21 Aralık 2016 Çarşamba

Kim Allah'a daha yakın (2)

"Ashabıma, onlardan sonra gelenlere ve onları izleyenlere iyi davranın; onlardan (bu üçüncü kuşaktan) sonra yalancılık yayılır. Öyle ki, kişi yemin etmesi istenmeden önce yemin eder, şahitlik yapması istenmeden şahitlik yapar." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/239)

Bir önceki yazıda, okuyanlar hatırlayacaktır, akrebiyetin 'ihsan'la, kurbiyetin 'kisb'le ilgisine dikkat çekmiştim. Azıcık daha hatırlatırsam: Akrebiyetin, Allah'ın, kulunun say u gayretini bir şart görmeden, tamamen fazlından bağışladığı (sınırlarını ancak kendisinin takdir edeceği) bir 'yaklaştırma' olduğunu; kurbiyetin ise, kulun göstereceği say u gayretle bir derece bağlı (ve yine diğerine göre bir derece sınırlı) bir 'yakınlaşma' olduğunu ifade etmiştim. Hatta akrebî yakınlık ile kurbî yakınlığın kategorisel/sınıfsal bir ayrım olduğunu, kurbî yakınlığın hiçbir açıdan akrebî yakınlık ile yarışamayacağını, Risale-i Nur'da geçen altın/gümüş kıyaslaması üzerinden dile getirmiştim.

Konu hakkındaki detaylı bilgiyi, Kenan Demirtaş Hoca'nın gözetiminde hazırlanan, Terimler ve Kavramlar Sözlüğü'ne havale ederek, bu yazıda meselenin ehl-i beyte bakan yönüne değinmeye çalışacağım. Çünkü bir önceki yazının sonunda, yine okuyanlar hatırlayacaktır, bunun sözünü verdim. O halde evvel-i kelam: Bismillah. Tevfik Allah'tan ve hamd yalnızca Ona.

Bediüzzaman, ehl-i beytle ilgili bahislerde, özellikle şianın ve sünniliğin ehl-i beyte bakışındaki farklılığı ortaya koymada, bu iki kavramın anlam dünyasına hayatî atıflar yapıyor. Maksad-ı kelamımızı hemen başta söyleyelim: Gerek 4. Lem'a olan Minhacü's-Sünne Risalesi'nde, gerek yine Lem'alar'da yeralan Âl-i Âba bahsinde, Bediüzzaman'ın ehl-i beyte muhabbeti emreden ayet ve hadislere getirdiği yorumlar tamamen 'kurbiyet' merkezlidir. Yani, mürşidime göre, ehl-i beytin hem nass-ı Kur'an'la 'sevilmesi emredilen kıymetliler' olması hem de 'Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın onlara özel bir muhabbet göstermesi' onların kurbiyetleri ile ilgili bir meseledir. Akrebiyetleri ilgili bir durum değildir.

"Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususî, cüz'î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir. Zâhir hale göre o azîm şefkati o hususî, cüz'î maddelere sarf etmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat hakikatte o cüz'î madde, küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına, onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş. Meselâ, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin'e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir."

Sahabenin, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın vahyinin ve hayatının birebir şahitleri olarak, ümmet içinde, kurbiyetle yetişilmeyecek akrebî/özel bir yerleri vardır. Fakat ehl-i beytin, gerek sahabe ve gerekse ümmet içinde, onlara kıyasla daha özel bir akrebiyeti/seçilmişliği yoktur. Yalnız şu var: Ehl-i beytin sahabe içinde yeralan fertleri 'sahabe' oldukları için, tabiin içinde yeralan fertleri 'tabiinden' oldukları için, tebe-i tabiin içinde yeralan fertleri de 'tebe-i tabiinden' oldukları için, sünnet-i seniyye ile irtibatları ölçüsünde, akrebiyetle bir derece temas içindedirler.

Bu temas, o kıymetli nesiller için, Cenab-ı Hakkın seçtiği bir kulunu nübüvvetle şereflendirmesiyle, yani onun şahsına/zamanına akrebî bir tecellide bulunmasıyla ilgilidir. Ona zamansal ve mekansal anlamda yakın olanlar, onun emirlerine itaat ve sünnetine ittibaları ölçüsünde, bu 'yakınlaştırmadan' istifade ederler. Fakat bu yakınlık neslî değil şuhudîdir. Kan bağı ile değil itaat ve ittiba iledir. Cenab-ı Hakkın akrebiyeti nübüvvet üzerinde 'soyundan gelenleri seçilmiş kılacak şekilde' değil; 'nübüvvet makamıyla/tebliğiyle ilgili olanları ışıklandıracak şekilde' tecelli eder ve etmiştir. Pekçok peygamber kıssası, hidayet bulmayan aile fertleri dair içerdikleri malum bilgilerle, bize bunu öğretirler. Kurbiyet ise her içeriden hem dışarıdan mümkündür.

Bediüzzaman'dan öğrendiğimiz ehl-i sünnet ve'l-cemaat duruşu budur. Biz, akrebiyeti ve bununla ilgili diğer kavramlar olarak masumiyeti, ismeti veya imameti Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kanına/nesline yakınlıkla ilgili görmeyiz. Çünkü ne zamanında ne de ondan sonra başkası nebi değildir. Bu noktada ona yakınlaşmak mümkün değildir. Akrebiyetin nuru ona değmiş ve ondan yansıyarak bize gelmiştir.

Ehl-i beytin ümmet-i Muhammediye içindeki kıymeti de, yine, nübüvvetin dünyada kalan ışığını ifade eden sünnet-i seniyyeye ile irtibatları ve ittibaları ölçüsündedir. Onu değiştirmek, yerine yeni şeriat veya ibadetler getirebilmek, hele hele masumiyetinin/hata yapmazlığının mirasçısı olmak... vs. bunlar mümkün değildir. Çünkü akrebiyet tecellisi (veya akrebî yakınlık) vefatıyla birlikte kesilmiş, artık ümmetin elinde (bir imkan, sorumluluk ve ihtiyaç olarak) daha önce yansıyanların hıfzı ve istifadesi kalmıştır. Elbette bu hıfz ve istifadeye daha layık olanlar da ışığa zamanca daha yakın olanlardır. Sahabenin konumu bu nedenle eşsizdir, alternatifi yoktur, olamaz da.

