Alelekser Kürtler sünnidir. Az bir kısmı da alevidir. Bizim ilçenin Kürtleri de alevidir. Sivas'ın diğer bazı ilçelerinde Türk alevileri var. Ama bizim ilçede yok. Bizim ilçede birisi Kürtse kesinlikle alevidir. Ve Türkse kesinlikle sünnidir. O yüzden bizim aileyi akrabalar şöyle kınarlardı: "Siz Türk olmuşsunuz!" Bununla söylemek istedikleri aslında 'bizim onlardan başka-farklı olarak ehl-i sünnete mensubiyeti seçmemiz'di. Elhamdülillah. Dedem de dahil, biz, cemevinden cenaze kaldırmadık.
Bunu şu hikmetten anlattım: Coğrafyalar, sosyolojiler, dönemler vs. 'kimin, neyi, ne olarak' isimlendirdiğini de etkiliyor. Sözgelimi: Eğer ailemiz, Türk alevilerinin çoklukla bulunduğu başka bir ilçede yaşıyor olsalardı, sünnileşlemeleri üzerinden "Türk olmuşsunuz!" tenkidini işitmeyeceklerdi. Veyahut, eğer bizim yaşadığımız coğrafyada Kürtler sünni, Türkler alevi olsalardı, bu defa da "Kürt olmuşsunuz!" denebilecekti. Yaşanan şeyin isimlendirilmesi tamamen bölgenin sosyolojisiyle alakalıydı. Şimdilerde ilçede birkaç Şafiî Kürt ailesi de var. Maşaallah. Belki sayıları ileride artar. Fakat biz çocukluğumuzda Şafiî Kürt denildiğinde ne denmek istendiğini anlayamazdık. Sanki bilinmez bir hayatiyetten bahsedilirdi. İleride Zara'nın sosyolojisi bu yönüyle değişirse, belki, bizden sonra sünnileşen hiçbir aileye benzeri cümle kurulmayacak.
Tarihte de durum bundan başka şekilde yaşanmamış. Evet. Emevîler-Abbasîler döneminde kaleme alınmış Avrupa menşeili metinlere baktığınızda müslümanlardan 'Araplar' diye bahsedildiğini görürsünüz. Fakat Selçukîler-Osmanîler çağı geldiğinde metinlerin dilleri değişmeye başlar. Bu defa müslümanlardan 'Türkler' diye bahsedilir. Hatırlayalım: Hollywood filmlerinde 'müslüman terörist' tiplemeleri hep Araplara benzer. Çünkü Amerika'nın fiilen istilası altında tuttuğu coğrafya Arap coğrafyasıdır. Fakat Rus sinemasının aynı tarz yapımlarına dikkat ettiğinizde tiplemelerin değiştiğini farkedersiniz.
Bu defa eşgal Araptan uzaklaşıp Afgana, Çeçene, Tatara, Türke yaklaşır. Benzeri Bollywood için de sözkonusudur. Onların teröristleri Amerikalılarınkinden daha esmerdir. Neden? Zira Hindistan'ın düşmanı olarak tanımladığı müslüman Pakistanlıdır. Hindistan filmlerinde teröristlerden Arap veya Türk diye bahsetmezler. 'Pakistanlı' derler. Zira müslümanlar onlarla aynı kavmiyettendendir. Ve halen vatandaşları olan müslümanlar da epeyce çoktur. Belki gücendirmek istemezler. (Hindistan sinemasının yıldız kadrosunda birçok müslüman kökenli ismin yeralması da terörist tariflerini etkiliyor olabilir.)
Her neyse. Yukarıdaki izahattan bir miktar anlaşılacağı üzere, aslında, müslümanlığı tastamam taşıyan bir ırk ismi yoktur. Zaman zaman İslamlığı belirtmek için kullanılan ırk isimleri ise tamamen dönemsel tarif etmelerdir. Mesela: İmam Zeynelâbidîn rahimehullanın Sahife-i Seccadiye duası içinde Türklere beddua etmesi 'Türkler o dönemde daha müslüman olmadıkları için'dir. Mü'minler İran'ı fethetmiş. Hazar kıyılarına varmış. Artık sert bir hasım olarak Türklerle mücadele etmektedirler o yıllarda. Ve ehl-i beytin, dolayısıyla ümmetin, bir imamı olan İmam Zeynelâbidîn de düşmanların helakini dilemektedir o yüzden. Fakat Türklerin İslamlaşması sürecinden sonra yazılan metinlerde de onlara hamiyet-i İslamiyeleri için dua edildiğine rastlarsınız. (Hatta Arap bir hocadan babasının kendisine şöyle dediğini dinlemiştim: "Türkleri sevmek imandandır!" Bunu söylemesinin sebebi, o dönemde, Baasçıların Arap gençlerine Türk düşmanlığı aşılamaya çalışmasıydı.)
Yine günümüz kemalistleri için dindar bir Türk 'Arap olmuş' bir Türktür. Dindarlık 'Araplaşmak'tır. Dindar insanlara 'Araplık yapmayın!' der onlar. Öyle söylemeleri kemalizmin Türklük tanımının İslam'ı kapsamamasındandır. Yani onlara göre bir Türk; şaman, hristiyan, pagan, deist, ateist vs. herşey olabilir de müslüman olamaz. Müslümansa Araplaşmıştır. Tıpkı bizim ailenin alevi Kürtlerin gözünde 'Türkleşmiş' olması gibi. Cumhuriyetin beyazları için Türk 'müslümansız' vardır.
Benim 'İsmet Özelciliğe' yaptığım eleştiriler de tam bu merkezde şekilleniyor. Onlar, Batılı metinlerde Türklüğün müslümanlıkla 'eşdeğer' kullanılmasını, Türkiye'de yaşayan sair kavimlerden müslümanlar için bir 'manevî baskı öğesi' olarak istimal ediyorlar. Yani "Bakınız, Batılılar Türk dediklerinde müslümanlığı kastediyor, eğer siz kendinize Türküm diyemiyorsanız, o zaman gavursunuz demektir!" gibi bir yere çekiyorlar mevzuu. Halbuki bu mantık değil cerbezedir. Zira silsile içinde zaruret ilişkisi yoktur. Mantık ile cerbeze birbirinden burada ayrılır. Parçalar, önermeler, hükümler arasında "Bu buysa şu da şudur!" tarzı bir zorunluluk ilişkisi yoksa söylenilen şeye 'mantıklı' denilemez. Ancak başarısına göre cerbezedir. İmam Gazzâlî rahimehullah, el-Kıstâsu'l-Müstakîm (Düşünmenin Doğru Ölçüsü ismiyle çevirmiştir Muhammed Yazıcı Hoca) eserinde, bu cerbezeyi ilk yapanın İblis olduğunu söyler. 'Neden secde etmediği' sorulduğunda 'Beni ateşten, onu topraktan yarattın...' diye iddialaşması, üstünlüğünü ona bina etmesi, arasında zaruret ilişkisi olmayan iki şeyi birbirine bağlamak türündendir. Ateşin topraktan üstünlüğü ne ile sabittir? Peki üstünlüğün 'hammaddeyle' olduğu ne ile sabittir?
Türklüğün müslümanlıkla aynı anlama getirilişinde de, tıpkı böyle, bir kesinlik ilişkisi yoktur. Evet. Bir dönem bu anlamda kullananlar olmuştur. Fakat bir dönem kullanılmış olmak zaruret ifade etmez. Başka bir dönem de Araplık aynı manada kullanılmıştır. Eğer nasslarımız içinde "Avrupalılar İslam'ı kimin üzerinden tarif ediyorlarsa müslümanlar artık o kavmiyettendir!" diye bir hüküm olsaydı, bu hükmün bağlayıcılığına binaen, o ırk ile tesmiye edilebilirdik. Fakat herkes kabul eder ki: Nasslarımızda böyle bir beyan kesinlikle yoktur. Müslümanlar müslüman-mü'min olmak dışında bir ırk ismine bağlanmamışlardır. Ve bu sayede de her ırktan müslüman kendisini 'müslüman' olarak anabilmektedir. Ancak İsmet Özel daha 'ulus devlet boyutlu' bir İslamcılık modellediği için herşeyin dengesini 'yöresel çıkarlara göre' yeniden kurguluyor. Türklüğü İslamlık üzerinden tarif ederek güzel şeyler söylüyor gerçi. Fakat milel-i saireyi Türklüğe dövdürmekle iyi etmiyor.
Tam burada bana şöyle itirazlar geldiği de oluyor arkadaşım: "Bediüzzaman Hazretleri de 'Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır!' gibi şeyler söylemiyor mu? İsmet Özel'in söylediklerinin bundan ne farkı var?" Farkı şöyle ifade edebiliriz: Bediüzzaman Hazretleri 'Türkleri İslamiyette tutmak için' bu cümleleri kuruyor. Metni de alıntılarsak daha iyi olacak galiba:
"Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var. Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kàbil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme."
