikî suûbetler ve dehşetli külfetler, onu tanımamaktadır." Veyahut mesela; "Eğer o mevcudat doğrudan doğruya birtek Sânie verilmezse, o zaman herbir mevcut bütün mevcudat kadar müşkülâtlı olur ve bütün mevcudat birtek mevcut kıymetine sukut eder, iner. Şu halde ya hiçbir şey vücuda gelmeyecek veya gelse de kıymetsiz, hiçe inecektir."

Böyle o kadar çok metin var ki, hepsini alıntılasam herhalde bu bir yazı değil, bir küçük kitaba dönüşür. Özetle buralarda Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği şudur: Kainatı Allah'la açıklamak kolaylıktır. İçinden çıkılmayan meseleler Allah'ı hesaba kattığınız zaman içinden kolaylıkla çıkılır hale gelirler. Bu hem mantık olarak böyledir, hem de hayatta yaşadığımız sıkıntıları kendi dünyamızda yüzleşirken böyledir. Yani, hem afakî tefekkür dediğimiz, hisle dahil olmadığımız dünyada yaptığımız tefekkürlerde tevhid bize bir netlik kazandırır; hem de enfüsî tefekkür dediğimiz, yalnız akılla değil kalple de dahil olduğumuz dünyada yaptığımız tefekkürlerde bir kolaylık sağlar. Allah'ın varlığı ve birliği afakta bütün müşkülatlarımızı çözerken; Rahman, Rahim, Hakîm, Kerim... gibi daha nice ismi de enfüste meseleleri anlamlandırırken bize 'selametle gezmenin' yollarını öğretirler. (Meselenin enfüsî yanına da örnek olarak da İhtiyarlar, Hastalar Risalesi gibi misaller verebilirim.)

Yani Birinci Söz'de zikredilen 'bir reisin ismini almak/almamak' meselesi, kainatı ve hayatı onunla açıklamak veya açıklamamak meselesidir. Bu, sadece bir başlangıç işi değil, her aşamada/anda tazelenen bir süreçtir. Yaşadığımız her musibette, daraldığımız her anda, hatta neşeyi ve mutluluğu bile anlamlandırırken biz 'bir reisin ismini almaya' muhtacız. Eğer almazsak, her yerde selametle gezemeyiz. Reisin ismini almak bir lüks değil, körkütük bir ihtiyaç bizim için. Zira 'dalâlet yolunda nihayetsiz müşkülât var...' Hem mürşidim, almayanın da akıbetini söylemiyor mu bize, bu temsilî hikayecikte: "Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu." Hasılı; her yerde selametle gezmenin çaresi Allah'ın adını salt dilde değil; bakışaçısında, gönül açısında, yaşam açısında tutmakta. Hem ben gafletin tarifini de bir yerde şöyle işitmiştim: "Allah'ı hesaba katmamak." Bismillah ise, Allah'ı hesaba katmaktır.

19 Eylül 2015 Cumartesi

Olmayınca daha çok olmuyor

"Çalışmama ara verir vermez gitgide daha çok batıyormuşum gibi geliyor." Virginia Woolf, Günlük'ten...

Yazmak 'işe yaradığımı' hissettiriyor. Birkaç güzel cümlenin (kendimce) kalemimden/klavyemden dökülmediği gün, çöpe atmışım gibi içimi acıtır. Sanki kaçırılmış bir fırsattır zaman. Daha kalıcı birşeye dönüşmek için. Yazamadığım şeyleri ıskaladığıma inanıyorum. Hatta onlara haksızlık ettiğime. "Şunu da yazayım!" diye not aldığım bir sürü şey var. Bazen o notun neyi çağrıştırdığını dahi unutuyorum. Canım yanıyor. O bir kere varolmuştu. Bir kere lütfedilmişti bana. Fısıldanmıştı. Kıymetini bilmedim. Acele etmedim. Acaba bir daha varolacak mı? Birbirimizi görünce tanıyacak mıyız? Belki benden alındı. Başkasına bağışlanacak. Başkasından okuyacağım ben onu. Vizontele'de Yılmaz Erdoğan'ın dediği gibi diyeceğim: "Şerefsizim benim aklıma gelmişti!" Acaba diyebilecek miyim?

Yokluğun da bir vücudu olduğunu savunanlardanım. Fakat yokluk, varlıktan öncesi için konuşulamaz. Mutlak yokluk, hakkında konuşulamayacak, hatta farkına bile varılamayacak derecede yoktur. Hayal bile olmayanla meşguliyet için emare ister. Mutlak bir meçhülün üzerine hayal kurulamaz. Başta söylediğimi biraz daha düzelterek söyleyeyim:

Vücuda bir kere gelen şey, asla tastamam yok olmuyor. Yalnız varlığı türlü çeşit 'izlere' dönüşüyor. İz de bir varoluş şeklidir. Çağrışım da. Unutulmamak da varlığın bir çeşididir. Unutmadığınız şeyin vücudu da devam eder. Bu işin sizde olan kısmı... Sadece hayalinizde onunla meşgul olmak değil kastettiğim. Daha geniş düşünün: Siz aslında yazarak da onun varlığını devam ettiriyorsunuz. Farklı bedenler buluyor o sizinle. Gidenin ardından yazılan şiirler, nesirler; edilen sözler, sitemler... Onların da bir vücudu yok mu? Işığın güneşi gösterdiği gibi, sitemleriniz/pişmanlığınız da onu göstermiyor mu?

"Nasıl ki, meselâ bir çiçek vücuttan gider; fakat yüzer tohumcuklarını ve tohumcuklarda mahiyetini vücutta bırakmakla beraber, küçük elvâh-ı mahfuzada ve elvâh-ı mahfuzanın küçük nümuneleri olan hafızalarda binler suretini bırakıp, zîşuurlara etvâr-ı hayatıyla ifade ettiği tesbihât-ı Rabbâniye ve nukuş-u esmâiyeyi okutturur, sonra gider."

Ertelenen şeylerin de bir vücudu var. Yapılmamanın vücudu. Diyelim; birşeyi 'dem bu demdir' dediğiniz bir anda yapamadınız. Sonra o ne oluyor? Bence yok olmuyor. Onun yokluğunun varlığı, daha doğrusu ıskanlanmışlığın vücudu daha da büyüyerek hayatınızı işgal ediyor. "Keşke söyleseydim!" diyorsunuz mesela. İhmalin, hatanın, kararsızlığın, çekingenliğin, 'mış gibi' yapmanın... Hepsinin bir varlığı var, omuzlarınıza yük. Sonra yük giderek büyüyor. Ondan uzaklaştıkça, yani ki demden uzaklaştıkça, yükü ağırlaşıyor. Pişmanlık olarak algılıyoruz biz bu vücudun varlığını. Vicdanın çok sezişleri var ki, bir kısmı histir. Göz nasıl ölçerse, kalp de öyle ölçer. Erteledikçe yapması güçleşiyor. Çünkü büyütmüş oluyorsunuz yokluğun vücudunu. Büyüyor, büyüyor, büyüyor... Önce 'olmazsa olmaz' olan, sonra 'mümkün değil'e dönüşüyor. Olmayınca daha çok olmuyor.

