2 Mayıs 2025 Cuma

Diyanetin hutbesi zinayı neden engelleyemez?

Muhammed Yazıcı Hocama Allah afiyet versin. Youtube'daki derslerinden istifade ediyorum. Fakat, elbette, farklı düşündüğümüz zamanlar da oluyor. 'Dinin aslına taalluk etmedikten sonra buna da mecal var' diye düşünüyorum. Elhamdülillah. İkimizin de aradığımız haktır. Sahabe mabeyninde dahi ihtilaf olduktan sonra ümmetin ahirinde bulunmaması düşünülemez. Hüda cümlemizi sırat-ı müstakimden ayırmasın. Kardeşâne merhametten uzaklaştırmasın. Âmin. İşte, ihtilafa düştüğümüz konulardan birisi de, Gazze'de yaşanan katliamlar neticesinde İslam ulemasının yayınladığı 'cihad fetvaları'ydı.

Muhammed Hocam, Melikşah Hoca'nın mevzu hakkındaki beyanını da destekler tarzda, şöyle bir paylaşımda bulundu: "(...) halk nezdinde de devlet nezdinde de hayata geçmesi mümkün görünmeyen cihad fetvaları yayınlamak, fetva kurumunun tesirsizliğini umuma teşhir gibi bir zararı bünyesinde taşıyor. Birkaç bin samimi insanın sokaklardaki tepkisi ile sınırlı kalan ve karşılığı bu kadarı aşamayan bu fetvalar, o kurumun artık öldüğü düşüncesini kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramıyor ne yazık ki."

Elbette hocamın hakkı var. Fetva kurumu hakikaten bu zamanda tesirsizdir. Bu tesirsizliğin en müessir sebebiyse 'İslam devleti' diye isimlendirdiğimiz devletlerin şeriat ile kendileri mesul tutmamasıdır. Yani, bu devletler, sadece 'halkları-adları müslüman devletler'dir. Hükümetleri de en fazla 'muhafazakâr' hükümetlerdir. Yoksa sorumluluk olarak İslam'ı yüklenen devletler-hükümetler değillerdir. Mezkûr ikiliğe artık sosyolojiler de alıştığından, nice zamandır tecrübede çünkü, belki biraz da fitne çıkması korkusundan, halk da siyaset ile Diyanet arasındaki uyumsuzluğu uzaktan izlemektedir. Ancak burada kabahati Diyanet tarafına atmanın da çok bir anlamı yok gibi geliyor bana. Hele susturmanın hiç anlamı yok. Zira onların, yapıları gereği, 'sonuç odaklılık' ile düşünmemeleri gerekmektedir. Evet. Ulemamız, birşey dinen 'söylenecek-söylenmeli' olduğunda onu söylerler. Manevî bir mesuliyet olarak bunu yaparlar. Sahada ne olur-olmaz bilemezler. Düşünmezler de. Zaten kimse bilemez ki. Fetva kurumu böyle çalışmaz.

O yüzden ben de Muhammed Hocama cevaben şöyle yazdım:

"Diyanet içkinin haram olduğuna dair hutbe yayınladığında hiçbir meyhane kapanmıyor, devlet dahi içki satmayı bırakmıyor, fakat diyanet yine de görevini yapmak zorunda. Bu diyanetin etkisizliğini gösterir mi? Gösterir. Fakat Diyanet'in bundan yine de vazgeçmemesi gerekir. Hocam, ulema fetva yayınlarken hiçbir kurumun ölümünü düşünmemeli, düşünmek zorunda değil. O kendi üzerine düşeni beyan etmek zorunda. Kurum yoksa, halk yoksa, devlet yoksa, bunu da bir sonuç olarak biz müşahede edeceğiz. Bunu da idrak edeceğiz. Bununla yaşayacağız."

Hani Bediüzzaman Hazretleri de 17. Lem'a'nın 13. Nota'sında diyor:

"Tarik-i hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakka ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. (...) Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddîn-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: 'Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.' O demiş: 'Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.' İşte, o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur."

Yüzleşelim: Sorun, ulemanın cihad fetvası vermesi değildir, çünkü cihad şartları zaten oluşmuş durumdadır. (Bunu sinesinde müslim bir kalp taşıyan kimse inkâr edemez.) Asıl sorun, neticeyi Allah'a bırakıp, vazifesi olan cihada bakacak hiçbir hükümetin kalmamasıdır. Yani bugün ümmetin bir Celaleddin'i yoktur. O yüzden Cengizlere karşı konulamamaktadır. Dinin celali kalmazsa küfrün cengizine de kimse karşı koyamaz. Fetvaların da fonksiyonu ancak mesuliyet gidermek olur. Zira âlimler da dinen doğru olanı beyan etmekle mesuldür. Ardınca yürüyemezsek biz kaybederiz. En nihayetinde onlar da Aleyhissalatuvesselam Efendimiz gibi "Şahid ol ya Râb!" deyip hayattan çekilirler. Hakikatsizliğimize bizi de şahit tutarlar. Susturmanınsa hiçbir iyileştirici yanı yoktur. Aksine, susturmak, belki de gazab-ı ilahîyi taaccül eder.

Buradan şuraya geçeceğim: Bugün cuma hutbesinde Diyanet 'zinanın haramiyeti' meselesine değindi. Maşaallah. Allah sa'ylerini meşkûr etsin. Âmin. Fakat, kanaatimce, sokağa tesiri 'sıfır' olacaktır bu hutbenin. Evet. Maalesef hiçbirşeyi değiştirmeyecektir. Ama yine de tebliği asla yanlış değildir. Zira tebliği de bırakırlarsa varolmalarının hiçbir anlamı kalmaz. Üstelik 'biliyor olduğu halde susma'nın mesuliyeti de omuzlarına kalır. Aynen. Bu vesileyle, yine mürşidimden bir iktibas yapıp, oradan "Hutbe zinayı neden engelleyemez?" sorusuna cevap vermeye çalışacağım. Tırnaklayacağım yerse şurası: "Desatir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz."

Şükran Vahide ablanın Bediüzzaman'ın Entelektüel Biyografisi isimli eserinde aktarıldığına göre, Üstad Hazretleri bu sözü, Men-i Müskirat Kanunu'nun aldığı sonuçlar üzerine söylemiştir. Uzun bahsin hulasası: İşgal döneminde, İngilizler, alkol alışkanlığı başta olmak üzere, bütün kötü alışkanlıkların İstanbul'da yayılması için büyük çaba sarfetmektedirler. Tabii, Bediüzzaman ve daha birçok âlim de, bu kem etkiye karşı ümmeti koruyabilmek için, nasihatle çabalamaktadırlar. (Hatta, bilenler bilir, Yeşilay'ın kuruluşunda Bediüzzaman'ın da adı-payı vardır.) Fakat netice alınamamaktadır. Ankara hükümetiyse, sadece yasa çıkarmakla, ulemanın gayretinden daha büyük muvaffakiyetler elde eder. Mürşidim, tam o zaman, bu cümleyi söyler işte: "Desatir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz." Yani, sadece 'hikmet' ile bu işler olmaz-tutmaz, illa biraz da 'kuvvet' lazımdır. Kötülüğün yolları cebren kapanmadan iyilik suhuletle galip gelemez.

Hem Diyanet hutbesinin hem cihad fetvalarının etkisizliği kuvvetsizliğinden kaynaklanıyor. Bizler, sanki bu ikisi bir gelmemiş gibi, sadece birisiyle şeriat gemisinin yürüyeceğini sanıyoruz. Yürümeyecektir. Medine dönemini aşıp Mekke'ye dönmeye çabalıyoruz. Dönülmeyecektir. Eğer zinanın yolu şeriatın amel ettiğince 'şiddetli bir şekilde' müeyyidelerle kapatılmazsa, insanı o yola sevkeden melanetler kuvvetle engellemezse, sabah-akşam hocalar kürsülerde vaazetseler sonuç alamazlar. Zira zaten o günahları işleyen kitlenin camiyle-hocayla işi yoktur. Kulak veresi yoktur. Gelecekte bu günahlara, Allah korusun, batacak gençlerin de camiyle-hocayla işi olmayacaktır. Bunların men edilebilmesi için, tereddüt etmeyen söyleyelim, kuvvet gerekir. Kuvvetsiz hikmet etkisiz kalmaya mahkûm olacaktır. Dikkat buyurunuz, mü'minlere onca şefkatli şeriat, recm gibi en ağır-dehşetli bir cezayı, evlilerin zinası meselesine müeyyide kılmıştır. Bundan da nefsin şu hususta ne denli söz dinlemez olabileceğine dair birşeyler çıkarabilmek lazımdır.

