18 Ekim 2016 Salı

Bir günde hain olunmaz

Miraç hâdisesinin ardından yaşanan bir hâdise daha var ki, sadece Hz. Ebu Bekir (r.a.) efendimin kemalini değil, mü'minin kemalinin kaynağını da bize ders veriyor. Evet, sıddıkiyet 'kendi kaynaklarından beslenmekten' gelir. Hz. Ebu Ebekir (r.a.) efendim, miracın yaşandığına inanmak için "Bunu o mu söylüyor?" diye sormakla yetinmişti sadece. Bu soruya verilen olumlu cevap miraca inanması için yetmişti. Ayrıca bir delil aramamıştı inanmak için.

Miracın cahiliye aklına uyup uymaması, yani gerçekleşebilir durup durmaması, umurunda olmamıştı. Çünkü o, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan aldığı ders ile biliyordu ki: Allah herşeye gücü yetendir. Kudreti sonsuz olanın birşeyi yaratması için insan aklının ona basması gerekmez. İnsan aklı/anlayışı Allah'ın iradesine, ilmine veya kudretine sınır koyamaz. Onu 'olağanüstü şeyleri yaratmamaya' mecbur edemez. Merhum Necip Fazıl'ın Cinnet Mustatili'ndeki ifadesiyle "Allah izah edilemeyişin tek izahıdır."

Bu noktayı önemsiyorum. Zira bizi nakille ilgili ilimlerin kıymetini anlamaya çağırıyor. Ebu Cehiller gibi sınırlı akılların ve dönemsel doğruların esiri olmamak ancak Ebu Bekirler gibi nakle teslimiyet sahibi olmakla mümkün. Fakat burada yanlış anlaşılan birşey var. Ebu Bekirler naklî bilgiye teslimiyet gösterirken aklı kapının dışında bırakmıyorlardı. Bilakis, aklî bir sürecin sonucu oluyor bu teslimiyet. Nasıl? Belki şöyle: İnsan, iman yolculuğuna çıktığında, Allah'ın farkına öyle bir varıyor ki, artık o Allah aklından çıkmaz oluyor. Her neye baksa Allah'ı hesaba katıyor. İsimlerini fiillerin arkasında görüyor. Bu fiilerin sayısı da o kadar çok ki! Kudretine bir sınır çizemiyor. Güçlüğün sadece kendine/sınırlarına görünen bir güçlük olduğunu, fail-i hakiki olan Allah için bunların hiçbir güçlük teşkil etmediğine uyanıyor.

Bu görüş, cahiliye aklına uysun veya uymasın, yine de müstakim bir akıldan beslenmektedir. Allah'ın varlığının farkına bir kere varan akıl için, onun şânına uyduktan sonra, hiçbir yaratış imkansız değildir. Cahiliye aklı ile mü'min aklı bu noktada büyük bir ayrılma yaşarlar. Cahiliye aklı gördüklerinden hareketle olabileceklere bir sınır çizer. Varlık onun için perde önünden ibarettir. Nedenin gücü yeterse ancak sonuç umulur. Kudreti sonsuz bir faili, hem de perde arkasında bir faili, hesaba katmaya alışık değildir. Müslüman aklı tam tersi şekilde çalışır. Allah'ın kudreti üzerinden baktığı için olabileceklere bir sınır koymaz. Ancak onun 'yaratış ahlakı' üzerinden olanları anlamaya çalışır.

Bu iki alanın farkındalığını korumak kanaatimce çok kıymetlidir. Yoksa, özellikle tebliğ noktasında, birbirine asla kavuşmayacak iki yaka nafile yere iliklenmeye çalışılır. Ebu Cehil'in miracı anlaması ve ona inanması arkaplanından dolayı imkansızdır. Çünkü kendi kaynakları bunu desteklemez. İnandığı bilgi sisteminde miracın olabilirliliği yoktur. Ebu Bekirler eğer 'İlla Ebu Cehiller de inansın!" diye uğraşırlarsa hata ederler. Zira bu gayret, bir süre sonra, onların bilgi sistemlerine uyma veya söylemini illa onlara uydurma sevdasına dönüşür.

Maddeci birisine namazın gerekliliğini anlatmak için aynı zamanda bir spor olduğunu söylemek, orucun gerekliliğini anlatmak için sağlığa faydalarını aktarmak, zekatın gerekliliğini anlatmak için sosyal hayata kattığı dengeyi zikretmek... Bu neviden her gayretimiz aslında kendi kaynaklarımızı bir ölçüde terktir. Biz ne namazı spor olduğu için, ne orucu sağlığa faydası için, ne de zekatı sosyal hayata kattığı denge için eda ederiz. Bunların tamamı bizim için Allah'ın emridir. İlleti Cenab-ı Hakkın 'Yapın!' diye buyurmasıdır. Ancak Allah'a inanmayan birisine bu ibadetleri anlatmak istediğimizde kendi alanınızı kısmen terkersiniz. Onun 'Allahsız' bölgesine geçip oradan deliller çıkarmaya çalışırsınız. "Hiçbir faydası yoktur!" demiyorum. Ancak yerelliği kaybetme tehlikesi bu savunma psikolojisinin hemen arkasından temkinsizlere gözkırpar.

"Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir; icaba, icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte, şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semâvî değildir."