Aleyhissalatuvesselamın torunlarına muhabbetini analiz ederken mübarek soylarından gelecek asfiya ve evliyaların haklarını gözeten Bediüzzaman; Hz. Ali (r.a.) hakkındaki hadislerin çokluğunu da 'gelecekte çok saldırıya maruz kalmasıyla' ilişkilendirir. Yani her iki meselede de, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, bu iltifatları 'nesline bir akrebî yakınlık atfettiği için' değil 'soylarından geleceklerin kurbiyetteki gayretleri' için göstermiştir. Yine hatırlayalım: Hz. Ali'nin (r.a.) fazileti ekseninde Bediüzzaman'ın hep atıf yaptığı şey 'velayeti'dir. Velayet aynı zamanda Bediüzzaman'ın kurbiyetle sık sık beraber andığı bir kavramdır. Ancak sahabenin bütününe veya Hulefa-i Raşidin'in ilk üçünün Hz. Ali'ye (r.a.) üstünlüğüne/rüchaniyetine dair bahislerde atıf yaptığı kavram nübüvvetin nuru olur. Nübüvvet ise Bediüzzaman'ın akrebiyet ile beraber andığı bir kavramdır.

Hasılıkelam: Aleyhissalatuvesselamın pâk neslinin kemali kurbiyetindendir. Onlara ayet ve hadislerde yapılan iltifatlar kurbiyetteki gayretlerindendir. Hakikaten de ehl-i beytin içinden çıkan binlerce asfiya ve evliya bu ümmetin kutup yıldızı gibi ışık saçmışlar ve müslümanları istikamete çağırmışlardır. Ancak bu kemal, şianın hata ile savunduğu gibi, akrebiyetleri/seçilmişlikleri üzerinden tanımlanmaz ehl-i sünnete göre. İstikametli olan da budur.

Hele hele sahabe içinde ehl-i beyte ayrı bir alan açıp, 'ehl-i beyt fıkhı' falan deyip, onları daha üst bir sınıfa yerleştirmek ve diğer sahabeyi görmezden gelmek büyük bir hatadır. Şianın büyük bir kısmı ise bu hatayı işlemektedir. Takıyye isimli eserinde Serdar Demirel Hoca bu arızanın sonuçlarına şöyle dikkat çeker: "Şianın İslam tarih tasavvuru ehl-i sünnetin tarih tasavvuruna taban tabana zıttır. Ehl-i sünnet, sahabe neslini İslam'ın en hayırlı altın nesli kabul ederken, şia onları İslam tarihinin en şerli nesli olarak görmektedir. Onları fısk ve günahla, irtidatla itham etmektedir."

Kendisi de bir şii âlimi olan Prof. Dr. Musa el-Musavî ise, Şia ve Şiilik Mücadelesi isimli eserinde, meseleye dair şunları söyler: "Büyük kayboluş asrı olarak bilinen hicrî 4. asra kadar hilafetin İmam Ali'den gasbedildiğine ya da kendisinden gasbedilen ilahî bir hak olduğuna veya Ashab-ı Kiram'ın bu meseleye iştirak ettiklerine vb... fikirlerden eser yoktu. Böylece, belirttiğimiz gibi, Ali'nin hilafete rüchaniyeti fikri, ilahî hilafete ve ilahî emre muhalefet fikrine dönüştürüldü."

İşte, arıza, kurbî üstünlüğün akrebî üstünlük olarak yorumlanmaya başlamasıdır. Atlanılan tehlikeli eşik budur. Nitekim mürşidim, şu kıymetli tesbitiyle, belki en çok buna dikkatimizi çekmektedir: "Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibaı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz." Evet, biz, hakiki ehl-i beyte, kurbiyetleri için her zaman dua ederiz. Ve kendi kurbiyet çabalarımızla da onların (inşaallah) dostu oluruz. Fakat, kesinlikle ve kesinlikle, sünnet-i seniyye ile bağını koparanın ayrıca akrebî bir yakınlığı olduğuna imanımız yoktur. Bir sonraki yazıda da akrebiyet ve kurbiyet meselesinin modern zamanlara bakan bir yönünü ele almaya çalışacağım. Allah, bizi, hayatımızı ve yazdıklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.

19 Aralık 2016 Pazartesi

Kim Allah'a daha yakın?

"Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in'ikâsıyla ve incizâbıyla ve iksiriyle, tarikatteki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette, zâhirden hakikate geçebilirler." Mektubat'tan...

Bugünlerde mürşidimin metinlerinde sıklıkla atıf yaptığı iki kavram üzerine düşünmekteyim. Akrebiyet ve kurbiyet. Daha önce duymamışlar için özet geçeyim: Her ikisi de 'yakınlık' anlamına geliyor. Ancak aralarında derece farkı var. Kenan Demirtaş Hoca'nın gözetiminde hazırlanan Terimler ve Kavramlar Sözlüğü'nde bu farka 'yakın' ve 'daha yakın' ifadeleriyle işaret edilmiş. Fakat elbette mesele salt bu noktada bırakılmamış. Eserde, Risale-i Nur'da geçtiği makamlardan hareketle, adı anılan kavramlaştırmalar arasındaki yedi ayrı nüansa dikkat çekilmiş. Mezkûr izahları bu yazıya dahil etmem (metnin hacmi açısından) mümkün olmadığından, meraklısını cidden emek ürünü o kaynağa havale ederek, bencileyin, 'akrebiyet' ve 'kurbiyet'ten neler anladığımı aktarayım:

Ben, akrebiyeti, en genel anlamda, 'Cenab-ı Hakkın kulunu kendisine şiddetli bir şekilde yakınlaştırması' olarak anlıyorum. Daha özel bir anlamda ise, akrebiyeti, 'Cenab-ı Hakkın nebi kullarına ihsan ettiği bir marifet şekli' olarak yorumluyorum. Biraz daha açayım: İnsanoğlu, Cenab-ı Hakkı bilmeye/araştırmaya meyyal yaratılmıştır, bu doğru. Bunun için gerekli olan yetenek ve meziyetlerle de donatılmıştır, bu da doğru. Ancak bu yetenek ve meziyetlerin, hatta onlara ilaveten sarfettiğimiz say u gayretlerin hakettiği (normalde alabileceği) marifet düzeyi başkadır; Cenab-ı Hakkın, hikmet ve rahmetinin şanı olarak, bazı seçkin kullarına bahşedebileceği marifet düzeyi başkadır. İkincisi 'akrebiyeti' birincisi ise 'kurbiyeti' ifade eder.