Evet. Hazret-i Üstad, bu tarz hakikatleri, 'Süfyanizm tarafından üzerlerine büyük oyunlar oynanan Türkleri' İslam'da tutabilmek için söylüyor. Yani onlara kavmiyetleri ile dinlerinin sağlam bağını hatırlatıyor. Ve, evet, bu manada Bediüzzaman'ın Türklüğe bakışı ile İsmet Özel'in bakışı yakınlaşıyor. İsmet Özel de, maşaallah, İslamsız Türklüğün mümkün olmadığı konusunda kesin ifadeler kullanıyor. Hatta, Şiir Okuma Kılavuzu'nda, verdiği misalle de Bediüzzaman'a yaklaşıyor: "Hazarların Türk olduklarından, Gagavuzların Türk olduklarından bahsediyorlar. Bu yuttuğumuz en zehirli dolmadır. Böyle birşey yok. Müslüman değilse Türk değildir." Madem iktibasa başladık o zaman Ve'l-Asr'dan da alalım: "(...) Bu topraklarla irtibatımız din sebebiyle kuruldu. Müslümanlık nasıl burada göçebe, göçer, göçmen nüfusun çoğunlukta olduğu bir toplum vakıasını ortaya çıkarmışsa, bu topraklarda bir milletin mevcut olduğu hükmünü de müslümanlığa müracaat etmeksizin doğrulayamayız. Bu topraklarda bir millet yaşıyor ve onların aynı milletten oluşunu İslamiyet'ten başka birşey açıklamıyor."
Ancak, İsmet Özel, 2000'lerde ürettiği metinlerde eski metinlerinde söylediklerini unutuyor. Mevzuu tamamen Türklüğe yaslıyor. Ve daha ilerisi: Türklüğün İslamlıkla eşdeğer olması üzerinden başka kavme mensubiyetini ifade eden herkesi hainlikle yaftalayacak cinnete geliyor. İşte, Bediüzzaman Hazretleriyle İsmet Özel'in Türklüğe bakışı, tam burada ayrılıyor. Bediüzzaman Hazretleri Türkleri İslam'da tutabilmek için Türklüğün İslam'la 'kabil-i tefrik' olmadığını belirtiyor.
Fakat, İsmet Özel, aynı fayda tahsilini amaçlamanın yanında, bir de başka kavme mensubiyetini hatırlayanları dövmek için Türklük sopasını sallıyor. Manevî baskı altına alıyor. Bediüzzaman başka kavme mensub olduğunu anmayı, her İslam âlimi gibi, garip bulmuyor. İsmet Özel'se kitap ismi yapacak kadar bayraklaştırıyor: "Türk Olamadıysan Oldun Amerikalı." Ona göre Türkiye sınırları içinde yaşayıp "Türküm!" diyemiyorsan gavursun, hainsin, safsın, s...olup gidebilirsin. Özelciliğin İslamcılığa yaptığı en büyük kötülük de bu oldu gibi. Bütün ümmet coğrafyasını kuşatan tanımlara sahip bir fikriyatı Türk ulusalcılığı boyutuna indirgedi. Hatta neredeyse kemalist ulusalcılığa abdest aldırıp genç Türklere yutturdu. Bu illetin tedavisi kemalizmin tedavisinden bile daha güç geliyor bana. Çünkü bunun kurdu gövdenin içine daha çok girdi.
Bitirirken, İsmet Özel'in, belki artık İsmet Özel'in dahi hatırlamadığı satırlarından birkaçını paylaşmak istiyorum. Kimbilir? Türk-Türkiyeli tartışmalarına mâziden zayıf bir ışık tutabilir. Şöyle diyor İsmet Özel: "(...) Türk insanı (dikkatle ve titizlikle belirtmeli ki bu tamlama biyolojik değil kültürel bir mevcudiyeti vurgulamak için kullanılmaktadır) dünyada doğan yeni şartlar karşısında aslî yerini koruma ve temayüz ettirme kaygısını taşımıştır. Belki bu insan tipine 'Türkiyeli Müslüman' demek daha uygundur. Ancak yapacağımız her adlandırma yaraştığı yere denk düşmekten uzak kalacaktır. Çünkü sözünü etmeye çalıştığımız insan tipi kendini tanımlamadığı kadar etkinliğini sürdürmektedir ve metafizik alandaki yerini bir çırpıda bulabilme çabasıyla kendisine Yaratıcısı tarafından verilen ismi bütün kapsamıyla benimsemekte, 'Müslüman' kalmaktadır."
Cemaatsiznurcu
yenirenkler@gmail.com
25 Ağustos 2025 Pazartesi
10 Ağustos 2025 Pazar
Allah'a 'baba' denir mi?
“Rahmân evlat edindi, dediler. Tenzih ederiz O Subhan'ı. Doğrusu onlar ikram olunmuş kullardır.”
(Enbiya sûresi, 26)
Geçtiğimiz gün sosyalmedyada bir tartışma döndü. Ebrar Akbulut Hanım'ın Diyanet TV'de katıldığı bir programda Kâmuran Şipal'in Dua Çiçeği kitabından yaptığı alıntı kamuyu ikiye böldü. Bir kısmı 'Allah baba' ifadesindeki kastın kötü olmadığını söyledi. Diğer bir kısım da ifadeyi tehlikeli buldu. Müfritlerin ifratı kendine... Fakat bu vesileyle ben de mevzua dair tefekkürlerimi dilegetirmek istedim. Tevfik Allah'tan. Hamd da yalnızca Ona. Bismillah her hayrın başıdır. Bismillah...
Şöyle bir yerden başlayalım arkadaşım: Enbiya sûresinde, "Rahman evlat edindi" diyenlere cevap verilirken, Cenab-ı Hakkın Subhaniyet’i hatırlatılır. Tekrar tekrar dikkat kesinilesi bir hikmettir bu. Evet. Bir isimle/isimde şaşıranlara diğer bir isim anımsatılır. Bir sıfatla/sıfatta şaşıranlara başka bir sıfat çağrıştırılır. Meallendirmeye çalışanlar da ifadeyi bir nebze tefsir ederler bazen. Subhaniyetin içeriğini açıklarlar. Allah razı olsun. Bu 'beraberlik' neden gereklidir peki? Çünkü Allah sadece Rahman değildir. Ya? 'Rahman' ve de 'Subhan’dır. Rahmanlığı düşünülürken Subhaniyeti de mutlaka akılda tutulmalıdır.
Yani 'sanki buyrulmaktadır ki' arkadaşım: Haydi, Allah'a, Rahmaniyeti itibariyle, galat olarak bu kusuru yakıştırdınız, tamam, ama unuttuğunuz birşey var: Rahmaniyetiyle, o sonsuz şefkatiyle, evlat edinmeye müsait gördüğünüz Hüda sadece Rahman değildir. Aynı zamanda Subhaniyeti de vardır. Ve Subhaniyeti iktiza eder ki onda böyle nakiseler bulunmasın. Böyle ihtiyaçlardan müberra olsun. Çünkü, çocuk edinmek, evlada ihtiyaç duymak, eksiklik emaresidir.
Biricikliğinde istiğnası olmayan, yetinemeyen, eksik kalan evlat hasreti duyar. Yalnızlığa dayanamayan ikincisini arar. Allah’sa Samediyet sahibidir. Herşey Ona muhtaçken O hiçbirşeye muhtaç değildir. İlah ancak böyle olur. Böyle olmayan ilah da olamaz. Yarattığına ihtiyaç duymak tezattır. Öyleyse, eğer o ismin manasını da hatırda tutsaydınız, dengeyi bulurdunuz. Dengeyi bulmak tek isimde ifrat yorumlara girişmekle olmaz. Parçayı bütüne galip getirmekle olmaz. Bütünün manasını elden geldiğince kuşanarak, tefekkür ederek, hatırda tutarak, olur. İstikamet külliyete hâkimiyetle tebellür eder.
Zaten Bediüzzaman Hazretlerinin de, hassaten Kur’an’daki fezlekeler üzerinden, Esmaü’l-Hüsna hakkında şöyle bir tefekkür geliştirdiğini zannediyorum: Cenab-ı Hakkın, güzel isimlerini yalnız yalnız, tek tek, ayrık ayrık zikretmektense, ikili terkipler şeklinde vahyetmesinin ‘isimlerin beraber okunması’ veya ‘biri anılırken ötekinin de unutulmaması’ anlamında bir mesaj içerdiğini düşünüyor. Evet, böylesi bir hikmetin ardına düşmüş olmalı ki, uyanışının meyvesi olarak da bir yerde diyor:
“Belki herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ: Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir.” Bunu Sözler’de diyor. Daha önce telif ettiği Mesnevî-i Nuriye’de ise daha başka birşeyi dilegetiriyor: “Kezâlik, Esmâ-i İlâhiye’den bir hüceyreye veya bir mikroba tecellî eden bir isim, kâinatı ihata eden isim ile müttehiddir. Çünkü müsemmâları birdir. Meselâ: Bütün kâinata taalluk ve tecellî eden Alîm ismiyle bir zerreye taallûk eden Hâlık ismi, müsemmâda müttehiddirler.”
Sair metinlerinde de mezkûr geçişgenliğin derslerini görüyoruz:
“Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü’l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef’âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san’atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır.”
Uzatmayayım, Risale-i Nur’u bu gözle şöyle bir karıştırsanız, bahsettiğim şeye birçok misal siz de gösterebilirsiniz. Hatta Sanî-i Hakîm, Halık-ı Kerîm, Kadîr-i Rahîm vs. gibi terkipleri sıkça kullanması da buna delil sayabilirsiniz. Elhamdülillah. Doğrusu, itiraf ederim, Risale-i Nur'u okuyana kadar, Kur’an’daki bu ‘isim birliktelikleri’ne gereğince dikkat etmemiştim. Yani bu birliktelikte bir hikmet olabileceğini düşünmemiştim. Onları tek tek düşünüyordum. Kopuk kopuk tefekkür ediyordum. Birlikteliklerinden görünen büyük resme bak(a)mıyordum. Adacıklar gibi tahayyül ediyordum. Sıradağlar gibi tasavvur etmiyordum. Geçişlere uyanamıyordum. Bir ahenk kollamıyordum. Tarifleri birbirleriyle konuşmazlardı.