Focus'ta Will Smith, yalan hakkında şöyle demişti vurulmadan hemen önce: "Yalanın sorunu şu: Seçeneklerini kısıtlıyor. Seni giderek bir köşeye sıkıştırıyor." Her yalancı hissetmiştir bunun sancısını. Etrafınızı sardıkça kaybolduğunuzu hissedersiniz. Yalanın da bir vücudu vardır ve boğar hakikati. Yalan yalanı doğurur. O da bir başkasını. Yalanı itiraftan başka hiçbir şey onaramaz. Çünkü kurgu dünya artık başlamıştır. Gerçek dünyadan bir kere çıkılmıştır. Tekrar itiraf/tevbe ile gerçek dünyaya dönülmezse giderek ayaklar yerden kesilir. Yalancı, gün gelir öyle bir hale gelir ki, söylediği yalanlara 'yalnız kendisinin inandığı' bir doğruluk atfeder. Çünkü gerçekten kopar. Kıyaslayacağı gerçeği kaybettikten sonra yalan neden yalan olsun? Fakat Rahman sûresi, böylesi ikinci bir dünyanın olmadığını ne kadar açık söyler bize: "Ey cinler ve insanlar topluluğu! Göklerin ve yerin sınırlarından çıkmaya gücünüz yeterse çıkın."

Bediüzzaman İşaratü'l-İ'caz'da diyor ki: "Kizb, kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır." Neden Allah'a iftira olsun yalan? Çünkü o öyle yaratmadığı halde sen öyle olduğunu söylüyorsun. Yalan söylemenin hakikate vurduğu kılıç bu: 'Paralel' fakat 'vehmî' evrenler oluşturmak. Mahşer günü kaçılamayacak evrenler... Hakikati olmayan spekülasyon vücutlar... Yine mürşidimin dediği gibi: "Dalalet vehmîdir." Öyle olmayana 'öyleymiş' gibi davranmaya başladıktan sonra seni hakikatin yanında kim tutabilir?

Yalan söyleyenin etrafında sıkışan çember, bir önceki yalanının ne olduğunu hatırlamakta zorlanmasıdır. Vehmin hafızası, hakikatin ise öncesiyle çelişkisi yoktur. Bir adım ilerisiyse; yalanlarının, sonraki yalanlarının ayaklarına dolanmasıdır. Bunu bir düzlem içine çizdiğiniz doğru ve onunla şu an için olmasa bile eninde sonunda mutlaka kesişecek diğer doğrular üzerinden değerlendirin. Bir yalana, yalandan da olsa vehmî bir vücut veriyorsunuz. O vücut başladığı yerde bitmiyor. Sakın böyle düşünmeyin. Ekilmiş bir tohum gibi, büyümeye devam ediyor. Belki Bediüzzaman biraz da bu yüzden 2. Lem'a'da şöyle diyor: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var."

18 Eylül 2015 Cuma

Pişmanlığı diri tutmak...

Tevbeyi, günahın terkiyle kuyruğu birbirine çok bağlı birşey gibi düşünüyordum eskiden. Yani günahı terket(e)miyorsanız, tevbe etmeniz de boş gibi geliyordu. Kapağını bile açmamak lazımdı, dürüstlük adına. Çünkü bazı tevbeler, günahkâr hayatlarınızla altından kalkamayacağınız iddiaları da içinde barındırıyordu. Bile bile yalan söylemek gibi oluyordu. (Çünkü ne kadar tevbe etseniz de bırakamıyordunuz.) Sürekli sözümden döneceksem, Allah'a tekrar be tekrar söz vermenin ne anlamı vardı? Hem ayıp değil miydi?

Evet, sözüne kıymet verdiğim insanlar 'yine de tevbe etmek gerektiğini' söylüyorlardı. Evet, ben de bu nasihatlerin haklı olduğunun (en azından bir seziş mesabesinde) farkındaydım. Neticede Rahman'ın kapısından başka gidilecek kapı mı vardı? Elbette yüzüm Onda kalmalıydı. Elim kulpta durmalıydı. Fakat, ne yalan söyleyeyim, yine de tesirini göremedim bu tavsiyelerin.

Biz, tevbeyi, bir terkin taahhüdü ve bu ahdin dil ile ilanı/iddiası gibi düşünüyoruz sadece. Fakat tevbe aynı zamanda kötünün kötülüğünün de ilanıdır/şahitliğidir. Yani insan, tevbe ettiği herşeyde aslında o şeyin kötülüğünü diri tutmuş olur. Bu ne demek? Aslında şu demek: Eğer tevbelerimiz olmazsa, kötü 'kötülüğünü' (bizce) yitirir. Nötrleşir bizim için. Sıradanlaşır. Meşrulaşır. İşte tevbenin hoş zatıdır ki, kötünün 'kötü' oluşunu hem hatırlayıp hem de ilan/itiraf edişimizle içimizde ona karşı buğzu diri tutar. Yerinden oynayan taşları yerine bırakır. Tevbeyle, dilimizle olsun o kötüye 'kötü' diyerek, yaşam alanımızın algı alanımızı bozmasına izin vermemiş oluruz.

Bu, 'yaşadığımız gibi inanmak' ve 'inandığımız gibi yaşamak' arasında çokça sürçtüğümüz ahirzamanda ayrıca kıymetli birşey. İnandığımız gibi yaşayamasak da (Allah cümlemize yaşamayı nasip eylesin) en azından yaşadığımız gibi inanmaya da 'dur' diyoruz böylece. Her tevbe şöyle bir cümleyi söylemek gibi yani: "Ben yapıyorum, ama doğrusu bunun yapılmamasıdır!" Veya Kenan Demirtaş abinin ifade ettiği gibi: "Allahım, biliyorum ve kabul ediyorum ki bu kötüdür."

Yani yaptığının kötülüğüne, onu yapmış olmana rağmen, yeniden iman ediyorsun. Yahut da onu yaparken bozulan dengelerine yeniden itikadî bir ayar çekiyorsun. Hani hadiste vardır: "Zina eden kimse, zina ederken mümin olarak zina etmez. Hırsızlık yapan kimse, hırsızlık yaparken mümin olarak hırsızlık yapmaz. İçki içen kimse de, içki içerken mümin olarak içmez. Fakat tevbe (kapısı) açıktır."[1] Bu mana seni Müsned'de geçen şu hadise de yaklaştıracak belki: "İmanın kulplarının en sağlamı; Allah için sevmen ve Allah için buğzetmendir."[2]

İtikat dediğimiz şeyin özü bundan başka nedir ki? 'Emredildiğin gibi dosdoğru olma hali' Kur'anî ifadesiyle. Allah'ın helal/haram, hayır/şer, iyi/kötü dairesinin Onun emrettiği gibi olduğunun tasdiki, ancak insanın duası/ubudiyeti ve tevbesi/takvasıyla kendisini ortaya koyabilen birşeydir: Duayla hayırlı olanı isteriz. Tevbeyle şer olandan Allah'a sığınırız. Kötüye kötü ve iyiye iyi demeye devam ederiz böylece. Yaşadığımız/kaçınamadığımız yanlışın itikadımıza tesir etmesine engel oluruz.