Meseleyi akla yaklaştırmak için bir örnek verelim: Her insan, bedensel bir engeli olmadıktan sonra, daha hızlı koşabilmek için alıştırmalar yapabilir ve bu sayede sıradan bir insanın ulaşamayacağı bir hızda koşmayı başarabilir. Ancak bütün bu alıştırmalara rağmen, hiçbir insan, bir geyikle yarışamaz, bir çitayı yenemez, bir at kadar uzun mesafeleri alamaz. Çünkü fiziksel anlamda ona tayin edilen sınırlar içerisinde kalmaya mahkumdur. Gelişmesi yine fıtratının tayin ettiği sınırlar içerisinde bir gelişmedir. Allah, fıtraten geyiğe, çıtaya veya ata insandan daha hızlı koşmasını sağlayabilecek kapasite bağışlamıştır. Bir at, bir çita veya bir geyik, hiçbir idman yapmasa dahi rahatlıkla idmanlı insanı yener. İnsanın say u gayreti bu noktada onun kurtarıcısı olamaz.

İşte Bediüzzaman'ın 'velayet mesleği' ile 'nübüvvet mesleği' arasında çizdiği çizgi yahut 'tasavvuf mesleği' ile 'sahabe mesleği' arasına koyduğu ayraç veyahut 'vehbî' olanla 'kesbî' olan arasında dile getirdiği nüans, ancak bu perspektiften bakmakla anlaşılabilir. Allah'ın akrebiyetiyle yakınlaştığı bir insana/zamana, beşer hiçbir şekilde kurbiyetiyle yetişemez ve ulaşamaz. Çünkü akrebiyet, Allah'ın, marifet ve rıza olarak bir kuluna veya zamana sınıf atlatmasıdır. Bir veli bir nebiden daha fazla namaz kılabilir mi? el-Cevap: Evet, kılabilir. Bir veli bir nebiden daha fazla oruç tutabilir mi? el-Cevap: Evet, tutabilir. Peki, bir veli bir nebiyi o ibadetlerden hasıl olan sevapça veya makamca geçebilir mi? el-Cevap: Geçemez. Çünkü yarışamayacağı bir değerlendirme sistemiyle kıyaslanmaktadır. Bu meselesi Bediüzzaman'ın şu misaliyle izah edelim:

"Mesela, gayet zengin bir zâtın irsiyetinden, evlâtlarının birine yirmi batman gümüş ile dört batman altın veriliyor. Diğerine beş batman gümüş ile beş batman altın veriliyor. Öbürüne de üç batman gümüş ile beş batman altın verilse, elbette âhirdeki ikisi çendan kemiyeten az alıyorlar, fakat keyfiyeten ziyade alıyorlar. İşte, bu misal gibi, Şeyheynin veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risaletinde tecellî eden hakikat-i akrebiyeti İlâhiye altınından hisselerinin az bir fazlalığı, kemâlât-ı şahsiye ve velâyet cevherinden neş'et eden kurbiyet-i İlâhiyenin ve kemâlât-ı velâyetin ve kurbiyetin çoğuna galip gelir. Muvazenede bu noktaları nazara almak gerektir. Yoksa, şahsî şecaati ve ilmi ve velâyeti noktasında birbiriyle muvazene edilse, hakikatin sureti değişir."

Bediüzzaman'ın, özellikle ehl-i sünnet ile şianın ehl-i beyte bakış farkını ortaya koymada, vahiy ile ilhamın derece farkını ifade etmede, sahabe mesleği ile tasavvuf yolunun nüanslarını dile getirmede, ikram ile kerameti ayırmada, ihsan ile kisbi tanımlamada, hatta ve hatta bütün varlığa bakışta 'akrebiyet' ile 'kurbiyeti' iki farklı kemal kategorisi olarak önümüze serdiğini görüyoruz. Yani varlıktaki kemal iki şekilde karşımıza çıkabilir: 1) Bu kişinin say u gayretinin karşılığı olarak Allah'ın ona adetullah kanunları çerçevesinde verdikleri olabilir. 2) Allah'ın bir ihsanı olarak, kişinin say u gayretinden bağımsız, özel bir bağışı olabilir. İkincisi her vukua geldiğinde birincisinin bağlı olduğu düzeni sarsar. Mesnevî-i Nuriye'de ata, kaza ve kader arasında kurduğu ilgi de, bir açıdan, mezkûr ilişkiyi bize fısıldamaktadır: "Evet, yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kazâ kanununun kat'iyetini deler. Kazâ da ok gibi kader kararlarını deler."

Bu iki kavramın içeriğiyle şekillenen mü'minin dünyasında zaman telakkisi, kemal telakkisi, medeniyet telakkisi, insaniyet telakkisi gibi daha birçok telakki bambaşka bir noktaya oturur. Allah'ın akrebiyetiyle yakınlaştığı (burada maddi bir yakınlaşmayı, haşa, kastetmiyoruz) dönemler, diğer dönemlere kıyasla, elbette beşerin pekçok açıdan daha kemalde olduğu devirlerdir. Uzaklaştığı zamanlar ahirzamanlardır. Biz, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın yaşadığı asra Asr-ı Saadet diyor ve o devri erişilmez bir zirve olarak görüyorsak, bundandır. Sahabeyi, arkasından gelecek hiçbir nesille kıyaslıyamıyorsak, bundandır. Sünnet-i seniyyeyi, modern zamanın faydasını savunduğu hiçbir âdetin/sistemin erişemeyeceği bir yükseklikte tutuyorsak, bundandır. Akrebî dokunuşların kurbî düzlemi altüst edebildiğini bildiğimiz için, bizim zaman, tarih, medeniyet, varlık, insaniyet, ahlak, kemal algılarımız seküler insandan değişiktir. Ve belki bu yaklaşıma biz gibi sahip olmadıklarından modernist ve ehl-i bid'a fırkaların itikadları bozuluyor. Yalnız 'kesbî' ve 'kurbî' olanın övüldüğü bir düzenin kurbanı oluyorlar.

Bugünlerde 'akrebiyet' ve 'kurbiyet' kavramlarını mü'minin dünyasını başkalaştıran iki kavram olarak tefekkür etmekteyim. Bilmiyorum, ne kadar arzedebildim? İnşaallah, bu iki kavramın ehl-i sünnet ve'l-cemaat ile şianın ehl-i beyte yaklaşımını nasıl değiştirdiği de bir sonraki yazımda ifade etmeye çalışacağım. Tevfik Allah'tandır. Ve hamd yalnızca Ona...

16 Aralık 2016 Cuma

Okuman olmasaydı 'biz'den ayrılır mıydın?

"Enfüsî meşrebi, nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enâniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur." (Telvihat-ı Tis'a'dan...)