‘Adacıklar’ demekle kastettiğim ise, arkadaşım, Kon-Tiki kitabında Thor Heyerdahl’ın gözümü açtığı birşey. O bunu ‘bilimin branşlaşmasındaki handikap’ hakkında kullanıyor. Uzmanlaşmaların ‘diğer alanlara körleşmeyi’ getirdiğini belirtiyor. Bu tehlikenin modern dünyanın önündeki en büyük tehlikelerden birisi olduğuna dikkat çekiyor:
“Uzmanlara saygı duymayı ama onların yeterlilikleri konusunda uyanık olmayı küçük yaşta öğrenmiştim. Bir insan bir alanda kendisini ne kadar geliştirirse başka alanlarda o kadar bilgisiz demekti. Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli, genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor. Bu nedenle uzmanların akılalmaz bilgisizlikler göstermeleri, ortak kuramlar arasında büyük boşluklar oluşması, ama hiç kimsenin onların uzmanlıklarını sorgulayamaması gibi bir durum çıkıyor ortaya.”
Bence şirkin teolojisi de isimler/tanımlar arasındaki bu kopukluktan besleniyor. Bütünselliği/külliliği sezemeyenler tevhid mülkünü parsel parsel dağıtıyorlar. Lütfen Esmaü'l-Hüsna'ya dair tefekkürlerinize tekrar bakın. Bu tanımlar ‘aynı zatın isimlerinden bahsettiklerini’ ne kadar hissettiriyorlar? Bir ismin tanımını/tarifini öğrendiğiniz zaman, diğer isim ondan kopuk, yabancınız bir adacık olarak mı kalıyor? Yoksa tanımdan tanıma geçiş yapabilecek kapıları açık bulabiliyor musunuz? Zihniniz oraları nasıl adımlıyor? Geçişler yapabiliyor mu? Başka isimler bulabiliyor mu? Sahi isimleri nasıl öğreniyorsunuz?
Esmaü'l-Hüsna’yı bu şekilde, yani ada ada, kavramaya çalışmak tam bir ezbercilikti. Başaramadım da zaten. Çünkü 99 ayrı şeyi ezberliyordum. ‘Birbirine bakan şen ve namları olan’ 99 şeyi değil. Ayrı sarayın 99 kapısını değil. Balık tutmuyordum sizin anlayacağınız. Hazır tutulmuş balıklarla beslenmeye alışmıştım. Aynı Zat’ın isimleri gibi öğrenmiyordum onları. 99 farklı şeyi, sorulunca cevap vermek için, hafızamdan kopya çekiyordum. Hiçbir isim başka bir ismin burcunda yüzüme bakmıyordu. Tefekkür koridorlarının bütün yan kapıları kilitliydi. Bir yerden ötekine geçilmiyordu. Zeka yürüyemiyordu. Bunu görüyordum. Fakat şeffafiyeti kendi başıma görebilmem zordu. Bir irşad lazımdı.
Şimdi bu pencereden bakınca nur talebelerinin üzerinde bir vazife daha olduğunu düşünmekteyim. Bir Esma Sözlüğü oluşturmak, ama Bediüzzaman’ın ders verdiği gibi, isimden isime baktırır bir sözlük. Birinden diğeri geçişi öğreten bir sözlük. Buna alıştıran, zihinde refleks haline getiren, yollarını kolaylaştıran bir lügatçe: “İşte, Sâni-i Zülcelâl, bütün masnuatını öyle bir tarzda yapmış ki, ekserisi, hususan zîhayat kısmı, çok esmâ-i İlâhiyeyi okutturur. Güya herbir masnuuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış; her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmasını yazmış.”
Biz böyle bir sözlüğü de çalışmalıyız. Esma’dan herbirisini birer adacık, bütünden kopuk parçacıklar olarak değil, ‘geçiş tefekkürünü de ders verecek şekilde bir sözlük’ hazırlamalıyız. Hak Teala’nın Furkan-ı Hakîm’inde bu tarz birlikteliği sık kullanması, Bediüzzaman’ın mezkûr geçişin sağlıklı tefekkür için şart olduğunu öğretmesi, birer işaret taşı olmalı. Günü gelince bir nur talebesi yapar inşaallah. Güncenilmesin. Hayalimi yazıyorum. Hayal de duadır. Dua da hayaldir. Yazımı bir dua olarak bıraktım. Duamı bir yazı olarak bıraktım. Eğer kabule kârin ise, elbette, böyle bir tedrisin de yolu açılacaktır.
(Enbiya sûresi, 26)
Geçtiğimiz gün sosyalmedyada bir tartışma döndü. Ebrar Akbulut Hanım'ın Diyanet TV'de katıldığı bir programda Kâmuran Şipal'in Dua Çiçeği kitabından yaptığı alıntı kamuyu ikiye böldü. Bir kısmı 'Allah baba' ifadesindeki kastın kötü olmadığını söyledi. Diğer bir kısım da ifadeyi tehlikeli buldu. Müfritlerin ifratı kendine... Fakat bu vesileyle ben de mevzua dair tefekkürlerimi dilegetirmek istedim. Tevfik Allah'tan. Hamd da yalnızca Ona. Bismillah her hayrın başıdır. Bismillah...
Şöyle bir yerden başlayalım arkadaşım: Enbiya sûresinde, "Rahman evlat edindi" diyenlere cevap verilirken, Cenab-ı Hakkın Subhaniyet’i hatırlatılır. Tekrar tekrar dikkat kesinilesi bir hikmettir bu. Evet. Bir isimle/isimde şaşıranlara diğer bir isim anımsatılır. Bir sıfatla/sıfatta şaşıranlara başka bir sıfat çağrıştırılır. Meallendirmeye çalışanlar da ifadeyi bir nebze tefsir ederler bazen. Subhaniyetin içeriğini açıklarlar. Allah razı olsun. Bu 'beraberlik' neden gereklidir peki? Çünkü Allah sadece Rahman değildir. Ya? 'Rahman' ve de 'Subhan’dır. Rahmanlığı düşünülürken Subhaniyeti de mutlaka akılda tutulmalıdır.
Yani 'sanki buyrulmaktadır ki' arkadaşım: Haydi, Allah'a, Rahmaniyeti itibariyle, galat olarak bu kusuru yakıştırdınız, tamam, ama unuttuğunuz birşey var: Rahmaniyetiyle, o sonsuz şefkatiyle, evlat edinmeye müsait gördüğünüz Hüda sadece Rahman değildir. Aynı zamanda Subhaniyeti de vardır. Ve Subhaniyeti iktiza eder ki onda böyle nakiseler bulunmasın. Böyle ihtiyaçlardan müberra olsun. Çünkü, çocuk edinmek, evlada ihtiyaç duymak, eksiklik emaresidir.
Biricikliğinde istiğnası olmayan, yetinemeyen, eksik kalan evlat hasreti duyar. Yalnızlığa dayanamayan ikincisini arar. Allah’sa Samediyet sahibidir. Herşey Ona muhtaçken O hiçbirşeye muhtaç değildir. İlah ancak böyle olur. Böyle olmayan ilah da olamaz. Yarattığına ihtiyaç duymak tezattır. Öyleyse, eğer o ismin manasını da hatırda tutsaydınız, dengeyi bulurdunuz. Dengeyi bulmak tek isimde ifrat yorumlara girişmekle olmaz. Parçayı bütüne galip getirmekle olmaz. Bütünün manasını elden geldiğince kuşanarak, tefekkür ederek, hatırda tutarak, olur. İstikamet külliyete hâkimiyetle tebellür eder.
Zaten Bediüzzaman Hazretlerinin de, hassaten Kur’an’daki fezlekeler üzerinden, Esmaü’l-Hüsna hakkında şöyle bir tefekkür geliştirdiğini zannediyorum: Cenab-ı Hakkın, güzel isimlerini yalnız yalnız, tek tek, ayrık ayrık zikretmektense, ikili terkipler şeklinde vahyetmesinin ‘isimlerin beraber okunması’ veya ‘biri anılırken ötekinin de unutulmaması’ anlamında bir mesaj içerdiğini düşünüyor. Evet, böylesi bir hikmetin ardına düşmüş olmalı ki, uyanışının meyvesi olarak da bir yerde diyor:
“Belki herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ: Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir.” Bunu Sözler’de diyor. Daha önce telif ettiği Mesnevî-i Nuriye’de ise daha başka birşeyi dilegetiriyor: “Kezâlik, Esmâ-i İlâhiye’den bir hüceyreye veya bir mikroba tecellî eden bir isim, kâinatı ihata eden isim ile müttehiddir. Çünkü müsemmâları birdir. Meselâ: Bütün kâinata taalluk ve tecellî eden Alîm ismiyle bir zerreye taallûk eden Hâlık ismi, müsemmâda müttehiddirler.”
Sair metinlerinde de mezkûr geçişgenliğin derslerini görüyoruz:
“Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü’l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef’âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san’atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır.”
Uzatmayayım, Risale-i Nur’u bu gözle şöyle bir karıştırsanız, bahsettiğim şeye birçok misal siz de gösterebilirsiniz. Hatta Sanî-i Hakîm, Halık-ı Kerîm, Kadîr-i Rahîm vs. gibi terkipleri sıkça kullanması da buna delil sayabilirsiniz. Elhamdülillah. Doğrusu, itiraf ederim, Risale-i Nur'u okuyana kadar, Kur’an’daki bu ‘isim birliktelikleri’ne gereğince dikkat etmemiştim. Yani bu birliktelikte bir hikmet olabileceğini düşünmemiştim. Onları tek tek düşünüyordum. Kopuk kopuk tefekkür ediyordum. Birlikteliklerinden görünen büyük resme bak(a)mıyordum. Adacıklar gibi tahayyül ediyordum. Sıradağlar gibi tasavvur etmiyordum. Geçişlere uyanamıyordum. Bir ahenk kollamıyordum. Tarifleri birbirleriyle konuşmazlardı.
