7 Temmuz 2023 Cuma
Değişmek istemeyenin hidayeti yoktur
Kibrin mübarek metinlerde böylesine kötülenmesinin hikmetini de buradan oku arkadaşım. Kibir zımnında 'değişimin reddini' de saklıyor. Kim ki kibirleniyor, özünü merkezleştiriyor, ‘olmazsa olmaz’ görüyor, ötesini detaylaştırıyor. Ayken dünyalık taslıyor. Dünyayken güneşlik kasıyor. Güneşken kendini samanyolu yerine koyuyor. Hatta, ayı dünyaya, dünyayı güneşe, güneşi samanyoluna, âlemi âleme peyk yapan Zât-ı Kudreti bile zerrecik cirminin uydusu zannediyor da, hevasından geçeni dinine ekliyor, geçmeyeni çıkarmaya teşebbüs ediyor. (Daha da beğenmedi mi inkâra gidiyor.) Şeriatı tenkid de buradan başlıyor, tahrif de, tahkir de. Her yanlışın başında 'değişmek için' değil 'değiştirmek için' muhatap olmak var. Kendini merkezden çekemeyiş var. Aslolanı karıştırmak var. Aynanın gösterdiği yerine oynaması var.
Yani, hâşâ, Allah'ın karşısında ‘Allahlık taslamak’ var. Halbuki İslam bidayette bir eksen değişimidir. Kul, kulluğunu kabul ettiği andan itibaren, bir daha kendini Allah sanmayacağını da kabul eder. Sandığı her yerden de tevbe eder. Kur'an, hangi şifalı hitabında mü'min kelimesini buyurur, hatırlattığı artık diğerleri gibi olmayacak yanlarımızdır. Elhamdülillah. Yine Allah’ın lütf u keremiyle bedel ödemeye ikna olduğumuz için hidayet bize hediye edildi. Tedavi için gereken işlemleri göze aldığımız için şifa nasip oldu. Evet, biz, artık odak algımızda diğerleri gibi değiliz. Değişiciyiz. Detaylaşıcıyız. Şeriatın buyruğu üzere başkalaşmaya yatkınız. Kurtarıldık kendimizden. Merkeziyet sanrımızdan. ‘Bana göre’nin köleliğinden. Hakiki yörüngemizi çözdük çünkü. Bizim için yalnız Allah Allah'tır. Bizse her sanrımıza rağmen kuluz. Hüda yörüngeye alınmaz. O, dilediğini, dilediği şekilde yörüngelere alır. Kullar Rabbine hesap soramaz. Ancak hikmetini öğrenmeyi dileyebilirler. Ve yanıldığını kabul etmeyene doğrunun nimetinden bahşedilmez.
Müslim'de geçen bir hadis-i şerifinde Aleyhissalatuvesselam Efendimiz buyuruyor ki: "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan cennete giremez!" Sahabesi endişeyle soruyorlar: "Ya Resulallah, insan, elbisesinin/ayakkabısının güzel olmasından hoşlanır?" (Yani bunlar da kibir sayılır mı?) Efendimiz cevap veriyor: Allah güzeldir. Güzeli sever. Kibir ise ‘hakkı kabul etmemek’ ve ‘insanları küçümsemek’tir." Doğrusu, bu güzeller güzeli eşikten bakınca, mürşidimin 'modern medeniyet(!)' ile 'Kur'an medeniyeti' kıyaslamasını da daha zengin anlıyorum ben. Sanki orada anlatılan her olumsuz şeyin merkezinde ‘parçaların kendisini bütün yerine koyması’ var. Böyle yapılınca da yörüngeler arasında niza çıkıyor işte:
"İşte, medeniyet-i hazıra, felsefesiyle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. Hedefi 'menfaat' bilir. Düstur-u hayatı 'cidal' tanır. Cemaatlerin rabıtasını 'unsuriyet ve menfi milliyet' bilir. Gayesi, hevesât-ı nefsaniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid etmek için bazı 'lehviyattır.' Halbuki, kuvvetin şe'ni, tecavüzdür. Menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe'ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte, şu medeniyetin şu düsturlarındandır ki, bütün mehâsiniyle beraber, beşerin yüzde ancak yirmisine bir nevi surî saadet verip seksenini rahatsızlığa, sefalete atmıştır. Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvet yerine 'hakkı' kabul eder. Gayede, menfaat yerine 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine, 'düstur-u teâvünü' esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine, 'rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî' kabul eder. Gayâtı, hevesât-ı nefsaniyenin nâmeşru tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir."
Sen de bana katılır mısın arkadaşım: Hak merkezdeki kuvvetin 'ne üzere olduğunu' söyler. Kuvvetse parçanın 'neyi hak olarak vehimlediğini' anlatır. (Parça, Cenab-ı Hakkın kuvvetine dayanmak isterse, bütüne uyumla hakka; yok, yalnız parçalığının haklılığına inanıyorsa, bütüne uyumsuzlukla, şahsî kuvvetine dayanır.) Fazilet (ve derûnundaki rıza-i ilahî arayışı) 'bütünün üzerine kurulduğu şey için yaşamayı' ifade eder. (Yani faziletli olan bütünün menfaatinedir.) Menfaatse parçanın 'yalnız kendi varlığına hizmet etmesinin' tezahürüdür. (Yani, menfaat, yalnız bireyin faydasını kollayan bir sahte fazilettir.) Aynı yörüngeye hizmet edenler elbette birbirleriyle yardımlaşırlar. (Uyum için teavün kaçınılmaz görünür.) Fakat parçalardan herbiri, âlemi kendi merkeziyetine çağırdığında, oluşacak şey yalnız 'cidal'dir. Yani mücadeledir. Kavgadır. Anlaşmazlıktır. Uyumsuzluktur. Büyük balık küçük balığı yutardır. Eh, evet, pes. Yoruldum arkadaşım. Benden buraya kadar. Özetle ne demek istediğimi kavramışsındır zaten. Hazinenin geri kalanını gavvaslığına havale ediyorum. Dualarında beni unutma.