Ah, hayır, sihirli cümlelerim yok benim. Çok bilgili de değilim. Kalemimin yalnız bir sihri var: Kendim. Kendimden başlamak kolay geliyor. Kendimi anlatırken tanıdık bir yolda yürüyor gibiyim. Gitmesi kolay. Kaybolursam bulması kolay. İnsan en sık kendisini tekrar eder. Ben de biliyorum zaaflarım neler, ne zaman yalan söylerim, nerede sıkıştırılırsam kaçamak cevaplara mecbur olurum, korkularım neler, bunların hepsini biliyorum. Dönmüşlüğüm çok eksenim etrafında. Can sıkıntısı dediğin zaten bu tanıdıklıktır. Aynı hatalara düşmüşlüğüm var. Aynı köşelere kaçmışlığım, aynı nedenlerle ağlamışlığım, aldatacağını bile bile aynı yalana kanmışlığım var. Bu tekrarlara muhtacım. İnsan, yalnızca insan olduğunu başka nasıl kabul eder? Sınırlarına değmesi lazım.

Bunlar hakikaten sert düşüşler. Dibine değmeyince insan kuyunun derinliğini anlayamıyor. Şu ana kadar da ses gelmedi. Hâlâ bazı düşmekte ve bazı (umarım) çıkmaktayım. İnsan ümitsiz yaşayamaz. Nefesten önce ümit kesilir. Ümitsizlik, önce tebessümün intiharıdır. Sonra beklentilerin. Sonra gayretin. Sonra...

Yazmaya kendimden başlamak güzel. Kolay hem de. Zaten kolaylık da bir güzelliktir. Biz kolayı severiz. Fakat normalde 'biz' olmak o kadar da özenilesi birşey değil. Neden dersen? Tarif etmesi kolay oluyor o zaman seni. Dikkat et, benler bir 'biz' içine sığındığında basitleşiyorlar. Tarif edilmeleri de kolaylaşıyor. Basit popülerdir. Basit kolaydır. Basit hafiftir. Bir de üşenmeyip kendini keşfe mi çıkacaksın? O ben dediğin şeyin milyarlarca 'ben'den farkı ne? Atarsın kendini bir sepetin içine; oh, mis, ne rahat. İlla o sepete dair birileri birşey söylemiştir. Bir asabiyet bulursun kendine illa.

Ne hüner var 'ben' olarak var olmakta? Zahmetli iş. Bir sepet içinde var olmak için vazgeçiyorsun detaylarından. Varlığın? Senin varlığın yok ki artık. Sürüden ayrılanı kurt kapar. Yok olursun. Bu daha çocukluğumuzdan bize öğretilmiş 'biz' olma dersidir: "Sürüden ayrılanı kurt kapar!" Şüphen mi var dediğimden, sepetten ayrıl da gör, bir melek yakalayıp nasıl da sıkıyor seni. Hem nasıl da emrediyor: "Oku!" diye. Artık inandıramazsın okuma bilmediğine. "Ben okuma bilmem" desen de bırakmaz peşini. Sıkar, sıkar, sıkar... Öyle ya. Okuman olmasaydı 'biz'den ayrılır mıydın? Aklına/kalbine bir kurt düştü senin. 'Ben'i okumaya başladın ki 'biz' yetmez oldu sana.

14 Aralık 2016 Çarşamba

Allah bağımlılık yapar mı?

"İman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar." Münazarat'tan

Sırf birşeyler yazmak için yazmak mümkün mü? (Nasıl sorarsın? İşte yapıyorsun ya!) Galiba bu kalem işi bende biraz bağımlılık halini aldı. Müsekkin alır gibi yazıyor ve okuyorum. Okudukça ve yazdıkça sakinleşiyorum. Bir tür kitap/kalem terapi. Her gün bir miktar onlarla ilgilenmek, bana, 'bir işe yaramışım' gibi hissettiriyor. Asıl bağımlılığım o demek ki. Bir işe yaramaya mecbur yaratılmışım. Mecbur da denmemeli belki buna. Birşey olmaya muhtaç yaratılmışım. Lezzet de alıyorum çünkü. Kendisinden ibaret kalmaması gereken. Başkasına/ötesine işaret etmek üzere yaratılan. Yani ki, mürşidimin ifadesiyle, harf olarak yaratılan. Mana-i harfî... Kendi başına anlamsız. Bir kelime bulmalı.

Hiç sağa sola bakmaya gerek yok. O arızalı benim. Benden fazlasına işaret ederek son bulmamışsa günüm, gecesinde, boğulur gibi hissediyorum. İçine kaynayacağı ve onunla kendinden ötesi olacağı kelime bulamamış, cümle kuramamış harfim sıkılıyor. Bir yerlerden kendimi atasım geliyor. Mekanlara sığamıyorum. Duvarlara kızıyorum. "Bir su bulsam da elbiselerimle birlikte içine atlasam!" diyorum. İşte, o yüzden size, Allah'tan bahsetmeye ihtiyacım var. Çünkü Allah'tan bahsetmekle kendim olmaktan veya kendimden ibaret kalmaktan kurtulacağım. Allah, güzel isimlerini fikrimize lütfetmekle, bizi, kendimizde boğulmaktan kurtarmıştır. Talim-i esma Âdem'in (a.s.) kurtuluşudur. Ondan haberdar olmak, daha ilk farkındalık anından itibaren, hayat kurtaran bir nimettir. Bir cansimididir. Bir tutunacaktır. Kur'an'daki ifadesiyle sapasağlam bir kulptur. Kopmaz bir halattır. Cinnetin eşiğinden keskince bir dönüştür.

Allah bilmekle bitmeyecek olandır. Ona dair marifetin sonu yoktur. Ve biz bu sayede sınırlarla dolu dünyamızın kenarından düşmeyiz. Ayakları dünyaya basan, ama aklı ve kalbi dünyaya sığmayan insan, ancak böyle bir 'gayba' iman etmekle ferah bulabilir. Gayba imanın insanda yaptığı ilk etki özgürlüktür. Siz hürriyeti 'istediğini yapmakla' veya 'istemediğini yapmamakla' ölçebilirsiniz. Ben böyle yapmam. Eylemelerime değil bilişlerime yüklenirim. Esaretimi 'kendimden ibaret kalmakla' veya 'dünyadan ibaret kalmamakla' ölçerim.

