20 Temmuz 2017 Perşembe

Azap da bir ilgidir

Bir önceki yazıda Âl-i İmran sûresinin 3 ve 4. ayetleri üzerine birşeyler söylemeye çalışmıştım. Ağırlıklı olarak 2. ayetteki Hayy ve Kayyum isimlerinin 3. ve 4. ayetlerdeki hakikatlere bakan yüzlerini görmeye, okumaya, anlamaya ve anlatmaya gayret etmiştim. İlerlemeyeceğiz. Bu yazımda yine o ayetler hakkında tefekkür etmek istiyorum. İlerleyeceğiz. Çünkü bu defa aynı ayetleri farklı bağlamda ele almak arzu ediyorum. Bu yazının perspektifini ise mezkûr ayetlerde 'vahiy' ve 'ceza' arasında kurulan ilişki teşkil edecek. Fakat her zaman olduğu gibi yazıya başlamadan önce kısa bir meallerini alıntılayalım:

"(Resûlüm!) O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş, daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Bilinmeli ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir." İşte, ben, bu ayetlerde buyrulan ve hatırlatılan 'tekrar tekrar gelen vahiy' ile 'ahirette verilecek ceza' arasında, ism-i Kayyum gölgesinde, bir zaruret ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Peki bunu nasıl düşünüyorum? İzah edeyim:

Bir önceki yazımda da dokunmaya çalıştığım: Allah'ın varlıkla hiçbir zaman kesilmeyen tasarruf ilişkisi (her an ve her an devam eden yaratışı, her an ve her an devam eden işitişi, her an ve her an devam eden ilham edişi, her an ve her an devam eden daha nice sonsuz şey...) ism-i Hayy ve Kayyum'un bize anlattığı mübarek o sır, tekrar be tekrar gelen vahiyle de kendisini gösteriyor.

Anların birbirinin aynısı, tekrarı veya kopyası olduğunu söylememizi imkansız kılacak olan nüansları, yani varlıktaki hiçbir anın diğerini tutmayışı, aynı nehirde iki kez yıkanmayı imkansız hale getiren o komplike değişim ve dönüşüm, o anlardan herbirisinin ayrı bir yönelişle (kelimelerin kiyafet etmediği bir alanda ancak bunu bulup kullanabildim) yaratıldığını gösterir.

Yani biz bir saat değiliz. Kurulup bırakılmış değiliz. Ustamız bizi arkasında bırakmadı. İlgisini kesmedi. Çünkü hareketlerimiz bir tekdüzelik içermiyor. Ömrü olsa, bin yıllar boyunca aynı işleyişi sergileyecek ve bundan başka birşey olmak konusunda asla ve asla bir arpa boyu yol gideyemeyecek olan bir saatle, insanın her an başka başka başkalıklar ortaya koyan hali arasındaki fark, onun kurulup bırakılmadığını, her an yeniden Ustasının ilim, irade ve kudret elinde işlendiğini gösteriyor. Öyle ya! Bir saat kendi halinde tıkırdarken ustasından bağımsız olabilir. Ancak bir saat yapılırken (malzemesi kendisinden daha üst birşeye dönüşürken) ustasının tasarrufundan uzakta kalamaz. Dikkat edelim. Biz tıkırdamıyoruz. Yapılıyoruz. Her an her an yeniden yeniden yapılıyoruz. Her an yeniden ve yeniden başka bir insana dönüşüyoruz. Değişiyoruz.

Bu 'her anın ilişkisi' veya 'Ehadî yöneliş' ism-i Kayyum'un gölgesine sokuyor bizi. Vahyin beşerle olan ilgisi de böylesi bir 'yapılış ilgisi' zaten. Vahiy de bizi inşa ediyor. Eğer Cenab-ı Hak bizi yaratmış ve (hâşâ) arkasında bırakmış olsaydı, o zaman vahiyle inşamız sürmezdi. Bize peygamberler gönderilmezdi. Cennete (inşaallah) hazırlanmazdık. Kayyum isminin muktezası nasıl her anımızın ayakta tutuluşunu kapsıyor, aynen öyle de, vahiyle insaniyetimizin veya kulluğumuzun veya imanımızın ayakta tutuluşunu da kapsıyor. Bunun bir adım ilerisinde ise ilhamı görebiliriz. İlham da Cenab-ı Hakkın kesilmeyen ilgisinin delilidir. Yaratarak varlığını bildirdiği gibi konuşarak da varlığını bildirmesidir.

Ve azap da, evet, azap da 'kesilmeyen bir ilginin' delilidir. İnsanla yaratış ilişkisini bir ancık olsun kesmeyen bir Hallak-ı Mutlak, elbette, onun toprak altına girmesiyle de bu ilişkiyi kesmez. Hâşâ! Ona arkasını dönmez. Ölüm de bu kuvvetli bağı koparamaz. Toprak olmak isteyenlerin arzusu boşunadır. Ancak şu vardır: Bu ilgi şeklini/tecellisini bir açıdan değiştirir. İmtihan biter. Onunla ilgili isimler gölgelenir. Yaşadığı dönem boyunca beşeri bir murad ile ayakta tutan ve bu murad doğrultusunda tekrar be tekrar vahiyle/nebilerle uyaran Allah, bu ilginin kıymetini bilmeyenlerle (veya bilenlerle) ilişkisini 'hiçbirşey olmamış gibi' kesecek değildir. Bu ilişki sürecektir. Değişerek sürecektir. Bu dünyada imtihanla kurulan ilgi ahirette 'mükafat' veya 'mücazat' renkleriyle devam edecektir.

Hatta kabir azabı bile bu ayet-i kerime üzerinden isbatlanır hale gelir. Bu dünyada (imtihan sırrınca bir derece perdeli dahi olsa) kötülüğü ve kötüleri cezalandıran Allah, biz nass-ı Kur'an ve hadisle biliyoruz ki, onlara asıl cezayı ahirette verecektir. İmansızlık daha bu dünyada, mürşidimin ifadesiyle, kalpte bir zakkum-u cehennem tohumu olabiliyorsa, sıkıntı verebiliyorsa ve ahirette bu zakkum yeşerip sahibi için asıl cehennemi boy verecekse, nasıl bu ikisinin arasında o Hayy u Kayyum, küfrün veya kafirin varlığına kayıtsız kalır? Hâşâ!