29 Haziran 2023 Perşembe
‘Ben’ bana zerkettiğim bir zehirdir
'Ben' nihayetinde parça. Ben nihayetinde parçayım. Kainatı olduran 'Kün/Ol'un içinde detaydan ibaretim. Olmasam olacak olanlarda hiçbir eksiklik olmaz. (Gün gelip olmadığımda apaçık göreceğim bunu zaten.) Ne geçmiş ne gelecek beni aramaz. Belli ki mümkînim. Zorunluluğum yok. Vacib değilim. Arızîyim. Kainat kiminse ben de Ona aidim. Varlık kimin hakkındaysa ben de Onun hakkındayım. Evren neye hizmet ediyorsa ben de Onun hizmetindeyim. Bundan başkası olamaz. Başkasını iddia edebilmem için varlığımı kainatın varlığından tastamam ayırabilmem lazım. Peki, haaa, şeeyy. Tasavvur olarak başarabiliyorum ya bunu? Kendimi ayrı birşey sayabiliyorum. 'Ben' diyorum mesela. ‘Onlar’ diyorum. Buna ne demeli şimdi?
Saymakla olmak bir midir arkadaşım? Peki ya ilişkilerim? Peki ya açlıklarım? Peki ya aczim? Ya aldığım nefes? Ya bastığım toprak? Ya içtiğim su? İzlediğim yıldızlar, okşadığım kedi, sevdiğim çiçek? Bütün bunları da muhtariyetime bağlayamam ya! Yönetemem ki. Yönetmek en nihayetinde yaratmakla ilgilidir. Yoktan yaratamadığımı nasıl mülküme alayım? O zaman? O zaman ben, varlığın başından sonuna planlı/takdirli bu yaratışın içinde, kainatı kuşatan ‘Kün/Ol’ içinde yani, bir parça olacağım. Mecburen detay kalacağım. Bütünlüğümün yanılsamasından kurtulacağım. Kurtulmalıyım. Yoksa sonum fenadır.
‘Emanetçilik’ sonuçta bir sanrıdır. Senin olmayana ‘olmuş gibi’ davranmaktır. Hakikate atılmış bir çiziktir. Gökler, yer, dağlar çekindi böyle birşeyi yüklenmekten. Kainata karşı "Ben de bütünüm!" demekten. Büyük resme karşı müstakillik iddiasında bulunmaktan. Heyhat. Ben neden çekinmedim? Sultanlık sandım oturduğum tahtı. Fakat aslında taht omuzlarıma konulmuştu. Sorumluluğu ağırdı. Yükü aynalıktı. 'Aynılık' değildi, yanlış anlama, ama yanlış anladı. Kendini 'Allah' sanmamalıydı Allah'ı gösteren.
Parçamı bir bütünlük gibi telakki etmemden itibaren 'çok zalim' ve 'çok cahil' oldum. Evet. Zira gösterdiğimden çok gösteremediğim vardı. Âlemler kadar bir bütünlüğün karşısında "Ben de bütünüm!" demek az birşey değildi. Bir de cür'eti hepten azdırıp, hepten zincirden çıkıp, kendi benciğimi herşeyin merkezine oturtmak? Bu 'benben'cilikte elbette bir kancıklık vardı. Allah eşyasını 'bilinmek istediği için' yaratmıştı. Ben bilineyim diye değil. Bilecek olanın da bir kıymeti yok değildi. Lakin seyirci sahneyi işgal ederse asıl gösteri güme gider. Sahnenin Sahibi de bu büyük edepsizliği elbette ağır şekilde te'dip eder.
Mürşidim bir yerde diyor ki: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır. İmam-ı Rabbânî'nin (r.a.) dediği gibi: 'Melikin atiyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir.'" Bahsedilen ahmaklığı kendime çok yakıştırıyorum. Zeka ahmaklığı gidermiyor üstelik. İddialarımın kırılması lazım. Üzülüyorum.
Mutsuzluğum da buradan kaynaklanıyor gibime geliyor. Merkezinde Allah'ın güzel isimlerinin, sıfatlarının, şuunatının olduğu âlemleri "Niye benim istediğim gibi olmadınız?" diye yargıladıkça sanki onlara sürtünüyorum. Bahtım da kaderine sürtünüyor. Bu sürtünmeden kıvılcımlar çıkıyor. Sıçrayıp ta kalbime kadar yakıyorlar. Yok, asla, hayır. Kader yolunu değiştirmiyor. O hep Allah'ın takdir ettiği gibi. Hayır üzere. Güzel. Ancak ben, karşı koyamadığım bu akış karşısında somurtup, bir de tersi yönde kulaç atmaya çalışıyorum: "Benim hayır sandıklarım neden olmuyor?" Bu sorunun zımmında şu iddia var: “Ben de (hâşâ) Allah gibi bir Allah değil miyim?” Karınca sele ne yapabilir? Hiiiç. Hiçbirşey. Fakat sel karıncaya birçok şey yapar. Model terziye kızamaz. Ama terzi modelini oturtur, kaldırır, üzerinde işler. İşte senle ben de mütekebbir karıncalar gibiyiz arkadaşım. Terzisine artistlik yapan modelleriz. Süreç canımızı çok sıkıyorsa bil ki yerimizi bilmemekten. Parçalığımızın bütünlüğüyle boğulmaktan kurtulamazsak daha çok yanacağız. Rabbü’l-Âlemîn Odur. Bütünün Sahibi’nden şifamızı dileyelim. O mutlaka lütfeder.
24 Haziran 2023 Cumartesi
Parça bütünlüğünden vazgeçebilecek mi?
Üstelik, dahilini tanıdığı gibi, haricindeki bütünlükleri de tanır hayat sahibi. Onlara isimler takar. Belki zaten fıtratlarına nakışlanmış aşinalığı bulur. Tutunur. Tutunduğunu tanımlar. Tanımlarına tutunur. Bilebildiğini bu yolla bildirir. ('Sarman!' diye seslenir mesela, kedisi de isimlendirilmesinden bilindiğini anlar, bilir, gelir.) Bilgi de ancak bu yolla doğar-gelişir. (Hatırlayalım ki, Hz. Âdem babamız, melek kardeşlere 'tâlim-i esma' sınavındaki muvaffakiyetiyle parmak ısırtmıştır.) Bütünlüğünün böylesi şuurunda bir parça, başka parçaları da, bütünlüğüne kıyaslayarak tanıyabilir. Yolcu yolunda isim takarak ilerler.