Eğer herşey yaşadıklarımdan ibaretse, yaşamakla geçen zamanın, hür veya esir, hiçbir anlamı yoktur. Nihayetinde ölüm gelir ve hepimizi yokluğun esiri eder. Kendince hür olan ve kendince esir olan yoklukta eşitlenir. Ancak Allah varsa, ki vardır, o zaman kavram olarak 'hürriyet'in ele alınır bir tarafı olabilir. Çünkü Allah'ın varlığını bilmekle gayba iman edilmiş olur. Gayb, bize, bu dünyanın beş duyu organımızla algıladığımızdan ibaret olmadığını söyler. Demek ötesi de vardır. Buradan sonsuzluğa bir kapı açılır. Sonsuzluğun olduğu yerde yaşanır ancak hakiki hürriyet. Dünyamıza sonsuzluğun teşrifi ancak Allah'ın marifeti ile olur. Sonsuz olan birşeye iman ettiğimizde gerçek anlamda özgürlükten bahsedilebilecek bir alana sahip oluruz.

Onu bilişinin ve Onu bilmemizin sonu yoktur. İşte özgürüz. Onun ihsanının ve bizim muhtaçlığımızın sınırı yoktur. İşte özgürüz. Onun yaratış kudretinin ve bizim yaratılışa açlığımızın sınırı yoktur. İşte özgürüz. Özgürlük atı, kibirde değil, ancak sonsuz esmaü'l-hüsnanın dilenciliğinde kendisini hür hisseder. Münacaat-ı Veysel Karanî'nin (r.a.) okudukça ruha genişlik veren sırrı da budur belki. Bediüzzaman'ın tercüme edişiyle nakledeyim: "Yâ İlâhenâ! Rabbimiz Sensin. Çünkü biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden Sensin. Hem Sensin Hâlık. Çünkü biz mahlûkuz, yapılıyoruz. Hem Rezzâk Sensin. Çünkü biz rızka muhtacız; elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren Sensin. Hem Sensin Malik. Çünkü biz memlûküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek Malikimiz Sensin. (...) Ve hâkezâ, bütün mevcudatın, küllî ve cüz'î herbirisi birer Veysel Karânî gibi, bir münâcât-ı mâneviye suretinde bir âyinedarlıkları var. Acz ve fakr ve kusurlarıyla kudret ve kemâl-i İlâhîyi ilân ediyorlar."

İnsan, Allah'ı bilmekle ne elde eder? Bana öyle geliyor ki; işte, evvelce bunu elde eder. Biz Allah'a dair konuştuğumuz her anda bu farkındalıkla rahatlarız. Çünkü sonsuzluktan haberdar yaratılmış içimizdeki şeyler, haberdar oldukları, ancak vuslatına eremedikleri sonsuzluğun esintisine şu marifet ile ererler. Gaybın farkındalığında koşmak üzerine yaratılmış ruhumuz, dünya ahırından, madde ağılından memnun değildir. Önüne ne koysanız huysuzlanır. Tatmin olmaz ve sıkılır. Coşmak ister. Taşmak ister. Gayba iman etmediği sürece o alan açılmaz önünde. Acizdir. Fakirdir. Allah'a iman ettikten sonra dağlarını tanır. Ayaklarının sekerek bitiremeyeceği vadileri görür. Gözü doymadan gönlü doyar. Öyle ya, insan, ancak sonsuzluğun varlığını bilmekle tok olur. Belki bu yüzden Kur'an-ı Hakîm darlanmış ruhumuza şifa şifa fısıldar: "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur..." Yazmakta ve okumakta beni rahatladan da bu galiba. At sakinleşiyor. Dünya dünyadan ibaret değil. Şükür ki, ben de kendimden...

12 Aralık 2016 Pazartesi

Müslüman intikam almaz mı?

Mürşidim bir yerde diyor: "İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler; 'Haset etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme.' Yani 'Fıtratını değiştir' gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki; 'Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz!' Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur."

Erdoğan'ın, ciğerlerimizi dağlayan terör saldırılarının ardından kullandığı 'intikam' vurgulu ifadelerini okuduğumda ve sosyalmedyada bu ifadeler ekseninde yaşanan tartışmalara şahit olduğumda, aklım ister istemez yine bu hikmetli cümlelere gitti. Farkettiğim kadarıyla ıskalanan buydu. Erdoğan'ın böylesi ifadeler kullanmasının yanlış olduğunu söyleyenler de, velev hassasiyetleri doğru bir noktaya isabet ediyor olsun, yine aynı derdi ıskalıyorlardı. Muhtemelen, yine aynı nedenle, nasihatleri tesir etmeyecekti. Peki, tesirli olabilecek nasihat neydi?

Öncelikle şunu belirtmeliyim: Böyle şeyleri bir 'kavram' olarak tartışmakla 'fıtratın bir arzusu' olarak tartışmak arasında fark vardır. Birincisine dair yapılan tartışmalar ikincisini görmezden geliyorsa, ikincisine dair bir duyuşa sahip olanlar da mezkûr tartışmaları (ve tartışanları) görmezden gelirler. Duygulanışlar, varoldukları andan itibaren, körkütük kendi haklılığını savunurlar. Bir yanı hissiyata taalluk eden meselelerde duygulara yokmuşlar gibi davranmak; o hisse sahip olan kişiyi, inkârcısına karşı öfkeli ve epey de karşı-inkârcı kılar.

Bu noktada, eğer nasihat eden konumundaysanız, muhatabınıza tesir etmenizin en önemli şartı, 'hislerini anladığınızı' belirtmektir. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kendisinden zina etmek için izin isteyen gençle yaşadığı diyalog, "Böyle şey olmaz!" diyenin diyaloğu değildir, onun derdini anlayıp 'ama neden karşı koyması gerektiğini' anlatanın diyaloğudur. İşte, Allah tekrarını yaşatmasın, şöylesi toplu bir şehadet hadisesinde de "Böyle şey olmaz!" demenin hissiyat-ı umumiye anlamında bir karşılığı yoktur. Karşılığı olan tavır ise; psikolojiyi/hissiyatı anlayıp onun 'varlığını' değil 'sınırlarını' tartışmaktır.

İntikam hakikati, değil bir ifrat olarak, adaletin tastamam bir parçası olarak Kur'an'da Cenab-ı Hakka izafe ile kullanılır. Bunlardan bir tanesi İbrahim sûresi 47. ayetteki; "O halde sakın Allah'ı Peygamberlerine olan va'dine hulf eder sanma, şüphesiz Allah azîzdir, intikamı vardır!" fermanıdır. Bir ikincisi Âl-i İmran sûresinin 4. ayetinde geçer: "Bir de ayırt eden Furkan indirdi. Allah'ın ayetlerini tanımayanlara şüphesiz şiddetli bir azap vardır. Öyle ya, Allah'ın izzeti var, intikamı var!" Yani Allah'ın Azîzü'n-Züntikam oluşu bizzat vahiyle ifade buyrulan birşeydir. Hakikatinin inkârı vahyin inkârı gibi olur. "İslam'da intikam yoktur!" denilmez. Ya?