‘Adacıklar’ demekle kastettiğim ise, arkadaşım, Kon-Tiki kitabında Thor Heyerdahl’ın gözümü açtığı birşey. O bunu ‘bilimin branşlaşmasındaki handikap’ hakkında kullanıyor. Uzmanlaşmaların ‘diğer alanlara körleşmeyi’ getirdiğini belirtiyor. Bu tehlikenin modern dünyanın önündeki en büyük tehlikelerden birisi olduğuna dikkat çekiyor:
“Uzmanlara saygı duymayı ama onların yeterlilikleri konusunda uyanık olmayı küçük yaşta öğrenmiştim. Bir insan bir alanda kendisini ne kadar geliştirirse başka alanlarda o kadar bilgisiz demekti. Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli, genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor. Bu nedenle uzmanların akılalmaz bilgisizlikler göstermeleri, ortak kuramlar arasında büyük boşluklar oluşması, ama hiç kimsenin onların uzmanlıklarını sorgulayamaması gibi bir durum çıkıyor ortaya.”
Bence şirkin teolojisi de isimler/tanımlar arasındaki bu kopukluktan besleniyor. Bütünselliği/külliliği sezemeyenler tevhid mülkünü parsel parsel dağıtıyorlar. Lütfen Esmaü'l-Hüsna'ya dair tefekkürlerinize tekrar bakın. Bu tanımlar ‘aynı zatın isimlerinden bahsettiklerini’ ne kadar hissettiriyorlar? Bir ismin tanımını/tarifini öğrendiğiniz zaman, diğer isim ondan kopuk, yabancınız bir adacık olarak mı kalıyor? Yoksa tanımdan tanıma geçiş yapabilecek kapıları açık bulabiliyor musunuz? Zihniniz oraları nasıl adımlıyor? Geçişler yapabiliyor mu? Başka isimler bulabiliyor mu? Sahi isimleri nasıl öğreniyorsunuz?
Esmaü'l-Hüsna’yı bu şekilde, yani ada ada, kavramaya çalışmak tam bir ezbercilikti. Başaramadım da zaten. Çünkü 99 ayrı şeyi ezberliyordum. ‘Birbirine bakan şen ve namları olan’ 99 şeyi değil. Ayrı sarayın 99 kapısını değil. Balık tutmuyordum sizin anlayacağınız. Hazır tutulmuş balıklarla beslenmeye alışmıştım. Aynı Zat’ın isimleri gibi öğrenmiyordum onları. 99 farklı şeyi, sorulunca cevap vermek için, hafızamdan kopya çekiyordum. Hiçbir isim başka bir ismin burcunda yüzüme bakmıyordu. Tefekkür koridorlarının bütün yan kapıları kilitliydi. Bir yerden ötekine geçilmiyordu. Zeka yürüyemiyordu. Bunu görüyordum. Fakat şeffafiyeti kendi başıma görebilmem zordu. Bir irşad lazımdı.
Şimdi bu pencereden bakınca nur talebelerinin üzerinde bir vazife daha olduğunu düşünmekteyim. Bir Esma Sözlüğü oluşturmak, ama Bediüzzaman’ın ders verdiği gibi, isimden isime baktırır bir sözlük. Birinden diğeri geçişi öğreten bir sözlük. Buna alıştıran, zihinde refleks haline getiren, yollarını kolaylaştıran bir lügatçe: “İşte, Sâni-i Zülcelâl, bütün masnuatını öyle bir tarzda yapmış ki, ekserisi, hususan zîhayat kısmı, çok esmâ-i İlâhiyeyi okutturur. Güya herbir masnuuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış; her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmasını yazmış.”
Biz böyle bir sözlüğü de çalışmalıyız. Esma’dan herbirisini birer adacık, bütünden kopuk parçacıklar olarak değil, ‘geçiş tefekkürünü de ders verecek şekilde bir sözlük’ hazırlamalıyız. Hak Teala’nın Furkan-ı Hakîm’inde bu tarz birlikteliği sık kullanması, Bediüzzaman’ın mezkûr geçişin sağlıklı tefekkür için şart olduğunu öğretmesi, birer işaret taşı olmalı. Günü gelince bir nur talebesi yapar inşaallah. Güncenilmesin. Hayalimi yazıyorum. Hayal de duadır. Dua da hayaldir. Yazımı bir dua olarak bıraktım. Duamı bir yazı olarak bıraktım. Eğer kabule kârin ise, elbette, böyle bir tedrisin de yolu açılacaktır.
Bitirirken başlangıç noktamıza da bir atıf yapalım: Çocuklara Allah'ı sevdirmek amacıyla yapılan çalışmaların da bu Esmaü'l-Hüsna dengesine dikkat etmesi gerekir. Evet. "Ne de olsa sonuçta fayda hâsıl olacak!" diye düşünüp 'Allah baba' gibi terkiplere girilmemesi lazım gelir. Zira bu terkipler aynı zamanda tefekkür kapılarıdır. Yanlış kapılardan giren yanlışını büyütür. Tenzihe dikkat etmeyen teşbihe düşer. Teşbihe düşen şirke kapı aralar. Durulması gereken yerlerde mü'min taş kesilmelidir. Müslümanlar Allah'ın rahmetini anlatırken böyle sınırları geçmemeye dikkat ederler. Akaid âlimlerimiz bizi bu konularda çok uyarırlar. Zira bizzat Kur'an-ı Hakîm 'böylesi eşiklerin aşılmamasını' emretmiştir. Yani, arkadaşım, Allah adına reddetmiştir. O yüzden 'fayda cerbezesine' kanmamalı, Hüda'yı kendisini târif ettiği gibi tarifle yetinmeli, ifratlardan sakınılmalıdır. Cenab-ı Hak rüşdümüzü bize ilham eylesin. Ayaklarımızı hidayetinin yolundan ayırmasın. Âmin. Âmin. Âmin.
5 Ağustos 2025 Salı
Allah'ın kudretinin sonsuz olduğunu nereden biliyoruz?
Vaktiyle sorulmuştu bana: "Kainat ne kadar geniş olursa olsun nihayetinde mahluktur. Yani sınırlıdır. Başlangıcı-sonu vardır. Biz ölçemesek de 'ölçülebilir bir büyüklüğü' vardır. Sonsuz değildir. 'Sonsuz olmayanı açıklamak için gerekecek kuvvet de sonsuz olmamalı...' diye düşünüyorum. O halde biz Allah'ın kudretinin sonsuzluğu fikrine nereden varıyoruz?" Doğrusu sorusunu duyana kadar üzerine düşündüğüm bir konu değildi. Ben de sual sahibinden iletişim bilgileriyle birlikte zaman istedim. "Üstüne biraz düşüneyim!" dedim. Sağolsun, insaflı birisiydi, müsaade etti. Düşündüm. Hüda Furkan'ında 'uğruna cihad edenlere hidayetiyle yardım edeceğini' vaadediyor. Elhamdülillah. Ben de bir cevaba hidayet edildim. Şimdi o cevabı sizlerle de paylaşmak istiyorum. Belki başkalarına da bir faydası dokunur.
Öncelikle şu inceliğe dikkatinizi çekmek isterim: Yaratılanın sınırlı olması yaratışa gereken kudretin de sınırlı olması gerektiğini söylemez bize. Çünkü yaratılış ölçülebilir birşey değildir. Evet. Mahlukattan olan bizler için dünyada yapageldiğimiz şeylere sarfolunan kuvvetin bir ölçüsü vardır. Fakat bu sarfedişlerden hiçbirisi yaratış değildir. Sadece vesileliktir. Ona verdiğimiz emek ancak duası hükmüne geçer. Yaratılışının asıl sebebi olmaz. Zaten, hâşâ, yaratılışın asıl sebebi emeğimiz olsa o şeyin Rabbi biz olurduk. Öyle değiliz. Hiç öyle değiliz. Zira yaratılış için gerekli olan levazımı karşılıyor değiliz. Biz sadece irademize bırakılmış kısımda küçük bir kisbcikte bulunuyoruz.
Tarlayı ekiyoruz-suluyoruz. Tamam. Fakat mahsûlün yaratılışı bizim tarlaya verdiğimiz emekten çok daha komplike bir iş. Biz bir bitki yaratmıyoruz. Yaratılış sürecinde irademize bırakılmış kısma müsbet manada dahil oluyoruz. Eğer dahil olmasaydık, bu bir menfilik olurdu, yaratılış gerçekleşmeyince sorumluluğu bize aitti. Fakat yaratıldığında yaratılmanın her köşesini/detayını biz karşılamadığımız için onu sahiplenemeyiz. O yüzden varoluşta 'halk/hayır' Allah'a aittir. Eğer o şeyden bir şer vûkû buluyorsa sorunun adresi eksik kisbimizdir.