Öyle ya! Varlığı sürüyorsa varediş ilişkisi de sürüyor demektir. "Ölenle ilgisini keser!" denilemez. Çünkü ölüm yokluk değildir. Bazı vefatlara, Kur'an'ın şehitler hakkında buyurduğu gibi, 'ölü' bile denilmez. O varetmese herşey yokluğa düşer. Demek o âlemde de bir çeşit mükafat ve mücazat olacaktır. Allah'ın yaratış ilgisi kulundan kesilmediğine göre bu ilişkinin tecellilerinden kul dahi kaçınamayacaktır. Öyleyse deriz ki: Dünyada çektiği imansızlığın kalbî azabı, ahirette çekeceği cehennemin acı azabı, ikisinin arasında başına gelecek ise kabir azabıdır. Allahu'l-A'lem. İşte bu ayetten aldığım bir ders de bu oldu benim. Cenab-ı Hak cümlemizi azaplarının her çeşidinden muhafaza eylesin.

19 Temmuz 2017 Çarşamba

Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (7): Neden tekrar tekrar vahiy geliyor?

Âl-i İmran sûresinin üçüncü ve dördüncü ayetlerinin kısa bir meali şöyle: "(Resûlüm!) O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş, daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Bilinmeli ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir."

Bu ayetlerin kendilerinden bir önceki ayet-i celilede zikredilen 'Hayy' ve 'Kayyum' isimleriyle yakın bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Yani bu ayetlerde birbirlerine bakar pencereler olduğunu görüyorum. Nasıl? Belki biraz şöyle: Vahyin tedriciliği de bir açıdan Hayy ve Kayyum isimlerinin tecellisi. Ve bir açıdan delili. Veya Hayy ve Kayyum isimlerinin işaret ettiği/dayandığı şuunat-ı ilahî her ne ise 'vahyin tedriciliği' arkasında da aynı şuunat-ı ilahîyenin sırrı var.

Öyle ya! Bizler, bir saat ustasının yapıp, çalıştırıp, kendi haline bıraktığı saatler gibi değiliz. Değişiyoruz. Çarklarımız her an yepyeni hareketler yapmak zorunda kalıyor. Gelişiyoruz. Hayat dediğimiz şey zaten bu yüksek değişkenlik içindeki devamlılıkta tezahür ediyor. Değişken devamlılık hayat oluyor. Ahmed otuz yıldır Ahmed'dir ama her an başka bir Ahmed'dir. Bunu kendisi de bilir. Bir saat bilmiyor. Bir saat büyümüyor. Ama bir canlı büyüyor. Bir saat üremiyor. Ama bir canlı ürüyor. Bir saat hareket edemiyor. Ama bir canlı ediyor.

Böylesi detayların her biri saati her an yeniden saat ustasının elinde olmaya zorluyor. Saat her an yaratılmalı. Saat her an kollanmalı. Saat her an değişen şartlara uydurulmalı. Hem duvara, hem masaya, hem kola, hem daha sonsuz sayıda yere yakışmalı. Uyum sağlamalı. İşe yaramalı. Çalışmalı. Ustamız bizi kurup bırakmış olamaz. Bizimle ilgisi sürüyor. Aynı saatin girdiği farklı haller. Aynı saatin yaşadığı farklı değişimler. Bu anı anına uymayan tezahürler! Düşünüşler, hissedişler, yönelişler, keşfedişler, vazgeçişler... Mürşidimin tabiriyle zerrenin girdiği her yerde sanki bütün sistemi biliyormuş gibi kolaylıkla işlemesi. Bize, Ustamızın ilgisinin hiç kesilmediğini, her an bizi eylemekte ve bizde eylemekte olduğunu, onun elini çektiği bir anın yokluğa düşeceğini hatırlatıyor.

"Herbir zerrede, Vâcibü'l-Vücudun vücuduna ve vahdetine iki şahid-i sadık vardır. Evet, zerre, acz ve cumuduyla beraber, şuurkârâne büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcibü'l-Vücudun vücuduna kat'î şehadet ettiği gibi; harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip, her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü'l-Vücudun vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan Zâtın ehadiyetine şehadet eder. Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur."

Nasıl ki, canlılığımız, bir kerede canlı olarak yaratılmamıza ve sonra kendi halimize bırakılmamıza bakmıyor. Onu ayakta tutan hassas dengeler her anımızı ve her değişimi kuşatır bir şekilde korunuyor. Vücudumuzda bu dengenin korunması için her an büyük bir mücadele yaşanıyor. Büyük bir yardımlaşma görülüyor. Büyük bir hikmet işliyor. Büyük bir kudret çalışıyor... Aynen öyle de, insanın dünyaya gönderilişi, zamanı kuşatan varlığının devam ettirilişi ve küfrün ölümüyle ölmeyip vahyin nefesiyle hayatta tutuluşu da bir 'devamlı gözetişi' içeriyor. Sen, nasıl nefes alıyorsan, bu nefes seni nasıl canlı tutuyorsa, insanlık da vahyin nefesiyle canlı tutuluyor.

Vahyin bildirdiği hakikat de 'her zaman devam eden bu ilgiyle' ayakta tutuluyor. Seni, nefes nefes canlı ve yaratış yaratış var kılan Hayy ve Kayyum'dur ki, yine bu isimlerinin muktezası ve şanıyla, zamana yayılmış bir düzlemde, vahiy vahiy beşerin kalbini hayatta tutuyor, peygamber peygamber İslam'ın varlığını devam ettiriyor. Hem Kur'an'ı da ayet ayet, parça parça, kısım kısım indiriyor. Hem insanlığı da nesil nesil yaratıyor. Hem bir bebeği dokuz ayda dünyaya hazır hale getiriyor. Hem bir çocuğu onbeş yılda bülûğa erdiriyor. Hem... Hem... Hem...

Bu Hem hem'ler sayısınca Hayy ve Kayyum isimlerinin tecellilerini âleme yağdırıyor. Elhamdülillah. Biz de görüyoruz. Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarıyla ilgimizin asla kesilmediğini, asla kesilmeyeceğini, asla başıboş bırakılmayacağımızı, asla kör noktaya düşmeyeceğimizi, asla unutulmayacağımızı, asla tam bağımsız olamayacağımızı, hep abdullah kalacağımızı bu değişimlerden ders alıyoruz. Sabit birşeyin yapılıp bırakılması kesilen bir ilginin delili olabilirdi belki. Ama sürekli değişen birşeyin kırılgan tekdüzeliği, her an yeniden yaratılmaya duyduğu ihtiyaç, her an ona yeni yeni güncellemeler yapılması, her an yeni yeni aksesuarlar eklenmesi, her an yeni yeni özellikler, bilgiler, yetenekler kazandırılması, her gün yeni şiirler yazması...