Belki şu denilebilir: "Beşerin aklınca/hissince haklı bulduğu her intikam İslam'da yoktur!" Allah, şanına göre, şe'n-i Rububiyetine göre intikam alır; beşer, ancak Allah'ın şeriatına ve orada öğrettiği sınırlar dairesinde intikam alabilir. Yani "İntikam alınmaz!" denilmez. Belki "İntikam ancak Allah'ın şeriatının sınırları dairesinde alınabilir!" denilebilir. Ki, bunu doğrulayan bir hadis-i şerif de Hz. Aişe (r.anha) annemizden nakille Kütüb-i Sitte'de geçer:

"Resulullah aleyhissalatuvesselam iki iş arasında muhayyer bırakılırsa, mutlaka en kolayını tercih ederdi. Yeter ki bu günah olmasın. Eğer bir iş günah idiyse, günaha karşı insanın en uzak duranı idi. Aleyhissalatuvesselam kendisi için hiç intikam aramadı. Ama Allah'ın bir haramı ihlal edilince, Allah için intikam alırdı." (Kütüb-i Sitte, Hadis No: 5551)

Peki, biz, bu noktada artık Erdoğan'ı ve hissiyatına tercüman olduğu milyonları ne ile uyarmalıyız veya uyarabiliriz? Belki ancak şunun ile: Salt bir öfke ve garazla, Allah'ın ve masum kullarının hukuklarını hiçe sayarak, suçluyu ve suçsuzu ayırmaksızın yapılacak uygulamalarla intikam alınmaz. Böylesi ayrımları Allah'ın şanı, sünnet-i seniyyenin tatbiki ve şeriat-ı İslam'ın istikameti gereğince gözeten tarzlarla ve yollarla intikam alınır. Yani mazlumun zalimden hakkını almak adına, şeriat dairesinde ve şartlarıyla bağlı olarak, hikmetlice intikam alınır.

Bu açıdan da, tıpkı mürşidimin başka bir sadedde dediği gibi; "Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur." Allah'ın izin verdiği helal dairesi içinde, zalimi ve mazlumu birbirinden ayırarak, zalimden elbette bihakkın intikamımızı alabiliriz. Yalnız şuna dikkat edelim tıpkı İmam Ali'nin (r.a.) bize öğrettiği gibi: "Kafiri, yüzümüze tükürdüğü için mi, yoksa mü'minlere kılıç çektiği için mi öldürüyoruz?" Yüzümüze tükürdüğü için yapmaktan sakınalım. Niyetimizi ve fiilimizi marazdan arındıralım. Mezkûr hadiste öğretildiği gibi kendimiz/kinimiz için intikam aramaktan kaçınalım. Mazlumun hakkını zalimden almada elbette intikamın hakk-ı hayatı var. Buna kim/ne diyebilir? Erdoğan da bu sözü etmekle, belki, olayın dehşetinden duyulan bireysel intikam arzularına set çekti, işi devletin uhdesini aldı, aynı zamanda bir derece hukukun sınırları içine de aldı. Allahu'l-alem.

9 Aralık 2016 Cuma

Ahiret olmasaydı keşkelere nasıl katlanırdık?

Ecelin kalın bir kalemi var ve hep 'keşke'lerin altını çiziyor. Yahut da şöyle: Azrail aleyhisselam, yakınımızda birisine uğrayıncaya kadar, ona dair endişelerimizin sahiciliği olmuyor. Babanıza yeterince hürmet göstermediniz mi? Aman canım, daha zaman var, gösterirsiniz. Annenize yeterince "Seni seviyorum!" demediniz mi? Aman canım, daha vakit çok, illa ki dersiniz. Amcanızı yeterince aramadınız mı? Aman canım, günler torbaya mı girdi, elbette ararsınız. Böyle ertelemeli tesellilerle ömür geçiyor. Sonra? Sonra ecel ansızın gelip çatıyor. Boş sayfası bol sandığınız defterin altına bir çizgi çekiliyor. Sayfa bitiyor. Hesap kapanıyor.

Sınavın vakti doldu. Kağıtlar toplandı. O dakikadan itibaren yukarıda ufaktan ufaktan sızısını hissettiğiniz herşey korkunç çığlıklara dönüşüyor. Artık telafileri mümkün değil. Artık zaman kalmadı. Önceleri sadece birer ihtimaldiler ama artık hakiki ihmaller. Ölüm geldiği zaman böylesi tüm ihtimalleri gerçeğe dönüştürüyor. Yerlerini doldurulmaz kılıyor. Ve siz, vicdan azabınızın "Ama... Ama..."larını "Yaa... Yaa..." olarak işitmeye başlıyorsunuz. "Ben demiştim!" diyor size. Siz de dediğini hatırlıyorsunuz. Bir yakınınız öldüğü gün, onunla ilgili amellerinizin defteri ya sağınızdan ya solunuzdan veriliyor. Mahşerde de bunun olacağına aynelyakîn bir şekilde iman ediyorsunuz.

Üniversite sınavına girenler iyi hatırlarlar o psikolojiyi. Son dakikalar gelinceye kadar zaman herşeye yeter görünür. İlk sorulara daha geniş zaman dilimleri ayrılarak cevap verilir. Acele edilmez. Son dakikalar yaklaştığında farkedersiniz ki: Daha cevaplanması gereken birçok soru ve pek az süre var. El-ayak dolaşmaya, kafa karışmaya, telaş taşmaya başlar. Tekrar bakılmak üzere kenarına işaret konulmuş sorulara dönülemez. Ya yetişir ya yetişmez. Bir de sorunun şöyle katmerli olduğunu düşünün: Sınavın kesin süresini bilmiyorsunuz. İstediğiniz kadar uzatabileceğinizi sanıyorsunuz. Ağırdan alıyorsunuz. Birden öğretmeniniz kağıdı istiyor. Hatta çekip alıyor. Şok oluyorsunuz.