Fakat, işte düğüme geldik, imtihan da burada başlar arkadaşım. Kendisine dair böylesine yüksek bir bilince sahipken, hakikatin 'aslında parça olan bütünlüğüne' görünen eksik şekillerini terkedip, 'Bütünün Hakiki Sahibi'ne veya 'Hakiki Bütünün Sahibi'ne (ki 'Âlemler Rabbi'dir O) teslim olmayı becerebilecek midir insanoğlu? Vahyiyle kendisine ihsan ettiği 'Hakiki Bütünün Bilgisi'ne veya 'Bütünün Hakiki Bilgisi'ne râm olacak mıdır? Yoksa bir parçacık bütünlüğüyle, yani ona sığdırdığı kadarıyla, baştan mı çıkacaktır? O yalancı bütünlüğü hakiki bütünlüğün yerine, hatta en üstüne, koymayı mı deneyecektir?
Ene Risalesi'nin çizdiği resim buna benziyor:
"Ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş'um nazarıyla mânâ-yı ismî cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır. (...) Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdahale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder."
Bir 'ben-sen' diyebilme yeteneği var ki bizde pek tehlikeli. Parça için hem hazine hem endişe kaynağı. Çünkü asabiyetle durulursa arkasında bütünden kopuşu ifade ediyor. 'Ben' diyorsun mesela. O 'ben'den hariç herşeyi 'sen' yerine koyuyorsun. Halbuki aldığın her nefeste kainatın hakkı var. Vücudundaki elementler ölen yıldızların tozları. Fiziğindeki tüm dengeler âlem hiçten çıkarken kurulmuş. Kimyası öyle. Biyolojisi öyle. Neler neler belki daha öyle. Şecere-i hilkatin bir ulu meyvesisin. Ezelden takdir edilmiş, nihayet zamandaki yerine asılmış, varolmuşsun. Ağaçla beraber ağaçsın. Yani bir 'Kün!/Ol!' emrinin içine herşeyle birlikte sığınmışsın. Ama ağacına dönüp tekebbürle "Ben ben, sense sen!" diyebiliyorsun. Bütünlüğünü kendine rakipleştiriyorsun. Hatta üzerinde hak iddia ediyorsun. Terbiyesiz tasavvurlara-tasarruflara girişiyorsun. Haddini o kadar aşıyorsun ki, herşeyi yoktan vareden Malik-i Hakiki'ye dahi, 'sen-ben' çekebiliyorsun. Halbuki güneşin tecellisi bir an olmasa yansıma kalır mı? Aynadaki sûret, hakikisine 'sen-ben' çekse, hakikatini küstürmez mi?
Parça yüzünü bütüne, Bütünün Sahibi'ne, dönerse dengesini bulur. Kendisindeki kayıtlılığın arızalarından bir parça kurtulur. Evet. Büyük resme yaklaşan hayra da yakınlaşır. Çünkü Muhakemat'ta denilmiştir: "Hayır küllî, şer cüz'îdir." Melekler, sayısı ne kadardır Allah bilir, Âdem aleyhisselama secde eder. Yalnız İblis bundan sakınır. Demek şer yalnızdır. Yalnızlara daha yakındır. Hele parçasında boğulanlara pek yakındır. (Kibir bu türden bir yalnızlık değil midir arkadaşım?) Kendisini, kendisinde tanımladığı bütünlüğü, Bütünün Sahibi'nin hakikat tarifine tercih edenler rahmetten hep kovulacaktır.
Rahmet, parçasından başını kaldırıp, bütüne bakanları sever ancak. Bütündeki yerini kollayanları sever. Bu yüzden belki yine mürşidim der: "Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı." Kendisini geniş aynalarda sınayan, cüz'î bütünlüğüne emniyet etmeyen, başta yanlışta olsa bile, akıbette istikamete sevkolunur. Parçasını mutlaklaştıran, onu 'bütünler üstü bütün' gören, başta istikamette olsa bile, en nihayet hakikatle irtibatını kaybeder: "Bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor." Ahirzamanda, beşerin kendi konumunu bu derece merkeze almasıyla, çevresel felaketlerin atbaşı gitmesi, 'cidden uyandırıcı' bir niteliğe sahiptir.
Kim buz parçasını eritmiyorsa tehlikede! Evet. Özümüzü kayırmak yok. Hadi bakalım. Ben kendime 'cemaatsiz nurcu' diyorum mesela. Eğer kastettiğim "Ben kendime yeterim!" ise tehlikedeyim. (Hem de ne tehlikedeyim.) Fakat yalnız ben tehlikede değilim arkadaşım. Bir cemaat "Bizim cemaat bize yeter!" diyorsa o da tehlikede. Bir kavim "Bizim kavim bize yeter!" diyorsa o da tehlikede! Bir devlet "Benim devletim bana yeter!" diyorsa o da tehlikede! Kim tehlikede değil peki? Ümmet tehlikede değil. Çünkü Aleyhissalatuvesselam Efendimiz buyurmuş: "Ümmetim dalalet üzerine birleşmez!" Fakat, bir saniye, acele etme. Teenni gerek. Ümmet dediğin de sadece bugünün müslümanlarından oluşmuyor. 14 asra yayılmış bir bütünlük var. O bütünlüğün içinde bir büyüklük var. Bir nuranî çizgi var. İşte onlar, bin maşaallah, Ehl-i Sünnet'tir. Parçalarımızı sınayacaksak sahabe mesleğinin esasları üzerine sınayacağız. Belki o zaman büyüklerimizin hizaya çekmesiyle tehlikeden kurtulacağız. Allah büyüktür. Umudumuz, kendimizden değil, Ondandır. Bizi istikametten ayırmasın. Âmin.