Yaratmak, hem vücuda gelişin, hem de vücudda kalışın bütün şartlarını karşılamakla mümkün olur. Bir arabayı yaratan, hâşâ, onu galeriden satın alan olamaz. Bir arabayı yaratan, hâşâ, onu üreten fabrika da olamaz. Çünkü bir arabanın varda kalışı kainatın varoluşundan sonuna kadar devam eden bütün yasaların işlemeye devam etmesiyle ilgilidir. İnternette alışveriş yapmakla aldığınız ürünün yaratanı olamazsınız. İnsanın bu âlemdeki eyleyişleri de 'internet tıklaması' mesabesindedir. Fizik, kimya, biyoloji vs. sahalarda kurulmuş, hep de işleyen, bir sistemin devamlılığıyla oluşlar gerçekleşmektedir. O nedenle kendi 'ölçebilirliğimiz' ile 'vücuda gelişi' karıştırmamak gerekir. Biz gerçek manada bir yaratış için ne kadar kuvvet/kudret gerekir bilmiyoruz. Sadece kisbler için gereken kuvveti kendimizce ölçüyoruz.
'Kisb Matematiği' ile yaratılışı ölçmek bu manada doğru sonucu vermeyecektir. Bunu şöyle bir misalle de açmak istiyorum: Beş kiloluk un paketini kaldırmam için gereken kuvveti hesapladığımızı düşünelim. Bu kuvveti ölçebildiğim anda 'daha azlarını' veya 'çoklarını' ölçebilmek için bana bir yol açılır. Yahut da bir arabanın kilometrede tükettiği yakıtı hesaplayabildiğimde bin, onbin, yüzbin vs. kilometreyi hesaplamak artık benim için güç değildir. Fakat, dikkat ederseniz, ben burada hep 'var ile var' arasında kıyaslama yapıyorum. Yani elimde bir 'vücud' var. O vücuda dair hesaplamama yaslanarak ikinci bir vücudun 'Kisb Matematiği'nde gerektirdiği şeyi ölçüyorum. Lakin aynı hesabı 'hiç' ile 'var' arasında yapabiliyor değilim. Yani 'Beş kilo için şu kadarsa on kilo için de bu kadar...' demem mümkün olabiliyor. Fakat "Hiçten vara çıkmak için ne kadar gerekiyor?" sorusuna cevap bulamıyorum. Çünkü hiç ile var arasındaki mesafeyi ölçmem mümkün değil. O mesafe benim için sonsuzluk. Yok ile var arasındaki bu mesafe, yani yaratılış, bir sonsuzluk olduğu için gereken kudret de sonsuz olmalı.
Hatta, bu makamda el-Halık ismi tefekküründen el-Kayyum ismi tefekkürüne bir geçiş yaparsak, şu uyanışı da yaşarız: Belki de hiçin varda kalabilmesi için hep varda tutulması lazımdır? 'Belki de...' dedim, ziyade ettim, öyle olmalıdır. Yani, Allah'ın 'Ol!' dediği şey Onun kudretinden bağımsız bir müstakillik kazanmamaktadır. Biz bir masa yaptığımızda, biz yanında olmasak da, ilgilenmesek de, hatta ölsek de o masa varolmaya devam eder. Ancak Allah herşeyi heran varlıkta tutmasa hiçbirşey varlıkta kalamaz. Yani hiçbirşey Allah'a karşı müstağni değildir. O hepsine karşı müstağnidir. Herşey Onun yaratmasıyla varlığa çıkar ve yaratmaya devam etmesiyle varlıkta kalır. Çünkü hiçbirşey kendisini yokluktan varlığa çıkaracak kuvvete sahip değildir. Temsilde hata olmasın: Varlığın varlığa çıkışı bir projektörden perdeye yansıyan görüntünün varlığı gibidir. Projektör yansıtmayı kestiği anda varlığı hiçliğe gider. el-Kâdir'in kudretiyle bizim ilişkimiz de bunun gibidir. Bizden esmasının, sıfatlarının, şuunatının ilgisini bir kesse anında hiçliğe gideriz. Çünkü zaten o alakayla ancak varlıktayız.
İnşaallah ifade edebilmişimdir. Madde varlığı itibariyle sınırlıdır. Ancak hiçlikten gelişi itibariyle sınırsızdır. Yani hiçlikten varlığa gelişi için gereken kudret matematiğe sığdırılamaz. Hiç ile var arasındaki mesafe hesaplanamaz. Bizi Allah'ın kudretinin, ilminin, iradesinin vs. sonsuzluğu imanına götüren şeylerden birisi de budur. Tabii nasslarımızda da çokça delili vardır. Ben onlara gitmedim. O zamanki muhatabım nasslarla ikna olabilecek birisi değildi. Bana "Aklen bunun izahı var mı?" gibisinden sormuştu. Ben de aşağı-yukarı yukarıda size söylediğim şeyleri kendisine mail olarak yazıp attım. 'Cevabın kendi içinde tutarlı olduğunu' kabul ettiğini söyledi. Sonra irtibatımız olmadı. Bilmiyorum Hüda hidayet lütfetti mi? Doğrusu cevaplar da hidayetin garantisi olamıyor. Allah o nuru ancak seçtiği kalpte yakıyor. Dua edelim de, arkadaşım, el-Hâdi olan Rabbimiz hidayet nurunun tecellisini kalbimizden hiç çekmesin. O parıltılar hiç geçmesin. Âmin.
Öncelikle şu inceliğe dikkatinizi çekmek isterim: Yaratılanın sınırlı olması yaratışa gereken kudretin de sınırlı olması gerektiğini söylemez bize. Çünkü yaratılış ölçülebilir birşey değildir. Evet. Mahlukattan olan bizler için dünyada yapageldiğimiz şeylere sarfolunan kuvvetin bir ölçüsü vardır. Fakat bu sarfedişlerden hiçbirisi yaratış değildir. Sadece vesileliktir. Ona verdiğimiz emek ancak duası hükmüne geçer. Yaratılışının asıl sebebi olmaz. Zaten, hâşâ, yaratılışın asıl sebebi emeğimiz olsa o şeyin Rabbi biz olurduk. Öyle değiliz. Hiç öyle değiliz. Zira yaratılış için gerekli olan levazımı karşılıyor değiliz. Biz sadece irademize bırakılmış kısımda küçük bir kisbcikte bulunuyoruz.
Tarlayı ekiyoruz-suluyoruz. Tamam. Fakat mahsûlün yaratılışı bizim tarlaya verdiğimiz emekten çok daha komplike bir iş. Biz bir bitki yaratmıyoruz. Yaratılış sürecinde irademize bırakılmış kısma müsbet manada dahil oluyoruz. Eğer dahil olmasaydık, bu bir menfilik olurdu, yaratılış gerçekleşmeyince sorumluluğu bize aitti. Fakat yaratıldığında yaratılmanın her köşesini/detayını biz karşılamadığımız için onu sahiplenemeyiz. O yüzden varoluşta 'halk/hayır' Allah'a aittir. Eğer o şeyden bir şer vûkû buluyorsa sorunun adresi eksik kisbimizdir.
Yaratmak, hem vücuda gelişin, hem de vücudda kalışın bütün şartlarını karşılamakla mümkün olur. Bir arabayı yaratan, hâşâ, onu galeriden satın alan olamaz. Bir arabayı yaratan, hâşâ, onu üreten fabrika da olamaz. Çünkü bir arabanın varda kalışı kainatın varoluşundan sonuna kadar devam eden bütün yasaların işlemeye devam etmesiyle ilgilidir. İnternette alışveriş yapmakla aldığınız ürünün yaratanı olamazsınız. İnsanın bu âlemdeki eyleyişleri de 'internet tıklaması' mesabesindedir. Fizik, kimya, biyoloji vs. sahalarda kurulmuş, hep de işleyen, bir sistemin devamlılığıyla oluşlar gerçekleşmektedir. O nedenle kendi 'ölçebilirliğimiz' ile 'vücuda gelişi' karıştırmamak gerekir. Biz gerçek manada bir yaratış için ne kadar kuvvet/kudret gerekir bilmiyoruz. Sadece kisbler için gereken kuvveti kendimizce ölçüyoruz.
'Kisb Matematiği' ile yaratılışı ölçmek bu manada doğru sonucu vermeyecektir. Bunu şöyle bir misalle de açmak istiyorum: Beş kiloluk un paketini kaldırmam için gereken kuvveti hesapladığımızı düşünelim. Bu kuvveti ölçebildiğim anda 'daha azlarını' veya 'çoklarını' ölçebilmek için bana bir yol açılır. Yahut da bir arabanın kilometrede tükettiği yakıtı hesaplayabildiğimde bin, onbin, yüzbin vs. kilometreyi hesaplamak artık benim için güç değildir. Fakat, dikkat ederseniz, ben burada hep 'var ile var' arasında kıyaslama yapıyorum. Yani elimde bir 'vücud' var. O vücuda dair hesaplamama yaslanarak ikinci bir vücudun 'Kisb Matematiği'nde gerektirdiği şeyi ölçüyorum. Lakin aynı hesabı 'hiç' ile 'var' arasında yapabiliyor değilim. Yani 'Beş kilo için şu kadarsa on kilo için de bu kadar...' demem mümkün olabiliyor. Fakat "Hiçten vara çıkmak için ne kadar gerekiyor?" sorusuna cevap bulamıyorum. Çünkü hiç ile var arasındaki mesafeyi ölçmem mümkün değil. O mesafe benim için sonsuzluk. Yok ile var arasındaki bu mesafe, yani yaratılış, bir sonsuzluk olduğu için gereken kudret de sonsuz olmalı.