Hükümetimiz, nice sonra, Türkiye'de bir nüfus tehlikesi yaşandığına ikna oldu. Fakat ikna olduğu kısım sadece burası gibi duruyor. Ne kadının evhanımlığından koparılıp iş hayatına adapte edilmesinden, ne KADEM gibi feminist oluşumlar eliyle dönüştürülmesinden ve ne de zinanın serbestiyetinden haberi varmış gibi davranıyor. Sekülerizmin müslüman ahalinin dest-i izdivacını ne denli zehirlediğini tartışamıyor.

Elbette bu yolla hiçbir sonuç alınamayacaktır. Çünkü, böyle günahlar, öyle aklı baştan alıcı şeylerdir ki, yolu açık olduğu sürece ateşe uçan pervaneler gibi gençler nefislerini alıkoyamazlar. Maalesef. Maalesef. Maalesef... Muvaffakiyetsizliğimiz ikirciğimizdendir. Tutarsızlığımızdandır. Kabul edelim. Ulemayı suçlamanın bir anlamı yoktur. Bu ikiyüzlülükle gidilebilecek mesafe bu kadardır. Bitmiştir. Neticede nasihatin tesirsizliği görülüyor mu? Evet. Lakin nasihatin tesirsizliğinden nasihatçi mesul olmaz her zaman. Bazen de kabahat başka yerlerdedir. Cenab-ı Hak, siyasiyyunumuza da kabahatini görmeyi nasip eylesin, ki ferahımız-felahımız oradadır. Âmin.

21 Nisan 2025 Pazartesi

Celal Şengör'den itikad alınır mı?

Cemal Yıldırım Hoca'nın 'Bilim Tarihi' nâm eseri bazı konularda kafa gözümü açtı arkadaşım. Şöyle ki: Bilim dediğimiz şey aslında epeyce bir 'dönemsellik' içeriyor. Evet. Zamana göre bilim olan şey de değişiyor. Sözgelimi: Aristo gökbilimi kendi zamanı için en geçerli bilgi/bilim oluyor. Ancak 'cevap veremediği sorular' çoğaldığında devrilip yerine başka bir gökbilim anlayışı yerleşiyor. Sonra bu ikinci gökbilim anlayışı da 'cevap veremediği sorularla' karşılaşınca tahttan indiriliyor. Boşluğuna 'daha fazla yanıt verebilen' bir başkası kuruluyor. Lakin, yok, bu üçüncüsü de tahtında ebediyen kalamıyor. İşte bu yönüyle 'bilim' aslında 'dönemsel' birşey. Bir zamanlar Newton fiziği vardı. Şimdi Kuantum fiziği konuşuluyor. Belki ileride de bir başkası konuşulacak... Fakat, burada, dikkat edilmesi gereken şöyle bir detay var:

Bu bilim anlayışlarının tamamı kendi dönemleri için 'işe yarar' sayılıyorlar. Meşru görülüyorlar. Hatta başka anlayışları baskılayıcı birer 'norm' olma istibdadına sahipler. Zaten bir süre başlar üstünde gezinmelerinin sebebi de 'işe yaramaları' oluyor. Dünyanın merkezde, diğer herşeyin etrafında olduğunu, yani döndüğünü, savunan evren anlayışı dahi denizciler, takvimciler vs. için işe yarar özelliklere sahip. Yani bilimselliğin 'sonsöz olma iddiası' bir yanlış anlamaya dayanıyor diyebiliriz. O da şudur: 'İşe yarıyor olmak' ile 'hakikat olmak' arasındaki nüansı gözetemeyişleridir. Evet. Bir bilgi 'işe yarıyor' olabilir ama 'hakikati ifade ediyor' olmayabilir. Zira hakikat 'bütünde geçerli olan'dır. Bilimsel bilgiyse 'parçalarda iş görür gerçekler'den ibarettir. Yani bilim, tanım olarak, 'kendi zamanında en geçerli olan bilgi'dir.

Bilim felsefecilerinin bilimcileri en çok hırpaladığı konulardan birisi de budur: Bilimin, parçalarda eriştiği 'işe yarar bilgilere' dayanarak, 'bütünün anlamında iddialaşmaya' hakkı var mıdır? Karl Popper gibi isimlerin metinlerine baktığınızda bilimcilere bu hakkı vermediklerini görürsünüz. Bilimin, ulaştığı bilgeliğin hiçbir aşamasında, "Hakikati buldum!" demeye hakkı yoktur. Ancak şunu söyleyebilir: "Bugün öncekinden daha az yanlış içindeyim." Gerçi 'Daha az yanlış içindeyim' iddiasını da geçerli bulmayanlar olmuştur. Fakat oralara kadar gidip yazıyı uzatmayalım. En temelde şunu kavrayalım arkadaşım: Parçada işe yarar olanın, muvakkaten, muamelatta 'gerçek' muamelesi görmeye hakkı olabilir. Lakin sanki bütünün bütün köşelerine ulaşmış, varlığın her sırrını çözmüş, cümle detayını fâşetmiş, hatta sorulabilecek soruları da bitirmiş/cevaplanmış gibi davranmaya hakkı yoktur. Zira tecrübe göstermektedir ki, her yeni zaman dilimi, kendi bilim anlayışını sorgulamaya gebedir. Yeni uyanışlara açtır. Ve Allah tedricen yaratışına aşina eder.

Demek istediğimi, bu defa Ömer Demir Hoca'nın 'Bilim Felsefesi' isimli eserinden, bir iktibasla açmak istiyorum:

"(...) doğru olmayan bir kuramın pratikte nasıl kullanılabilir olduğu sorusuyla karşılaşırız. Popper'ın bu soruya cevabı oldukça ilginçtir: 'Her yanlış önermenin belirsiz sayıda doğru sonuçları vardır.' Bu yüzden, bir teorinin varsayımlarından bir veya birkaçının yanlış olması, teoriden elde edilen sonuçların tümünün yanlış olması sonucunu getirmez. Örneğin: Pazar günü birisi 'Bugün günlerden cumadır' dediğinde bu önerme yanlış olur. Fakat bu yanlış önermeden yola çıkılarak elde edilen ve 'Bugün pazar değildir' hariç, 'Bugün pazartesi değildir' ya da 'Bugün salı değildir' gibi önermelerin tümü doğrudur. Yani, çoğu zaman ve durumlarda, yanlış bir önermeye dayanarak doğru önermelere ulaşmak mümkündür. Buradan şöyle bir sonuca varılabilir: Kesinliğini bilmediğimiz ama yanlışlanabilme ihtimali olan bütün önermelerin kullanılabilir doğru sonuçları vardır. Bu, aynı anda birbirleriyle çelişen sonuçları olan teorilerin birlikte nasıl kullanılabildiğini de çok yalın bir mantıkla açıklamaktadır. Popper'a göre, sonuçta, her bilimsel önermenin 'kullanılabilir sonuçlar'a sahip olması için doğru olması gerekmemektedir. Hakikate yaklaştığımızı bilmekle birlikte, elimizde nihai olarak ulaştığımızı garantileyecek hiçbir yöntem yoktur."

Cemal Yıldırım Hoca'nın Bilim Tarihi'ndeyse aynı mevzuun 'daha sahadan' bir misalini okuruz:

"(...) Antikçağın en büyük astronomi gözlemcisi Hipparkus'tu. Hipparkus'un sistemi, temel varsayımları yanlış olmakla birlikte, gözlem sonuçlarını temsil yönünden başarılıydı. Arzı merkez kabul ederek; Güneş, Ay ve gezegenlerin görünürdeki hareketlerini, herbirinin belli bir yörünge veya episiklde taşındığını, bu yörünge veya episiklin de daha büyük ve çembersel bir yörüngede taşındığını tasavvur etmekle açıklıyordu. Bu yörünge ve episikllerin konum ve boyutları doğrudan gözlemle saptanabiliyordu. Bu gözlem sonuçlarının toplandığı tablolara bakarak; Güneş, Ay, ve gezegenlerin gelecekte herhangi bir andaki konumlarını, Ay ve Güneş tutulmalarını büyük bir doğrulukla saptama olanağı sağlanmıştı."

Dünyanın evrenin merkezinde olduğunu tasavvur eden yanlış gökbilim anlayışı Kopernik'e kadar dayandı. Zira o da 'işe yarıyor'du. Denizcilerin işini görüyordu. Takvimcilerin ölçümlerine elveriyordu. Einstein hayalgücüyle ortaya çıkana kadar da Newton fiziği gayet kullanışlıydı. (Halen de kullanışlıdır.) Kuantum fiziği argümanlarıyla ortaya çıkana kadar da Einstein zirvedeydi. Bugün sahip olduğumuz 'bilimsel gerçeklikler' de böylesi bir 'ara dönem' mahsulü olabilir. Bilim, metodolojik olarak, parçadan bütüne doğru gittiği için, bu onun yapısal bir problemi olduğundan yani, 'bütünün anlamını belirlemeye' asla hakkı yoktur. Böyle birşeyin iddiasında bulunamaz. İddia ederse haddini aşmış sayılmalıdır.