Başkasının delil sistemi içerisinde dolaşmak kendi delil sisteminden uzaklaşmaktır. Modernistlerin en büyük arızası budur. Modern zaman söylemine karşı söz diyebilme telaşları bir noktadan sonra 'yaranma çabasına' dönüşür. Kendi naklî haberlerini modern aklın Allahsız bölgesine uyduramayanlarımızın 'karşılığı yok diye' nakle sırtını dönmesi kadar büyük facia var mıdır? Bu tıpkı kendisine miraç haberi gelen Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) "O dediyse doğrudur" demek yerine "Yok canım! O öyle dememiştir. Bunu başkası uydurmuştur!" demesi gibidir. Ki bugün, özellikle hadis-i şerifler ile ilgili tartışmalarda, Ebu Bekir olması beklenenlerin Ebu Cehilce hareket ettiğini görmekteyiz.

Bu aslında bir yönüyle yerelliğini yitirmektir. Ben şöyle düşünüyorum: Bir fırka veya kişi, bir günde yerelliğini yitirmez, hatta başlarken kaskatı bir yerel olabilir. Ancak kendisini kendi delil sistemi üzerinden ifade etmeyi terkettikçe, yani bunu yeterli görmedikçe veya başka gözlere de girmek istedikçe, yerellikten uzaklaşır. Yerellikten uzaklaşma önce kendi kaynaklarından, delil sisteminden, meşruiyet alanından uzaklaşmadır. Batının gözüne girmek ve rüştünü isbat etmek için 'illet' dilini terkedip 'hikmet' dilini konuştukça kimileri, bu 'hikmet' dilinin önce 'maslahat' ve biraz sonrasında da 'bid'a' diline dönüşmesine engel olamazlar. Kendi denizini terkeden balık başkasının denizine mecbur olur.

Tıpkı mürşidimin Şakk-ı Kamer bahsinde dediği gibi: "Hem meselâ, o vakit cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya'da yeni gurup, Amerika'da gündüz, Çin'de, Japonya'da sabah olduğu gibi, başka yerlerde başka esbab-ı mâniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize bak: Diyor ki, 'İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvâmın tarihleri bundan bahsetmiyor; öyle ise vuku bulmamış.' Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerin başına!" Sözlerimi toparlarsam: Kendi kaynaklarında değil de elde meşruiyet arayan yerelliğini kaybetmeye mahkûmdur. Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın sözüne değil de Ebu Cehillerin ağzına bakanlar kâselis olmaya mahkûmdur. Naklin doğru haberleri yerine aklın cerbezine kananlar mahvolmaya mahkûmdur. Allah bizi onlardan olmaktan korusun. Âmin.

10 Ekim 2016 Pazartesi

Güneş neden eksilmez?

"Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir." (Lokman sûresi, 28)

Güneşten birşey eksilmez onu tüm çiçekler sevse. Bu bir nuraniyet sırrıdır. Mürşidimin ders verdiği şekilde: Nasıl ki, binler aynalar tek bir ayna gibidir güneş için, onu yormaz. Sevilmek de sevileni, aynı şekilde, yormaz. Bir ayna ne kadar zahmetse güneş için (ki hiç zahmeti yoktur) binlerce ayna da o kadar zahmettir. Maşukunda ışık gibi varolan, ona yük olmadığı gibi, onu da yüklenmez. Ne kadar çok insanı, canlıyı, mahlukatı severseniz sevin. Onların kalbinize ayrı ayrı yükü yoktur. Ve ne kadar çok insan, canlı, mahlukat tarafından sevilirseniz sevilin, onların da ayrı ayrı cemalinize yükü yoktur.

İşte tam da bu noktada sevgi ile nur birbirine yaklaşıyor. Âşık ile yâri arasındaki ilişki, ayna ile güneşin ilişkisi gibi. Peki sevgi ne burada? Sevgi de Şems-i Sermed'den bir nur. Fakat bu nur ism-i Nur'dan gelmiyor. Bunun kaynağı ism-i Vedûd.

Her ismin bir nuru var bence. Yahut da şöyle demeli: el-Esmaü'l-Hüsna'dan her ismin bizimle hukuku nur gibi. Binbir ışık geçiyor üzerimizden. (Fakat burada şunu hatırlatalım: Işık vs. ancak kusurlu bir misaldir ism-i Nur'u anlamaya.) Bu önemli. Şeylerle nur gibi muhatap olmak cisim gibi muhatap olmaya benzemez. Nur gibi muhatap olanlar yük almadıkları gibi yük de olmazlar. Cisim gibi muhatap olduklarınız size yük oldukları gibi siz de onlara yük olursunuz. Fakire sadaka verdiğinizde sadaka cebinizde yük olmaz. Ama sonsuza dek sizin olur. Birisinden para çaldığınızda para yine de sizin olmaz. Ama cebinizde yük olur.

İnsan, Allah'ın her yerde hazır ve nazır olmasını ve aynı zamanda nihayetsiz uzak olmasını kendi cismaniyetiyle/sınırlarıyla anlayamıyor. Cisim gibi muhatap olduğu için herşeyle, ötesinde bir muhatabiyet nasıl olur, kavrayamıyor. Bence kalbimize bırakılmış duygular ve bedenimize bırakılmış duyular arasındaki fark bu noktada da öğreticidir. Duyulandıkları sınırlıdır insanın. Peki ya duygulandıkları? Duyular varlığından haberdar olmak için birşeyin cismine bir şekilde temas etmeye (veya cisimden gelen birşeylere temas etmeye) muhtaç olurlar. Duygular da böyle midir?

Duygular varlığından haberdar olsalar yeter. Her sevenimizin hatırındayız ve her sevdiğimiz hatırımızda. Ölümleri bile birşeyi değiştirmiyor. Masallarda çok rastlanır: Bir genç, uzak diyarlarda bir güzelin varlığından haberdar olur. Yüzünü görmemiştir. Sesini işitmemiştir. Ama bir şekilde varlığından haberdar ederler onu. Bu haberdar oluş duygulanmaya yeter. Gaybî bir aşk yaşanır. Buna 'masal' mı diyorsun? Öyleyse sana cenneti özleten ne? Cennetten öte Cemalullahı isteten ne? Oraya duyduğun hasret duyularla mı açıklanır yoksa duygularla mı?