Hatta, bu makamda el-Halık ismi tefekküründen el-Kayyum ismi tefekkürüne bir geçiş yaparsak, şu uyanışı da yaşarız: Belki de hiçin varda kalabilmesi için hep varda tutulması lazımdır? 'Belki de...' dedim, ziyade ettim, öyle olmalıdır. Yani, Allah'ın 'Ol!' dediği şey Onun kudretinden bağımsız bir müstakillik kazanmamaktadır. Biz bir masa yaptığımızda, biz yanında olmasak da, ilgilenmesek de, hatta ölsek de o masa varolmaya devam eder. Ancak Allah herşeyi heran varlıkta tutmasa hiçbirşey varlıkta kalamaz. Yani hiçbirşey Allah'a karşı müstağni değildir. O hepsine karşı müstağnidir. Herşey Onun yaratmasıyla varlığa çıkar ve yaratmaya devam etmesiyle varlıkta kalır. Çünkü hiçbirşey kendisini yokluktan varlığa çıkaracak kuvvete sahip değildir. Temsilde hata olmasın: Varlığın varlığa çıkışı bir projektörden perdeye yansıyan görüntünün varlığı gibidir. Projektör yansıtmayı kestiği anda varlığı hiçliğe gider. el-Kâdir'in kudretiyle bizim ilişkimiz de bunun gibidir. Bizden esmasının, sıfatlarının, şuunatının ilgisini bir kesse anında hiçliğe gideriz. Çünkü zaten o alakayla ancak varlıktayız.
İnşaallah ifade edebilmişimdir. Madde varlığı itibariyle sınırlıdır. Ancak hiçlikten gelişi itibariyle sınırsızdır. Yani hiçlikten varlığa gelişi için gereken kudret matematiğe sığdırılamaz. Hiç ile var arasındaki mesafe hesaplanamaz. Bizi Allah'ın kudretinin, ilminin, iradesinin vs. sonsuzluğu imanına götüren şeylerden birisi de budur. Tabii nasslarımızda da çokça delili vardır. Ben onlara gitmedim. O zamanki muhatabım nasslarla ikna olabilecek birisi değildi. Bana "Aklen bunun izahı var mı?" gibisinden sormuştu. Ben de aşağı-yukarı yukarıda size söylediğim şeyleri kendisine mail olarak yazıp attım. 'Cevabın kendi içinde tutarlı olduğunu' kabul ettiğini söyledi. Sonra irtibatımız olmadı. Bilmiyorum Hüda hidayet lütfetti mi? Doğrusu cevaplar da hidayetin garantisi olamıyor. Allah o nuru ancak seçtiği kalpte yakıyor. Dua edelim de, arkadaşım, el-Hâdi olan Rabbimiz hidayet nurunun tecellisini kalbimizden hiç çekmesin. O parıltılar hiç geçmesin. Âmin.
31 Temmuz 2025 Perşembe
Ancak anahtarı kilidi için nimettir
Mürşidim diyor ki: "Evet, nimet içinde in'âm görünür, Rahmân'ın iltifatı hissedilir." Ben kendimce bu sözü şöyle tefekkür ediyorum: 'Nimetlenme' denilen hâdise asla parçalardan birisiyle açıklanamaz. Eğer ben birşeyden fayda aldıysam, bu, ikimiz arasında gözetilmiş bir alakadan kaynaklanabilir ancak. Sözgelimi: Anahtar-kilit ilişkisini düşünelim. 'Açılma-kilitlenme' denilen faydaları elde ediyorum anahtar-kilit ilişkisinden. Fakat bu faydayı elde edebilmemiz için 'anahtar' ile 'kilit'in birbirine uyumlu olması lazım. Yani, mesela, bir çorba kaşığını anahtar olarak kullanamam. Bir kürdanla da kilidi açmam mümkün değil. Haydi, 'Elimde anahtar var' diyelim, fakat anahtar o kilidin anahtarı olmazsa da 'açılma-kilitlenme' faydalarını elde edebilmem mümkün değil. Yani 'açılma-kilitlenme' nimetleri ancak anahtar-kilit düzeneğinin birbirine göre takdir edilmesiyle mümkün olabilir. Eğer anahtar kilide göreyse açılır. Eğer kilit anahtara göreyse kilitlenir. Kapımı güvenlikli bir şekilde kullanabilmem bu kapsama bağlı.
Yine, misal; anahtarı üreten başka bir firma, kilidi üreten başka bir firma olsaydı; ve bu iki firma 'ne üretecekleri' üzerine bir tevhide sahip olmasalardı; sonuçta ortaya çıkacak anahtar-kilit bana lazım gelen hizmeti vermeyecekti. Çünkü birbirleriyle uyumlu olmayacaklardı. O yüzden, eğer üzerine anlaşılmış bir standartlar dizisi yoksa, her ürünün birlikte çalıştırılacağı sair cihazlar aynı firmadan alınmaya çalışılır. Başka firmadan alırsanız uyumsuzluk yaşayabilirsiniz. Hatta bazen bu hassasiyet o kadar artar ki, vida bile vidaya benzemez, firmasının cihazından başkasına uymaz. İşte bütün bunlar, arkadaşım, bizi 'tevhide' imana doğru götürüyor. Uyum tevhidin delilidir. Ve şu kainatta herbirşey yine herbirşeyle birlikte çalışır-çalışabilir. Bu derece uyumlu olmaları da nimettir.
Yazıyı yazarken soluduğum hava kimbilir kaç yerde daha çalıştı benden önce? Yazmadan önce içtiğim su kimbilir daha nerelerde hizmet gördü? Birbirlerini yadırgamadan çalıştılar milyarlarca yıl boyunca. Bu muvaffakiyetli hizmetin bizi götüreceği yer tevhidden başkası olamaz. Zira tevhid ile ancak böylesi bir uyum sağlanabilir. Hepsini yaratan aynı Allah olduğu için parçalar birbirleriyle bu denli uyum içinde aynı fizik, kimya, biyoloji vs. dairelerinde çalışabilmektedirler. "Evet, nimet içinde in'âm görünür, Rahmân'ın iltifatı hissedilir..." cümlesi bu nokta-i nazarda da manidardır. Bütünü görür bir rahmet sahibinin iltifatı sayesinde şeyler arasında uyum gözetilmiş, bu uyumun bir tezahürü olarak da 'nimet' ortaya çıkmıştır. 'Nimet' bir yalnızlık sonucu oluşamaz. Yani, nimet varsa, yalnızlık yoktur. Yalnız olunmadığı için nimetlenilebilmiştir. Mutlak yalnızlık nimetin hitâmıdır.
Hatta 'anlamak' bile. Anlamak hem 'anlayacağı' hem 'anlaşılacağı' ister. Bunlar arasında uyum olmasını gerekli kılar. İnsan anlamak noktasında öyle bir merkeziyete sahiptir ki tüm kainatın idraki sanki onun üzerinden olmaktadır. Hatta, âdemoğlu, kainatın kendisini anlamasının da yoludur. Çünkü o da yaratıldığı âlemin parçasıdır. Her neyse arkadaşım. Mevzuu dallandırmayayım. Tefekkürümün icmali bu tür manalardan ibaretti. Hem dualar eder hem dualar beklerim. Cenab-ı Hak hidayetini kalbimizden ayırmasın. Onla uyumumuzu bozdurmasın. Âmin.
Yine, misal; anahtarı üreten başka bir firma, kilidi üreten başka bir firma olsaydı; ve bu iki firma 'ne üretecekleri' üzerine bir tevhide sahip olmasalardı; sonuçta ortaya çıkacak anahtar-kilit bana lazım gelen hizmeti vermeyecekti. Çünkü birbirleriyle uyumlu olmayacaklardı. O yüzden, eğer üzerine anlaşılmış bir standartlar dizisi yoksa, her ürünün birlikte çalıştırılacağı sair cihazlar aynı firmadan alınmaya çalışılır. Başka firmadan alırsanız uyumsuzluk yaşayabilirsiniz. Hatta bazen bu hassasiyet o kadar artar ki, vida bile vidaya benzemez, firmasının cihazından başkasına uymaz. İşte bütün bunlar, arkadaşım, bizi 'tevhide' imana doğru götürüyor. Uyum tevhidin delilidir. Ve şu kainatta herbirşey yine herbirşeyle birlikte çalışır-çalışabilir. Bu derece uyumlu olmaları da nimettir.
Yazıyı yazarken soluduğum hava kimbilir kaç yerde daha çalıştı benden önce? Yazmadan önce içtiğim su kimbilir daha nerelerde hizmet gördü? Birbirlerini yadırgamadan çalıştılar milyarlarca yıl boyunca. Bu muvaffakiyetli hizmetin bizi götüreceği yer tevhidden başkası olamaz. Zira tevhid ile ancak böylesi bir uyum sağlanabilir. Hepsini yaratan aynı Allah olduğu için parçalar birbirleriyle bu denli uyum içinde aynı fizik, kimya, biyoloji vs. dairelerinde çalışabilmektedirler. "Evet, nimet içinde in'âm görünür, Rahmân'ın iltifatı hissedilir..." cümlesi bu nokta-i nazarda da manidardır. Bütünü görür bir rahmet sahibinin iltifatı sayesinde şeyler arasında uyum gözetilmiş, bu uyumun bir tezahürü olarak da 'nimet' ortaya çıkmıştır. 'Nimet' bir yalnızlık sonucu oluşamaz. Yani, nimet varsa, yalnızlık yoktur. Yalnız olunmadığı için nimetlenilebilmiştir. Mutlak yalnızlık nimetin hitâmıdır.