Buradan şuraya geleceğim arkadaşım: Bediüzzaman Hazretleri, Münazarat'ında, Medresetü'z-Zehra hayalini anlatırken, maksadlarından birisinin 'Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc...' olduğunu söyler. Bu 'mezc ve derc'in hikmeti sorulunca da şöyle cevap verir: "Dört kıyas-ı fâsit ile hâsıl olan safsatanın zulmünden muhakeme-i zihniyeyi halâs etmek, meleke-i feylesofanenin taklid-i tufeylâneye ettiği mugalâtayı izâle etmek..." Bu 'dört kıyas-ı fâsiti' ise, kardeşi Molla Abdülmecid abi merhum, haşiyede şöyle açıklamıştır: "İşte o kıyaslar: Mâneviyatı maddiyata kıyas edip Avrupa sözünü onda dahi hüccet tutmak. Hem de bazı fünun-u cedideyi bilmeyen ulemanın sözünü ulûm-u diniyede dahi kabul etmemek. Hem de fünun-u cedidede mahareti için gurura gelip, dinde de nefsine itimad etmek. Hem de, selefi halefe, maziyi hâle kıyas edip haksız itirazda bulunmak gibi fasit kıyaslardır..."

Tekrar dikkat edilirse, mürşidimin altını çizdiği yaraların, yukarıdaki yanlış kıyaslarla çok ilgisi vardır. Mesela: 1) Mâneviyatı maddiyata kıyas edip Avrupa sözünü onda dahi hüccet tutmak... Bu maraz, tam da yukarıda zikredildiği şekilde, parçadan bütüne tedricen ilerleyen bir metodolojinin 'bütünün anlamı üzerine' konuşmasını geçerli kabul etme yanlışlığıdır. Halbuki bizzat bilim felsefecileri de bilimin böyle bir hakkı olmadığını söylerler. Öyleyse itikad sahası gibi varlığı kuşatan/aşan bir alanda inkarlarının hükmü yoktur. 2) Hem de bazı fünun-u cedideyi bilmeyen ulemanın sözünü ulûm-u diniyede dahi kabul etmemek... Bu da felsefik anlamda çok yanlış bir tutumdur. Zira, 'fünûn-u cedide' başka bir uzmanlık alanıdır, 'ulûm-u diniye' başka bir ihtisas sahasıdır. İnşaat mühendisinin tıptan anlamaması, onun inşaat ilmindeki uzmanlığına zarar vermemesi gibi, dinî ilimlerde mütehassıs olanların da başka alanlarda uzmanlaşmamaları kendi alanlarında eksik olduklarını göstermez. Aralarında 'zorunluluk ilişkisi' yoktur. 3) Hem de fünun-u cedidede mahareti için gurura gelip, dinde de nefsine itimad etmek... İşte yukarıda zikredilenlere benzer bir hata daha. Bir insan, velev ki bir alanda uzman olsun, konuştuğu her alanda uzman sayılmaz. Uzman muamelesi görmez. Sözüne itibar edilmez. İkisi de tıp alanında çalıştığı halde kimse gidip baytardan hastalığına ilaç sormaz. Fakat günümüzde, en basit konularda, değil uzmanlık, 'yüzeysel bilgi' ve hatta 'ukalalık' seviyesinde malumat sahibi olmakla dahi, başlıbaşına bir ihtisas alanı olan din hakkında hüküm vermeye cüret edilebilmektedir. Evet, maalesef, piyasa daha Kur'an'ı yüzünden okuyamayan müçtehidlerle doludur. 4) Hem de, selefi halefe, maziyi hâle kıyas edip haksız itirazda bulunmak gibi fasit kıyaslardır... Bu da daha çok sosyal bilimlerde düşülen bir hatadır. Kendi sosyolojimizi/psikolojimizi 'norm' kabul ederek onun üzerinden geçmişi 'tartma' sevdası, bugün, 'tarihselciler' başta olmak üzere, pekçok kesimin içine düştüğü bir tuzaktır. Böyleleri için mazi biteviye tenkid konusudur. Zira kendi kemallerine asla ulaşamamaktır. Doğrusal tarih anlayışı kalplerinin asıl hâkimidir. Nazarları evrimcidir. O yüzden önyargılı bakarlar. Muhtaç oldukları feyzi alamazlar. 

Yazıyı çok uzattım. Seni de yordum arkadaşım. Nur talebeleri felsefeyle ilgili konuşmayı pek sevmezler. Ben de ne zaman böyle şeyler karalasam "Arkadaş yine felsefe yapıyor!" gibi eleştiriler alırım. Fakat, öyle görüyorum ki, Bediüzzaman bize Risale-i Nur külliyatı boyunca 'nuranî bir bilim felsefesi' de öğretiyor. Zamanın kendisini 'tek ölçü' gibi dayatan muğalatasını sigaya çekebilmeyi ders veriyor. Hani Ebubekir Sifil Hoca sıksık söylüyor ya: "Yanlış soruya doğru cevap verilmez." Evet. Parmak sallanarak yumurtlanan öncüllerin yanlışlığını farketmezsek yanlış cevaplarda debelenip duracağız. İnşaallah yazımla senin de gözünü bir parça açabilmişimdir. Allah'ın hidayetiyle gözünü açtığının kardeşinin gözünü de açmaya çalışması ibadettir. Allah bizleri ibadet için yaratmıştır. Bütünün anlamını ancak bütünün sahibi söyler. O yüzden burnunun ucunu daha yeni yeni görmeye başlamış bilimperestlerden itikad dilenme arkadaşım.

9 Nisan 2025 Çarşamba

Namaz instagramdan da alıkoyar

Allah cümlemizinkini bağışlasın. Benim Salih Kayra isminde bir yeğenim var. Henüz beş yaşında. Her çocuk gibi oynamayı çok seviyor. Ve yine her çocuk gibi oynamaktan bıkmıyor. Herhangi bir sebeple oyununu kesmesi gerekse sinirleniyor. Eh, evet, en azından bizimle oynarken, bunu sıksık da yapması gerekiyor. Çünkü 'namaz' diye bir 'ayraç' var. Günün beş vaktine konulmuş. Beş kere nefes almalık bırakılmış. Emir demiri de keser. Sıkıyorsa bırakma. Elbette, nasıl bir oyun oynanıyor olursa olsun, isterse de en heyecanlı yerine gelinsin, "Namaz kılmam lazım Salihçiğim..." diyerek bırakıyoruz. Başlarda bozuk atan Salih Kayra'nın zamanla bu durum kabulü haline geldi. Şimdilerde hiç tepki göstermiyor. Aksine 'oyunu dahi bölecek kadar' kıymetli birşey olduğunu derkediyor.

Düşünüyorum da, eğer namazların intizamla kılındığı bir ailede yaşıyorsanız, maşaallah, bu eğitim size ta çocukluğunuzdan itibaren veriliyor zaten. Yani, siz, çocukluğunuzdan itibaren biliyorsunuz: Nasıl bir iş yapıyor olursanız olun, o, günde beş vakit bölünmek zorunda. Cihad bile olsa bırakmak zorundasınız. Onda bile namazın bir yeri var. Ki sahabe efendilerimiz, Aleyhissalatuvesselam Efendimizin rehberliğinde, misallerini göstermişlerdir.

Buradan şuraya geleceğim: Bir vakitler uzunyol şoförleri için otobüs firmalarının 'asgarî' saydığı bir mola sayısı vardı. Hatta yolculuğun uzunluğuna göre sayı arttırılırdı. "Şu kadar saatte bir..." denilirdi, "Mola vermek zorundasınız." Neden? Sadece yolcular için miydi bu uygulama? Hayır. Elbette öyle değildi. Şoförün sağlığı için de molalar gerekliydi. Ayrıca, uzun zaman aralıkları molalarla bölünmezse, şoförün de şoförlüğü tehlikeli bir hale geliyordu. Dalgınlaşıyordu. Uyukluyordu. Yani dikkati ölmeye başlıyordu. Benzeri birşeyi bir savaş hatıratında da okumuştum. Ön safta çarpışan askerlerin düzenli bir şekilde değiştirilmesi gerekiyordu. Zira, uzun süre ön safta çarpışan bir asker, mermilerden sakınmayı bırakmaya başlıyordu. Ölümle o kadar uzun süre arkadaşlık yapıyordu ki, sonunda, sakınılacak birşey olduğuna dair 'unutkanlaşıyor'du. Dikkat gösteremez hale geliyordu. Köreliyordu.