Dua ve tevbe arasında 'kabul edilmek' mevzuunda da bir benzerlik var. Nasıl ki, dua için 'kabul edilmedi' demektense 'vakti kaza olmadı' demek daha doğrudur; 'terkedişi yerine getirilememiş' tevbelerde de 'vaktinin kaza olmadığına' inanmak daha doğrudur: "Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def' olunmazsa, denilmeyecek ki, 'Dua kabul olmadı.' Belki denilecek ki, 'Duanın vakti kaza olmadı.' Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle belâyı ref etse, nurun alâ nur, o vakit dua vakti biter, kaza olur. Demek, dua bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı."

Bu meselenin birinci boyutu. İkinci boyutu ise, tevbenin pişmanlığı diri tutması. İnsan tevbe ettiği sürece o günahı terketmeye dair bir kapı açık bulunur. Kötü ancak 'insanın yapmaktan pişman olduğu'dur. Yine bir hadis-i şerifte buyrulduğu gibi "Pişmanlık tevbedir." Bu noktada tevbe araçsallaşıyor. Asıl diri tutulması gerekenin pişmanlık olduğu anlaşılıyor. Kötüye kötü demeye devam etmek de bu pişmanlığın canlı kalması açısından kıymetli. Günahları normalleştirmek belki de önce tevbelerde yaptığımız fireyle ortaya çıkan birşey. İkinci Lem'a'da yer alan 'herbir günah içinde küfre gidecek bir yol' uyarısı, tam da böylesi sakat bir normalleştirme/meşrulaştırma arayışını ifade ediyor:

"Günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

Tevvab isminin 'tekrar be tekrar affeden' manasına gelmesi bu açıdan ne kadar da anlamlı. Hak Teala zaten bizim tekrar be tekrar çukurlara düşesi bir canlı olduğumuzu biliyor. Bizden, birinci derecede onların terkini, fakat ikinci derecede de belki salt şunu itiraf edebilmemizi istiyor: "Allahım, bu çukurdu. Düştüm. Sen beni kurtarmazsan buradan nasıl çıkabilirim?" Bu noktada Hz. Yunus'un (a.s.) münacaatı ne kadar manidardır: "Allahım, senden başka ilah yoktur. Seni kusurlardan tenzih ederim. Ben kendine zulmedenlerden oldum!"[3]

O dua içinde Allah'ın 'subhaniyetini' ayrıca vurgulaması, bize tevbenin bir diğer özelliğini de haber veriyor: Tevbe, olandaki kusuru/kiri üzerimize almaktır. Onu normalleştirerek/meşrulaştırarak kusuru Allah'a da (hâşâ) bulaştırmaktan sakınmaktır. Zaten dikkat ediniz, itikadında tuhaflıklar oluşmaya başlamış insanların 'itirafa temayül gösteremedikleri' hataları olur. Kendilerini tenzih etmek pahasına itikadlarına ve (kendilerince) Allah'a bulaştırırlar o çamuru. Hasılı: Tevbenin bu yönüyle bize vereceği çok dersler var. Ve tekrarı, günahları terkedemesek bile, durduğumuz yerin ilanı açısından kıymetli.



[1] Tirmizî, İmân 11 (2627)
[2] Ahmed b. Hanbel, 30/488
[3] Enbiya sûresi, 87

17 Eylül 2015 Perşembe

Eskimek, uyum sağlamaktır

Gençlerinizin en iyisi, ihtiyarlarınıza benzeyenlerdir. İhtiyarlarınızın en kötüsü de gençlerinize benzeyenlerdir.[1]

Bizde eskimek hep kötü anılıyor. Fakat eskimek aslında uyum sağlamaktır. Kalabildiğini, kabul edildiğini gösterir. Varolan her nesne, bir fıtrî temayül gibi, içinde varolduğu nesnelerle uyum sağlamaya gayret eder. (Tarihî eserler neden güzeldir?) İstediğiniz kadar sıradışı yapılar inşa edin. Onları sıradışı renklere boyayın. Sıradışı kılıflar giydirin biçimlerine. Bir süre geçtikten sonra, nesnenin, çevresine göre büküldüğünü görürsünüz. Bükülmek derken, sadece anladığımız tarzda bir bükülmeden bahsetmiyorum. Mesela; boyadığınız en parlak renkler solar. Yavaş yavaş çevresindeki renklere karışır. Kibri gider, tevazusu artar. "Bana bakın!" demekten vazgeçer. (Tevazu da bir uyumdur.) Verdiğiniz keskin hatlar, biraz da kullanılmanın verdiği yıpranmayla, o keskinliklerini yitirirler. Bazen çukurlaşır, bazen yuvarlaklaşır, bazen kırılırlar. Civarlarındaki sair nesnelerin/hatların devamı gibi olmaya başlarlar. Gözleriniz bile onu sıradanlaştırır.

Etraftaki bitkiler, herşeyin üstünü kapladıkları gibi, o nesnenin de üstünü sararlar yavaş yavaş. Ağır ağır kendileştirir çevre, sıradışıyı. Böcekleri, kuşları, kokuları, sesleri, tatları... Ve daha nice tür eskimeler var ki, aslında, hepsi bir tür uyumun ifadesi. Herşey, biz ne kadar onu sıradışı müdahalelerimizle bozmaya çalışırsak çalışalım, kevnî şeriata uyum sağlamaya çalışıyor. Yaşlanmak bile bir uyumdur. Yaşlılara biz neden olgun diyoruz? Çevreyle daha uyumlu (mantık da belki bu demek) kararlar verebildikleri için değil mi? Demek ki, insan da zamanla çevresine, daha doğrusu kevnî şeriata uygun adımlar atabilmeyi öğreniyor. İçimizdeki fıtrat, dışımızdaki fıtrat ile sulhün yollarını buluyor. Bana öyle geliyor ki; salt dünya için yaratılmış olsaydık, yani ki imtihan olmasaydı, en doğru formumuz yaşlılıktı. Daha az zarar verdiğimiz, daha az bencil olduğumuz bir devrimizdir çünkü yaşlılığımız. Ve bilirsin: Yaşlının değişmesi de zordur. Çünkü alışkanlıklarının üzerinde yılların izleri vardır.

"En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukcasına, hevesât-ı nefsaniyeye tâbi olur."