Hatta 'anlamak' bile. Anlamak hem 'anlayacağı' hem 'anlaşılacağı' ister. Bunlar arasında uyum olmasını gerekli kılar. İnsan anlamak noktasında öyle bir merkeziyete sahiptir ki tüm kainatın idraki sanki onun üzerinden olmaktadır. Hatta, âdemoğlu, kainatın kendisini anlamasının da yoludur. Çünkü o da yaratıldığı âlemin parçasıdır. Her neyse arkadaşım. Mevzuu dallandırmayayım. Tefekkürümün icmali bu tür manalardan ibaretti. Hem dualar eder hem dualar beklerim. Cenab-ı Hak hidayetini kalbimizden ayırmasın. Onla uyumumuzu bozdurmasın. Âmin.
23 Temmuz 2025 Çarşamba
Kaç kutu kola bir F-16 eder?
Bilmiyorum daha ne kadar rezil olabiliriz? Ne kadar hiçe dönüşebiliriz? Ne kadar aşağılanabiliriz? Ne kadar kendi gözlerimizden düşebiliriz? İsrail bize ölümün her türlüsünü gösterdi. Üstüne bina yıktı. Gösterdi. Diri diri yaktı. Gösterdi. Esir alıp tecavüz etti. Gösterdi. Türlü işkence etti. Gösterdi. Hastane vurdu. Gösterdi. Okul vurdu. Gösterdi. Çadırları vurdu. Gösterdi. Yardım almaya gelenleri kurşunladı. Gösterdi. Sakat bıraktı. Sonra onu da öldürdü. Gösterdi. Çocuk öldürdü. Gösterdi. Kadın öldürdü. Gösterdi. İhtiyar öldürdü. Gösterdi. Bebek öldürdü. Gösterdi. Gösterdi. Gösterdi. Gösterdi. Gös...
Şimdi hepsinin üzerine Gazze'de 'açlıktan toplu ölümlerin de olacağı' söyleniyor. Yani bize bunu da gösterecek. Ve diyecek: "Ulan siz ne geniş adamlarmışsınız ki, kardeş dediklerinize bütün bunları geze geze, sindire sindire, yavaş yavaş, salına salına ettim de, bana bir kurşun atanınız çıkmadı, yuh adamlığınıza!" Böyle demesini-denmesini haklı buluyorum. Ağzımı açıp "Ama..." diyecek gücü dahi bulamıyorum. Hakettik. Hatta fazlasını da. Yine de Hüda'nın rahmetine sığınıyoruz. Mahşerde bu iş bizden nasıl sorulacak? Doğrusu korkuyoruz. Hiçbirşey yapmadan, gözüne fener tutulmuş tavşan gibi, amelsizce korkuyoruz. Korkulması gerekenden korkuyoruz. Gerçi korkmamamız gerekenlerde korkuyoruz ya... Neyse...
Ahirzamanda 'sayımızın çokluğuna rağmen' bizi 'suyun üstündeki çöp tanelerine' çeviren 'ölüm korkusu' ve 'dünya sevgisi' olacaktı. Biliyoruz. Fakat bilmek değiştirmeye yetmiyor. Aleyhissalatuvesselam Efendimizin 'vehn hadisi' ile haber verdiği hal, işte, başımıza geldi. Gayrı bahanenin de sonu gelmiyor. "Ekonomi kötü!" deniliyor. "Türkiye'ye saldıracaklar!" söyleniyor. "Asıl planın zaten üzerimize kurulu olduğu..." fısıldanıyor. Lâfa para sayan mı var? Hepsini duyuyoruz. Lakin insan başını yastığa koyunca hep aynı soru geliyor aklına: "Mahşer gününde Allah'a ne diyeceğiz?" Evet. Ne diyeceğiz? Bu bahaneleri söylediğimizde "Böyle olabileceği halde yine de yardım etmenizi bekliyordum!" derse ya? Ne cevap vereceğiz? Zaten cihad amelinin amacının 'böyle bedellere rağmen fedakârlıkta bulunmak olduğunu' söylerse? Nereye kaçacağız? Buradan interneti kapatınca Gazzelilerin çığlıkları duyulmaz oluyor. Tamam. Lakin mahşerde Allah'ı, hâşâ, kim kapatabilir? Herşeye gücü yetene kim güç yetirebilir? Orada buranın siyaseti söker mi? Bahaneleri tutar mı? Var mı bize garanti veren?
Kendi kendimizi korkutmaktan artık başkasının korkutmasına da gerek kalmadı. Daha Amerika bize bir tane kurşun atmadan "Gazze'ye karışırsak Amerika bizi bombalayacak!" moduna girdik. Gerçi hakikaten karışanlardan bombaladığı oldu. Ama kimse yıkılmadı. Ne Yemen yıkıldı. Ne İran yıkıldı. Ne Lübnan yıkıldı. Evet. Yara aldılar. Ama Gazzelilerin dualarını kazandılar. Füzeleri havadayken sevinç çığlıkları attıklarını gördük çocukların. Keşke o ağızları biz güldürseydik. Keşke o gözleri biz sevindirseydik. Hiçbirşey yapamadık. "Ama ticareti kestik!" diye birşeyler söyleniyor. Kestik mi sahiden onu da? Sokakta dolaşırken nefes alamıyorum. 'Boykot' diye birşey var fakir avuntusu gibi. Kola almayınca İsrail yıkılacak beklentisi. Eve gelip "Şu boykottaymış, şu değilmiş, şu şöyleymiş..." deyip duruyoruz. Sonra haberlerde başlık geçiyor. Türkiye ABD'den şu kadar F-16 alacak. Kaç kutu kola bir F-16 eder? Böyle yenilecek mi sahiden Amerika? İsrail siner mi bizden böyle?
Eğer Gazze'de açlıktan toplu ölümler de olursa artık beklediğim 'Büyük Türkiye' diye birşey değil. Evet. Ne yazık ki. Bundan sonra beklentim: Allah'ın belamızı vermesi. Kıyametin kopması. Tarihte görülmemiş bir katliamı böyle çekirdek çıtlatarak izlediğimize göre olacak ancak odur. Erdoğan üzerine kurduğumuz düşler sona ermiştir. Bu katliama seyirci kalmış hiçbir psikoloji bir daha kendini düzeltemez. Kendi içindeki hakikate inanamaz. "Ben adamım/kadınım!" diyemez. Diyemez. Çünkü ruhu ölmüştür. İzzeti ölmüştür. Kendine güveni ölmüştür. "Ben var ya ben!" deyişi ölmüştür. Yani içine çökmüştür. Karadeliğe dönüşmüştür. Bitmiştir. Daha dışına ışık saçamaz. Aydınlatamaz. Ancak saçılan ışığı yutar. Tüketir. Sonuna kadar şu katliamı izledikten sonra bizim nesil tekrar ayağa kaldırılamaz. Kendi değerine inanamaz. Bu nesil artık hayattar değildir. İçinden çürümüştür. İnsan posasıdır. Çöpüdür. Artığıdır. Evet. Biz Gazze'yi izlerken insan posası haline geldik. Gayrı AK Parti bizden ne yaparsa yapsın. Kurutsun da kışa saklasın. Islatsın da çorbaya koysun. O kadar kaldık biz.
Hani Bediüzzaman Hazretleri diyor: "Hem madem bir zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat'î ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşî zalimin ayağını öpse, o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar, vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşcî eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse, kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet, tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!" Bunu hem İngilizler İstanbul'u işgal ettiğinde onlara karşı söylüyor hem de Tek Parti döneminde edilen eziyetlere karşı söylüyor. Bir de üzerine ekliyor ki:
"Hem, ey kardeşlerim, çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki, en ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir. 'De ki: Kaçıp durduğunuz ölüm mutlaka gelip sizi bulacaktır.' (Cuma sûresi, 8) mânâ-yı işarîsiyle gösteriyor ki, firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar..." Bizim de bu kaçışımız herhalde başka şeyleri bize yaklaştırıyor. En doğrusunu Allah bilir.
Yanlış anlaşılmasın. İslam'dan umudumu asla kesmedim. Allah bu dini, çünkü Onun dinidir, illa aziz edecektir. Fakat ellerinde aziz edilecekler demek ki biz değiliz. O devlet bu devlet olacaksa da herhalde o nesil bu nesil değildir. O hükümet bu hükümet değildir. O lider Erdoğan değildir. Eğer o olsaydı, iş böyle olmazdı, sözden ilerisine gidilirdi. En mantıklısı yüksek beklentileri gömmektir. Bitirirken, ciğerimizi avuçlarımıza alıp, herşeyi gücü yeter Mevlamıza bir de dua ediverelim: Ya Rabbi, kavm-i necib-i Arabı, Halid b. Velid radyallahu anhın arkasında topladığın gibi tekrar topla. Ya Rabbi, kavm-i mücahid-i Türkü, Sultan Alparslan Hazretlerinin arkasında topladığın gibi tekrar topla. Ya Rabbi, kavm-i aziz-i Kürdü, Sultan Selahaddin Hazretlerinin arkasında topladığın gibi tekrar topla. Bizi kendi halimize bırakma. Dağınıklığımızı düzelt. İzzetimizi iade et. Dininin ordusu biziz. Bize her tepesinden Kudüs'e tekrar girebilmeyi nasip eyle. Öyle ki, ya silahlarımız yanlarımızda olarak namaz kılalım, yahut da toprağının altında yatalım. O topraklar tekrar İslam'a iade olunurken şehid olalım. Cennet bahçelerinden yüzü gülen Gazzeli çocuklar görelim. Görelim ya Rabbi. Âmin. Âmin. Ya Rahmanu ya Rahim.