Duyular-duygular meselesinde akıl-kalp düzlemine geçelim. Belki güzel birşey diyeceğim. Kalbin akla bir üstünlüğünü de buradan anlayabiliriz. Akıl, birşeyin varlığına inanmak için delilleri hep yanında/hatırında taşımak zorundadır. Kalp buna muhtaç olmaz. Haberdar olsa yeter. İhtimal verse yeter. Çünkü ona açtır. Çünkü ona muhtaçtır. Çünkü ona taraftardır. Bütün bu zayıflıkları inandığı şeyin arkasındaki güce dönüşür. Lemeat'ta "İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor mâkes-i nur-u iman. Bazan da mücahiddir, bazan süpürgecidir. Dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz iman, vicdan. Yoksa bazıların zannınca iman dimağda olsa, ruh-u iman olan hakkalyakîne, ihtimâlât-ı kesire olur birer hasm-ı bîeman. Kalb ile vicdan, mahall-i iman. Hads ile ilham, delil-i iman. Bir hiss-i sâdis, tarik-i iman. Fikir ile dimağ, bekçi-i iman..." derken mürşidim biraz da dikkatimizi çektiği budur.

Anlatılır ki: Sultan, Mecnun'un dillere destan sevdasını duyup da Leyla ile onları buluşturmak isteyince önce Mecnun'u buldurur, sonra Leyla'yı. Nihayet bir mecliste ikisini birden görünce Mecnun'a eğilip der: "Bu kara kuru kız için miydi bütün bu yangın?" Mecnun ona şöyle cevap verir: "Onu benim gözlerimden görmelisin!" Bu hikaye bize birşey öğretiyor: Biz birşeyi kalbimize soktuğumuz zaman aynı zamanda ona belli ölçülerde taraftar oluruz. İman taraftarlıktır. Taraftarlığın artısı ne? Önce ona hak vermeye çalışırız. Önce onu savunuruz. Önce ona delil ararız. Önce ona sığınırız. Önce onu kayırırız. Yani diğerlerinden ayırırız. Bu, güzelliği haber verilene aşkımız gibidir. İştiyakımız tereddütlerimize kalkan olur. Şeytan vesvese verse, şeytana değil, şeytandan kaçarız.

Mutasavvıfların aşkta buldukları kemali imanın-muhabbetle ve taraftarlıkla ilgisi üzerinden okuyabiliriz. Âşık, âşık olduğunun aksine inanmak istemez. Muhabbetin gözü kusura kör olduğu gibi vesveseye de kördür. Bu şu şarkıda söylendiği gibidir biraz: "Çok âşığın var diyorlar. 'Yalan' de. Yeter bana." Kelamında yalan olmayan yâre imanmaya yatkınlıktır imanımızın selabeti. İman etmek 2x2:4 ederden öte birşeydir. 2x2'inin 4 etmesine kendi içinde de bir şahit ve arzu bulmaktır. O şahiti ve arzuyu bulduktan sonra sana 2x2'nin 5 veya 3 ettiği yönünde gelen her demagojik argüman kalbindeki 'taraftarlığa' toslar.
"Velâyet yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası, ihlâstır. Çünkü ihlâs ile hafî şirklerden halâs olur. İhlâsı kazanmayan, o yollarda gezemez. Ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet, muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemâline delâlet eden zayıf emâreleri, kavî hüccetler hükmünde görür. Daima mahbubuna taraftardır."
Hakka tarafgir olmak onda sebatı netice verir. Sebat tefekkürü tetikler. Tefekkür şüpheye karşı delil üretir. Delil vehmi süpürür. Eğer iman salt aklın işi olsaydı, aklımıza gelen her vesvesede imanımız da tehlikeye düşerdi. Fakat hayır, vesvese ancak bizi diri tutar ve 'akıl süpürgesini' ve 'bekçi-i imanı' harekete geçirir. O şüphenin içimizde büyüye büyüye kalbe tesir etmesini önlemek için vardır akıl ve fikir. Bizzat imanın yatağı olmak için değil. Tek kaynağı olmak için değil. Hadis-i şerifte övülen 'kocakarı imanını' biraz da böyle anlayabilirsin.

8 Ekim 2016 Cumartesi

Kader barıştırır...

Herşey kendi fenasına doğru gidiyor. Bizde görünenlerin aslında bizim olmadığını ömrümüzün sonuna doğru bizden alınmasıyla anlıyoruz. Her güzellik varlık konağında misafir. Varlığın kendisi bile varlıkta misafir. Akıp gidiyor herşey. Bu akıp gidişler içinde ayakta durmaya çalışıyoruz. Akıntıya karşı yüzmenin hiçbir anlamı yok. Akıntı çok güçlü. Akıntı karşı konulmaz. Akıntı ölüm. Ölüme karşı koyabilen oldu mu hiç? O vakit onunla yüz(leş)mesini öğrenmek gerek. Akıntı ancak onun aktığı yöne doğru yüzenlere yardım eder.

Meselenin nehirle boğuşmak olmadığı buradan anlaşılıyor. Nehirle barışacaksın. Nehirle beraber yüzeceksin. Onun debisini gücün haline getireceksin. Yahut şöyle ifade edelim: "(...) senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar..." Akıntıya dahil olarak gücünden güç alacaksın. Bırakıp gidenler canını yakmayacak, hatta sana can sağlığı verecek.