21 Haziran 2023 Çarşamba
Parçanın bütünlüğü hayattır
Bu tür tavırlar kendini ötekinden ayırmadan olamaz. Belli ki, o şey, el-Hayy olan Allah'ın lütfu ile, özgeliğinden haberdar kılınmıştır. Dışından ayrı bir düzen sahibi olmuştur. Evet. Allah nasıl zatını bilir, kemalini bilir, kudretini bilir; aynen öyle de; masivasını da bilir, kusurlarını da bilir, ihtiyaçlarını da bilir. Yaratışıyla ikram eder. Kayyumiyetiyle varlıkta tutar. Rezzakiyetiyle devam ettirir. Hayat sahibi olan herşey de karınca-kaderince kendisini-başkasını tanır. Mesela: Taşın kendisinden haberdar olduğuna dair emare göremeyiz. (Belki bu şimdilik göremediğimiz birşeydir.) Ancak hayatın her sûretinde farkındalığın izleri vardır. Hayat bütünlüğünü başkasından ayırır. Ve kendisinin bir tür iç sahibi olduğunu derkeder. Dışından içine girecekleri-çıkacakları kontrol eder. Ki dışındaki parçalıklar has dairesinin bütünlüğünü bozmasın. Böylece hayatın üç temel kuvvesi her canlıda tezahür eder: 1) Dışındaki ihtiyacına yönelir. (Kuvve-i şeheviye.) 2) Dışındaki zararlıdan sakınır. (Kuvve-i gadabiye.) 3) Faydalıyı zararlıdan ayırır. (Kuvve-i akliye.)
Bediüzzaman'ın, Ene Risalesi'nde, 'emanet ayetini' tefsir ederken nazarlarımızı çevirdiği 'bütünlük bilinci' ise, mezkûr farkındalığın en imtihanlı boyutudur belki. Yani göklerin, yerin ve dağların dahi Allah'a karşı taşımaktan çekindiği kadar yüksek bir bilinç düzeyi. Hak Teala'yı bilmenin en acayip yolu. Melekleri bile secde ettiren şekli. Evet. İnsan sadece 'ben' sezgisine sahip değildir arkadaşım. "Ben de, benimle, benim sayemde, ben var ya ben, benim..." gibi daha birçok 'hilkat kurgularını' sanrılayabilir. Esasında 'Rabbü'l-alemîn' (Bütünün Sahibi) olan Allah'a ait yaratılışı kendi parçasına, hatta sair parçalara, pay edebilir. Halbuki bu vehmetme yeteği ona 'sahip çıkması için' değil 'marifet üretebilmesi için' verilmiştir:
"Sâni-i Hakîm, insanın eline, emanet olarak, rububiyetinin, sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârat ve nümuneleri câmi' bir ene vermiştir—tâ ki, o ene bir vahid-i kıyasî olup, evsâf-ı Rububiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasî teşkil edilebilir; ilim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir." Evet. İnsan gerçekte yaratıcı değildir. Lakin 'mış gibi' yapabilmesiyle de hakiki yaratanı kavrar: "Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki paklık, sâfilik, nuranîlik, temizlik, mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor. Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkatle bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüz bin milletleri arzın yüzünde boğulacaklardı."
Misallendirelim: Nasıl ki, bir uzay roketinin kocaman tankları, onu semaya taşımak içindir. Ateşine sermaye sağlamak içindir. Fakat yakıtları tükendikten sonra zararlarından başka kârları kalmaz. Boşturlar. Ağırlıklarından başka sermayeleri olmaz. Roket de, mâkulu bu olduğu için, gövdesinden ayırarak ardında bırakır onları. Hiç canı yanmaz bu ayrılıktan. Hiç sıkılmaz. Aynen onun gibi de: İnsan, Allah'ı bildiren parçasal sanrılarını, bir eşikte terketmek zorundadır. Yoksa yukarı iteceğine aşağıya doğru çeker benliğini:
"Ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş'um nazarıyla mânâ-yı ismî cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır. (...) Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdahale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder."
Parça, bütünü, Bütünün Sahibini 'kendi kısıtlılığına bakmadan' yargılamaya başlarsa 'çok zalim' ve 'çok cahil' olmaktan kurtulamaz. Zira ne zamanda ne de mekanda 'ancak külliyette görünen hayrın' bilgisine sahip değildir. Daha resmin bütününü görmemiştir. Dünya ve ahiret nazarında tek manzara olmamıştır. Kuşatamamıştır. Kuşatamaz da. el-Muhît olan yalnız Allah'tır. Bütünün sahibi de Odur. Onun bildirdiği kadarıyla bütün bilinir. Bildirmediği bilinmez. Her neyse. Tefekkürümü toparlarsam arkadaşım:
Cenab-ı Hak, el-Hayy isminden hayatı bahşetmekle, eşyasını 'âlemler' kılmış. Bütünlükler içinde bütünlükler yaratmış. Birini bine çevirmiş. Böylelikle hem içlerini hem dışlarını sezer olmuşlar. Bilginin yolları açılmış. Bunlardan bir tanesini de âleme misal-i musağğar eylemiş. Kainat aynasını o küçük aynada özetlemiş. Öyle de eylemiş ki, bu âlem, farkındalık seviyesini sadece iç-dış seviyesinde tutmuyor. Allah'ına kadar bilmenin yollarına koyulabiliyor. Dış farkındalığının seviyesi o kadar yüksekte yani. Ve fakat bir de imtihanı var. İçinin sevgisinde de 'kendisini ilah sanacak kadar' yanılabiliyor. Haddini aşabiliyor. Yansımaya şaşırabiliyor. Boş yakıt tanklarını gövdesinden koparamıyor. Ağırlaşıyor. Katılaşıyor. Arızalaşıyor. Evet. Göğsündeki sır Allah'ı göstermesi için verilmişken, gösterdiğini boşverip, camına-çerçevesine tutuluyor. Hatta bizzat görüntünün membaı sanıyor. İç-dış karışıyor. Bilmenin zirvesinden en aşağılara düşebiliyor. Alâ-yi illiyyînken potansiyeli, esfel-i safilîn çukuruna inebiliyor. Allah bizi muhafaza eylesin arkadaşım.
14 Haziran 2023 Çarşamba
TENET'in 'gör' dediği...
"Zaman 'Herşey bir anda olmasın' mekansa 'Hepsi bizim başımıza gelmesin' diye var."