Bütün bunlar şefkatli Ustasının ona ilgisini kesmediğine delildir. Sonsuz bir rahmet kesilmeyen bir ilgiyi iktiza eder. Kelamıyla kalbine her an ilhamlar yağdırdığı gibi, Semi ismiyle de her an duyar, Basir ismiyle de her an görür, Rezzak ismiyle her an başka başka şekillerde doyurur.

Zaten Hayy ve Kayyum isimlerinin bu kesintisiz ilgiyle olan ilgisini anlamakta en güzel bir örnek de annelerin çocuklarının her anını kuşatmaya çalışan şefkatleri değil midir? En nihayet yine yüzümü ayete dönerek bitiririm: "(Resûlüm!) O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş, daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Bilinmeli ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir." Evet, sonsuz delilerle sana ilgisinin asla kesilmediğini isbat eden o Allahtır ki, zaten haberdar olduğu hatalara karşı kayıtsız kalmayacaktır. Günahlarımızın hakettiğinden o Rahman'ın lütfuna sığınırız. Âmin.

18 Temmuz 2017 Salı

Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (6): Kendi başınalık bir sanrıdır

Âl-i İmran sûresinin 2. ayetinin bir kısacık meali şu: "Hayy ve Kayyûm olan Allah'tan başka ilâh yoktur." Kelime-i tevhidin 'Hayy' ve 'Kayyum' pencerelerinden seyredilmesi emri. Tevhidin bu iki perspektiften görülen delilleri. Ben bu derse şöyle başlarım: Allah'ın aşkınlığını idrak ettikçe kendi başınalıklarını kaybedersin. 'Ben ettim'ler, 'Ben yaptım'lar, 'Ben başardım'lar, 'Benim sayemde'ler eriyip gitmeye başlar. Neden böyle olur? Çünkü sonsuzluk 'dışındakileri mülkü kılarak' genişler.

Bir saniye. Yanlış dedim. Düzelteyim: Sonsuzluk genişlemez aslında. Sonsuzluğu anlayarak biz genişleriz. Bizim göğsümüz genişler. Dünyaya bakışımız genişler. Mürşidimin 'hurma çekirdeğinden koca bir hurma ağacına kadar' mertebeleri olduğunu söylediği imanın genişlemesidir sinemizdeki ferahlık. Peki rahatlığın en nihayet noktası ne? İşte Hayy ve Kayyum isimleri bize bunları da söylüyor.

Bir 'kendi başınalık sanrısı' olarak hayatı ve yine bir 'kendi başınalık sanrısı' olarak varoluşu Allah'a terkettiğinde, yani fail olarak kendini azledip (çok şükür) onu layık olduğu mevkiie koyduğunda (pek maşaallah) senin kalbindeki iman genişliği gider çeperlerine yaslanır. Öyle ya! Allah'ı 'en başta herşeyi yaratan' olarak bilmekle 'herşeyi her an devam ettiren' olarak bilmekte fark vardır.

Birisinde Allah'la kurduğun ilişki 'bir meçhul öncenin' ilişkisidir. Gidemezsin. Göremezsin. Kuşatamazsın. İkincisinde Allah'la kurduğun ilişki 'her anın' ilişkisidir. Gitmene gerek olmaz. O gelir. Görürsün. Tadarsın. Bilirsin. Seni en başta yaratan bir Allah'a duyduğun şey ancak bir 'vefa' veya 'minnet' olabilir. Araya çok sebep girer. Çok zaman karışır. Bunlar bağın kuvvetini azaltır. Ama her an seni yaratıyor olduğunu bildiğin bir Allah'a duyduğun şeyin adı ancak ve ancak şiddetli bir ihtiyaçtır. Her an yeniden özlenilen bir vuslattır. Arkada bırakılamaz. Araya birşeyler konulamaz. Unutulamaz. 'En başta iten'den 'her an tutan'a dönüşür Allah gönlünde.

Uyanışın başı burasıdır: Seni en başta hayata ve varlığa iten değildir Allah sadece. O, Hayy u Kayyum, seni her an hayatta tutan ve her an yeniden yeniden varedendir. Bir an bu isimlerin tecellisi üzerinden çekilse yokluğa düşersin. 'Kendi başınalık' veya 'başıboş bırakılmışlık' sandığın şeylerin ipleri o kadar incedir.

Hastalık-şifa, darlık-bolluk, mutluluk-hüzün, huzur-endişe... Bütün bu ikilemler, zıtlıklar, gelgitler sana sendekinin her an yeniden yaratıldığını hatırlatıyor. Yokluk-varlık, yokluk-varlık, yokluk-varlık. Her an oluyor bütün bunlar. Bunlar bir kere yaratılmış, sende bırakılmış, mülkün kılınmış olsaydı onlarla böyle gelgitler yaşamazdın. İnsan hakikaten 'kendi başına' olsa eksik bulmaz kendini. Bu ateş her an yeniden yakılıyor ki tecellilerde değişimler oluyor. Bir öyle bir böyle oluyorsun. Bir öyle bir böyle hissediyorsun. Bir öyle bir böyle yaşıyorsun. Allah'ın yaratışının seninle her an ilgili olduğunu sendeki bu değişimler gösteriyor. Hatta her an ihtar ediyor yoklukları: "Varımız yaratılmasa sen mahvolursun!" Cenab-ı Hak hatırlatıyor sana seni halden hale çevirmekle: "Her an itmesem bir an bile gidemezsin." Hayatta bir arpa boyu yol alamadığın vakitler seni uyarıyor.

'La ilahe illallah'ı en ciğerden söyleyişin Hayy ve Kayyum isimlerini andığın, anladığın ve ifade ettikleri manayla ilişkini kavradığın vakitler. Nasıl? Belki biraz şöyle... Bir de bakıyorsun ki: Yaşamının ve varlığının devamını sağladığını sandığın herşey batıp gidiyor. Her gün yeni şeyler yiyorsun, yeni şeyler görüyorsun ve yeni şeyler yaşıyorsun ama sendeki 'sen' değişmiyor. Bir aslın var. Bir asıl var. Bu aslın şunca değişim içinde sabitliğini koruyabilmesi, herşeye rağmen insanın kendisi olarak kalabilmesi, üzerinden kudret ve hikmet elini hiç çekmemiş bir yaratıcıyla mümkün.