Bu nasıl mümkün olur? Bu ancak onların gidişini doğru şekilde anlamlandırmakla olur. Yaralarının bir anlamı varsa, onlara bakmak yüzünü güldürür, canını acıtmaz. Sızısıyla bile barışırsın. Kesiğine nakış muamelesi yaparsın. Dostun için yediğin bir kurşun neden pişmanlığın olsun? Sen ona her bakışında varlığıyla iftihar edersin. Yavrusu için aç kalmak hangi anneye elemdir? İşte biz de yaralarımız böyle iftihar vesilelerine dönüştürmeliyiz. Bunun yolu doğru anlam. Anlam dönüştürücüdür.

Anlamda bir sihir var. Akıntıyı sırtımıza almamızı sağlıyor. Yaşadığın olayı anlamlandırış şeklin onu sırtına mı yoksa karşına mı aldığını da belirliyor. Kadere iman, bu açıdan, sırtına alışların en güçlüsü. Çünkü iradenin eseri sandığın meselelerde aslında hata yapmaz bir iradenin kontrolünden geçtiğini ihtar ediyor. Yazar için editörün varlığı bir rahatlıktır.

Neden rahatlıktır? Metinlerinin basılmadan önce ehil bir başkası tarafından okunduğunu bilmek, onların o kadar da kötü olmadığına/olmayacağına dönük bir teselli sağlar. Biz de kesbettiklerimize karşı bir teselli buluruz kadere iman sayesinde. 'Keşke'lerimize ilaç olur. Kaçırılan fırsatlar başkasının kontrolünden geçmiştir. Bir hatada herşeyi yıkacak kadar başıboş değilizdir çok şükür.

Biz ne kadar kesbedersek kesbedelim Allah yaratmaktadır fiilerimizi. Onun yaratışı hayırdır. "Halk-ı şer şer değildir, kesb-i şer şerdir." Ve Onun yaratışı mutlak güzeldir. "Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir." Onun halkına bakan yönü elbette hayırdır varlığın. Bir bizim elimizi yakmakla ateş kötü olmaz. O kadar da ileri gitmiş olamayız. O kadar da herşeyi batırmış olamayız. Bundan büyük teselli olabilir mi?

5 Ekim 2016 Çarşamba

Vicdan ahireti nereden biliyor?

Bu yazı, inşaallah, hoş bir farkındalığa dair olacak. Nereden başlayalım? En kolay yerden. En kolay yer, talebe için, mürşidinin sözüdür. Mürşidim bir yerde diyor ki: "İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse, 'Ebed, ebed!' sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahlûktur. Demek, bu vicdanî olan incizap ve cezbe, bir gaye-i hakikiyenin ve bir hakikat-i cazibedârın yalnız cezbiyle olabilir..."

Bu metni hatırınızda tutun. Yazının ilerleyen kısımlarında lazım olacak. Vicdanın ahirete delil oluşu bir süredir dünyamı kurcalayan birşey. Şu şekliyle biraz anlayabiliyorum: İnsanın içinde bir yer sonsuza kadar varolmak istiyor. Ve bu arzu da içimize bırakılmış bir açlık olarak kendi rızkının delili oluyor. Buraya kadar tamam. Ama doymuyorum. 'Daha'sının olduğunu seziyorum. Hepsi bundan ibaretmiş gibi gelmiyor bana. En azından mezkûr metin öyle olmadığını düşündürüyor. O halde izlerimi takip edin. Belki güzel bir yere çıkacağız.

Farkındalığımca 'vicdan'ı ve 'nefs'i şöyle ayırabiliyorum ben: Nefis, kısavadede/hemen kazandıranları farketmemizi sağlayan ve arzulatan şey. Vicdan ise uzunvadede/daha sonra faydamıza olanı sezer ve arzulatır. Bu iki arzulayış şekliyle imtihan oluruz. Neden ikili sistem? Varlığımızı devam ettirebilmek için ikisine de ihtiyacımız var çünkü. Çünkü insan hem beden hem ruhtur. Hem madde hem manadır. Hem dokunuş hem duyuştur. Hem akıl hem kalptir. Hem algı hem yorumdur. Sadece birisi değildir.

Maddî menfaatlerimiz için nefis zaruretimizdir. O olmadığında onlara boşveririz. (İştahı kesilen bala aldırmaz.) Hem nefis olmadan manevî elemlerden de kurtulamayız. Tek bir hüzün damlası yüzümüzü hayata küstürebilir. Böylesi durumlarda nefis kendi arzulayış biçimiyle bizi yeniden hayata bağlar. En büyük acıların ardından dahi bir süre sonra karnımız acıkır. Canımız çeker. Yüzümüz güler. İyi ki de acıkır, çeker ve güler. Yoksa varolmaya dayanamayız.

Ancak kısavadeli arzular da, salt etkisine bıraktığımızda kendimizi, tehlikeli olurlar bizler için. Bir kere 'hayır' mürşidimin ifade buyurduğu gibi 'küllî' ve 'vücudî' birşey olduğu için bütünlüğe ve genişliğe ihtiyaç duyar. (Şerdir cüzî ve ademî olan.) Daha fidanken hiçbir ağaç meyve vermez. Ağaç büyüyene kadar sabretmek gerekir. Hem hiçbir meyve de bir günde olmaz. Onun da hamlığından olgunluğuna bir yolculuğu vardır. Erken koparırsanız haltedersiniz. Diliniz ve mideniz yediğiniz haltın haberini size pek çabuk söyler.