Susan Sontag
Bunu bir ISO uzmanından dinlemiştim. (Yoksa 'ISO danışmanı' mı demeli?) Bir kültürün hassasiyetlerine hâkim olmadan orada pazarlama/reklam faaliyeti yapmanın sakıncalarına dair bir tebliğdi yanlış hatırlamıyorsam. Uzatmayayım. Hikâye odur ki: Coca Cola, Arap coğrafyasına yeni girdiği dönemlerde, bir reklam afişi hazırlatmış. Afişte soldan sağa olaylar şöyle cereyan ediyormuş:
1. Sahne: Kahramanımız çölde sürünüyor. 2. Sahne: Kola makinesine uzanmaya çalışıyor. 3. Sahne: Kolayı içiyor. 4. Sahne: Çok mutlu oluyor... Fakat, evdeki hesap çarşıya uymamış, afişin afişe edilmesinden sonra satışlar düşmüş. Eh, elmecbur, neden böyle olduğunu araştırmaya başlamışlar. Neticede öğrendikleri şu olmuş: Araplar, Amerikalıların aksine, yazıları sağdan sola doğru okunduğu için, afişleri de aynı yönde anlamayı tercih ediyorlarmış. Ve onların algısıyla değerlendirince hikâye büsbütün değişiyormuş. Nasıl? 1. Sahne: Kahramanımız çok mutlu. 2. Sahne: Kola içiyor. 3. Sahne: Kola makinesinden korkarak uzaklaşıyor. 4. Sahne: Kahramanımız çöllerde sürünmeye başlıyor.
Kıssadan çıkarılacak ilk ders: Kimse içince sürüneceği vâdedilen bir ürünü tüketmez. İkinci ders: Oryantalizm olmadan sömürgecilik de olmaz. (Cemil Meriç merhumun ifadesiyle: Oryantalizm sömürgeciliğin keşif koludur.) Karşınızdakinin algılama şeklini bilmezseniz algısını yönetemezsiniz. Üçüncü ders (ki yazımızın asıl konusunu bu oluşturuyor): Neden-sonuç ilişkileri aslında şahit olanın yaratılışı algılama şeklinden ibarettir. Soldan sağa algılayan birisi için neden-sonuç ilişkileri bir hiyerarşi oluşturur. Fakat sağdan sola algılayanlar için bambaşka bir hâdiseler zinciri vardır. Bu mekansal anlamda böyle olduğu gibi zamansal bağlamda da böyledir. Bir filmi geriye sararak izlediğinizde, eğer filmin kurgusu da buna elveriyorsa, neyin-neye neden olduğu konusunda kafanız bir hayli karışabilir.
İzleyenler hemen hatırlayacak: 2020'de TENET isminde bir film gösterimdeydi. Filmin kurgusu, hiçkimseyi ileri-geri almaya mecbur etmeyecek şekilde, yukarıda arzetmeye çalıştığım metaforu somutlaştırıyordu. Konusuna gelelim: Âdemoğlu maddeye zamanda ileri-geri yaptırmanın bir yolunu bulmuştu. Aynı süreci kendisine uyguladığında olayları da, tıpkı bir filmi geri sarıyormuş gibi, evvele doğru yaşıyordu. Tam bu noktada çok ilginç birşeye şahit oluyordunuz. Zamanı terse doğru yaşarken sonuçlar neden, nedenlerse sonuç haline geliyordu. Acaba siz ateş ettiğiniz için mi kurşun tabancadan çıkıyordu? Yoksa kurşun tabancaya döneceği için mi ateş ediyordunuz? (Filmde 'zamanda geri giden mermi' diyaloğunu izleyenler göndermeyi anlayacaklar.) Tabii bu noktada, esas oğlanımızın şaşkınlıkla ifade ettiği gibi, "Sebep sonuçtan önce gelir!" kesinliği yıkılıp gidiyordu. Yerine şu söyleniyordu: "Bu yalnızca bizim zaman görüşümüz." Eğer zamanı tersine şekilde yaşayan birileri varsa onlar hiçbirşeyi böyle algılamayacaktır. Bulutlardan yağdığı için yağmur olmaz. Yerden su yağdığı için bulut oluşur.
Japon fizikçi Michio Kaku, Einstein'dan Ötesi isimli eserinin 'Zamanda Geriye Gitmek' bölümünde, şöyle birşey anlatıyor: "Feynman, 1940'ların başlarında, hâlâ Princeton Üniversitesi'nde bir lisansüstü öğrencisiyken, antimaddenin yapısına ilişkin yeni bir yorum geliştirdi. (...) Örneğin: Bir elektronu bir elektrik alanı vasıtasıyla ittiğimiz zaman, diyelim ki sola doğru hareket ediyor olsun. Eğer elektron zaman içerisinde geriye gidiyor olsaydı, sağa doğru hareket edecekti. Bununla beraber, sağa doğru hareket eden bir elektron, bize negatif değil, pozitif yüklü bir elektron olarak görünecekti. Dolayısıyla, zamanda geriye giden bir elektronun zamanda ileriye giden antimaddeden ayırt edilmesi olanaksızdır. Başka bir deyişle, Carl Anderson'un kozmik ışın deneyleri sırasında fotoğrafını çektiği, sanki pozitif bir yüke sahipmiş gibi davranan elektron, aslında zamanda geriye gitmekteydi."
Atomaltı âleme indiğinizde herşey hareketten ibaret bir hale geliyorsa, yani birşeyin zamanda geriye-ileriye gittiği hareketin yönünden ibaret birşey oluyorsa, o zaman hareket tersine çevrildiğinde nesnenin zamandaki yolculuğu da tersine evrilir. "Bilim bilimkurgudan daha gariptir!" diyen yazarımız böyle birşey anlatıyor sanki. Ahmed kardeşinizse 'ezeliyet' üzerinden meseleye yaklaşınca başka şeyler de düşünüyor. En doğrusunu Allah bilir. Fakat tam şimdi Kader Risalesi'nden yardım almam lazım:
"Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertiple tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça mukabil dairesi genişlenir. Git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte, şu âyine, şu vaziyette, onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhakemâtımız onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun."