Katip kalemini kaldırmıyor ki hat değişmiyor. Yazar değişmiyor ki roman kendi içinde çelişkiye düşmüyor. Öncesi ve sonrası birbirini unutmuyor. Bağ kopmuyor. Cümle kesilmiyor. Anlam bölünmüyor. İşte, başta alıntıladığım, Âl-i İmran sûresinin 2. ayeti de böyle bir ders veriyor bana: "Allah'ın Hayy ve Kayyum olması gerektiğini anladıktan sonra, anlarsın ki, Hayy ve Kayyum olabilenden başka ilah yoktur."

17 Temmuz 2017 Pazartesi

Kısa sûrelerin bir editöre hatırlattıkları...

Ben bir insanım. (Bu kesin bilgi.) Birazcık da yazarım. (Bu o kadar kesin değil.) Birazcık da editörüm. (Bu bir önceki kadar bile kesin değil.) Metinlerle olan mesaimden dolayı onlara dair bazı hassasiyetler geliştirdiğimi düşünüyorum. Mesela: Metinlerde vurguyu kullanmamızın en büyük sebebinin 'azı çoğa galip kılmak' olduğunu zannederim. Biraz açayım: Bir kitabı elinize aldığınızda ilk açılan yeri neresidir? Ayraç konulan sayfa. (Ayraç bir vurgudur.) O sayfayı açar açmaz gözünüze ilk çarpan yer neresidir? Büyük harflerle yazılan başlık. (Başlık bir vurgudur.) Sonrasında neyi farkedersiniz peki? Kalın harflerle yazılan kelimeler. (Bold yazım bir vurgudur.) Onlardan sonra dikkatiniz neler çeker? İtalikle yazılan cümleler. (İtalikle yazmak bir vurgudur.) Peki daha sonra? Eğer metinde bunlardan başka/farklı vurgulayışlar yoksa artık normal metni farketmeye başlarsınız. İşte, vurgu, azı çoğa bu şekilde galip kılar.

Peki yazarlar, editörler veya tasarımcılar böylesi vurgulamaları neden yaparlar? Tecrübeme dayanarak ifade edersem: Vurgulanan azın çoğa göre bir üstünlüğü vardır. Bu öyle bir üstünlüktür ki, metnin bütününü değerden düşüremez, ama kendisinin de önemini ifade eder. Bir kitap sadece içindeki bold/kalın metinler için alınmaz. Salt onlar için okunmaz. Salt onlar da okunmaz. Salt onlar okunursa belki hiçbirinden tastamam ders de alınmaz. Fakat metinler de ancak bu vurgularla tamam olur. Peki vurgular neler içerir? Ya metnin bir özetini içerir. (Özetleme vurgusu.) Ya metnin asıl söylemek istediği şeyi ifade eder. (Tema vurgusu.) Ya metin okunurken kaçırılmaması gereken bir ayrıntıya dairdir. (Detay vurgusu.) Yahut da... Aman, uzatmayayım, neticede hepsi aynı noktaya çıkacak. Birşeye yapılan vurgunun amacının, o şeyin, metnin geneline bakarken ifade ettiği değerin 'gözden kaçırılmaması gereken birşey olduğunu' anlayacağız her çeşidinden.

Peki, bu insanî metinlerde böyledir de, vahiyde nasıldır? İşte mürşidim bu bahiste bize aydınlatıcı şeyler söylüyor: "Üslûb-u Kur'ân'ın o kadar acip bir cem'iyeti var ki, birtek sûre, kâinatı içine alan bahr-i muhit-i Kur'ânîyi içine alır. Birtek âyet, o sûrenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre; sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur'ân'dır. İşte şu i'cazkârâne îcazdan, büyük bir lütf-u irşaddır ve güzel bir teshildir. Çünkü herkes, her vakit Kur'ân'a muhtaç olduğu halde, ya gabavetinden veya başka esbaba binaen, her vakit bütün Kur'ân'ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar Kur'ân'dan mahrum kalmamak için, herbir sûre birer küçük Kur'ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet birer kısa sûre makamına geçer. Hattâ Kur'ân Fâtiha'da, Fâtiha dahi Besmelede münderiç olduğuna ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate burhan ise ehl-i tahkikin icmâıdır."

Besmele'nin 'nasıl bitmez tükenmez bir hazine' olduğunu anlamak isteyen, eğer Risale-i Nur külliyatındaki ilgili kısımlarla tatmin olmazsa, Elmalılı Hamdi Yazır merhumun Hak Dini Kur'an Dili eserindeki Besmele bölümüne bakabilir. Hazretin o kitapta nasıl sayfalarca Besmele'yi izah ettiğini okuyabilir.

Fakat ben sizinle bugün 'vurgu' bahsi üzerinden 'kısa sûrelerin varlık hikmeti'ne dair kalbime gelen birşeyi paylaşmak istiyorum. Esad Coşan Hocaefendinin (k.s.) bir Ramuzu'l-Ehadis dersini dinlerken uyandım. Allahu'l-A'lem. Kısa sûrelerin faziletini anlatan ehadis-i Nebevîye'nin böyle bir vechi de olabilir: Derste aktarılan hadiste onlar geçtiği için onları örnek vereyim.

Zilzal ve Kafirûn sûresi gibi kısa sûrelerin "Kur'an'ın üçtebiri" veya "dörttebiri" gibi sevaplı olduğunun haber verilmesi, onlarda vurgulanan esasların "Kur'an'ın üçtebirinde" veya "dörttebirinde" anlatılan hakikatler olduğuna işaret ediliyor olabilir. Yani; hangi sûre Kur'an'ın ne kadarı kadar sevaplıysa, onun kısalığı içinde vurguladığı hakikat de Kur'an'ın o kadarı içinde anlatılan bir hakikat. Özetlemesi o şiddette bir özetleme. Vurgusu o değerde bir vurgu. Öğrettiği detay o değerde bir detay. Hatırlattığı tema o değerde bir tema.

Mesela: Kafirûn sûresinin bize öğrettiği "Sizin dininiz size benimkisi banadır!" izzetli duruşu Kur'an'ın dörttebirinde bize öğretilen bir duruş olduğu için onun öğretişi bu kadar ayetin sevabıyla mükafatlandırılıyor. Tabir-i caizse, ihtar ediliyor ki, "Sen bu küçük sûredeki hakikati tam anlayarak okudun, işte, Kur'an'ın dörttebirinde sana öğretilen duruşu kavrandın." Zilzal sûresi yine öyle. Onda ders verilen ahiretin hakikatini kavrayan da Kur'an'ın üçtebirini kavramıştır. Çünkü Kur'an'ın üçtebiri de tüm boyutlarıyla ahireti anlatır.