Hayırlı olan kendisini her zaman parçada göstermez. Bazen de bütünlüğe bakmamızı ister. Bugün kıldığımız namaz, sadece kıldığımız anda değil, ahirete uzanan bir düzlemde asıl meyvesini sunacaktır. Eğer oruçtan kebaptaki peşin hazzı beklerseniz, hayalkırıklığına uğrarsınız. İşte bu noktada da vicdanımıza ihtiyacımız var. Kısavadede kazandıran gibi görünen amellere dair doğru/yanlış tahlilini o yapar. Yere düşürülen bir cüzdanı cebimize atmak nefse hoş gelebilir. Ancak vicdan bu işe ne diyecektir? Vicdan böyle konularda doğru olana taraftardır. Genelde böyle olur. Peki, nasıl böyle olur?

İşte burada alıntıladığımız metne tekrar dönüyorum: Vicdan, ahiretin ve saadet-i ebediyenin bir delilidir, çünkü sanki orayı biliyormuş gibi davranır. Sanki bir küçük miraç yaşamış, cenneti/cehennemi görmüş, içine onlardan birer ümit ve korku düşmüş gibi davranır vicdan. O cüzdanı götürüp sahibine vermekte insanın bedensel anlamda nasıl bir tatmini olabilir? Hiç ve hiçbir şey. Hiçbir menfaatimiz yoktur maddî anlamda bu 'doğru'da. Ancak vicdan yine de doğruyu tanır. Çünkü vicdan ahiretin farkındalığıyla yaratılmıştır. İçindeki bütün cezbeler/çekimler/arzulayışlar ahiretin farkındalığıyla kuşanmıştır. "Demek o vicdan, o ebed için mahlûktur."

Yani sonsuzluğa duyduğumuz arzuyu kastetmiyorum sadece burada. Biz her amelimizde sonsuzluğu arzuluyoruz, varmış gibi davranıyoruz, eğer kulağımız vicdanımızdaysa. Çünkü ancak ahiret varsa doğru oluyor vicdan ile yaptığımız eyleyişler. "Demek, bu vicdanî olan incizap ve cezbe, bir gaye-i hakikiyenin ve bir hakikat-i cazibedârın yalnız cezbiyle olabilir..." Eğer ahiret yoksa, vicdanımız vicdan değil, aptallığımızdır. Hatta sadece 'aptallık' diyerek de kurtulamayız onun gerçekliğinden. Aynı zamanda anlaşılmazımızdır o bizim. Dolu bir cüzdanı neden sahibine götürmemizi istediğini hiçbir yere koyamayız. Bu koyamayış da onu ahiretin bir delili kılar. Eğer vicdanın kararları doğruysa, ki buna hiçbir insanoğlu itiraz etmez, o halde bu kararların doğruluğunun ortaya çıkacağı ahiret de vardır. Bu metin bize bunu da söyler. Allahu'l-alem.

1 Ekim 2016 Cumartesi

Mükemmeli aramak kaybolmaktır

"Herşey yokolup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna..." (Kasas sûresi, 88. ayet.)

Mükemmelin ne olduğunu bilmeyiz. Yaklaştıkça bir serap gibi uzaklaşır bizden. Arayı açar. Bir kızıl elmadır. Mükemmeli aramak kaybolmaktır. Yazma yolculuğumda beni en çok zorlayan şeylerden birisi buydu. Metinlerimin mükemmele ulaşabileceklerini ve ancak ulaştıkları zaman yayınlanmaya değer olduklarını düşünmek, hem yazma süreci boyunca, hem de yazdıktan bir süre sonra ümitsizliğe düşmeme sebep oluyordu. Bu ümitsizlik iki nedendendi.

Birincisi: Metinlerimin olgunlaşması için gereken zaman sonsuzluk gibi uzuyordu. Her 'tamam'ın bir 'daha'sı vardı. (Dahalar bitmiyordu.) Bizzat kendimin ifadelerimden tastamam razı olması mümkün değil gibiydi. Çünkü yazarken ben de değişiyordum. (İnsan her anda başka bir insan değil midir?) Ahmed'den Ahmed'e geçiyordum. Halet-i ruhiyem ile beraber standartlarım ve telakkilerim de kuş gibi daldan dala konuyordu. Ve sonraki Ahmed önceki Ahmed'in cümlelerinden pek de razı değildi.

İkincisi: Yayınlamakla da çilem bitmiyordu. Sona geldiğimi sanmamdan bir süre sonra yeniden 'daha'ların içine yuvarlanıyordum. (Dahalar bitmiyordu.) Metinlerimle bağımı bir türlü koparamıyordum. Eski yazılarım gözümde eskimiyordu. "Şu cümle değiştirilse daha güzel olmaz mıydı? Şurada 've' değil de 'veya' konmalı değil miydi? Şu satırda nokta yerine ünlem işareti koymak gerekmez miydi? Hem şurada... Hem şurada... Hem şurada..." Yeter daaa!

Şimdi bunları dert gibi söyleyince komik duruyor. Belki bazınız içten içe gülüyorsunuz da. Hakkınız var. Gülün bakalım. Tatmayan bu zehri bilemez. Halet-i ruhiyemi ancak şöyle anlatabilirim: Yazılar hiç bitmiyordu. Hiç arkamda kalmıyordu. Hiç kafamdan çıkmıyordu. Başkası için yazması çok kolay yarım sayfalık bir metin bile benim için eziyet oluyordu. Onun 'tamam' olup olmadığından emin olamıyordum. Neden? Tamam 'mükemmel' olduğunda teşhis edilmezdir. Her tamamın bir devamı vardır. Tekrar tekrar bakmaktan, tekrar tekrar oynamaktan, tekrar tekrar düzeltmekten yorulana ve hatta bazen arzu ile başladığım o şeyden nefret edip tiksinene kadar üzerinde gezinmeye devam ediyordum. Bu da üretkenliğimi katlediyordu.