Evet. Biz âdemoğulları/kızları kendi sınırlarımız içerisinde yaşıyoruz. Hayatımıza dahil olan nesneleri de sınırlarımızla yaralayarak algılıyoruz. Bizim için bir öncelik-sonralık var. Zira bizim başka türlüsünü beceremediğimiz okuma şeklimiz bu. Bununla varlığa gönderilmişiz. Kabımız küçük. Bütünü kaldıramıyor. Parçalara ayırıyor. Ancak bu okuma şekli acaba varlığın aslına ne kadar isabet ediyor? Tamam. Her tohum ektiğimizde ağaç oluyor. Tamam. Her ittiğimizde nesneler ötemize gidiyor. Tamam. Yağmur bulutlardan aşağıya akıyor. Fakat işin atomaltı boyutuna indiğinizde bütün bu süreçler yaratılışın bizzat kendisi oluyor mu? Yoksa sadece hilkati bizim algılayış şeklimiz mi böyle?
Sözgelimi: Zamanı farklı yaşayan canlılar da varsa şu âlemde, ki olabilir, onlar için bizim kurduğumuz zaruret ilişkileri ortadan kalkmıyor mu? Onlar olanları daha başka şekilde, belki daha başka zaruret ilişkileri eşliğinde, algılamıyorlar mı? Bizim için sebep olan onlar için sonuç olmuyor mu? Onlar için sonuç olan bizim için sebebe dönüşmüyor mu? Bütün bu okumalar bir şekilde ilk temsildeki göz alışkanlıklarına benzemiyor mu? (Arap ile Amerikalı âlemi göz alışkanlıkları eşliğinde kavrıyorlar. Görsellerden farklı dizilimler eşliğinde etkileniyorlar.) Materyalistin nazarında maddeyi giderek kalınlaştıran 'kendi okuma şeklini varoluşun yegane şekli sanmak' değil mi? Halbuki, aksine, mü'min gayba iman ediyor. Aşkınlığa açık duruyor. 'Allah' diye kendisindeki bütün sınırlardan münezzeh bir varlığı kabulleniyor. 'Ezel' diye bir makama inanıyor. Orası öyle bir makam ki bizim için varolan algılama sorunları/sınırları ortadan kalkıyor. Olmuş-olacak, sebep-sonuç, geçmiş-gelecek bir görünüyor. Sonrası öncesine mecbur olmuyor. Öncesi sonrasını zaruret kılmıyor. Çünkü hepsi aynı anda manzaraya sığıyorlar. Zaman-mekan manzarayı bir anda nazarına sığdıramayanlar acizler için var.
Evet, arkadaşım, Cenab-ı Hak mahlukatını 'mahluk arızalarından müberra olarak' biliyor, görüyor, yaratıyor. İş bu zemine geldiğinde sebep-sonuç ilişkileri anlamsızlaşıyor. Yaratış için bir mecburiyet oluşturamıyor. Ancak 'iktiran birlikteliği' görünüyor. Ve insan olan insan özüne itiraf ediyor: Kadere iman etmek yaratılışı bu düzeyde kavrayacak inceliğe erişmek için de lazımdır. Sebep-sonuç bağlayıcılığından kurtulmuş bir hilkat görüşü kazanmak ancak 'ezel' gibi bir makamı kavramakla mümkün olur. Bu kavrayışı elde edemeyenler maddede boğulur. Çünkü madde müptelasını 'onu algıladığı şekilde' boğar. Reşha görürsen göğe çıkarsın. Taş görürsen altında kalırsın. Ortası yoktur.
6 Mayıs 2023 Cumartesi
Bediüzzaman Kızılelma'yı soldan bekler miydi?
Teknofest'e gittim boynum tutuldu. 'Yukarıya çok bakmaktan olmuştur' diyor ablam. İnsan ağrısına bile seviniyor. Kırılacaksa da yukarıya bakmaktan kırılsın boynumuz. Ayak ucumuzu arandığımız zamanlar yeter. Gavurların önünde baş eğmekten yorulduk. 'Gavur' deyip geçmeyin arkadaşlar. O da türlü türlüdür. 'Gavurun gavuru' başka olur. 'Müslümanın gavuru' daha başka olur. Bediüzzaman Hazretleri bu duruma şöyle işaret eder:
"(...) Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü, onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah'ı tanıyabilirler. Allah'ı bilmeseler de kemâlâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir. Fakat bir Müslüman, hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan daha hiçbir peygamberi tanımaz ve Allah'ı da tanımaz ve ruhunda kemâlâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez. Çünkü, peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev-i beşere baktığı için ve mucizatça ve dince umuma faik ve bütün nev-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip on dört asırda parlak bir surette ispat eden ve nev-i beşerin medar-ı iftiharı bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usul-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemâl bulamaz. Sukût-u mutlaka mahkûmdur."
Türkiye yakın tarihinde her ne çekmişse, işte, bu önemli fark farkedilmediği için çekmiştir. Abartmıyorum. Açayım: Batı'da kiliseye karşı girişilen aydınlanma hareketi görece bir 'dünya mutluluğu' sağlamıştır. Neden? Çünkü, onlar, muharref dinlerine karşı mücadele ederken, yukarıda belirtildiği gibi, 'kemalata medar olacak bazı güzel hasletler'ini koruyabilmişlerdir. (Hatta arttırmışlardır.) Eh, öyle, karşılarındaki din sonuçta 'muharref'tir. Yani bozuktur. Tahrif edilmiştir. Ona karşı mücadele etmek 'her güzel şeye düşman olmak' anlamına gelmez. Bozuğa husumet insanı bazı bazı doğruya da götürebilir. 'Çalışkanlıkları' buna bir misal olarak sevkedebilir mesela. Evet. Batı'nın sekülerleri/solcuları gerçekten çalışkandır. "Hepsi öyledir!" demiyorum. Ancak bu konuda kesinlikle bizimkilerden çok, çok, çok... ileridirler. Zaten sahadaki durum bunun apaçık göstergesidir. Üstelik sosyolojilerinde giderek revaç bulmaları da yine bir ölçüde dünyevî alandaki muvaffakiyetleriyle olmuştur.