Pekçok ahlakî öğütün mahiyeti de bu perspektiften bakınca anlaşılıyor. "İsli kazana yaklaşma isi sana bulaşır..." veya "Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim..." gibi atasözleri bizim 'iradesiz' veya 'akılsız' oluşumuza değil, içimizde varolduğumuz dünyayla uyum arayışımıza işaret ediyor. Çoğu genç, bu sözleri duyduğu anda, aptallıkla veya iradesizlikle suçlandığını sanır. Fakat eskimek/uyum sağlamak insanda bir fıtrî temayül olarak hep varolmuştur. Bunu yaparken yaptığınızı bile farketmezsiniz çoğu zaman. Coğrafyanın karakter üzerinde yaptığı etkiler de bu nevidendir.

Sık rastlanan 'uzun boyluların kamburlaşması' biraz da çevrelerindeki kısalarla sağlamak istedikleri uyumun neticesidir. Eğilerek konuşurlar. O kadar sık yaparlar ki bunu, sonunda vücutları da uyuma geçer. Buradan seni bir ayete de götürmek istiyorum. Nisa sûresi, 140. Diyor ki: "Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kafirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz." Belki bu da söylemek istediklerime bir karine oluşturur. Neyin içinde eskiyorsan, hem onu normalleştiriyor, hem de ona uyum sağlıyorsun. Çünkü eskimek, uyum sağlamaktır. Zaman, bizi içinde bulunduğumuz ortamın rengine boyayan bir mürekkep gibi. Yalnız kendimize değil, ona da dikkat etmemiz gerek.



[1] Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, X/270; İbn Hacer, el-Metalibu’l-Aliye, III/3; Feyzü'-l Kadîr, 15:776.

16 Eylül 2015 Çarşamba

Cehennem ateistlere de iyi gelir

"Malûmdur ki, her kalb, kendine ihsan edeni sever (...) Kendiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zâtlara dahi ihsan edeni daha pekçok sever." Sözler'den.

İkram Arslan Risale Ayracı'nda sarfettiği bir cümleyle beni düşüncelere saldı. Şefkatin, sadece 'hayattaki acıları arttırmaya' yaramadığını, aksine, 'lezzetleri de arttırmayı' sağladığını gösteren bir cümleydi. Ne dedi peki? Dedi ki: "Şefkat lezzetler için de çarpan etkisi yapıyor. Şefkat ettiğimiz herşeyin lezzetiyle mutlu oluyoruz." İtiraf edeyim: Başkasının mutluluğundan neşe kapmanın şefkatle olan ilgisi daha önce hiç aklıma gelmemişti. (Ben bunu menfaat eksenli düşünmeye alış-tırıl-mışım.) Her nedense, biz şefkati hep 'acılara ortak olma' olarak, hatta bizzat 'acımak'ın kendisi olarak anlıyoruz. Sanıyoruz ki: Canlar yandığı ve onlar için canımız yandığı zamanlarda şefkatliyiz sadece. Bize böyle geliyor. Halbuki 'adına sevinmek' de 'onu sevmenin' bir delili/çeşidi değil midir? Şefkatimiz, bu yönüyle, başkalarına verilen nimeti de bizim için nimet kılmaz mı?

Haydar Ergülen'in, Kahve Bahane'de, bu konuya şahane bir dokunuşunu hatırlıyorum. Şefkat 'acımak' değil. Acımak, 'ol'uşun ardından, ona gösterilen bir tepkiden ibaret. Şefkatse 'ol'madan önceyi de kapsıyor. Şefkat bir bakış açısı. Yaşam açısı hatta. Nasıl yaşadığınızı, neleri gözeterek yaşadığınızı, göğsünüzün genişliğini ifade eden birşey. Bir yaşam pusulası. Fakat acımak oluşdan sonra gösterilene münhasırlığıyla 'tepkiselliğe' hapsoluyor. Örneğin: Yumuşak huylu olmak şefkatle anlaşılır birşey. Bir insan karşısındakini incitmeden önce yumuşak huylu olur ancak. Kırdıktan sonra değil. Acımak ise önce acının varlığını istiyor. Acımak özür dilemektir biraz. Şefkatse tedbir almaktır. Canı yanmayana acınır mı? Sanmam. Ama canı yanmayana şefkat edilir. 'Canı yanmasın' diye şefkat edilir.

Yine İkram abinin izlerini takip ederek devam edelim: Şefkat, bizi ötekinin dünyasına davet eden, hatta ötekiyle ilgili olmamızı sağlayan yegane his. Varlıkla kurduğumuz ilişkinin iki boyutundan 'daha selametli' olanı. Nedir o iki boyut derseniz: 1) Ben ekseninde, varlıkla 'ben'e menfaat sağladığı, mutlu ettiği ölçüde/şekilde ilgili olmak. 2) O merkezinde, varlıkla 'hepimizden daha üst birşeyin hatırına' ilgili olmak. Şefkat, bireysel lezzeti arkada bırakmasıyla, ister istemez ikincinin sahasına koşturuyor bizi. Mürşidim bu sadedde diyor ki:

"Eğer sen dalâlette boğulup çıkamıyorsan yine Cehennemin vücudu bin derece idam-ı ebedîden hayırlıdır ve kâfirlere de bir nevi merhamettir. Çünkü insan, hattâ yavrulu hayvanat dahi, akrabasının ve evlâdının ve ahbabının lezzetleriyle ve saadetleriyle lezzetlenir, bir cihette mes'ut olur. Şu halde, sen ey mülhid, dalâletin itibariyle ya idam-ı ebedî ile ademe düşeceksin veya Cehenneme gireceksin. Şerr-i mahz olan adem ise senin bütün sevdiklerin ve saadetleriyle memnun ve bir derece mes'ut olduğun umum akraba ve asıl ve neslin, seninle beraber idam olmasından, binler derece Cehennemden ziyade senin ruhunu ve kalbini ve mahiyet-i insaniyeni yandırır. Çünkü Cehennem olmazsa Cennet de olmaz. Herşey senin küfrünle ademe düşer. Eğer sen Cehenneme girsen, vücut dairesinde kalsan, senin sevdiklerin ve akrabaların ya Cennette mes'ut veya vücut dairelerinde bir cihette merhametlere mazhar olurlar. Demek, herhalde, Cehennemin vücûduna taraftar olmak sana lâzımdır. Cehennem aleyhinde bulunmak ademe taraftar olmaktır ki hadsiz dostlarının saadetlerinin hiç olmasına taraftarlıktır."

Şefkat, kanaatimce, materyalizmin açıklamakta en çok zorlandığı his. Hedonistlerin de gelip ayaklarının sürçtüğü yer burası. Birşey, kendi varlığından daha fazla, başka birşeyin varlığını neden/nasıl önemser? Neden onun için (gerekirse) canını verir? Veya neden onun için lezzetinden vazgeçer? Bazen kendisi aç kalır da ona yedirir. Kendisi giymez de ona giydirir. Bunu maddeciliğin aşıladığı bencillik ile izah edemezsiniz. Egoizm nefis merkezli birçok lezzeti açıklasa da burada ayağı dolanır. Bir çıkış bulamaz. Yalnız kendi hayatı/çıkarı için yaşadığını iddia ettiği varlıkların neden başka canlılar için o hayattan ödün verdiklerini bir yere koyamaz. Küçük aklına sığıştıramaz.