Sonra bir gün mürşidimin bir cümlesine tekrar rastladım. Bana kendi halet-i ruhiyemi anlatıyor gibi geldi. Diyordu ki orada: "Kendini beğenen belâyı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen safâyı bulur, rahmete gider..." Hem yine başka bir yerde bu manayı tamamlar gibi diyordu ki: "Kemâlini kemâlsizlikte (...) bil." Ben bunların ikisini de üzerime alındım. Çünkü işimi güçleştiren mükemmellik arayışının aslında kendimi beğenmişlikten kaynaklandığını farkettim. Metnimin mükemmel olabileceğini düşünmem, bunun peşinde koşmam, aslında bir yazar olarak kendimi mükemmel bulmamdandı. (Veya öyle görünmek istiyordum.) İçimdeki kibir eserimde kusur istemiyordu. Eserimdeki kusur içimdeki kibri mutsuz kılıyordu. Halbuki kusur insanın imzasıydı. Onsuz olamazdım. Demek ki, ben, kendimi 'kendimden öte birşeymiş gibi' beğenmekle belamı bulmuştum. Omzuma taşıyamayacağım bir yük almaktandı tüm çektiklerim.

'Kemalini kemalsizlikte bil'mekle rahatlamaya başladım. (Özgürlük ancak fıtratın sınırlarını tanıyorsa kayışı koparmıyordu.) Yazdıklarıma, ebediyen kalplerde kalacak şeyler olarak değil de, ebediyen kalplerde kalacak şeylere işaret eden geçici şeyler olarak bakmayı başardım. "Odur" demeyi terkedip "Ona dairdir" demeyi öğrendim. 'O' olsaydım kusursuz olmalıydım. Ama eğer sadece 'ona dair' isem işaret etmem yeterdi. Kusur kaldırırdım. Çünkü aslolan ben değildim. Aslolmayana, asla işaret etmek için, bir an-ı seyyale olsun varolmak yeterdi. İşaret, ettiğiyle varolurdu. Mademki ona dair olmuştum, dair olduğum şey varoldukça, ben de onunla varolurdum. Onun kemalinden kemalsizliğim içinde hissedar olurdum. Yeter ki işaret edeyim.

Hem Yalnız Gezerin Hayalleri'nde Rousseau şöyle demiyor muydu: "Hangi durumda olursak olalım, bizi sürekli mutsuz eden, kendini beğenmişliktir. O susup da aklımız konuştuğunda, kaçınmamız mümkün olmayan tüm mutsuzlukların tesellisini buluruz." Varoluşunun 'mükemmellikte' değil 'nihayetsiz kemalde olana işaret etmekte' olduğunu farkedenler için hangi kusur cinnet sebebi olabilir? Kusur kemal sahibine yakışmaz ancak. Bize yakışır. Haketmediğini düşünenler için acıdır musibetler. Layık olmadığını düşünenler için üzücüdür kemlikler. Sınırlarımız canımızı yakmamalıdır. İşaret edenin işaret ettiği şey gibi olmasına gerek yoktur ki. Görevi göstermektir. Bizzat görünmek değil ki.

Bu düşünce beni rahatlattı. Detaylaşmak huzurdur. Bu kemalsizlik (aslında özümle yüzleşme idi) aniden kemalim oluverdi. O günden beridir daha sık yazıyorum. Mükemmellik aramıyorum. Yazılarımın yükünü gemiye bıraktım. Tekrar tekrar dönmüyorum onlara. Bu artık önemsiz geliyor. Zira 'tamam'ım mükemmellik değil yeterlilik. İşaret edebildiysem, tamam. Ardımdan gelecekler sırtıma basıp yoluna devam edebileceklerse, tamam. O bütünde parça olduysam, tamam. Fazlası olmaya ihtiyaç yok. Çünkü bu benden beklenen değil. Ben kusursuz olana 'dair' olabilmek için gelmişim. Kusursuz olmam şart değil.

Bu arada: Dikkatli okursak, Bediüzzaman'ın mektuplarını 'el-bâki hüve'l-bâki' diye bitirmesinde de böyle bir nasihat görebiliriz. İnsan, biraz da yarına daha fazla kalabilmek için yazmıyor mu? İşte, 'el-bâki hüve'l-bâki' diyor ki bize: Nasıl bir metin yazarsanız yazın, o metinden geriye kalacak olan, ona dair olanlardır. Çünkü "Bâki olan yalnız odur." Beşerî işlerinizde bunu aramayın.

27 Eylül 2016 Salı

Kendinden fazlası için ne yaptınsa kendinle hep o kalacak...

Âişe annemizden (r.anhâ) rivayet edildiğine göre: Resûl-i Ekrem’in ailesi koyun kesmişlerdi. Efendimiz aleyhissalatuvesselam bir ara “Ondan geriye ne kaldı?” diye sordu. Hz. Âişe; “Sadece bir kürek kemiği kaldı” cevabını verdi. Bunun üzerine Efendimiz; “(Desene) bir kürek kemiği hariç, hepsi duruyor!” buyurdu. (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme 35)