Geçenlerde, bebeklerini, sosyalmedya bağımlılıkları nedeniyle çeşitli yerlerde unutarak ölümlerine sebep olan ebeveynlerle ilgili haberlere rastladım. Allah kimsenin başına vermesin. Böyle acı yaşatmasın. Zor. Çok zor. Bir tanesi yıkamak için koyduğu küvette unutmuştu bebeğini. Bir tanesi de arabasının içinde... Subhanallah. İkisinin de arızası aynı. Telefonlarına dalmışlardı. Telefonlarına, yani sosyalmedyalarına, instagramlarına vs... Bu durum, bana, Hakîm-i Alîm olan Hüda'nın 'namazı emrediş hikmetini' yeniden düşündürdü. Evet. Kıymetini yeterince kavrayamıyoruz. Onsuz nasıl bed bir hayatımız olacağını kifayetle öngöremiyoruz. Fakat namaz bizi sahiden, hakikaten, tıpkı ayet-i kerimede ifade buyrulduğu gibi, günahlardan alıkoyuyor. İşte bu 'alıkoyuş' vechelerinden birisi de 'bağımlılık tedavisi' yapmasıyladır. Evet. Namaz bir bağımlılık tedavisidir. Çünkü namaz kılan kişi, hangi iş üzere çalışıyor olursa olsun, günde beş defa onu bölmek zorundadır. Bölünen de insana hâkim olmakta zorlanır. Köleleştiremez. Hatta, sadece namaz da değil, ibadetlerin çoğunda böylesi bir 'kesme' sırrı vardır.

Bediüzzaman Hazretleri, 20. Söz'de, kurban emrinin İsrailoğullarındaki 'bakarperestlik' yani 'sığıra tapıcılık' bağımlılığını 'kestiğini' anlatır bize. Bakara sûresine ismini veren hâdisedir. Bir cinayet işlenir. Katiller bulunamaz. Musa aleyhisselama gelinir. O da, Cenab-ı Hak'tan aldığı emirle, 'bir bakar kesmelerini' emreder. İsrailoğulları ayak sürür. İyice tarif etmesini isterler. En nihayet 'kesmekten kaçamayacakları' şekilde net bir tarife ulaşılır. Buna rağmen ayet-i kerime onlardaki 'isteksizliği' şöyle beyan buyuruyor kısa mealiyle: "Neredeyse kesmeyeceklerdi."

"Mısır kıt'ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin parçası olduğundan, Nil-i mübarekin feyziyle gayet mahsuldar tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt'ada neş'et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, 'icl' meselesinden anlaşılıyor. İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte şu hadise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i'câz ile beyan eder. Buna kıyasen bil ki, Kur'ân-ı Hakîmde bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler, küllî düsturların uçlarıdır."

Kurban 'hayvanperestliğe' vurulmuş bir bıçaktır. Namaz 'zamanperestliğe' vurulmuş bir bıçaktır. Zekat 'malperestliğe' vurulmuş bir bıçaktır. Oruç 'gıdaperestliğe' vurulmuş bir bıçaktır. Hac 'mekanperestliğe' vurulmuş bir bıçaktır. İbadetlerimizden hangi nurlu tanesini ele alsak, görürüz ki, durum tam da mürşidimizin söylediği gibidir: "Cenâb-ı Hak, senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde..." Yani ibadetler, hâşâ, Subhaniyet sahibi olan Allah'a birşey kattıklarından-eklediklerinden değil, çünkü Hüda hiçbirşeye muhtaç değil, bizim ihtiyaç duymamızdan dolayı emredilmişlerdir.

Böyle düşününce, Salih Kayra bile, namazın sırrından mahrum kalmamış oluyor. Yani namazlarını düzenli kılan ferdler arasında büyüyen bir çocuk şu fikri alıyor: "Hayatta 'namaz' diye öyle önemli birşey var ki, Onu emredenin hatırı o kadar büyük ki, benim için her fedakârlığı yapan ebeveynim bile, iş namaza geldiğinde, bana 'Hayır!' diyebiliyorlar. Oyunu kesebiliyorlar. Dediğimi yapmıyorlar. Onu bana, tereddütsüz hem, tercih ediyorlar."

Bediüzzaman merhum böyle bir okumayı 'yağmur duası' hakkında da yapıyor. Malumunuz, yağmur duası çocukların da katıldığı bir ibadettir. Hatta çocuklar 'özellikle' duaya götürülür. Neden? Hemen yerinden okuyalım:

"Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zât, onu besliyor, rızkını veriyor. Hattâ en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duasında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu mânâyı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zât, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının fâidesi olmaz. Öyleyse Ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur." 

İslam, bizi ta derinlerden nasıl inşa ediyor, insan ediyor, pek farkında değiliz bunun. Çocukluğumuzdan itibaren şeair nevinden şahit olduğumuz güzellikler dahi bir güzel terbiyeyi içimize yeşertiyorlar. Hatta suyu üç yudumda içmek ki, belki sünnet-i seniyyenin küçüklerindendir, o bile birtür 'sabır eğitimi'dir. En susuz zamanında dahi bu hassasiyeti gösteren birimiz kendinde yerleştirir ki: Bazı şeyler var, aceleye getirmemek gerekir, şartlar ne olursa olsun. Bedenimiz küçük küçük hücrelerin teşekkülünden oluşmuş bir bütün olduğu gibi, karakterimiz de, küçük küçük temayüllerimizin teşekkülünden oluşmuştur arkadaşım. Bu temayülleri yönetebilirsek karakterimizi de yönetiriz. İşte, İslam, bize hediye ettiği ibadet dünyasıyla, eğilimlerimizi yönetmeyi öğretiyor. Rabb-i Rahimimiz daha ziyade istifade edebilmeyi, hakkını verebilmeyi, şükrünü sarınabilmeyi nasip eylesin. Âmin. Âmin. Âmin...

21 Mart 2025 Cuma

Yoksa Kuantum fiziği evrenin canlılığının mı delili?

"Âlem, insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevâhir-i ferdiye hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır? Allah'ın böyle çok hayvanları var." Hakikat Çekirdekleri'nden...

Bediüzzaman'ın, 16. Lem'a'ya, cevaplayarak başladığı sual şudur: "Kardeşlerimizden Çaprazzade Abdullah Efendi gibi bazı adamlar, ehl-i keşiften rivayeten, bu geçen Ramazan'da Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat için bir ferec, bir fütuhat olacağını haber verdikleri halde, zuhur etmedi. Böyle ehl-i velâyet ve keşif neden hilâf-ı vâki haber veriyorlar? Benden sordular..." Mürşidimin izahatı Ehl-i Sünnet'in 'keşfe' ve 'kadere' bakışındaki derinliği de ifade eder: 1) Evet. İbn-i Arabî Hazretlerinin de dikkatleri çektiği gibi: Velinin keşfi müçtehidin içtihadı gibidir. İsabet de edebilir, hata da... "Gördükleri kesinlikle vukû bulacaktır!" diye birşey yoktur. 2) Kaderin de katmanları vardır. 'Kesin'lerin yazıldığı katmana 'kader-i mübrem' denir. İhtimallerin yazıldığı daireye de 'kader-i muallak' tabir edilir. Keşf sahiplerinin nazarları kesinlik makamına kadar nadiren çıktığından okumaları da şartlarla bağlanır. Eğer şartları gerçekleşirse keşf de gerçekleşir. Maşaallah. Yok, şartları vukû bulmazsa, keşf de hakikat olmaz:

"'Bazan belâ nâzil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.' Şu hadisin sırrı gösteriyor ki: mukadderat, bazı şerâitle vukua gelirken geri kalır. Demek, ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şerâitle mukayyet bulunduğunu ve o şerâitin vuku bulmamasıyla o hâdise de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise, ecel-i muallâk gibi, Levh-i Ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İsbatta mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak Levh-i Ezelîye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor. İşte bu sırra binaen, geçen Ramazan-ı Şerifte ve Kurban Bayramında ve daha başka vakitlerde, istihraca binaen veya keşfiyat nev'inden verilen haberler, muallâk oldukları şerâiti bulamadıkları için vukua gelmemişler ve haber verenleri tekzip etmiyorlar. Çünkü, mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş..."

Bugünlerde 'Tuhafı Aşma Zamanı'nı okuyorum. Yazarı: Philip Ball. Altbaşlığı içeriğini de fısıldıyor: 'Kuantum Fiziğine Farklı Bir Bakış.' İtiraf ederim ki: Alana dair yaptığım her okuma hem hayretimi hem de sorularımı arttırıyor. Zaten Kuantum fiziğini anlamak, bizzat üstadlarının da altını çizdiği üzere, tastamam mümkün değildir. Yani "Ben Kuantum fiziğini anladım!" diyen her cüretkâr yalan söyler. O sebeple haddimi aşıp 'anladığımı' söylemem. Hatta okuduğum metinleri de tam kavrayıp kavrayamadığımdan emin olamıyorum. (Ne de olsa fizikçi değilim.) Fakat bazı soru işaretlerinin kaynağını anladığım kesin. Mesela: 'Çift Yarık Deneyi' nâmıyla meşhur tecrübenin uzmanları niye hoplattığını anlayabiliyorum. Çünkü imâsı bir tür 'fizikötesi'lik içeriyor. En azından alışılanı aşan şeyler var onda. Evet. Atomaltı âlemindeki işler pek de atomüstü âlemindekine benzemiyor gibi. Örneğin: Dalga hareketi yapan birşey, gözlendiğini anladığı an, tanecik refleksleri gösterebiliyor. Detaylarını alıntılamayacağım. Yazıyı uzatacaktır. Meraklısını Google Hoca'ya havale edeyim. Çizgifilmle yapılmış izahlar bile bulabilirsiniz.