Ama varlığını da inkar edemez. Edemezsiniz. Bir kediden tutun ta file kadar, her türün anneleri, evlatları için canlarını/lezzetlerini feda etmeye hazırdırlar. Bu onların salt hayatlarının devamı için mücadele etmediklerine en zâhir bir delildir.

Bu noktada, şefkat, kainatı Allah ile (Allah olduğu bilinmese de 'O' denilecek bir 'gayb' ile) açıklamaya doğru itiyor. 2. Söz'de, Bediüzzaman'ın, temsilî hikayecikteki iki karakterden birini 'Hodbin' diğerini 'Hudabin' olarak tarif etmesi boşuna değil. Varlıkla kuracağımız ilişkinin durumu ifade ediliyor aslında orada.

Üçüncü bir yol yok. Algımız iki türlü. Ya biz merkezindeyiz varlığın ve herşey 'merkezinde olduğumuz bir menfaat-değer algısı' ile şekillenecek; yahut da bir 'O' var ve herşey 'o bütünlüğün etrafında bir değere' sahip olacak. Dikkat edelim, şefkat denilen yetmiş libaslı huri, bir güzel yüzünü daha gösteriyor şimdi: Belki de şefkat 'parçanın bütünlüğü sezmesinden' hasıl olan bir histir. Yani, kendisinin aslolmadığını, ben'inin (ve ben gibi herşeyin) bir O adına çalıştığını hisseden canlının, O'ya hizmetlerinden ötürü diğer bütün şey'lere karşı hissettiği sorumluluktur. Bir nevi kardeşlik hissidir.

Parçanın bütüne karşı sorumluluğu... Parçanın, artık kendisinden aşkın bir bütünlüğü hissetmesinden ötürü, diğer parçaların varlığını ve mutluluğunu da önemsemeye başlaması... Uhuvvet. Evet. En çok neye şefkat eder insanoğlu? Kendini bir bütünlük içinde gördüğü fertlere değil mi? Ancak aramızda bir bütünlük bağı varsa nesne/kişi 'hakkında hissedilmeye' değerdir. Bir akrabaya şefkatimiz ele şefkatimizden ziyadedir. Çünkü kan bağı bir bütünlüktür. Bir müslümana şefkatimiz diğer din mensuplarına şefkatimizden şiddetlidir. Çünkü onunla İslam bütünlüğünde kardeşiz. Fakat elbette bir gayrimüslime de merhamet gösteririz. Çünkü onunla da insanlık bütünlüğünde kardeşiz. Demem o ki: Kardeşliktir şefkatin madeni. Bir tevhidî bütünlüktür bizi birbirimize bağlı kılan. Kardeşlik dediğiniz aynı bütünün parçaları olmaktan başka nedir ki?

"Hem bir şefkat ve merhamet sahibi, şefkat ettiği mahlûkların istirahatleri derecesinde hakikî bir lezzet alır. Meselâ, bir validenin, evlâdının mes'udiyetlerinden ve istirahatlerinden şefkat vasıtasıyla aldığı lezzet o derece kuvvetlidir ki, onların rahatı için ruhunu feda eder derecesine getirir."

Şefkatin, bencillik kalesinden kurtulup, Huda'ya açılan yollara koşmamızda kritik bir önemi var bence. Kendini ötesinin yerine koymayan, ötekilerini eşiti saymayan, aynı bütünün parçası olduklarını farkedebilir mi? Hatırlayalım: 2. Söz'de Hodbin neden çevresindeki acıları açıklamakta zorlanıyor ve onların baskısı altında karamsarlaşıyor? Neden Hudabin onun gibi düşünmüyor ve hissetmiyor? Düşünelim: Kainatın, müstakil parçalar torbası değil, parçaları uyumlu bir bütünlük olduğunu farketmeyen insanın imanı 'tevhid arşı'na erişebilir mi? Tevhide iman etmeyen varlığı kardeş görebilir mi? Şefkat, bu açıdan, tevhidin bir neticesi gibi. Hatta kaçınılmazı. Derviş Yunus misali: "Yaradılanı sevmek, Yaratandan ötürü." Madem aynı bütünün parçalarıyız, sen kardeşimsin, başına gelene elbette sevinir/üzülürüm. Çünkü bütünümüzün selameti benimle olduğu kadar seninledir de. Seninle tamam olduğumuz için, senin için, duygulanırım.

15 Eylül 2015 Salı

Kimdir bizim 'yerli'miz?

"İnsan neye sadakat gösterir?" Bencileyin bu sorunun cevabı şudur: "İnsan ancak 'emin olduğu şeye' sadakat gösterir." Bu anlamda sadakat, sınanmamışın değil, 'sınansa da doğru çıkacağından emin olunanın' arkasındaki duruşumuzu ifade eder. Kur'an'da buyrulan, "Eğer sâdıklardan iseniz delil getirin!" emri, sadakatin 'körükörüne itaat'ten ayrıldığı noktayı da fısıldar bize: Sadakat 'hakka' ve 'delil ile' gösterilen bir hürmettir. Emniyettir. Körükörüne itaatteyse hürmet gösterilenin ardında avlanılmak istenen başka şeyler/menfaatler vardır. Menfaat getireceği düşüncesi, hazdan başka delile ihtiyaç duymayan bir inanışla, (daha çok kapılmadır bu) irademizi işgal edebilir. Fakat, bir nefes, burada da sık karıştırılan bir mevzuu kurcalamaya ihtiyaç var:

Sâdığın ikna etmesi gereken karşı taraf değildir. Karşı tarafın iknası ikincil önemdedir. Zaten, karşı tarafın iknası/tasdiki üzerine bina edilmiş bir haklılık, hakiki haklılık da değildir. Hak tebliğde bulunur. Delillerini sunar. Fakat hakkın haksız tarafından tasdik edilmeye ihtiyacı olmaz. "Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dâvâ etmek ve onlara müracaat etmek bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir." O kendi ayaklarıyla ayaktadır. Duruşu bağımsızdır. Teveccühün sarmaşığı değildir. Bediüzzaman'ın, "Hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun..." ifadesinde altını çizdiği gibi: Kemalini, lezzetini, muhabbetini, faziletini kendi üzerinden tanımlayabilen şeydir 'hakiki' olan. Sahte? Sahte ise aynadaki yansımadır. 'Var kalabilmek' için dahi dışardan desteğe muhtaçtır.