Fakat Daru'l-İslam'a dönüldüğünde kazın ayağı değişir arkadaşlar. Bizimkiler ahiret işini bilmedikleri gibi dünya işinden de anlamazlar. Tek üretimleri sefahettir. Hünerleri tembelliktir. Sermayeleri israftır. Propagandaları hevesattır. Tutundukları yalandır. Hasım aldıkları 'her kemali kendinde barındıran' din-i Muhammedî aleyhissalatuvesselam olduğu için, ondan uzaklaştıkları ölçüde, her türden muvaffakiyetten de uzaklaşırlar. Dünyevî başarı bile ellerine geçmez. Onda da gerinin gerisine düşerler. Bu sözüme delil isteyen Türkiye'nin son yirmi yılına iyice bakabilir. (Sonra canı isterse geri kalanını da şöyle bir tarayabilir.) Kimdir yönetime geldiğinde memlekete çağ atlatan? Kimdir bugün İHA'ları-SİHA'ları, TOGG'ları, devasa gemileri üretebilen? Kimdir memleketi yollarla/köprülerle donatan? Kimdir 'Kaldırılamaz!' denilen her taşın altına elini koyan? Kimdir? Kimdir? Kimdir?
Bu neden böyledir? Çünkü bizim sağımız 'dindar' ve 'dine hürmetkâr' insanlardan oluşurken solumuz tam tersi kadrolarla kurulmuştur. Bidayetinden beri böyledir. Hakiki fayhattımız dindir. Ona olan yaklaşımımızdır. Ve dinimiz hürmetlisini dünyada-ahirette âli eder. Düşmanını da her iki âlemde rezilliğe yollar. Burada şu parantezi de hızlıca açıp kapayalım: İslam'ın ahkâmına hakiki taraftarlık göstermeyen, yine Bediüzzaman'ın ıstılahıyla, 'gayrimüslim mü'minler'i de bir bataklık beklemektedir. Onlar kendilerini sağ içinde de tarif etseler de hakikatte soldurlar. Solun karakteriyle mücehhezdirler. Ve nihayetleri de yine sol olur. Dönüp oraya varırlar. Camiamız içinden çıkıp sonra kendisini sola atan isimleri hayal edin. Hepsindeki arıza budur. (Sonra bir de karşı mahalleden çıkıp akıbette sağa dahil olan kişileri de tahattur edin. Onları buraya sürükleyen de ekseriyetle dine karşı hürmetleridir.)
"Eskide bazı dinsizleri gördüm ki ahkâm-ı Kur'âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı. 'Dinsiz bir Müslüman' denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; 'gayr-ı müslim bir mü'min' tabirine mazhar oluyorlar. (...) İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz."
Sadece ben konuşunca söylediklerim iddia kabilinden kalıyor belki. Haklısınız. O halde İdris Küçükömer'in Anısına kitabından bir alıntıyla bahsi kapatalım. Eski TİP'çilerden Hüseyin Ergün şunları yazıyor orada:
"Türkiye, çok partili düzene, fukara-geri bir ülke olarak girdi. Türk solu ve entelijansiyası, 1950 seçimlerinden kısa bir süre sonra, iktidardaki partiyi gericilik ve sağcılıkla suçlamaya başladı. Ülkedeki sosyo-ekonomik gelişmeleri de adam zengin etme, rüşvet, kayırmacılık, her mahallede bir milyoner kazanma kavramları ile karşıladı, lanetledi. Durum sonraki yıllarda da değişmedi. Keban yapılırken 'Ne yapacaksınız bu kadar elektrik enerjisini? Toprağa mı vereceksiniz?' dendi. Televizyona karşı çıkıldı. Boğaziçi Köprüsü yerine Zap Suyu'na köprü önerildi. Ereğli Demir Çelik'in yapılması yoksulluklar bağlamında ele alındı. Ortak Pazar'a girişe şiddetle direnildi.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunlar solun ekonomik gelişme, yani ilerleme karşısındaki tavırları... Özgürlükler bahsine gelince. Türkiye solunun burada da ilkeli bir tutum sergilediği söylenemez. Yassıada duruşmaları karşısındaki tutum, 12 Mart'taki yaklaşımlar vb. pek yüz ağartıcı değil. Ayrıca, sol kendi başına anlamlı bir şekilde iktidar olmadığı için, ne kadar özgürlükçü olduğunu da sınayamadık. Yalnız şu kadarını söyleyebilirim: Solun, en azından bir kesiminin, kesinlikle özgürlükçü olmadığı ve kendisi için hak gördüğünü başkası için pek de hak saymadığını biliyorum.
Eşitlik ve dayanışma, bir başka deyişle, sosyal adalet konusunda da solun kerim devlet anlayışının pek ötesine gittiği söylenemez. Böyle bakınca zaman zaman solun sağa, sağın sola geçtiğini söyleyebiliriz. Burada sağın yeri pek değişmiyor da solun yeri değiştiği için işler karışıyor. Kısacası sol derin bir bunalım içinde. Bu bunalımı aşmak içinse, konumunu tartışması ve ilerleme, özgürlük, eşitlik ve dayanışma bayrağını ele geçirmesi gerekiyor. Bu da bu tür sözleri yineleyerek olmaz."
Arkadaşlar, Hüseyin Ergün'ün bu yazısı, yıllar önce değil dün yazılmış gibidir. Birkaç ilaveyle tastamam bugüne uygulanabilir-uyarlanabilir. Sol son yirmi yılda da aynı körkütüklükle ayağımıza taş koymaya devam etti. Şimdi 14 Mayıs'ta bizim ne cevap vereceğimizi merak ediyorlar? Ben de merak ediyorum: Acaba seyyid oldu diye kemali soldan bekleyecek miyiz?
15 Mart 2023 Çarşamba
Evrenin başı güneşini nasıl takip ediyor?
Yani, "Ey münkir, bak herşey ibadet ediyor, bu kadar ibadet varsa mutlaka Mâbudları da vardır!" desem, münkir de bana şöyle demez miydi: "Bence hepsi yanlış yapıyorlar. Bir rüyaya kapılmış gidiyorlar. Onların zaten katılmadığım bir davranışları ile beni cerhedemezsin." Sonra, elhamdülillah, metnin içerisindeki bir detaya uyandım. 'İbadet' kavramını biraz dar ele aldığımı düşünmeye başladım. Deniliyordu ki mesela orada: "(...) bilmüşahede bütün zîhayatların kemâl-i intizamla ubûdiyetkârâne vazifeler görmeleri ve bilmüşahede anâsır gibi bütün cemâdâtın kemâl-i itaatle ubûdiyetkârâne hizmetleri, bir Mâbud-u Bilhakkın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösterdiği gibi..."