İşte, bu türden metinleri ne zaman okusam, zihnim hemen mürşidimin yukarıdaki mektubuna gidiyor. İçimden şöyle geçiriyorum: Acaba, Kuantum fiziği denilen şey, âdemoğlu keşfinin 'daire-i kudret'ten 'daire-i irade ve ilme' geçişinde yaşadığı sancıların tezahürü müdür? Yani, maddenin bu denli inceldiği yerde, fehmimiz, kaderin varoluşla ilişkisine mi dokunmaktadır? Bir gözlemcik mesafeden dalganın tanecik haline geldiği, gözlenmediğindeyse birinin birçok gibi hareket edebildiği bu alan, Allah'ın "Kün/Ol!" emrine karşı birin/birçoğun hiçbir farkının bulunmadığını mı ihtar eder bizlere? Seçimlerimizin etkisini mi fısıldar? Burada bir sırr-ı imtihan mı saklıdır? Soruları çoğaltabilmek mümkün. Cevapları bulabilmekse ben gibileri pek aşıyor.

Lakin şu kadarı var ki: 'Kader-i muallak' tâbir edilen alanda, yani şartlarla bağlı gerçekleşeceklerde, insan amelleriyle bir varlık/yokluk vesilesine dönüşebiliyor. Nitekim Bediüzzaman'ın yukarıdaki cevabının sonunda deniliyor ki: "Evet, Ramazan-ı Şerifte, bid'aların ref'ine Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin ekseriyetle hâlis duası bir şart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef, camilere Ramazan-ı Şerifte bid'alar girdiğinden, duaların kabulüne sed çekip ferec gelmedi. Nasıl ki, sabık hadisin sırrıyla, sadaka belâyı ref' eder; ekseriyetin hâlis duası dahi ferec-i umumîyi cezb eder. Kuvve-i cazibe vücuda gelmediğinden fütuhat da verilmedi."

İhtimaller âleminde muallakta duranlar 'oluşturacağımız talep çekimiyle' kudret tarafından varlıkla lütuflandırılabilir. Anladığım kadarıyla duanın bir fonksiyonu da budur. Yani, dua, ihtimaller âlemine doğru oluşturulmuş bir cazibedir. Bir nevi çekim kuvvetidir. Hüsnüzannın da en az onun kadar kuvvetli bir cazibe olduğunu söyleyebiliriz. Aksine, yapılan suizanların da, 'kötüyü kendine celbeden' yanları bulunabilir. Nihayetinde gözlemcinin dikkati varlığın varoluşuna etkide bulunabiliyor. Hâşâ, bu etki, 'yaratmak' etkisi değil, 'çağırmak' etkisi... Şartlara bağlı olan şeyleri etkileyebiliyoruz. Elbette bu çağrımız kader-i mübreme sirayet etmiyor. Kader-i mübrem, Hak Tealanın mutlak bir şekilde bildiği, takdir ettiği, kuşattığı alanı ifade ediyor. Fakat, daire-i ilim ve irade, keşfimize yaklaştıkça ihtimaller içermeye başlıyor. Kader-i mübremi bilemediğimiz için ihtimallerle sınanıyoruz. İyi ihtimalleri çağırmakla vazifeliyiz. Kötü ihtimallere karşı istiazeyle sorumluyuz. Duasız ehemmiyetimiz yok. Çünkü, çekim gücümüzü dahil etmediğimiz bir hayatta, hayra vesile olmak da mümkün değil. İlla çağırır hallerde bulunmalıyız.

Kitapta en ilginç bulduğum teori, dalga fonksiyonunu kıran meçhulün, bir tür 'canlılık emaresi' olarak okunmasıydı. Yani, kimilerine göre, evren hayat sahibi olduğu için gözleme tepki veriyordu. Tadımlık olarak o kısmı alıntılamak istiyorum:

"Şu anda elimizde olan tek şey ipuçları ve tahminler. Bu aşamada bunları daha net odaklamaya çalışmak, (korkarım) bazı fizikçilere telaşla siper aldıracak, neredeyse şiirsel bir ifade gerektirebilecek riskli bir iş. Sözgelimi Chris Fuchs'un önerisi: 'Dünya dokunuşumuza duyarlıdır. Klasik olarak hayal edilemez biçimlerde uçup gitmesine sebep olan şey sahip olduğu bir tür canlılıktır! Kuantum mekaniğinin tüm yapısı, böyle temel (harika) bir duyarlığın ışığında akıl yürütmek ve bilgi işlemekten ibaret olabilir.' Fuchs'un kastettiği; Heisenberg'in kuantum belirsizliğini 'yüksek çözünürlüklü mikroskobun yarattığı rahatsızlık' yanlış tarifinin işaret ettiği anlamda 'insan gözlemcinin dünyayı rahatsız etmesi' değildir. Daha ziyade mikroskobik dünyanın her türden etkileşime duyarlı olmasıdır. (...) Şayet yapısı buysa bizim aktif failler olarak müdahalelerimiz önem taşır."

Evet, İslam, binbeşyüz yıldır, hatta tâ ilk insan Âdem aleyhisselamdan beri, imtihanımızın bu önemde yattığını söylüyor zaten. Müdahalelerimiz varlığı etkiliyor. Yaratmıyor, hâşâ, ama çağırıyor. Dualanıyor. Kainat bizim müdahalelerimize iyi-kötü tepki veriyor. Tıpkı bugün, çevreye verdiğimiz zararlara, kirliliğe, israfa, isyana 'küresel ısınma, iklim değişikliği, salgınlar vs.' gibi şekillerde hiddetler gösterdiği gibi. O yüzden iradelerimiz mesuldür. Sorumluluktan kaçamazlar. İlla mizana vurulurlar. Öyle ya, seçimleriyle ebediyet âleminde cennetler/cehennemler şekillendiriliyor, az şey midir yani? Tıpkı şairin dediği gibi: "Cehennem dediğin dal-odun yoktur./Herkes ateşini kendi götürür." Cenab-ı Hak bizi hayır götürenlerden eylesin. Âmin. Âmin.

14 Mart 2025 Cuma

İnsan kainatın kendisini anlamasının yoludur

Susan Sontag'ın "Zaman 'Herşey bir anda olmasın' mekansa 'Hepsi bizim başımıza gelmesin' diye var..." cümlesi varoluşumuzdaki rahmeti kavramakta pek mühim. Evet, biz, Cenab-ı Hakkın 'uluhiyetini' ancak payımıza düşen 'rububiyetler' miktarınca sezebiliyoruz. Çünkü fazlasını kaldıramayız. Ellerimiz küçük. Tecelliyse sonsuz. Böyle küçümen testiye okyanuslar sığmaz. Zamanın başından sonuna olup-olacak herşey bir anda olsaydı, bırakın anlamayı, dayanamazdık. Mekanlara dağıtılmış tüm olmaklar toplanıp tek bizde vuku bulsaydı, bırakın yaşamayı, taşıyamazdık. Zaten kendi başımıza gelenlere zar-zor, bin nazla, katlanabiliyoruz. İnceliklerini farkediyor-farkedemiyoruz. Hal böyleyken varoluşun küllî yükünü tekimiz asla omuzlayamazdı. O Rahman u Rahim, Furkan'ında, 'hiçkimseye taşıyamayacağından fazlasını yüklemeyeceğini' buyuruyor. İşte, biraz da bu nedenle imtihan, fertler-anlar ile değil, türler-zamanlar-mekanlar ile yaşanıyor. Türler, zamanlar, mekanlar sayısınca Ona hamdlar olsun.

Peki bu bölünmüşlük birşeyleri 'kaçırmamıza' sebep oluyor mu? 'Vahidiyet' açısından bakınca "Evet!" denilebilecek bu soruya "Hayır!" diyebilmenin ümidi 'Ehadiyet' sırrında saklıdır. Hayır, çünkü, yansıyan yansıtanlarda kendini özetleyerek yansımaktadır. Bir fert türün tamamı değildir, tamam, ama nevinin cümle sırlarını da kendisinde taşıyor gibidir. İnsan da âleme bir misal-i musağğardır. Yani âlemler insanda dürülüdür. O yüzden birimizin şahitliği, kendi hususi âlemi açısından, hiçbirşeyin kaçırılmadığı bir görüş alanıdır. An şart ki: Şahit olan şahitliğinin kıymetini bile. Gaflet etmeye. Hâdiselerden kanunlara uzana...