Yazılarımda sık alıntıladığım bir Asr-ı Saadet sahnesi var. Yine sırası geldi. Alıntılayayım. Hz. Aişe (r.anha) annemiz anlatıyor: "Bir adam Aleyhissalatuvesselamın huzuruna girmek için izin istemişti. Aleyhissalatuvesselam: 'Bir aşiretin kardeşi ne kötü!' buyurdu. Ama adam girince ona iyi davrandı. Yumuşak sözle hitap etti. Adam gidince: 'Ey Allah'ın Resulü! Adamın sesini işitince şöyle şöyle söyledin. Sonra yüzüne karşı mültefit oldun. İyi davrandın!' dedim. Şu cevabı verdi: 'Ey Aişe! Beni ne zaman kaba buldun? Kıyamet günü, Allah Teala'nın yanında mevkice insanların en kötüsü, kabalığından korkarak halkın kendini terkettiği kimsedir.'"[1]

Bu sahnenin kalbimi en çok avuçlayan yanı, yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım, 'kemalini kendi üzerinden tanımlama' meselesine vurgu yapan halidir: 'Beni ne zaman kaba buldun?' Evet, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ahlakı 'kişiye göre' değildir. O, bizzat Kur'an'ın ahlakıyla ahlaklandığından ötürü, 'huluku'l-azim/pek büyük bir ahlak üzere'dir.

Peki Kur'an'ın ahlakıyla ahlaklanmak ne demek? Bence biraz şu demek: Ahlakına bir tanım, davranışına bir gereklilik, duruşuna bir delil gösterecekse, bunu Kur'an ve sünnet üzerinden yapar. Haklılığına başka dayanaklar aramaz. Konjonktüre göre değil. Muhatabının kaşesi üzerinden değil. 'İnsanlar öyle desinler!' diye hiç değil. İster Ebu Cehil konuşsun onla, isterse Hz. Ebu Bekir-i Sıddik, o yine Muhammedü'l-Emin'dir. Allah'ın emri üzere dosdoğrudur.

Dikkat ettiyseniz, sadakati konuştuğumuz şu zeminde, artık izzeti konuşmak kaçınılmaz oluyor. Çünkü sadakat, yani durduğun yerden emin olma, ister istemez izzetin varlığıyla mümkün ve de varlığından haber veriyor. Zaten 'duruşunu kendi üzerinden tanımlama' olarak altını çizdiğimiz şey de izzetle yakından ilgili birşey. Yani izzette bir 'kendine yeterlik' manası da mündemiç. Birisi hakkında "Çok izzetli bir adam. Kimseye 'eyvallah' etmez. İşini kendisi görür!" dediğimizde kastettiğimiz mana da buna yakındır.

'Gayrın tasavvuruna muhtaç olmama' meselesi, hem Allah'ın azametini konuştuğumuz zeminde, bu azametin nasıl bir büyüklüğe tekabül ettiğini, hem de izzetin mü'minde 'nasıl bir duruşun ismi' olduğunu anlamamızı sağlar. Çünkü Allah'ın izzeti aslında onun Samediyetiyle ilgilidir. Herşey ona muhtaçken o hiçbirşeye muhtaç değildir. Fakat mahlukatın izzeti Allah'tan başkasından yardım dilememeyle kaimdir.

Mü'minin izzeti, en temelde, meşruiyetini alanı sadece Kur'an ve sünnet olduğundan dolayı, ötekilerin tanımlamalarına/yargılarına göre şekil almaya muhtaç olmamasında saklıdır. Mü'minin, daha iman ederken, kapısından girdiği dünya budur. (Hadis-i şerifin, onu 'kendisinden emin olunan' olarak tarif etmesi, güzel ahlakındaki istikrara da işaret eder. Fısk ise bunun tam tersidir.) Artık ehl-i küfrün onun hakkında ne düşündüğü umurunda olmaz. O, kendini, özgü değerler dünyası içinde biçimlendirir/konumlandırır.

Biz izzeti daha çok 'Allah'tan başkasına el açmamak' şeklinde anlasak da, aslında Allah'tan başkasının doğru bulmasına, takdirine, onaylamasına, iltifatına da el açmamak bu manaya dahildir. Bu noktada Bediüzzaman'ın 23. Söz'de kullandığı demirciler çarşısı ve antika örneği ne kadar anlamlıdır:

"Meselâ, insanların san'atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san'at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte, öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san'atkârına nisbet ederek, o san'atkârı yad etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir. İşte, insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir san'atıdır."

İşte, izzet sahibi dediğimiz kişi, değerini artık demirciler çarşısında aramayı bırakandır. Eğer bir mü'min, kalbindeki imana rağmen, hâlâ ehl-i küfrün takdirini ve teşvikini bekliyorsa, onun da izzet ayarlarında bir oynama olduğu kesindir. Bu noktada, izzetin, 'kendini İslamî değerler üzerinden tanımla' ile ilgisi daha belirgin hale geliyor. Bu, onun anlam dünyasını görecelilikten kurtarıyor. Kâfirûn sûresinde de altı çizilen birşey bu. Artık çizgilerimiz netleşiyor. "Sizin dininiz size, benimkisi bana!" gücüne erişiyorsunuz.

Bu hakikaten büyük bir güçtür. İman, insanı sair mahlukata kul olmaktan kurtardığı gibi, imanın getirdiği izzet de insanı sair mahlukatın 'görelerinden' kurtarır. Tepkileri içinde mütehayyir kalmaktan azât eder. Ayet-i kerimenin ifadesiyle 'sanki gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibi' olmamayı sağlar.

Sözgelimi: Modernizmin günümüzdeki hâkim konumu ve bunun getirisi olan "Ancak benim gösterdiklerim doğru!" baskısına karşı, bu izzet-i İslamiye ile karşı koyabilirsiniz. Çünkü onun takdirini aramazsınız. Modernizm 'değerini demirciler çarşısında arayanları' etkileyen bir kültürel hegemonyadır. Günahkârın iltifatı da ancak teveccüh-i nâsın müptelasını etkiler. Yani müşteri olan etkilenir.

Bu noktada, ahirzaman insanlarına hitap eden mektuplarının başını hep 'aziz' ve 'sıddık' hitaplarıyla doldurmuş Bediüzzaman'ın, bu iki kelime arasındaki (yani 'izzet' ve 'sadakat' arasındaki) irtibata dikkatimizi çektiğini söylemek herhalde yanlış olmaz. Onun "Aziz sıddık kardeşlerim!" dediği her metinde aslında bize öğütlenen, hem zaten Risale metinlerinin de bize aşıladığı, 'kendi değerini İslamî olan üzerinden tarif etme' nasihatidir.

İzzeti olmayanın sadakati olmaz. Kendi gibi olmaya kanaat etmeyenin de izzeti olmaz. Değerini ötekinin iltifatına göre tarif edenin, ona göre şekil, fikir ve zikir değiştirmesi kaçınılmazdır. Sadakat ise, duruş değiştirme değil, duruşunda sebat etmedir. İzzetli kişinin şanıdır sadakat. Hakikat konusunda 'kendisine yeter' bir değerler dünyasında olduğuna emniyet etmeyen elbette onda sebat edemez. İkirciliklerden, çelişkilerden, 'acaba'lardan kurtulamaz.