Cümlelerim alınacak mal gibi durmazsa işaret ettiklerini alın. İfadelerimi dikkatle seçmeye çalışarak toparlarsam: Cenab-ı Hakkın rızası onun varlıktaki vurgusudur. Rızasının vurgu tonunu ise, bize, o şeye dair ayetlerde ve hadislerde haber verilen sevap miktarı söyler. Bir amel ne kadar sevaplıysa ondaki rıza vurgusu o kadar fazladır. Rıza vurgusu da bizler için sadece bir mükafat ifadesi değildir. Bir yazarın okurunun kaçırmamasını dilediği yerlere, ona bir çeşit yardım ve kolaylık olsun diye, metninde dikkat çekişi gibidir. Oraya dikkatle bakıldığında alınacak olanın ziyadeliğidir vurgunun sebebi. Biz kusurlu insanlar metinlerimizde bunu küçük matbaa hileleri ile yapmaya çalışırız. Cenab-ı Hak, şan-ı Rahmetine yakışır şekilde, rızasından haber vererek yapar. Bizi bu şekilde o metinleri daha sık, daha özenli, daha dikkatli, daha mütefekkirane okumaya sevkeder. Ne güzeldir ikramı Onun! İkramının içine ikram sarılmıştır. Onun içine ise ikram. Onun içineyse yine ikram. Allah bizi şu ikramlarından ayırmasın. Âmin.

15 Temmuz 2017 Cumartesi

Tevbe kendinin editörlüğüdür

"Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü emreder. Doğrusu, Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir." (Yusuf sûresi 53)

Bıktıracak kadar sık yazdığımın farkındayım. Fakat yapacak birşey yok. Yazmayı 'işe yaramak'la bu kadar arkadaş kılınca yazamamayı da 'boşluk'la bağlamaya başladım. Her tanımlama mana-i muhalifini de tanımlamış oluyor. Birşeyi tarif ettiğinizde iki şeyi birden tarif ediyorsunuz. Onu ve zıttını. O oysa zıttı da budur. O oysa zıttı kesinlikle o değildir. Ne olmayacağı bellidir. Böylesi tanımlamaların esir alıcı bir yanı da var. İnsan adımlarının bastığı yeri ve gittiği yönü netleştirmeye çalışırken basmadığı yeri ve gitmediği yönü de netleştirmiş olur. Eğer kaza eseri basmaması gereken bir yere ve gitmemesi gereken bir yöne adım atarsa, buna gafil kalamaz, vicdanıyla boğuşmaya başlar.

Vicdan insana kendi çelişkileriyle boğuşması için verilmiştir. (Ne kutlu bir boğuşmadır o!) Ömür kitabının imtihan matbaasından güzel çıkması için içimize konulmuş bir musahhih veya editördür. Siz yola çıkmadan önce onun kulaklarına doğruyu fısıldarsınız. (Belki daha da önce Allah zaten onun sinesine doğruları yazmıştır.) O da daha sonra kulağınıza doğrularınızı fısıldar. Prensip sahibi olmak dediğimiz şey de zaten insanın kendisiyle çelişkiye düşmemesidir.

Bu nedenle tariflerimizin her türlüsü önemlidir. Önemsiz lafzımız da, anımız da, tavrımız da yoktur. Hayat parçalara ayrılmayacak kadar girift bir sözlüktür. Kelimelerinin kuyrukları birbirine bağlıdır. Anlamlandırırken düştüğünüz her hata başka birçok sözcükte karşınıza çıkar. (Süte 'zehir' dedikten sonra 'sütlü muhallebiye' şifalı diyemezsiniz mesela.) Sözgelimi: Yağmuru Allah'ın yarattığı birşey olarak görmediniz. Bir kendi başınalık olarak anlamlandırdınız. Bu, içtiğiniz suyun da Allah'ın ikramı olmadığına götürür sizi, hemen olmasa da birazdan. Veya tam tersi: İçtiğiniz suyu 'Bismillah' diyerek mi içtiniz? O halde yağmuru Allah'a vermekte zorlanmazsınız. Onlar birbirinin akrabasıdır. Birisini anlamlandırdığınızda mutlaka diğerlerine de ulaşacaktır.

Bu yüzden, İslam'ın, hayatın her anını 'Besmele' ile bizden istemesinde şaşılacak birşey yok. O bizden kelimelerde hata yapmamamızı istiyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan rivayet edilen, neredeyse hayatın her anını kuşatan, dua külliyatında da bu sır var. Her neyi yapsan edilecek bir duası var. Başlarken de, bitirirken de, içindeyken de... Bütün bunlar yürüdüğümüz yolda doğru şıkları seçmemiz için. Sünnet-i Seniyye bu yüzden hayatın her anını kuşatıyor ve karışıyor. Belli ki en küçük kelimelere verdiğimiz anlamlar bile arkamızda kalmayacak. Her yeni kelimede önceki anlamlara yaslanacağız. Tıpkı matematik probleminin çözümünde olduğu gibi. Başlarda yapılacak bir kayma işlemin sonuna doğru büyük sapmalara neden olabilir.

Jules Verne'nün Ne Altı Var Ne Üstü romanını hatırlayalım. Dünyanın eksenini değiştirmek isteyen bir grup girişimcinin başarısızlığa uğramasının sebebi neydi? Eksik sıfırlar! Evet, dünyayı sarsacak büyük bir girişim ve ona yapılan yatırım, sadece birkaç rakamın yanlış yazılmasıyla sekteye uğramıştı.

İşte, hayat da biraz böyle, bir yerinde ilmek kaçtı mı o kazak artık giyilmiyor. O desen tamam olmuyor. Geri dönüp toparlamanız lazım. Tevbe de zaten tam bu noktada büyük bir önem kazanıyor. Kelimelerin yanlış anlamların yüklerinden kurtulması, o yanlış anlamların başka kelimelere sirayet etmemesi, üzerine 'hatalıdır' kaşesini basmakla mümkün. Tevbede biz biraz da bunu yapıyoruz. Tevbeyi tenzihten ayıran da budur. Tevbe eden hatalı olduğunu unutmaz. Önceki kelimeyi sonraki kelimeye referans kılmaz. Aralarını ayırır. Kendini tenzih edense, aksine, hatalı olduğunu kabul etmez. Velev ki o hatayı bir daha işlemeyecek olsun. Yine de bu ondan istenen değildir. İnsandan istenen hatalarını unutması değildir. İnsan hatalı bir varlık olduğunu hatırlamalıdır.