İsmet Özel de Sorulunca Söylenen'de diyor ki: "Günlük hayatımız bazı ebedî hâdiselerle temasımıza vesiledir." Hem yine Ve'l-Asr'da ifade ediyor ki: "İnsanlık tarihi her insanda teker teker mündemiçtir." Okuduğumdan beri üzerlerine düşünüyorum bunların. Aynalığımdaki özetleyicilikten bahsediliyor sanki. Mürşidim Hazretlerinin şu dediğiyle de bağlantılarını hissediyorum:

"Meselâ: Şu güzel, ziynetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam âyinesi bulunsa, o vakit beş oda olur: Biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî. Herbirimiz, kendi âyinemiz vasıtasıyla, hususî odamızın şeklini, heyetini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak kırmızı, yeşil boyasak yeşil gösterir. Ve hâkezâ, âyinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz. Çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat haricî ve umumî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususî oda ile umumî oda hakikatte birbirinin aynı iken ahkâmda ayrıdırlar. Sen, bir parmakla odanı harap edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın. İşte dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı bir endam âyinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sahifedir, hayatımız bir kalem—onunla, sahife-i a'mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor."

İnsaniyet sırrı, hilkatinden murad olunan hakikatle tastamam, güzeller güzeli Efendimiz Aleyhissalatuvesselamın hayatıyla kendini ifade etti. Şahitliğine girenlerin hakkını en kemal şekilde verenimiz odur. Aynaların en güzeli, berrağı, kuşatanı onun hayatıdır. O yüzden mir'ât-ı mübareği insanlığın kutup yıldızıdır, güneşidir, nurudur, deniz feneridir. Herkes yönünü ona bakarak bulur. Onun ışığıyla bulur. Onda bulur. Fakat bu sırrın başka görünüşleri de var. Şahitlerdeki kusurlar nedeniyle eksik taşımaları da var. İşte o eksiklerin perdesi de biziz. Bizler gördüklerini karıştıranlarız. Nass-ı ayetle 'miraçta dahi gözü şaşmayan' gibi değiliz. Çok şaşıyor-şaşırtıyoruz. Katıyor-karıştırıyoruz. Siyahı beyaz, beyazı siyah ediyoruz. Lakin yine de 'aynamızdaki renkler nisbetinde' orijinal bir âlem görünüşü oluşuyor. Âlem bizde sırlanıyor. Arşivleniyor. Tutuluyor. Kayıtlanıyor. Ruhlanıyor.

Hayatlanıyor. Evet. Âlem bizde hayatlanıyor. Tıpkı denildiği gibi: "İnsan kainatın kendisini anlamasının yoludur." Cismimizin küçüklüğüne aldanma sakın. Biz kainatın idrakiyiz. Kalbiyiz. Tefekkürüyüz. Atomların atomları anlama yoluyuz. Dört boyutlu şehadet âlemi ancak şahitliğimizle âlem-i emirden olan ruha işleniyor... Tamam. Hakkını vermek anlamında kendimizi ne kadar küçük görsek hakkımız var. Ama yaratılışımız itibariyle küçük göremeyiz. Çünkü, biz, kendimizin değil, Sanî-i Hakîm'in sanatıyız. Fena bekaya üzerimizden dönüştürülüyor arkadaşım. Var mı ötesi? Taşınabilir bir hardiske kaydeder gibi izliyoruz âlemi ve izleniyoruz âlemden. Her yara iz. Her şükür iz. Her isyan iz... Sonra imtihan bitecek. Sonra arşivler açılacak. Amel defterlerimiz önümüze konacak. İnce ince tartılacak. Oradaki emeğe nisbetle beka âleminden parçalar bağışlanacak. Cennet-cehennem olacak. Bu dünyada 'Elhamdülillah' diyen orada 'Elhamdülillah' yiyecek. el-Aman, el-Aman! Rahman ayağımızı cehenneme bastırmasın. 

Hayatına giren hiçbirşeyi küçük görme bu yüzden. Aynen. O, âlemi kuşatan bir sırrın şahitliğine düşen kısmıdır, sende dürülmüş şeklidir. Bir yıldızın doğuşunu göremeyebilirsin. Fakat bir çiçeğin açışına her bahar şahitsin. Payına o kadarı düşüyor. Şükür. Yahut yeni bir evrenin yaratılışına şahit olamasan da kafanda bir yazı/öykü konusunun oluşturulduğunu hissedebiliyorsun. Sana bu kadarı bağışlanıyor. Şükür. Kur'an'ın kemalini anlamak için de büyüklerimiz öyle bakmışlar işte. Zâhirde ne kadar küçük hâdiselerden bahsediyor olursa olsun, onları, âlemleri kuşatan 'kanunların ucu' mesabesinde görmüşler. Varlığı saran düsturların idrakine yol yapmışlar. Tıpkı, 20. Söz'de, kıssa-i Kur'aniye hakkında dendiği gibi: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler, küllî düsturların uçlarıdır." Yahut yine orada dendiği gibi: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor..."

3 Mart 2025 Pazartesi

İmam Gazalî 'Çoklu Evren Teorisi'ne ne derdi?

Bediüzzaman Hazretlerinin, Şualar'da, İmam Gazalî rahimehullahtan iktibas ettiği bir cümle var. Kendi tercümesiyle şöyle: "Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedî, daha güzel yoktur." Devamındaysa şunları ekliyor mürşidim: "İşte, bu muhit ve câzibedar olan hüsün ve bu umumî ve hârikulâde nezafet ve bu müstevlî ve şümullü ve gayet hassas mizan ve bu ihatalı ve her cihetle mu'cizâne intizam ve insicam, vahdete ve tevhide öyle bir hüccettir, bir alâmettir ki, gündüzün ortasındaki ziyanın güneşe işaretinden daha parlaktır."

Hafızam yanıltmıyorsa, Mürsel Gündoğdu Hoca, Akıl Kalbi Ararken isimli biyografik romanında, İmam Gazalî rahimehullaha ait bu ifadenin arkaplanından da bahsediyordu. Yunan felsefesinden kötü etkilenen bazı müslüman(!) filozoflar şöyle bir soru yöneltiyorlardı mü'minlere: "Allah bizi şu an olduğumuzdan daha ahsen yaratamaz mıydı?" veya "Allah bu âlemi şu anki halinden daha iyi yaratamaz mıydı?" veyahut "Allah şu âlemden daha sanatlı bir başkasını yaratamaz mı?" Eğer aldıkları cevap "Hayır!" olursa "Vay, demek siz Allah'ın sonsuz kudretine inanmıyorsunuz, Onu acizlikle suçluyorsunuz!" diye veryansın ediyorlardı. Fakat İmam Gazalî rahimehullah filozofların bu cerbezeli tuzaklarını şöyle boşa düşürüyordu:

Dahasından bahsedebilmek için Allah'ın şu yarattığında -hâşâ- eksiklik bulunduğuna inanmak gerekir. Bir kusur, hata, yanlış görmek gerekir. Ancak ondan sonra üstününden, iyisinden, güzelinden bahsedilebilir. 'Nihayetsiz Hikmet Sahibi'nin tasarrufatındaysa noksan bulunamaz asla. O hiçbir detayı sonradan öğrenmez ki, kusurlu beşer gibi, işlerini 'geliştire-geliştire' yapsın. Yahut deneme-yanılmayla yaratsın. Hâşâ, Subhaniyet Sultanı'nın eserinde hata olabilir mi ki 'daha iyisinden' bahsedebiliyorsunuz? Ve ardından o meşhur-mübarek cümle geliyordu işte: "Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedî, daha güzel yoktur." Orijinaliyle anarsak da şu şekildedir: "Leyse fi’l-imkân ebda‘u mimmâ kân."

Mülk sûresinde de, mezkûr hakikati doğrular şekilde, şöyle buyrulmaktadır:

"Yedi göğü birbiriyle uyum içinde yaratan da Odur. Rahmân'ın yaratışında hiçbir düzensizlik görmezsin. Haydi çevir gözünü: Bir çatlak görüyor musun? Sonra tekrar tekrar gözünü çevirsen de bitkin düşmüş, hor ve hakir halde, o göz sana döner."

Âmenna. Ama âlemde gözümüze çarpan 'çirkinlikler'e ne diyecektik peki? Onları nasıl bir yere oturtacaktık? Nasıl güzelleştirecektik? Mürşidim bu sualin cevabını şöyle vermektedir:

"İ'lem eyyühe'l-aziz! Tabiatları lâtif, ince ve lâtif san'atlara meftun bazı insanlar, bilhassa has bahçelerinde pek güzel hendesevâri bir şekilde şekilleri, arkları, havuzları, şadırvanları yaptırmakla, bahçelerine pek muntazam bir manzara verirler. Ve o letâfetin, o güzelliğin derecesini göstermek için, bazı çirkin kaya, kaba, gayr-ı muntazam mağara ve dağ heykelleri gibi şeyleri de ilâve ediyorlar ki, onların çirkinliğiyle, adem-i intizamıyla bahçenin güzelliği, letâfeti fazlaca parlasın. Çünkü (Meali: Eşyânın hakikati ancak zıtlarıyla bilinir.) Lâkin, müdakkik bir kimse, o ezdadı cem eden bahçenin manzarasına baktığı zaman anlar ki, o çirkin, kaba şeyler kasten yapılmıştır ki, güzellik, intizam, letâfet artsın. Zira, güzelin güzelliğini arttıran, çirkinin çirkinliğidir. Demek bahçenin tam intizamını ikmal eden, o çirkinlerdir. Ve o çirkinlerin adem-i intizamı nisbetinde bahçenin intizamı artar."