Nitekim, Ebu Cehil gibi bir mel'unun ve Kureyş hâkim söyleminin, miracın inkârına dair oluşturmaya çalıştığı manipülasyona da, sâdıkların şahı olan Hz. Ebu Bekir (r.a.) böyle direnmiştir: "Bunu o mu söyledi?" Evet. Tek sorduğu budur. Olumlu yanıt alınca da cevabı rahat ve kesindir: "O söylemişse doğrudur." Hadis ilminin üzerinde yükseldiği temel de budur.

Yanlış anlaşılmasın. Bu kesinlikle körükörüne bir itaat değildir. Delillidir. Delili ise Aleyhissalatuvesselamın yanında geçirdiği hayatın şahit olduğu 'tavizsiz doğruluğu'dur. Fakat bu duruşun aynı zamanda izzetle de bir ilgisi vardır. Nasıl? Belki biraz şöyle: Hz. Ebu Bekir (r.a.), miracın 'inanılabilirliği'ni Kureyş'in hâkim söylemi üzerinden değerlendirmez. Umursamaz. O, İslam'ın kalbine yerleştirdiği Allah inancı üzerinden bakar miraca ve der: Benim inandığım Allah'ın kudreti böyle birşey yapmaya yeter. Çünkü o sonsuz kudret sahibidir. O yapabilirken ve Nebisi de yaptığını söylerken aksi nasıl mümkün olabilir?

Arkadaşım, burası cidden önemli, eğer Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) modern fiziğe inancı, tıpkı bazılarında olduğu gibi, Kur'an'ın tarif ettiği Allah'tan fazla olsaydı, elbette o fiziğin (bugünlük) inandığı sınırlı imkanlar yüzünden tereddüde düşebilirdi. Düşmedi. Sen de birgün hakikate onun gibi iman etmeyi becerebilirsen, ki duamız hep bu olsun, dünya karşına geçse ürkmeyebilirsin. Çünkü doğrularını kendi sisteminle ifade edersin. Bir dilenci gibi ötekilerin de sırtını sıvazlaması peşinde koşmazsın. Yine dikkat et, bizden ne kadar yoldan çıkan varsa, hep bu sırtı kaşınanlardan çıkıyor.



[1] Buhari, Edeb 38, 48; Müslim, Birr 73, (2591); Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 4, (2, 903, 904); Ebu Davud, Edeb 6, (4791, 4792, 4793); Tirmizi, Birr 59, (1997)

14 Eylül 2015 Pazartesi

Çocukların 'gör' dediği

Hamza Enes'in çok güldüren bir huyu var: Kendince olağanüstü birşey yapacağında veya anlatacağında aile bireylerinin tamamının kendisine bakmasını istiyor. Hasbelkader birimizin yüzü ona değil de başka tarafa dönükse, önce ismini bağırarak, dikkatle alınmazsa da gidip eliyle yüzünü kendinden tarafa çevirerek yapacağını yapıyor veya anlatacağı anlatıyor. Birimizin nazarının eksik kalışı, ona göre, yapacağının veya anlatacağının yeterli takdiri görmeyişi anlamına geliyor. Dikkatlerin üzerinde olması lazım. Hepimizin şahit olması lazım. Eğer farklı farklı odalardaysak, o zaman da hepimizin önünde ayrı ayrı anlatıyor. Üşenmeden dolaşıyor bütün evi. 'Çocukluk işte' deyip geçmeyin. Daha evvel bir yazıda[1] üzerinde durduğum gibi; aslında bu tür şeyler onların şımarıklığından falan değil, fıtratlarının saflığından ileri geliyor. Eğer bir insanda 'fıtrat saflığında' (yani ikincil kurgu/niyetlerle bozulmamış) bir ahlak seyretmek isterseniz, çocuklara bakmalısınız. Ben de yeğenimi bu anlamda Allah'la ahdi yeni bir kitap olarak görüyorum. Fikrim yettiğince okumaya çalışıyorum.

Benden on yaş kadar küçük (belki daha fazla) amcaoğlum Salih'in de küçüklüğünde böyle yaptığını hatırlıyorum hayal meyal. Kucağımda birşey anlattığı zamanlarda, ki kendisi şu an beni kucağında gezdirebilecek bir fiziğe erişti, eğer televizyon vs. birşey dikkatimi dağıtırsa veya kendisini dinlemediğimi hissederse, çenemi tutup kendisine çevirmeye çalışırdı. "Amet abi, Amet abi, Amet abi..." Gerçi o kibardı. Fakat Hamza Enes o kadar da kibar değil. Bazen saçımı çekerek aynı şeyi yapmaya çalışıyor. (Amca/dayı adaylarına bir not: Yeğenlerinizle oynamayı seven türdenseniz saçlarınızı kısa kestirmek iyi bir fikirdir.)

Mad Max: Fury Road filmini izleyenler hatırlarlar: Ölümsüz Joe'nun Savaş Çocukları ismi verilen saçları kazınmış, benizleri soluk askerleri arkadaşlarına şöyle bağırıyorlardı: "Şahid olun!" Sonra da arkadaşlarının "Ben şahidim!" bağırışları içinde bir intihar eylemi gerçekleştiriyorlardı. Bu, her ne kadar, Hollywood kurgusallığı içinde fıtratın saflığını ifade etmeye yeterli olmasa da, içimizdeki bir arzuya tevafuk ediyor: Şahid olunma arzusu. Bediüzzaman'ın, İşaratü'l-İ'caz'da, Bakara sûresinin 25. ayetinin tefsiri sadedinde söylediği; "Bir işte mütehayyir kalan veya birşeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun, ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın..." tesbiti, aslında hepimiz adına bir fıtrat okuması. İki şekilde açıklayabiliriz bunu: 1) Varlığımızı arttırmak istiyoruz. 2) Varlığımızı devam ettirmek istiyoruz. Peki, ne demek bu? İzah edeyim:

Varolan herşeyin sahip olduğu en temel iki güdü/kuvve var. Diğer bütün hisler belki de bu iki ana damarın farklı renklerde tereşşuhundan ibaret: Varolan hep varolmak ister. Ve varolan varlığını daha da arttırmak ister. "Eşya vücuda geldikten sonra da Saniden alâkası kesilmez. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar." Aslında hepimiz sezgi mesabesinde de olsa vücudumuzun zayıf olduğunu ve sürekli yeniden vücutlandırılmaya muhtaç olduğumuzu biliyoruz. Bu, son mertebede, ism-i Kayyum gölgesinde her an yeniden varedilen ve ayakta tutulan arızî bir varoluşa işaret ediyor. Kuvve-i şeheviyemiz ve gadabiyemiz ise işte bu arızî ve zayıf olan varlığımızın zayıflığından kaçma gayretimizi ifade ediyorlar. Vücudumuzun devam etmesini istiyoruz: Kuvve-i gadabiye. Vücudumuzu arttırmak istiyoruz: Kuvve-i şeheviye. Şehvet burada 'daha fazlasına sahip olmayı' ifade ederken, gadap veya gazap ise o mülkün bizde devamlı olarak kalmasını temsil ediyor.