Ben, kendi adıma, adam olmamda (eğer olmayı başarabilmişsem tabii) tevbelerimin büyük payı olduğunu düşünüyorum. Çünkü tevbe ettiğim her amelim bir çizik olarak geçmişimde duruyor. Onları unutmuyorum. Onlar da kendilerini bana unutturmuyor. Çünkü onları inkar etmiyorum. Yoklarmış gibi davranmıyorum. Bu beni kendime karşı tekinsiz ve temkinli kılıyor. Adam olmak biraz da bu değil mi? Adam olmak her yaptığının/yapacağının doğru olmadığını kabul etmekle başlar. Bu eylemlerin arasında şıklar oluşturur. Edebinle şıklardan birisini seçersin. Kendisine karşı temkinli olmayanın edepli olacağına inanmam ben. Aleyhissalatuvesselama "Hayâ imandandır!" dediren sırrı kollarım.

İnsan utanıyorsa kendisine karşı temkinlidir demektir. Görünmesinin her şeklinin doğru olmadığını düşünüyor demektir. Bu ihtiyat sayesinde insaflı seçimler yapmaya başlar. "Nasıl görünürsem doğru olur?" Bu soru sözlüğü düzeltir. En azından düzeltmeye dönük bir çabadır.

Şunu demek istiyorum: Tevbe bize utanma yetisini kazanmayı da öğretiyor. Tevbesi olmayanın utanması yoktur. Utanması olmayanın de tevbesi yoktur. Daha evvel düştüğünüz çukurları hatırlamazsanız ayaklarınızı temkinli atmazsınız. "Çukura düşüyorsun!" denildiğinde de buna inanmazsınız. Önce evvelce çukura düştüğünüzü/düşebilirliğinizi kabul etmemiz lazım. Irvin Yalom, Bugünü Yaşama Arzusu'nda şöyle diyor: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar." Demek: Tedavi tevbede başlıyor. Kendini tenzih etmede şifa yok. Ki onun tezahürü de edepsiz bir suçlamadır.

Kur'an'da Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Yunus (a.s.) gibi daha nice nebilerin Cenab-ı Hakka karşı "Ben nefsime zulmettim!" türünden ifadeler kullanmalarını da buradan anla. Cenab-ı Hak o kemal sahipleri üzerinden sana birşey öğretiyor. İyileşmek istiyorsan kusurlarını üzerine alacaksın. Çünkü onlar sözlüğünün güvenliğini sağlıyor. Hem mürşidin bu sadedde demiyor mu:

"İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdafaa eder. (...) Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir."

13 Temmuz 2017 Perşembe

Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır (5): Kıyamet kopar da ayağının altı sallanmaz mı sandın?


"Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir." 14. Söz'ün Zeyli'nden.

İş öyle bir noktaya doğru gidiyor ki, yakında, "Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz. Allah'ın azabı şiddetlidir!" ayetinden dolayı, hâşâ, Cenab-ı Hakkı dahi 'adalet-i mahzaya uygun hareket etmemekle' ihtam edeceğiz. (Allah bizi böyle vartalara düşmekten korusun.) Herşeyin müfriti tat kaçırıyor.

Bir kere şu ayrımda bir sıkıntı yaşandığını görüyoruz: Daire-i itikad ile daire-i muamelatı birbirinden seçemiyorlar. Halbuki mürşidim diyor: "Daire-i itikadı daire-i muamelâta karıştırmaya mecburiyet yoktur." Biz, kulluk sahasında çok hatalar yaparız, çok günahlara batarız, ancak bu hata ve günahları işleyişimiz 'onların doğruluğuna iman ettiğimiz' anlamına gelmez.

Ehl-i Sünnet itikadında, biraz da bu daire-i itikat ve muamelat ayrımından ötürü, büyük günahlara girenler tekfir edilmez. Bunu yapan ancak sapkın Mutezilîlerdir. (Allah onları ıslah etsin.) Biz bir insanın kalbiyle hayatını birbirinden ayırırız. İnanışıyla eyleyişini birbirinden ayırırız. İnsanın sadece akıldan, kalpten, ruhtan veya vicdandan ibaret olmadığını kabul ederiz. Fıtrata bakışımız bu yüzden kapsamlıdır. Biraz daha ilerisi: İnsanın imzasının kusur olduğunu biliriz. O yüzden bu iki daire içinde birebir uyum, mü'mince arzulanır, ama hayatın her anında olmayışı tersine yorulmaz.

Bu, bireyler içdünyalarına bakarken böyle olduğu gibi, dış dünyayı tefekkür ederken de böyledir. İşlemekten Allah'a sığındığımız bir günahı (mesela içki içmeyi) bir müslümanda görmemiz (o kişi eyleminin günahlığını inkâr etmediği sürece) itikadî bir yoruma yol açmaz. Onu buna bağlamayız. Aklını veya kalbini değil (onlara rağmen ayaklarını kaydırabilecek olan) nefsini sorumlu tutarız.

Nitekim kendi hayatlarımızda da ancak bu ayrım sayesinde 'çıldırtıcı bir vesveseye' düşmeyiz. Düşünsenize: Kafamızdan geçen her yanlış fikri ve elimizden çıkan her hatalı fiili 'imanımızdaki bir soruna' hamletseydik biz müslümanlar için yaşam nasıl bir işkence olurdu? Bir günde kaç defa dinden çıkar ve tekrar dine dönerdik? En nihayet "Yahu bu iman işi olmuyor!" deyip pes etmez miydik? İşte, biz, Allah'ın imkansızı teklif etmeyeceğini (Hakîm ismi muktezasınca) bildiğimiz için, kusur işlemeye müsait yaratılmış varlığımızı 'kusursuzlukla' sorumlu tutmadığını düşünürüz.

Ancak şu var tabii: Kusurda ısrar etmeyiz. Âdileştirmeyiz. Onu alışkanlık edinmeyiz. Bundan sorumlu tutulduğumuzu biliriz. Kusurumuzu farkedince çabukça tevbe ederiz. Günaha sıradan bir eylem gibi davranmayız. Hatanın hata olduğunu itiraf etmek de Cenab-ı Hakkı tenzihtir çünkü. Onun emretmiş veya yasaklamış olduğu şeylerin 'uyulması gerekenler' olduğunu kabuldür.

Bu 'şahıslar' dünyasında olduğu gibi 'şahs-ı manevîler' dünyasında da böyledir. Bediüzzaman İşaratü'l-İ'caz'da söyler ki: "Devlet bir şahs-ı manevîdir." Münazarat'ta ise yine bununla ilgili olarak der:

"Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türklerin nazarlarında dahi, mel'un, anarşist ve iğtişaşçı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır."