Hem babamın hem amcamın vefatlarını duyduğumda aynı şeyi yaşadım ben de. Sanıyordum ki: Onlar hep oradalar. Hep yanımda olurlar. Doğduğum günden itibaren onları arkamda birer dağ gibi gördüğüm için dağsızlığın nasıl birşey olduğunu/olacağını tahmin edemiyordum. Hakîm ve Rahim olan Allah'ın takdiri yetişip, önce babamı, şimdi de amcamı aldığında seslerini bastırdığım bütün sızılar çığlık olup kulaklarımda toplandı. Daha sık aramalıydım. Evet. Daha çok ilgilenmeliydim. Evet. Daha çok yanlarında/etraflarında kalmalıydım. Dertlerini/sorunlarını daha sık kollamalıydım. Evet. Evet. Evet.

Ama bu sorular her canlandığında acı ile üzerlerine bastırdım. Ne yapabilirdim? Verecek cevabım yoktu. Allah yokluklarını tattırana kadar nimetlerini anlayamayacak kadar gafildim. Beni yalnız sanmayın. Her insan, belki şu an siz de, en az bu kadar gafilsiniz bazı konularda. Her evladın bir veya birçok 'keşke'si vardır. Keşkesi olmayan evlat anasının veya atasının kıymetini anlamamıştır. Fakat burada şunu da ifade etmeliyim: Keşkeler her zaman vefasızlığın delili olmayabilir. Bazı keşkeler vardır ki, onlar tamamen insanlığımızdan, sınırlarımızdan, zaaflarımızdan ileri geliyor. Çünkü ahiret olmadan bu dünya bize yetmiyor. Mürşidim bu sadedde diyor ki:

"Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı âhiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradı, herbiri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elîm endişeler ve azaplar çeker. O cenneti, cehenneme döner veyahut muvakkat eğlenceler ve sefahetlerle aklını tenvim edip uyutur. Devekuşu gibi avcıyı görür, kaçamıyor, uçamıyor. Başını kuma sokar, tâ görünmesin. Başını gaflete sokar, tâ ölüm ve zevâl ve firak onu görmesin. Divanece, muvakkat iptal-i his nev'inden bir çare bulur. Çünkü, meselâ valide, ruhunu feda ettiği evlâdını daima tehlikelere mâruz gördükçe titrer. Ve pederini ve kardeşini eksik olmayan belâlardan kurtaramayan evlâtlar, daim bir keder, bir korkaklık hisseder.

Buna kıyasen, bu dağdağalı, kararsız hayat-ı dünyeviyede, o mes'ut zannedilen aile hayatı çok cihetlerle saadetini kaybeder. Ve kısacık bir hayattaki münasebet ve karâbet dahi, hakiki sadakati ve samimî ihlâsı ve garazsız bir hizmeti ve muhabbeti vermez. Ahlâk o nisbette küçülür, belki sukut eder. Eğer âhirete iman o haneye girse, birden ışıklandıracak. Ortalarındaki münasebet ve şefkat ve karâbet ve muhabbet, kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dâr-ı âhirette, saadet-i ebediyede dahi o münasebetlerin devamı ölçüsüyle samimî hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz gibi ahlâk yükseklenir. Hakikî insaniyet saadeti o hanede başlar inkişafa..."

İşte şimdi, tam da dert yakınıma isabet etmişken, şu devayı daha iyi idrak ediyorum. Öpüp öpüp yarama çalıyorum. Hakikaten de 'kısacık bir hayattaki münasebet ve karâbet dahi, hakiki sadakati ve samimî ihlâsı ve garazsız bir hizmeti ve muhabbeti vermiyor.' Gücüm bu yüzden yetmiyor. Bu yüzden sık sık geç kalıyorum. Onlar bu hizmeti ve muhabbeti vermediğinden yetişmek istediklerime yetişemiyorum. Benim ahirete ihtiyacım var. Babamın ve amcamın yokolmamasına ihtiyacım var. Onlarla irtibatımı sürdürmeliyim ki, bu 'keşke'ler, devasız dertlere dönüşmesin. Cennetimin cehenneme dönüşmemesi veya devekuşu ahmaklığıyla bulunmuş bir teselliden ötesi ancak bununla mümkün. Babamın veya amcamın ayrılığının içimde bir yara olmaması benim onları ahirette yeniden bulmamla, orada onlarla geçireceğim (inşaallah) güzel zamanlarla teselli bulabilir. Orada onlara kendimi affettirebilirim.

Hem ilacım yalnız bu kadar da değil. Madem onları yokluğa göndermedim. Madem onlar sadece mekan değiştirdiler. O zaman dualarım, ibadetlerim, amel-i salihlerim ve hatta selamlarım Cenab-ı Hafîz tarafından korunup kendilerine iletilebilir. Ölmeleriyle onlara ulaşabilmemin yolu kapanmadı ki. Ölüm yokluk değil ki. Hadis-i şerifte de buyrulduğu gibi, inşaallah, ben onların kapanmayan bir defteri olabilirim, onlar adına yazmaya devam edebilirim. Salih bir evlat olabilirsem bu mümkün. Benim yaptığım her iyilikten onların, elhamdülillah, bir hakkı/hissesi var. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bu müjdeyi vermiş. Yapabileceğim her hayırla onlara manevî hediyeler gönderebilirim. O halde 'keşke' ateşi beni yakamaz. Ancak gayretlendirir.

29 Kasım 2016 Salı

Neden Allah'a sığınırız?

"Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır." (Hucurat sûresi, 2-3)

Talebe olmanın detaylaşmakla ilgisi üzerine evvel de yazmıştım. Demiştim ki: "Mürşidin, yanında susmayı sevdiğin kişidir." Bunu derken de ışığımı Hucurât sûresinin ikinci ve üçüncü ayetlerinden almıştım. Orada sahabeye öğütlenen 'az sesliliğin' ilk öğrenciler üzerinden sonraki bütün talebelere bir ders olduğunu ifade etmiştim. Ancak bunu derken şuna da dikkat çekmeyi unutmamıştım yanlış hatırlamıyorsam: İslam'ın beklediği teslimiyet asla 'hiçbir şeyi sorgulamamak' değildi. Yani 'mutlak bir sessizlik' değildi. Ya neydi?

Az seslilikti. Kendini detaylaştırmaktı. Aslolmayı terketmekti. Dinletmek yerine dinlemekti. Öğretmek yerine sormaktı. Değişmesi gerekenin kendisi olduğunu kabulle bükülmeye başlamaktı. Irwin Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda dile getirdiği gibi: Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlardı. Tüm siyer kaynakları haber veriyordu ki: Sahabe, Efendimiz aleyhissalatuvesselama soru sormanın edebini iyi bilen 'zeki muhatapların' oluşturduğu talebelerden müteşekkildi. Yani sahabe, sesini alçaltmasını bilmiş, ama büsbütün bir sessizliği de seçmemişti. Peki, ne idi 'az seslilik' ile aslında murad olunan?