Yani, arkadaşım, kusur zannettiğimiz, çirkinlik saydığımız, eksiklik gördüğümüz şeyler aslında güzelliğin tamamlayıcısıydı. Hepsinin manzarada yaptıkları işler vardı. Fakat çok yakınlaştığınızda, yalnız onları görür olduğunuzda, büyük resmin okuttuğu hikmetlerden mahrum kalıyordunuz. Ve belki de nurlu siyahlıklarını 'leke' sayıyordunuz. O halde İmam Gazalî rahimehullahın sözüne de bu eksende bakılmalıydı. Tek tek, detay detay, 'bize göre' çirkinliklerle değil, 'evrenin tamamına göre' yerli yerinde detaylarla örülüydü kainat. Tıpkı Ayetü'l-Kübra Risalesi'nde dikkatlerimizin çekildiği gibi. Her neyi çekseniz de kopmuyor. Ayrılmıyor. Detaylar müstakil değil. Herbirisi varoldukları evrenin herşeyiyle bağlıdır çünkü.

Bütünde anlamlı olan parça olarak da anlamlıdır. İsterse yalnızken çirkin görünsün. Güzelin yüzünde ben de güzeldir. Tamam. Pekala. Olabilir. Yalnız parçaya bakıldığında 'Daha güzeli yaratılabilir' görünen detaylar yok değildir. Ama, fakat, lakin onların böyle görünmesi bütünü ıskalayan gözlerimizin kusurudur. Algımızın yanılgısıdır. Parçalığımızın cahilliğidir. Sınırlılığımızın zulmüdür. Bütünse her zaman parçalardan fazlasıdır. Yani varlık 'tam olması gerektiği şekilde' olmuştur. Neresiyle oynasanız bütünün ahengine kastedersiniz. Kediye kanat taksanız kuşların düzeni bozulur. Kuşların düzeni bozulsa böceklerin de düzeni bozulur. Böceklerin düzeni bozulsa bitkilerin de düzeni bozulur. Ve hakeza... Bozulan düzenler kelebek etkisiyle diğerlerine de kastederler. Herşey, evrenin ta en başından sonuna, bir zincirle birbirine bağlıdır. O zincirin yalnız bir parçasına bakanlar için kusur görünen şey bütünü görenler için hâzâ hikmettir:

"Kadîr-i Alîm ve Sâni-i Hakîm, kanuniyet şeklindeki âdâtının gösterdiği nizam ve intizamla kudretini ve hikmetini ve hiçbir tesadüf işine karışmadığını izhar ettiği gibi; şuzûzât-ı kanuniye ile, âdetinin harikalarıyla, tagayyürat-ı sûriye ile, teşahhusatın ihtilâfâtıyla, zuhur ve nüzul zamanının tebeddülüyle meşietini, iradetini, fâil-i muhtar olduğunu ve ihtiyarını ve hiçbir kayıt altında olmadığını izhar edip yeknesak perdesini yırtarak ve herşey, her anda, her şe'nde, her şeyinde Ona muhtaç ve rububiyetine münkad olduğunu ilâm etmekle gafleti dağıtıp ins ve cinnin nazarlarını esbabdan Müsebbibü'l-Esbaba çevirir. Kur'ân'ın beyanatı şu esasa bakıyor."

Harald Fritzsch'in kaleme aldığı, Metis Yayınları'ndan çıkan, 'Yanılıyorsunuz Einstein!' kitabında da yine İmam Gazalî rahimehullahın ne kadar isabet ettiğini belirtir bilgiler okudum. Mesela: Kainat varolurken tayin edilmiş öyle 'sabiteler' vardı ki, fiziğin en temel sabiteleriydi bunlar, onların azıcık ileriye-geriye kayması, gelecekte biyolojik hayatın oluşumunu imkansız kılacaktı. Eserde mizansel bir şekilde konuşturulan kimi ateist bilim adamlarının dahi kabul ettiği bir gerçekti bu. Evet. Kainat yaratılırken, herşeyin ta en başında yani, milyarlarca yıl sonra varedilecek canlı moleküllerinin 'hangi şartlarda oluşacağı hesap edilmiş gibi'ydi:

"Haller: Sabit, şimdiki halinden biraz sapma gösterse, yaşamı oluşturan makroskobik moleküllerin bazıları oluşmaz, burası da bizim bildiğimiz anlamda yaşamın süremeyeceği başka bir evren olurdu. Einstein: Yani yaşam ile ince ayar sabitinin arasında yakın bir ilişki mi var? Eğer öyleyse gerçekten de tuhaf bir ilişki bu..."

Peki, ateist bilim adamları, karşılarına çıkan bu 'daha iyisi düşünülemeyen kainat' sorununu(!) nasıl aşıyorlardı? Elbette 'Paralel Evrenler Teorisi'yle...

"Haller: "Gell-Mann, birçok başka fizikçi gibi, Büyük Patlama'nın bir kez değil, sayısız defalar oluştuğu görüşünde. Evren, aslında, sonsuz sayıda büyük patlamanın yaşandığı bir çokluevren, her evrenin de kendi ince yapı sabiti var. Bunlardan biri de tesadüfen '137' olmuş. Evrenler arasında sadece burada bizim bildiğimiz anlamda yaşam meydana gelmiş. Sadece bu evrende Wolfgang Pauli ya da Richard Feynman gibi ince yapı sabiti hakkında akıl yürüten adamlar var. Böyle bir açıklama 137 sayısıyla yaşamın bu kadar birbirine uymasını açıklayabilir. Salt tesadüf... Einstein: Buyrun, işte yine tesadüflerden bahsediyoruz, kuantum kuramı tesadüften geçilmiyor. Siz sormadan söyleyeyim: İhtiyar'ın (Einstein bu ifadeyle Allah'ı kastediyor) ince ayar sabitini de zar atarak bulduğuna katılmıyorum."

Bazı tartışmalar hiç yaşlanmıyor arkadaşlar. İşte, İmam Gazalî rahimehullahın, dönemindeki müslümanlara söylediği hakikatler, yüzyıllar sonra bizi 'kuantum tartışmaları' ekseninde tekrar buluyor. Dikkat buyurunuz: Paralel Evrenler Teorisi arkasında da aynı hinlik gözkırpıyor. Aşılanmak istenen belli yani. Demek istiyorlar ki: "Evet. İçinde yaşadığımız evrenin seçilmiş gibi görünen yanları var. Kabul ediyoruz. Fakat bu yine de onun sonsuz ilim, irade, kudret sahibi 'Birisi' tarafından yaratıldığı anlamına gelmeyebilir. Belki de 'sonsuz sayıda deneme' sonucunda tesadüfler böyle süper birşeyi başarmışlardır ha? Deneme sayısı sonsuz olursa belki yanılmayan bir tane bulunabilir? Yani, biz, Hoca Nasreddin'in göle çaldığı mayanın her nasılsa tutan versiyonunda yaşıyor olabiliriz. Gölümüzün yoğurt olması böyledir."

Toparlarsam: Bugün hassaten Marvel üzerinden çokça aşılanan bu 'Paralel Evrenler' meselesinin bir felsefe olduğuna dikkat edelim. Sadece hayale değil itikada dair de birşeyler fısıldanıyor bize onlarla. Ve bu fısıldama İmam Gazalî rahimehullahtan ders aldığımız bir hakikatle de savaşıyor. Biz diyoruz ki: "Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedî, daha güzel yoktur." Onlar diyorlar ki: "Belki de vardır?" Peki delil gösterebiliyorlar mı? Hayır. Şimdilik ellerinde spekülasyondan başkası yok. Fakat "Baskın basanındır!" derler ya. Hem yine derler: "Yavuz hırsız evsahibini bastırır!" Bunların da elinde koskocaman bir manipülasyon dünyası var. Sinemaları var. Dizileri var. Youtubeları var. Tiktokları var. Var, var, varoğlu var. Onlarla hayalimizi 'Olur mu canım öyle şey'den 'Belki de olmuştur öyle şey'e getirmeye çalışıyorlar. Özellikle çocuklara dönük yapımlarda, evrimden sonra, en çok işlenen mevzuun paralel evrenler olması şaşırtıcı değil. Çünkü 'tesadüfçülükte' ikisi birbirinin tamamlayıcısıdır.