Hükümetler de hata yapar. Devletler de hata yapar. İnsanlar da hata yapar. Şahıslar yaptığı gibi şahs-ı manevîler de hata yapar. Bunların hiçbirisinden 'kusursuzluk' beklenmez. Ya ne beklenir? İşte, en evvel, şu hadisin bize ders verdiği şey beklenir: "Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: Resulullah aleyhissalatuvesselam buyurdular ki: 'Kim Müslümanların kadılık hizmetini talep edip elde etse, sonra adaleti zulmüne galebe çalsa, cennete girer. Zulmü adaletine galebe çalsa ateş onundur.'" (Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4885)

Cenab-ı Hak da bizi mahşer günü böyle yargılayacaktır. 'Hiç günahı olmayanları' değil sadece, 'hasenatı seyyiatından fazla olanları' cennete alacaktır. Allah Rahman'dır, Gafûr'dur, Hakîm'dir. Kullarını bir hatasında silicilerden değildir. 'Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak' emr-i Nebevîsi (a.s.m.) işte tam burada somutlaşır: Biz, çevremizdeki insanları bir hatalarında silmemeyi, Cenab-ı Hakkın bizi 'bir hatamızda silmeyişinden' öğreniriz. Özür kabul etmeyi de tevbelerimiz bize öğretir. Şükretmeyi de teşekkürle ders ederiz. İnsan yaşamındaki herşeyi kendi ihtiyaçları/yaşanmışlıkları vesilesiyle bilgi edinir.

Bütün bunları anlatıyorum. Neden? Çünkü 15 Temmuz'la ilgili devam eden süreçlerde yaşanan hataları işitiyorum. Bu hataların varlığını inkâr edemeyiz. Hatasızlık iddia edemeyiz. Dillendirilmesini de engelleyemeyiz. Bu tevbenin yolunu kapamak olur çünkü. Fakat şuna itiraz edebiliriz: Bu hataları nümayişle dillendirenler, biri bin yapanlar, 15 Temmuz gibi birşeyi yaşamış devletten ne bekliyorlar? Günahsızlık mı? Böyle birşeyin Ehl-i Sünnet itikadında yalnız peygamberler için geçerli olduğunu biliyoruz. Öyleyse ne?

Eğer istedikleri hükümetin hasenatının seyyiatına galebe etmesi ise, eyvallah. Hatalarını farkedip tevbe etmesi ise, eyvallah. Bunlar can yakmayan nasihatle de olabilir. Fakat ben; öfke öfke, atar atar, racon racon biriken bu itirazların öyle bir hale geldiğini görüyorum ki; neredeyse, 15 Temmuz suçluları ile mücadelede devletin elini tutacaklar.

Kastettikleri bu gibi. Acaba bu insanlar, eğer mevcudun ellerini kırarlarsa, darbecilerle mücadele etmek için görevlendirebilecekleri ismet sahibi bir kadroya mı sahipler? Sahabeye bile verilmeyen bu özelliğe sahip elemanları mı var? Hiç. Hiçbirşey. Hiçbirşeyleri yok. Tek istedikleri, hiçbir zaman hayatlarında bulamayacakları, mükemmellik gibi duruyor. Yahut da muhalif hissiyatlarını bu yoldan tatmin ediyorlar.

Yer deprenmiş. 15 Temmuz gibi bir kıyamet kopmuş. 200'den fazla kişi şehit olmuş. 2000'den fazla gazi yaralanmış. Büyük bir eşikten dönülmüş. Bütün bunları kabul ediyorsun da ayağının altının sallanmasına neden inanmıyorsun? Kıyamet kopar da sana hiçbirşey dokunmaz mı sandın? Musibet gelir de masumları incitmez mi sandın? Nasreddin Hoca'nın kazan fıkrasını hatırlatmıyor mu senin halin? Elbette birçok şeyin değişmesi gerek. Bu kabul etmeyen bir Allah'ın kulu yok. Fakat hangimizin elinde sihirli değnek var?

Allah korusun, bugün bu mücadeleyi vermekte devletin elini gayretten alıkoyarsak, yarın şu hastalığın daha beter nüksetmeyeceğinin garantisi var mı? Kim verse inanırız ki bu garantiye? Yarına çıkacağımızın bile bir garantisi yok. Bindiğimiz geminin yoluna devam etmesine hep beraber sağlamak yerine mürettebatın haline doludizgin sövmek niye?

En nihayet mürşidimin dediği gibi derim: "Evet, maatteessüf, daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vuku zarûri gibidir. Eskiden daha berbatı vardı. Fakat, şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devası âsândır. Hem de, büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galip etmektir. (...) İşte şu cerbezenin tavr-ı acîbi; zaman ve mekanda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder."

12 Temmuz 2017 Çarşamba

Boğulmak da bir işe yarar

Bilmem ki o dönemlerde de takip edenleriniz oldu mu? Bir zamanlar kitaplar hakkında karalamayı severdim. Ancak, bir noktada, bu bana 'kendimin kenarından geçmek' gibi gelmeye başladı. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Başkalarını anlatırken detaylaşıyorsunuz. Oradan size uzanan bir derinlik yoksa (yani o bir açıdan da siz değilseniz veya ondaki birşey sizde de yoksa veya onla meşgul olmaktan canınız huzur bulmuyorsa) böyle oluyor. Gösterdikçe görünmüyorsunuz. Yazdıkça (tam tersi olması gerekirken) uzaklaşıyorsunuz.

Detay olmaya diyecek birşeyim yok. Zaten aslolacak kadar kıymetli bulmuyorum kendimi. Mutlaka kendimden başka birşeyle (bir cümlenin virgülü olarak bile olsa) bir anlam bulmam lazım. Arızîye başka türlü huzur yoktur. Ama 'herşeyin detayı olmak' da o kadar silik bir his ki. Herşey hakkında konuşmuş bir hiçbirşey. Öyle ya! Her anlama gelebilen aslında hiçbir anlama gelmez.

Yüzeye yayılmış. Yayıldıkça sığlaşmış. Derinliği kaybolmuş. Çoğalırken azalmak bu. Mantık bile, bir noktadan sonra, insanı tevhide iman etmeye zorluyor. (Bu cümlemde hata var. Mantık insanı her zaman tevhide imana zorlar. Ancak insan her zaman farketmez.) Birşeye dair olmayacaksak herşeye dair olmaya başlıyoruz. Herşeye dair olmaksa hiçbirşeye dair olmaya çok yakın. Nasıl? Belki şöyle: Ayna, yansıtabildiği kadar değil, gösterebildiği kadar aynadır. Çünkü, 'yansısın' diye değil, 'görülsün' diye gösterir.