Kendimce, nefis düzleminde yaşanan bir hayat ve tadılan lezzetler ile mürşidimin 'kalp ve ruhun derece-i hayatı' veya 'lezzet-i ruhaniye' dediği şeyi şöyle ayırabiliyorum: Diyelim birisine dar gününde iyilik ettiniz. Çok zaruri bir ihtiyacını giderdiniz. Ondan da candan-ciğerden bir "Allah razı olsun!" aldınız. Bunun lezzeti hiç gitmiyor. Huzurlu bir lezzet bu. Bir kilo baklavayı hapır hupur yemek gibi değil. Telaşlı değil. Baklavanın lezzeti, sizin iştahınız geçince veya o bitince, terkedip gidiyor. İyiliğin lezzeti sizi terketmiyor. Çünkü orada eylenen şey kendisiyle başlayıp bitecek bir amaç uğruna eylenmedi. İyilik yaptığınızda kendinizden öte bir bütünlüğe hizmet etmiş olursunuz. Bir başkasının varlığına katkı sağlarsınız. Başkasının varlığına yapılacak katkı aynı zamanda sizden öte birşey adınadır. O parçayla varlığını devam ettiren bütün adınadır. Bencilce değildir. Bencilce olan sizle biter. Bütün adına olan hep devam eder. İyiliği abesten en çok ayıran budur bence: İyilik, bütün adına yapılandır. Abes, parça adına yapılan. Kötülük, parçalamak adına yapılan...

"İnsanda iki vecih var. Birisi, enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri, ubûdiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar..." diyen mürşidimin dikkatimizi çektiği biraz da budur belki. Sen birşeyin parçasısın. Ve 'benlik' denilen parça bilincine sahipsin. Bu bilinç aynı zamanda sana kendi içinde bir bütünlük olduğunu düşündürüyor. Şuur, parçanın sahip olduğu bütünlük bilincidir. Şuursuzluk, parçanın parça olduğunun farkında olmamasıdır. İnsansın. Parçası olduğun şeyin bütünlüğünü unutmaya yatkınsın. Kendi parçanın varlığını bütünün varlığından daha önemli görmeyi seviyorsun. Seviyorsun, çünkü aynanda yansıyanı gerçekle arandaki tek bağ olarak biliyorsun. Sanıyorsun ki; aynan kırılırsa, o bağ sonsuza kadar kesilecek.

Ölüm bu yüzden korkutuyor seni. Ubudiyet, bu bağın öyle kolay kesilecek birşey olmadığını hatırlatıyor. Varlığını devam ettirebilmen için parçanda bencilleşmene gerek yok. Hodbinlik zorunlu değil. Hüdabinlik mümkün. Bütünün varlığına kendince hizmet etmen, sonsuzluğun içinde pay sahibi olman açısından, kendin kalmaktan daha gerekli ve önemli. Aynan kırılsa da aynanda yansıyanlar hep varolacak. Eğer onların varlığına bir katkı yapabildinse, aynan yüz yerinden kırılmış olsa da, sen de o varlıkla birlikte hep varolacaksın. Eğer onların anlamına iyilikle dahil olabildinse sen de o anlamla beraber yaşayacaksın. Çocuğunun hayatı annenin de hayatı olacak.

"Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir." Şuurun sayesinde bütünlüğün farkındasın. Anlamın farkında olmak, anlamın bir parçası olmaktır aynı zamanda. Ubudiyet adına yaptığın herşey sana o bütünlüğü hatırlatıyor ve seni de bir parçası kılıyor. Namaz, oruç, hac, zekat, hamd, salavat, sadaka... Hatta hep söyleyegeldiğin kelimat-ı mübareke... Hepsi, parçan için varolmadığını, 'kendinden ötede bir bütünlüğün parçası olmak için yaratıldığını' hatırlatıyor. Hepsinin manasında bu var. İbadet etmek, varoluşunu, ötende birşeyle anlamlandırmaktır. Hatta bütününü beraber anlamlandırmaktır. Enaniyet ise seni parçanda kör eder. Varlığını, varlığına hapsolmuş bir şekilde tanımlar. Peki, bundan bir kurtuluş yolu yok mudur?

"Demek güvendiğin hayat-ı maddiye, yalnız bir dakikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tetkik, 'bir âşiredir, belki bir ân-ı seyyâledir' demişler. İşte, şu sırdandır ki, bazı ehl-i velâyet, dünyanın, dünya cihetiyle ademine hükmetmişler. Madem böyledir. Hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak; kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak: Ne kadar geniş bir daire-i hayatları var! Senin için meyyit olan mazi, müstakbel, onlar için hayydır, hayattar ve mevcuttur."

O halde bütünde değerli olan şeyler biriktir. Ve seninle hep kalan lezzetlerin peşinde koş. Anlamlı şeyler yap. Anlamın lezzetini ruh saklar. Anların lezzetini nefis ancak tadar. Anları/tadışları biriktiremezsin, ama anlamı biriktirebilirsin. Ömrünü güzel anlamlara adarsan (ki bu güzel anlamların en birincisi imandır) o zaman yaşadığın hiçbirşeyi geride bırakmazsın. İbadetlerinin insanı ahirette nasıl bulacağını anlatan ayet ve hadisler aslında bunu da fısıldıyorlar: Dar gününde arkadaşın için yaptığın iyilik seni terkediyor mu ki; Allah rızası için, onun yarattığı tevhidî bütünlüğün anlamından nasiplenmek için yaptıkların seni terketsin. Ve terketmeyeceğine geçmişteki iyiliklerini her hatırladığında bizzat sen şahit oluyorsun. Bizzat içinde bir doğrulayıcı buluyorsun. Kendinden fazlası için ne yaptınsa kendinle hep o kalacak...