Tabii böyle metni alıntılayıp bırakınca olmayacak. İzahı da gerekecek. Tevfik Hüda'dan. Eh, evet, öncelikle soralım o zaman: İbadetle aslında ne yapmış oluyoruz? Düşünün. Düşünün. Düşünün. Evet. Süreniz doldu. Kağıtları gösterin. Zannediyorum 'şükür' diyeceksiniz, 'hamd' diyeceksiniz, 'tefekkür' diyeceksiniz, 'teslimiyet' diyeceksiniz. Daha nice güzel tarifi ekleyeceksiniz. Maşaallah. Diliniz şeker yesin. Ve bunların hepsini de haklı olarak söyleyeceksiniz. İtiraz etmiyorum. Fakat bunlarla birlikte, ibadetle, birşeye daha muvaffak kılındığımızı düşünüyorum. Nedir? İhtimalleri teke düşürmektir.
Peki 'ihtimalleri teke düşürmek' ne demek?
İzah misalsiz olmaz. Namazımızı ele alalım. Size namazı 'sadece bir başlık' olarak verdiğimi düşünün mesela. İçeriğini kendiniz dolduracaksınız. (Yakında hadis inkârcıları da öyle şeyler yapacaklar gibi görünüyor.) Nasıl doldururdunuz? Beraberinde elinizde hiçbir dinî verinin bulunmadığı bir dünyayı da hayal etmenizi istiyorum. Hayy bin Yakzan gibisiniz. Beşeriyetle tanışıklığınız yok. Ne yapardınız? Takla mı atardınız? Yerde mi yuvarlanırdınız? Şınav mı çekerdiniz. Amuda mı kalkardınız? Allah'ı razı etmenin yolunu ne şekillerde arardınız? Hangi kelimelerle dilegetirirdiniz? Bireysel namaz tercihiniz nasıl olurdu
Hatta biraz daha geriye gidelim: 'İbadet' diye birşeyin başlık bilgisi kadarcık olsun bilgisi gelmemiş sayalım. Böyle bir cehaletten doğacak ihtimaller karşısında sizi ne/nasıl birliğe getirebilirdi? Acaba insan sayısı kadar din olmaz mıydı? İnsan sayısınca ahlak bulunmaz mıydı? Putların sayısı insan sayısını aşmaz mıydı? Doğru, insan sayısınca, hatta o insanların farklı şartlardaki doğru algılarıyla çoğalacak sayıda, artmaz mıydı? Demek, biz, sünnet-i seniyye ile somutlaşmış bir ibadet dünyasına kavuştuğumuzda, yüce bir birliğe de kavuşmuş oluyoruz. Muhtemellerin ekserini eleyerek teke dönüyoruz. Disipline ediliyoruz. (Ehl-i Sünnet dairesinde kaldıktan sonra mezhepler de meşrepler de meslekler de bizi disipline ediyorlar.)
Bakış açımızı genişletmek bu noktada başlıyor. İbadetin ilk tesirlerinden birisi bizde bu oluyorsa kainattaki disiplini/disiplinleri de bu zeminde kavramak mümkün olamaz mı? Yani, herbiri (tıpkı yukarıda 'namaz' misalinde olduğu gibi) farklı bir fizik, kimya, biyoloji ile amel edebilecek (hatta her anları farklı olabilecek) varlık dünyasını 'kanunlara bağlanmış bir şekilde' hareket ettiren de onların ibadetleri olabilir mi? Öyle ya. Biz namazda geçecek süreyi binlerce farklı şekilde geçirebilirdik. Çay içebilirdik. Yemek yiyebilirdik. Top oynayabilirdik. Televizyon izleyebilirdik. Ceptelefonumuzu kurcalayabilirdik. Ancak bir imama uyduk. Namaza durduk. O anda o imama iktida eden herkesin hareketleri tekleşti. Lisanları birleşti. Bir disiplinin kaydı altına girdiler. Muhtemellerin evreninden vazgeçtiler. Artık yalnız bir dünyaları var.
İşte 'anâsır gibi bütün cemâdâtın kemâl-i itaatle ubûdiyetkârâne hizmetleri' veya 'bütün zîhayatların kemâl-i intizamla ubûdiyetkârâne vazifeler görmeleri' ve bunlarla beraber musırrane zikredilen 'bilmüşahade'lik bizi "İbadetin 'ortak alanını' görmeye çağırıyor olabilir!" diye düşündüm. Herşeyin intizamı ibadeti olabilir. Çünkü, ibadet, ihtimalleri terkedip Allah'ın razı olduğu tekilliğe yönelmektir. Vahdetin bu şekilde umumen câri oluşu, yani herşeyin muhtemelleri terkle bire yönelmesi, biri arıyor oluşu, biri yapmaya adanması, bire tutunmak istemesi, birin etrafında dönmeye temayülü, bu karşı konulmaz evrensel yasa 'ibadât-ı umumiye' başlığını dolduruyor sayılabilir. Tabii bunca lafazanlığı 'Allahu a'lem' kaydını unutmadan yapıyoruz. Herşeyin en doğrusu Allah bilir. Dilimize dökülenler kırık aynamızda gözükenlerdir. Ama, siz de farketmişsinizdir, bu 'merkeziyet-ibadet' ilişkisinin mezkûr metni fehme yaklaştıran bir yanı var. 'Herşeyin ibadeti'ni kavramada bu yaklaşımın faydası dokunabilir.
Hepsini alsak uzun kaçardı. Metnin sonundan bir alıntıyla bitirelim: "(...) kâmil insanlardaki bütün makbul ibâdâtın ve o makbul ibâdâtın neticesinden hasıl olan füyuzat ve münacat, müşahedat ve keşfiyat, yine o Mevcud-u Lemyezel ve o Mâbud-u Lâyezâlin vücub-u vücudunu ve vahdetini ve kemâl-i rububiyetini gösterir." Evet. Gösterir. Eğer ışık aldıkları merkez tek olmasaydı ayçiçeklerinin başları bu kadar güneşi takip etmezdi. Arkadaşım, evrenin düzeni de, başının güneşini takip ediş şekli olmasın sakın?
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...