Aynanın potansiyel olarak 'herşeyi yansıtabilir' oluşu 'aynalığı' için gereklidir. Ancak onu pratikte faydalı kılan 'yansıttığı şeyi göstermesi'dir. Bu netlik gösterilecek şey sayısı arttıkça azalır. Bir ayna düşünün ki: Boyu bir karıştan hallice. Ancak bütün İstanbul'u kuşatacak bir yükseklikten, sözgelimi bir balondan, aşağı tutuluyor. O hâlâ bir ayna mıdır?

Potansiyel olarak: Evet. Pratikte ise: Hayır. O artık bir ayna değildir. Neden değildir? Çünkü görevini yapabilmesi için birşeyleri göstermesi gerekir. O kesrette ise hiçbirşey net görünmez. Bu demektir ki: Ayna ne kadar çok şeyi göstermeye çalışırsa o kadar aslî fonksiyonundan kaybeder. Potansiyelinden değil ama işleyişinden. Mahiyetinden değil amma ifasından. Sınırlı olanın 'daha çok şeye dair' oluşu, aynı zamanda, 'daha az şeye dair' oluşudur. Zaten 'sınır' dediğimizde kastettiğimiz şey de 'geçildiğinde kuralların değiştiği' yerdir. Çokluğunda zehir olan o kadar çok şey vardır ki azlığı şifadır.

Allah sonsuzdur. Çünkü Allah için isim, sıfat ve şuunatının iktizalarının/tecellilerinin kural değişikliğine uğradığı bir sınır yoktur. Ayna muhabbeti sıktı sizi. Daha somut birşey arayalım. Sahip olmaya gelelim. Sahip olunanların sayısını arttırmak, onlara sahip olma derecenizi arttırır mı, azaltır mı? Cevabı ararken Kungfu Panda'da Usta Oogway'in dediği hakikatli söze atıf yapalım: "Ne kadar çoğuna sahip olursan o kadar azı senin olur!" Sahip olduklarımızın sayısının artması onlardaki tasarrufumuzu azaltır.

Nice multimilyarderler vardır ki sahip olduklarının birçoğunu görmemişlerdir. Nice zenginler vardır sahip olduklarının bazılarını hiç bilmemişlerdir. Nice gayrimenkul kralları vardır mülklerinden birçoğuna adımlarını atmamışlardır. Sınırlı olanda 'kuşatmanın artımını' ifade eden her eylem, aslında o şeylere karşı duyulan 'birebir ilginin azalmasını' ifade eder. Bin güzele birden âşık olan Mecnun hiçbirinin vuslatına eremeyerek cezasını bulur.

Leyla-Mecnun bahsinin açıldığı iyi oldu. Çünkü Leyla'dan Mevla'ya gidiş sürecinde geçirilen o müthiş cinnet (kesretin cinneti) bana ayrıca kıymetli geliyor. Ona da dokunalım. Hikayeyi bilenler hatırlayacaklar: Mecnun birara aşkından öyle bir hale gelir ki, çölde karşılaştığı hayvanların dahi gözlerini, "Belki Leyla'yı görmüştürler!" diyerek öpmeye başlar. Bu bir cinnettir. Cinnetle aşkın yaklaştığı hal, aynı zamanda, Leyla'dan Mevla'ya geçişi de yakınlaştırır.

Sevileceklerin sayısı arttıkça insan ilgilenebilme sınırına yaklaşır. Bir kalp çok defa sevse de kaç defa atar? Sevmekte sınır yoksa da sevende sınır vardır. Sınırına yaklaşan aczine yaklaşır. Ayna, içine sığdıramayacağı kadar şeyi, aşktan bir cüretle kuşatmaya çalıştıkça yansıtmaktan kör olur. Göstermek istedikçe gizler. 'Yansıtmanın' her zaman 'göstermekle' aynı anlama gelmediğini farkeder. Bu boğulma ona suyun derinliğini ve boyunun kısalığını öğretir. Ve insan bir Leyla ile başladığı yolda, çoğalan Leyla'ların eziyetinden kurtulmak için, bir Mevla'ya sarılır. Çünü o 'bütün çoklukların kudret elinde dürüldüğü bir'dir.

Boğulmak da bir işe yarar. Sanıyorum bu türden tüm boğulmaların böyle bir öğreticiliği var. İnsan duvarlarına çarptıkça ayılıyor. Su boyunu aştıkça uyanıyor. Dışındaki nesnelerin duvarı değil çarptığı. En çok içindeki duvarlara çarpıyor. Sınırlarının duvarına çarpıyor. Kendini bilmenin aslı 'ne kadar olduğunu' bilmektir. Sınırlarını tanımayan tuttuğu alanı bilmediğinden ne olduğunu da bilmez. Sınırlarımız olduğunu farkettiğimizde 'kul' diyebileceğimiz bir mütevazı alana sahip oluruz. Sınırını farketmeyen ise 'ben' dediği ve giderek büyüdüğünü sandığı bir vehme sahip olur. "Hülâsa: Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar."

Bunu bile bir derece hayra yorarız. Sonra bu yoğunluğun şiddetinden çökmeler başlar. Tıpkı bir Süper Nova gibi taşıyamayacağımız bir 'ben' yoğunluğu bizi içimize çökertir. Dert sahibi oluruz. Dert insanı nasıl olgunlaştırır? Dert insanı içinden ötesine yollar aratmakla ve açmakla olgunlaştırır. Omuzlarının gücüne güvenmeyen başka bir omuz arar. Ellerinin hamaratlığına güvenmeyen başka ellerden yardım ister.

Kabındaki suyla alemi sarayım diye uğraşırken en sonunda incelmekten kendini delersin. (İnşaallah) Kendinden ötesine çökersin. Böylece kısa bir yol bulursun. Yardım istemek kendini delmektir. Dua etmek bu deliği genişletmektir. Arkadaşım, sen, daha çok şeye sahip olmakla varlık arıyordun. Sınırlarını öğrenmen için bu 'had konulmamış kuvveler' gerekliydi. Zira kafesin tellerine çarpmak/tanışmak için göğü arzulamalıydın. İçindeki sınırsızlıklar aslındaki sınırları tanımanı sağladı. Had konulmayan yerlerinde haddini bildin. Canın acıya acıya bildin. Sarsıla sarsıla bildin. Artık bu yükü terket. Mahvoluyorsun.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...