26 Eylül 2016 Pazartesi

Bölünmek de bir nimettir

Ashabım semadaki yıldızlar gibidir. Hangisinden hadis alırsanız, doğruyu bulursunuz. Ashabın ihtilâfı sizin için rahmettir.” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I/64; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I/210-212)

Bediüzzaman'ın hayatını bilenler bilirler ki; sakındığı şeylerden birisi de 'çokça ziyaret edilmek'tir. Özellikle Lahika mektuplarında, talebelerini, kendisini ziyaret etmek yerine eserlerini okumaya yönlendirir. Onları okumanın kendisiyle sohbet etmekten daha faydalı olacağını söyler. Bu, bana, Fetullah Gülen'in 'ziyaret edilme merakı' ile birlikte ele alınınca ilginç geliyor. Aslında her iki cemaatin (birine artık cemaat demiyoruz) yapılanma şekilleri, mürşidlerinin ziyaretçilere karşı takındıkları tavırlar üzerinden bir derece okunabilir.

Bediüzzaman, kendisiyle görüşmek isteyenleri, mümkün mertebe metinlerine yönlendirerek adem-i merkeziyetçi bir cemaat yapısını destekler. Doğru, metinler bireylerce tefekkür edilerek keşfedilecektir. Yorumlar, o doğruların farklı renklerini ortaya çıkaracaktır. Belki biraz da bu yüzden nur talebeleri, sayılarını kendilerinin bile bilemediği kadar, grup ve grupçuklara ayrılmıştır. (Hiçbir gruba bağlı olmayan fertleri de vardır.) Fetullahçılıkta iş böyle değildir. Zira Gülen ziyaret edilmeyi sever. Hatta ondan fayda bulacağını düşündüğü isimleri bazen 'davet ederek' bazen de 'mecbur bırakarak' kendisini ziyaret ettirir. Pensilvanya'daki ini bu açıdan tam bir ziyaretgâh olmuştur.

İşin şurası da mühim: Bu, yurtdışına çıktıktan sonra gelişen bir ahlak değildi onda. Türkiye'den ayrılmadan önce de ziyaret edilmeyi seviyordu. Lise dönemimden, her ilden öğrencilerin kendisini ziyarete götürüldüğünü hatırlıyorum. (Böyle bir teklif bana da yapılmıştı.) Zaten bu cemaatimsi örgütün yapısını az-çok bilen, Gülen'in müntesipleriyle metinler üzerinden değil de şifahi/sözlü şekilde iletişim kurmayı sevdiğini bilir. Kitaplarının baskı sayısı vaaz kasetlerinin satış sayısıyla asla boy ölçüşemez. Hatta kitaplarının çoğu da vaazlarının/konferanslarının deşifre edilmiş halidir.

Bu tefekkür, beni, 'bölünmenin de nimet olduğu' düşüncesine sürükledi. Eğer Bediüzzaman, bizi, Risale-i Nur metinleri üzerinden bir ilişkiye teşvik etmese de 'mutlak vekillik' gibi kişi merkezli bir ilişkiye zorlasaydı, biz de FETÖ'de olduğu gibi 'parçalanmayan' ama bunun bedeli olarak da 'sorgulamayan' bir yapıya dönüşebilirdik. Elhamdülillah ki, böyle olmadık. Metinler üzerinden birbirimizle/hakikatle kurduğumuz ilişki daha hür iradeler geliştirebilmemize ve yeri geldiğinde birbirimizi eleştirebilmemize yol açtı. Zâhiren baktığımızda nur talebelerinin parça parça olması kötüydü. Ama biraz daha derinlemesine baktığımızda bölünmek de bir nimetti. Bölünmemiz sayesinde bir diğerimizin yoldan çıkmasına (elimizden geldiğince) engel olduk.

Belki İslam ümmeti olarak bu denli çok mezhep, meslek, meşrep sahibi olmamız da böylesi bir hayır saklıyor. Her ekolün müntesibi, kendi ekolünün haklılığını inşa ederken, diğer ekolün de eleştirisini geliştirmiş oluyor.

Bu illa hakikat dairesinin dışına atmak şeklinde değil; hasen ve ahsen, hak ve ehak düzleminde de yaşanıyor. Daha güzeli ararken veya daha güzelin bizcesini tarif ederken bir diğerimize eleştiri geliştirmiş oluyoruz. Farklılığın zenginlik olması hakikati tam da burada karşımıza çıkıyor. Farklı olan, farklı olduğu şeylere geliştirdiği eleştiri üzerinden, istikametin de kaynağı oluyor. Ancak elbette bu farklılıkların en nihayet ümmet bütünlüğünde erimeye yatkın olması lazım. Bölünmelerin de 'daha büyük bir bütünlükte erime adına' yaşanması lazım. Yoksa toplulukta asabiyet, bireyde ise enaniyet olurlar.

FETÖ toplululuk olarak kütük gibi bir asabiyete (Gülen de birey olarak kocaman bir enaniyete) sahipti. Üstelik bir kaya parçası gibi de bölünmekten yoksundu. Hükümetle çekiştiği birkaç yılda da (bireysel ayrılıklar dışında) ciddi bir bölünme yaşamadı. Bu katı liderciliğin bir zararı olarak karşımızda duruyor. Bir kişinin hatası onu sorgulamayan bin kişinin hatası olabiliyor. O halde bölünmelerimize üzülmeyelim. Güzel bir şekilde bölünmememize üzülelim. Küslükle ve kavgayla, ümmet bütünlüğüne zarar verecek şekilde, bölünmüşsek ona üzülelim. Böyle şeylerin yaşanmadığı bölünmeler esasında bölünme de değildir. Çoğalmaktır. Bütünün kemaline yapılmış bir katkıdır. Hücre sayısının milyonları aşması vücuda zarar vermez. Kanserli bir hücrenin tüm vücuda kendi düzenini dayatmasıdır asıl zarar verici olan.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...