Şehvetle ilişkilendirilen fiilleri bir düşünün. Bir de gazapla ilişkilendirilen fiilleri. Ben şehvetle ilgili fiilerin insanın varlığını arttırmaya dönük fiiler olduğu kanaatine eriştim. Yüzü tüketime bakan şeyler. Başkasını tükettikçe varolduğumuzu, varlığımızı (onu da varlığımıza katmakla) daha fazlalaştırdığımızı sanıyoruz böylece. "Onda da varolayım. O da benim olsun. Onu da yemiş, şunu da giymiş, bunu da tüketmiş olayım. Şu da benden bahsetsin. Şurada da ben görüneyim. Burada da benden konuşulsun. Şunlar da beni ansınlar. Ben, ben, ben..." Bütün bunları bize söylettiren kuvve-i şeheviye.

Çünkü bu kuvve, daha çok varolmanın (ki varolmak en büyük nimettir) yolunu ötekini tüketmekte veya en azından ötekini kendiyle meşgul etmekte arıyor. Merkezde olmayı daha çok olmakla iltibas ediyor. Zevk dediğimiz herşey aslında bize varlık katıldığını sezdiğimiz an yaşadığımız aşinalık. Allah, varlığımızın devamını bir ölçüde böylesi bir varlık tüketimine (istifade daha doğru bir tabir) bağladığı için onlara bizi koşturacak/çalıştıracak bir lezzet asmış. "Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükafatını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine de koymuştur."

Biz bu lezzetlere dokundukça onun varlığımıza hizmet ettiğini hissediyoruz. Peki, günahlardaki lezzet? Bence şirk haricindeki her günah, çünkü onun bir lezzeti yoktur, aslında helalin israfıdır. Helali için takılmış/asılmış lezzetin, lezzetin asl-ı hedef olmasıyla israfa müncer olmasıdır. Kör Nokta: Gelecek Senaryolarını Öngörmek kitabında çok dikkatimi çeken bir saptamaydı bu: Eskiden yapmaya mecbur olduğumuz birşeyi yaparken ondan aldığımız lezzetler vardı. Şimdi lezzeti ziyadeleştirmek için mecbur olmadığımız birşeyler yaşıyoruz.

Merkez değişti. Helal ile haram arasındaki nüans da bu. "Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur..." cümlesini böyle de anlayabiliriz. Ve yine Kur'an-ı Hakîm'de buyrulan; "Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!" ayeti de bu bakışaçısıyla daha zengin bir yüzünü bize sunar. Özetle: Günah da, özünde varlıksal olan bir fiilin (şeriat dairesinde kalınmadığı için) israfına düşülmesidir. Ve israf, varlıksal olanı yokluksal kılar. Tıpkı, az yemekle deva olan birşeyi, çok yemekle hasta olmak gibi.

Evvel dediğim gibi: Varlığımızı arttırma isteğinin, hem varolmanın en büyük nimet ve lezzet oluşuyla, hem de her an fenaya doğru kaydığımızı hissetmemizden gelen korkuyla bir ilgisi var. Gazap/gadap zaten korku ehlinin davranış şeklidir. Korkan insan gazaplanır. Çünkü korunma güdüsü tahrik edilmiş, vücudu tehlikeye düşürülmüştür. Varlığının tehlikede olduğunu hisseden canlı önce korkar, sonra saldırganlaşır. Bir keresinde dört köpeğin arasından kurtardığımız bir kedinin, bizimle beraber onu kurtaran bir yabancının suratına saldırdığına şahit olmuştum. Normalde bir kedinin, hele bir sokak kedisinin, insana saldırdığı görülmez. Fakat korku, gazabı beraberinde getiriyor. Varlığımızın tehlikeye düştüğü an, onu korumak için herşeyi yapmayı göze aldığımız an. Aczimiz, cesaretimizin membaı haline geliyor böylece. Kuvve-i gadabiye de varolma arzumuzun bu yüzüne bakıyor biraz. Varolan, beka istiyor, yani hep varolmak istiyor. Varlığını korumak istiyor. Tehlikeye düşürene saldırmak istiyor.

Şimdi baştaki konuya geri dönelim. Şahid olunmak istiyoruz. Bu bizim her iki güdümüzle de/kuvvemizle de ilintili birşey. Birinin size şahid olması, onun dünyasında da varolmaktır. Bu yönüyle bir varlık arttırımıdır. Şöhret, varlıkta böyle bir artış hissi verdiği için insanca arzu edilir. Şehvetle ilintilidir. Ve yine şahid olunmayı istiyoruz. Çünkü aynı zamanda bu bir unutulmama ihtimali taşıyor. Sen ölüyorsun. Ama gözünde varolduğun seni hatırlayacak. Beka, tekrar-ı vücuttur. Onda tekrar varolacaksın. Reenkarnasyona iman etmek, ehl-i dalalet açısından, şaşırtıcı değil. Ahirete imanmamalarından gelen iki kuvve baskısını böylesi bir ihtimal-i tekrar-ı vücut ile bastırmayı başarabilirler(!). Bu noktada Eşkıya filminin o meşhur repliğini de hatırlayalım: "Korkma sadece toprağa gideceksin. Sonra toprak olacaksın. Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin.. Oradan özüne ulaşacaksın. Çiçeğin özüne bir arı konacak. Belki... Belki o arı ben olacağım."

Buradan, Bediüzzaman'ın duaya dair şöylediği şu güzel sözlere dönelim: "Duanın en güzel, en lâtîf, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerîm Zât var, ona bakar, ünsiyet verir." Belki dua edeni de rahatlatan, hatta varolanı rahatlatan, birisinin şahit olduğunu bilme hissidir. Hem sana birşey daha diyeyim mi? Kainat, içerdiği sonsuz delille yok olsa, ben yine de Allah'a inanırdım. Çünkü Allah iyi gelir. Çünkü kimse yokolacağına inanmak istemez. Kimse unutulmamasını istediği anlar yaşarken, o anların kaydedilmediğini tasavvur etmek istemez. Hiç olması fikrine dayanamaz. Güzellik eleme dönüşür öyle. İman, sadece karşıkonulmaz delilleriyle mecbur olduğumuz değil, canımıza da iyi geldiği için seçtiğimiz birşeydir. Onunla ancak en güzel anlarını Allah'a emanet edersin. Hem Kur'an bizi teselli eder gibi demez mi: "Şahid olarak Allah yetmez mi?"



[1] http://www.cemaatsiznurcu.blogspot.com.tr/2015/09/cocuklar-adam-olmasn-yalnz-adamlar-da.html

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...