Modern zamanlar, aynı zamanda, sıradışılıkla baştan çıkmış bireylerin kişisel akledişlerini her türlü nakledişe tercih ettiği zamanlar... En küçük farkındalıklar bile bin yıllık tecrübeleri gözden düşürüyor. Geleneğe sahip olmaktansa modern olmanın, birşeyin devamı olmaktansa ilk olmanın, bir sıradağın parçası kalmaktansa ada olmanın, kadim olmaktansa yeni olmanın tercih edildiği zamanlarda yaşıyoruz. Kubbeyi Yere Koymamak'ta merhum Turgut Cansever Hoca'nın da dikkat çektiği gibi 'yapılmamışı yapmayı' 'yaratılmışla uyumlu olmaya' tercih ediyoruz.

Sesimiz kesinlikle kısık değil. Ve artık öğrenci değiliz. Dağların karşısında gökdelenlerle gürüldüyoruz. Bize güzel göründükten, yok yok, sadece diğerleri arasında farkedilmemizi sağladıktan sonra, yapacağımız hiçbir şeye 'uyum' denilerek engel olunamaz. Kainatın düzeni izin verdiğimiz ölçüde varlığını devam ettirebilir. Eğer kurumaları daha uygun görünüyorsa nehirler kuruturuz. Yolumuzdan çekilmeleri gerekiyorsa her canlıyı öldürürüz. Sesimizle baştan çıktık çünkü. Modern zamanlar; bireyi; kendi keşfi, aklı, sesi, eseri, yorumu, düşüncesi ve kanaati ile baştan çıkardı. Kendinin mecnunu etti. Mimaride gökdelenle ortaya çıkıyorsa bu arıza, itikadda da modernizm/bid'a olarak kendisini gösteriyor. Herkes sıradışı olmaya/söylemeye çalışıyor.

"İşte; dalâlette, iktidarsızlar muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizler şöhret kazanmaları içindir ki, hodfuruş, şöhretperest, riyâkâr insanlar ve az birşeyle iktidarlarını göstermek ve ihâfe ve ızrar cihetinden bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalefet vaziyetine girerler. Tâ görünsün ve nazar-ı dikkat ona celb olunsun. Ve iktidar ve kudretle değil, belki terk ve atâletle sebebiyet verdiği tahribat ona isnad edilip ondan bahsedilsin. Nasıl ki böyle şöhret divanelerinden birisi namazgâhı telvis etmiş, tâ herkes ondan bahsetsin. Hattâ ondan lânetle de bahsedilmiş de, şöhretperestlik damarı kendisine bu lânetli şöhreti hoş göstermiş diye darbımesel olmuş."

Bugün biz de kainatın, insanlığın, fıtratımızın yüzüne pisliyoruz sırf bizden bahsedilsin diye. Çevre kirliliği dediğimiz şey, işte, yine bir farkedilme arzusunun, külliyetli bir pislemenin eseri değil mi? Uyum sağlamak yerine farklı ve farkedilir olmanın rekabetine kapılmışız. Aklımıza birşeyler geliyor. Kendi fikrimizi, sesimizi, eserimizi her fikirden, sesten, eserden yüksekte görüyoruz. Bu görüş her türlü tecrübeyi anlamsızlaştırıyor. Hatta rakipleştiriyor. Sünnet-i seniyyeyi küçümsemenin, sahabeyi önemsizleştirmenin, İslamî mirası modern faydalar üzerine elinin tersiyle itebilmenin dayanağı bu. Başka sesler karşısında sesimizin kısılmasına karşıyız. Bir mürşidin karşısında talebe olmaya karşıyız. Aslolmak yerine detay kalmaya karşıyız. Kendi başımıza bütün olmak varken parça olmaya karşıyız. Ve gerekirse bunun için her bütünlüğü parçalarız.

Bugün Hikmetü'l-İstiaze Risalesi'ni okurken farkettim istiaze ile istiğfar arasındaki ilgiyi. Mürşidim diyor ki orada: "Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur." İstiaze ne peki? En kısa anlamı: "Allah'a sığınmak." Her Kur'an okuması öncesinde tekrar ettiğimiz bir söz, yok yok, bir işlem bu. 'Euzübillahimineşşaytanirracim' diyoruz. Neden diyoruz? Büyük bir mürşidin karşısına oturacağız. Mürşidin karşısına oturmak, talebe olduğun şuurunu edinmeden/ tazelemeden mümkün olabilir mi?

Demek biz de her 'euzü' değişimizde aslında mezkûr işlemden geçmiş oluyoruz. Tersten gidelim: İstiaze ediyoruz, çünkü istiğfar edeceğimiz şeylerimiz var. Allah'a sığınmamız gereken yaralarımız var. Düşmeye müsaitiz. Kabul ettik bunu. Kayyum olanın ayakta tutuşuna kaçıyoruz. Kandırılmaya müsaitiz. Kabul ettik bunu. Hak olanın hakikatine koşuyoruz. Hataya müsaitiz. Kabul ettik bunu. Gaffar olanın affedişine sığınıyoruz. Sığınmayı seçtiğimiz anda varlığımız ikileşiyor. Kaçtığımız bir kendimiz var. Bir de olmak istediğimiz kendimiz. Bir kaçtığımız yer var. Bir de olmak istediğimiz yer. İkilik üzereyiz. Kabul ettik bunu.

'Kaçtığımız kendimiz' ve 'olmak istediğimiz kendimiz' arasında talebeye dönüşüyoruz. Değişmesi gerekenlerin olduğunu kabulle tedaviye açık hale geliyoruz. İstiaze istiğfarı, istiğfar itiraf edilmiş kusurları, itiraf edilmiş kusurlar ise nefsimizi ittihamı beraberinde getirdi. Çünkü onlarla edinilmiş şuurun sonucuydu. Kendimize karşı tetikteyiz artık. Şeytanın işi kolay değil. Karşısında zaaflarının farkında bir birey var. Bir istiaze bütün bunları yapıverdi. Nefsimizden memnun değiliz. Sesimizi kıstık. Biz bir başka 'ben' olmaya geldik. Kur'an'ın başına bu yüzden oturuyoruz. Bu yüzden şeytanın bizi getirebileceği her halden, Allah'ın bize lütfedeceği her hayra sığınıyoruz. Mü'minûn sûresinde bize öğretildiği gibi yakarıyoruz: "De ki: Ey Rabbim, şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da, ey Rabbim, Sana sığınırım."

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...