Ne diyelim? Cenab-ı Hak, kemal-i keremiyle, böylesi algı bozulmalarından cümlemizi korusun. Bize eşyayı olduğu gibi göstersin. Hakkı bâtılla, bâtılı hakla, karıştırtmasın. Âmin...

22 Şubat 2025 Cumartesi

TÜSİAD'ın da adaleti 'belagatinde' görünür

Hani, mübarek mürşidimiz, belagatın bir kaidesi olarak öğretiyor: "Sözde 'kim' söylemiş, 'kime' söylemiş, 'niçin' söylemiş, 'ne makamda' söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma." Ben, bu kaidede, yalnız 'yazılı metinlere' değil, 'manipülatif her hâdiseye' bakarken rehber edilecek bir usûl görüyorum. Çünkü, bizzat hayatın kendisi de, sadece 'vücudî görünen vücudîlikler' ve 'ademî görünen ademîlikler'den oluşmuyor. Bazen de karşımıza 'vücudî görünen ademîlikler' ve 'ademî görünen vücudîlikler' çıkıyor. Yani zâhirdeki sathiyatla bâtındaki hakikat uyuşmuyor.

'Varlıksallık' sunulanın ardından 'yokluksallık' çıkabiliyor. 'Yokluksal' gibi görünenin sırtında 'varlıksallık' yükselebiliyor. Hep verdiğim misallerdir. Tekrar anayım. Zekat, mesela, zâhirde malı azaltıyor gibi görünse de aslında bereketlendiriyor. Riba, zâhirde malı arttırıyor gibi görünse de, aslında bereketini kaçırıyor. Zaten şeriatın vahy-i ilahî ile emir buyrulmasındaki en büyük rahmet de budur. Bizler, vücudî görünen vücudîlikleri ve ademî görünen ademîlikleri, haydi, şu küçük aklımızla bir derece ayırsak da, varlıksal görünen yokluksallıkları ve yokluksal görünen varlıksallıkları çoklukla karıştırıyoruz. Evet. Bir değil birçok görüşe sahibiz. Yakını da görmeliyiz. Uzağı da seçmeliyiz. Bizim için faydalının birçok dalga boyu var. Kısa vâdeliye konsantre nefsimiz manzarayı bulanıklaştırıyor. Uzun vâdede kâr getirecek kısa vâdede zarar gibi görünebiliyor. Uzun vâdede zarar verecek de kısa vâdede nefsin hoşuna gidebiliyor. 'Kör nefis' denilmesi bundan sebeptir. Görmemesinden değil 'ileriyi görmemesinden'dir. Yoksa, nefis, yakını görür. Hatta yakını çok iyi görür. Yakın görüşündeki başarıdan dolayı da miyopluğunu bize unutturur.

"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir..."

İşte, kanaatimce, mezkûr belagat kaidesi, 'vücudî görünen ademîlikler' ile 'ademî görünen vücudîlikler' arasında ayrım yapabilmemizde kritik öneme sahip. Neden? Çünkü algımıza ulaşan hertür mesajın varlıksallığını sınama hususunda lazım bir avantajı sağlıyor. Bütün boyutlarını kuşatıp sahtesini-hasından farkedebilme yeteneği kazandırıyor. Güncel bir misalle mevzuu açmayı deneyeceğim: Efendim, geçenlerde, TÜSİAD'ın yaptığı bazı açıklamalar oldu malumunuz. Zâhirine baktığınızda sanki pek faydalı şeyler idi. İstikamete de muvafıktı. Fakaaat...

Fakat, 'Yalnız söze bakıp durmama' olgunluğuna erdiğinizde, hatta daha 'Kim söylemiş?' diye sorduğunuz anda, soru işaretleri üzerinde dolaşmaya başlıyordu. TÜSİAD'ın sicili 'adalet' konusunda pek de iyi değildi çünkü. Geçmişte siyasete müdahaleleri de 'demokrasi aşkından' kaynaklanmamıştı üstelik. Evet. Yeri gelmiş Turgut Özal'a karşı Kenan Evren'i desteklemiş, yeri gelmiş Necmeddin Erbakan'a karşı 28 Şubatçıların safını tutmuş, yeri gelmiş AK Parti'nin meşru iktidarına karşı vesayetçi kesimlerle işbirliği etmişlerdi. Yani, arkadaşım, 'yalnız söze bakıldığında' iyi niyetliymiş gibi görünen beyan, 'yalnız söze bakılmadığında' o kadar da istikametli gelmiyordu. İşte Bediüzzaman Hazretlerinin öğrettiği kaidenin 'her türden algı operasyonuna' karşı sunduğu şifa da buydu. Safderunluğumuzu dağıtıyordu. Gözümüzü açıyordu. Melek sûretinde aldatmaya çalışan ahirzaman şeytanlığına karşı uyarıyordu.

Hakikatine başka hâdiselerde de şahit olmuştuk. Mesela: Cumhuriyet Mitingleri aslında hiç de 'cumhuriyet' endişeli değildi. Gezi İsyanı 'meselesinin sadece ağaçlar olmadığını' Memet Ali Alabora'nın beyanıyla açık etmişti. 15 Temmuz darbe girişiminin de 'yurtta sulh' aramadığı o gece şehid ettiği insanlarımızdan belliydi. Zaten, Kur'an-ı Hakîm, Davud aleyhisselamın kıssasında bu sırrı neredeyse 1500 yıl evvelden haber veriyordu. Evet. Sâd sûresinde aktarılan hâdisede, hasımlar, duvardan atlayarak Davud aleyhisselamın bulunduğu mekana ulaşıyorlardı. Davud aleyhisselamsa onları aniden karşısında görünce ürkmüştü. Niyetinlerinin iyi olmadığını anlamıştı. Fakat tam bu sırada suikastçiler bir yanlış yaptıklarını farkettiler. Davud aleyhisselamı yalnız yakalayamamışlardı. Çevresinde kendilerine engel olacak kadar sevenleri de vardı. O zaman ne yaptılar peki? Davalarını bir 'suikast' meselesinden 'adalet' meselesine çevirdiler. Ve geliş nedenlerini çarpıtmaya çalıştılar. Kısa bir mealiyle şöyle buyuruluyor orada:

"O mahkemeleşen hasımların olayından haberin oldu mu? Onlar mâbedin duvarına tırmanıp Davud'un yanına birden girince, o, onlardan ürktü. Onlar da 'Korkma!' dediler, 'biz sadece birbirimize hakkı geçen iki dâvalıyız. Senden dileğimiz; aramızda adaletle hükmet, haktan uzaklaşma ve bize tam doğruyu göster! Benim şu din kardeşimin doksan dokuz koyunu var, benimse bir tek koyunum! Böyle iken 'Onu da bana bırak!' dedi ve çenesiyle beni bastırdı.' Davud: 'Doğrusu, senin tek koyununu, kendi koyunlarına katmak istemekle o sana haksızlık etmiştir. Zaten malda ortak olanların çoğu birbirlerine haksızlık ederler. Ancak gerçekten iman edip makbul ve güzel davranışlarda bulunanlar böyle yapmazlar. Onlar da o kadar azdır ki!' Davud kendisini imtihan ettiğimizi anladı, derhal Rabbinden mağfiret diledi, eğilip secdeye kapandı ve Allah'a yöneldi."

Evet. Yani, suikastçiler, muvaffak olamayacakları anlayınca niyetlerini başka türlü lanse ettiler. Dertlerinin 'adalet arayışı' olduğunu söylediler. Fakat, Davud aleyhisselam, peygamber ferasetiyle maksadlarının iyi olmadığını kavramıştı. Yine de onları cevapladı. Sonra da kendisini bu ağır imtihandan kurtardığı için Cenab-ı Hakka hamdetti. 

Toparlarsam: Ahirzamandayız. Sadece deccalin değil avanelerinin de 'cennet görünümlü cehennemleri' var. O yüzden 'Yalnız söze bakıp durmamak' zorundayız. Kimin, kime, niçin, ne makamda... vs. söylediğini de mizana almalıyız. Bunları da tartmalıyız. Duvarlarımızdan atlayıp gelenler niyetlerini iyi gibi yansıtabilirler amma bu gerçeği ifade etmiyor olabilir. Ayılmamız ise İslamî muktesebatımızın mücerreb uyanıklığını kuşanmamızla mümkün. İşte onlardan bir tanesi yukarıda zikrettiğimiz belagat kaidesi. Demek, belagat bilmek, bir yönüyle 'hakikatin yolunu da bilmek'tir. Ne diyelim? O Rahman u Rahim, insî ve cinnî şeytanların oyunlarından, hidayetiyle bizi kurtarsın. Âmin...

Diyanetin hutbesi zinayı neden engelleyemez?

Muhammed Yazıcı Hocama Allah afiyet versin. Youtube'daki derslerinden istifade ediyorum. Fakat, elbette, farklı düşündüğümüz zamanlar da...