Şimdi hepsinin üzerine Gazze'de 'açlıktan toplu ölümlerin de olacağı' söyleniyor. Yani bize bunu da gösterecek. Ve diyecek: "Ulan siz ne geniş adamlarmışsınız ki, kardeş dediklerinize bütün bunları geze geze, sindire sindire, yavaş yavaş, salına salına ettim de, bana bir kurşun atanınız çıkmadı, yuh adamlığınıza!" Böyle demesini-denmesini haklı buluyorum. Ağzımı açıp "Ama..." diyecek gücü dahi bulamıyorum. Hakettik. Hatta fazlasını da. Yine de Hüda'nın rahmetine sığınıyoruz. Mahşerde bu iş bizden nasıl sorulacak? Doğrusu korkuyoruz. Hiçbirşey yapmadan, gözüne fener tutulmuş tavşan gibi, amelsizce korkuyoruz. Korkulması gerekenden korkuyoruz. Gerçi korkmamamız gerekenlerde korkuyoruz ya... Neyse...
Ahirzamanda 'sayımızın çokluğuna rağmen' bizi 'suyun üstündeki çöp tanelerine' çeviren 'ölüm korkusu' ve 'dünya sevgisi' olacaktı. Biliyoruz. Fakat bilmek değiştirmeye yetmiyor. Aleyhissalatuvesselam Efendimizin 'vehn hadisi' ile haber verdiği hal, işte, başımıza geldi. Gayrı bahanenin de sonu gelmiyor. "Ekonomi kötü!" deniliyor. "Türkiye'ye saldıracaklar!" söyleniyor. "Asıl planın zaten üzerimize kurulu olduğu..." fısıldanıyor. Lâfa para sayan mı var? Hepsini duyuyoruz. Lakin insan başını yastığa koyunca hep aynı soru geliyor aklına: "Mahşer gününde Allah'a ne diyeceğiz?" Evet. Ne diyeceğiz? Bu bahaneleri söylediğimizde "Böyle olabileceği halde yine de yardım etmenizi bekliyordum!" derse ya? Ne cevap vereceğiz? Zaten cihad amelinin amacının 'böyle bedellere rağmen fedakârlıkta bulunmak olduğunu' söylerse? Nereye kaçacağız? Buradan interneti kapatınca Gazzelilerin çığlıkları duyulmaz oluyor. Tamam. Lakin mahşerde Allah'ı, hâşâ, kim kapatabilir? Herşeye gücü yetene kim güç yetirebilir? Orada buranın siyaseti söker mi? Bahaneleri tutar mı? Var mı bize garanti veren?
Kendi kendimizi korkutmaktan artık başkasının korkutmasına da gerek kalmadı. Daha Amerika bize bir tane kurşun atmadan "Gazze'ye karışırsak Amerika bizi bombalayacak!" moduna girdik. Gerçi hakikaten karışanlardan bombaladığı oldu. Ama kimse yıkılmadı. Ne Yemen yıkıldı. Ne İran yıkıldı. Ne Lübnan yıkıldı. Evet. Yara aldılar. Ama Gazzelilerin dualarını kazandılar. Füzeleri havadayken sevinç çığlıkları attıklarını gördük çocukların. Keşke o ağızları biz güldürseydik. Keşke o gözleri biz sevindirseydik. Hiçbirşey yapamadık. "Ama ticareti kestik!" diye birşeyler söyleniyor. Kestik mi sahiden onu da? Sokakta dolaşırken nefes alamıyorum. 'Boykot' diye birşey var fakir avuntusu gibi. Kola almayınca İsrail yıkılacak beklentisi. Eve gelip "Şu boykottaymış, şu değilmiş, şu şöyleymiş..." deyip duruyoruz. Sonra haberlerde başlık geçiyor. Türkiye ABD'den şu kadar F-16 alacak. Kaç kutu kola bir F-16 eder? Böyle yenilecek mi sahiden Amerika? İsrail siner mi bizden böyle?
Eğer Gazze'de açlıktan toplu ölümler de olursa artık beklediğim 'Büyük Türkiye' diye birşey değil. Evet. Ne yazık ki. Bundan sonra beklentim: Allah'ın belamızı vermesi. Kıyametin kopması. Tarihte görülmemiş bir katliamı böyle çekirdek çıtlatarak izlediğimize göre olacak ancak odur. Erdoğan üzerine kurduğumuz düşler sona ermiştir. Bu katliama seyirci kalmış hiçbir psikoloji bir daha kendini düzeltemez. Kendi içindeki hakikate inanamaz. "Ben adamım/kadınım!" diyemez. Diyemez. Çünkü ruhu ölmüştür. İzzeti ölmüştür. Kendine güveni ölmüştür. "Ben var ya ben!" deyişi ölmüştür. Yani içine çökmüştür. Karadeliğe dönüşmüştür. Bitmiştir. Daha dışına ışık saçamaz. Aydınlatamaz. Ancak saçılan ışığı yutar. Tüketir. Sonuna kadar şu katliamı izledikten sonra bizim nesil tekrar ayağa kaldırılamaz. Kendi değerine inanamaz. Bu nesil artık hayattar değildir. İçinden çürümüştür. İnsan posasıdır. Çöpüdür. Artığıdır. Evet. Biz Gazze'yi izlerken insan posası haline geldik. Gayrı AK Parti bizden ne yaparsa yapsın. Kurutsun da kışa saklasın. Islatsın da çorbaya koysun. O kadar kaldık biz.
Hani Bediüzzaman Hazretleri diyor: "Hem madem bir zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat'î ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşî zalimin ayağını öpse, o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar, vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşcî eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse, kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet, tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!" Bunu hem İngilizler İstanbul'u işgal ettiğinde onlara karşı söylüyor hem de Tek Parti döneminde edilen eziyetlere karşı söylüyor. Bir de üzerine ekliyor ki:
"Hem, ey kardeşlerim, çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki, en ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir. 'De ki: Kaçıp durduğunuz ölüm mutlaka gelip sizi bulacaktır.' (Cuma sûresi, 8) mânâ-yı işarîsiyle gösteriyor ki, firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar..." Bizim de bu kaçışımız herhalde başka şeyleri bize yaklaştırıyor. En doğrusunu Allah bilir.
Yanlış anlaşılmasın. İslam'dan umudumu asla kesmedim. Allah bu dini, çünkü Onun dinidir, illa aziz edecektir. Fakat ellerinde aziz edilecekler demek ki biz değiliz. O devlet bu devlet olacaksa da herhalde o nesil bu nesil değildir. O hükümet bu hükümet değildir. O lider Erdoğan değildir. Eğer o olsaydı, iş böyle olmazdı, sözden ilerisine gidilirdi. En mantıklısı yüksek beklentileri gömmektir. Bitirirken, ciğerimizi avuçlarımıza alıp, herşeyi gücü yeter Mevlamıza bir de dua ediverelim: Ya Rabbi, kavm-i necib-i Arabı, Halid b. Velid radyallahu anhın arkasında topladığın gibi tekrar topla. Ya Rabbi, kavm-i mücahid-i Türkü, Sultan Alparslan Hazretlerinin arkasında topladığın gibi tekrar topla. Ya Rabbi, kavm-i aziz-i Kürdü, Sultan Selahaddin Hazretlerinin arkasında topladığın gibi tekrar topla. Bizi kendi halimize bırakma. Dağınıklığımızı düzelt. İzzetimizi iade et. Dininin ordusu biziz. Bize her tepesinden Kudüs'e tekrar girebilmeyi nasip eyle. Öyle ki, ya silahlarımız yanlarımızda olarak namaz kılalım, yahut da toprağının altında yatalım. O topraklar tekrar İslam'a iade olunurken şehid olalım. Cennet bahçelerinden yüzü gülen Gazzeli çocuklar görelim. Görelim ya Rabbi. Âmin. Âmin. Ya Rahmanu ya Rahim.
22 Temmuz 2025 Salı
Allah'ı neden göremiyoruz?
Allah'ı neden göremiyoruz? Çünkü biz herşeyi göremeyiz. Görebileceklerimizin sınırı var. Sadece gözlerimiz sınırlı değil üstelik. Âlemin de bir sınırı var. Evet. Bizim algılayabildiğimiz 'dört boyutlu âlem' yani 'âlem-i şehadet' de varlık yönüyle sınırlı. Bunu 'karanlık madde' gibi şeyler üzerinden bilimadamları da kabul ediyorlar artık. Sicim teorisyenleri, boyut sayısının, o da şimdilik, 20'den aşkın olduğunu öngörüyorlar. Yani varın da sadece 'çok küçük bir kısmını' görmekteyiz. 'En, boy, derinlik, zaman' kapsamına giren şeyler bizim için 'görünüyor' oluyor. Peki ya ötesi? Ötesi bizim için bilinmezlik. Üstümüzde varoluşlar. Melekleri göremeyişimiz de bununla ilgili... Biz uzaya baktığımızda kendimiz gibi şeyler arıyoruz. Fakat hayat buna sınırlanmak zorunda mı? Fiziği kavrayışımız yükseldikçe uzaylı yaklaşımımız da yükseliyor. Evet. E.T.'leri terkederek meleklere yaklaşıyoruz.
Bediüzzaman Hazretlerinin, Cenab-ı Hak hakkında, 'şiddet-i zuhurundan gizlenmiş' veya 'azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş' gibi ifadeler kullanması böyle de anlaşılabilir. Nasıl duyma seviyemizden üst sesler kulaklarımız için yok hükmündedir. Gizlidir. Aynen öyle de gözümüzün görme seviyesinden üst görünüşler de gözlerimiz için yok hükmündedir. Onlarla temas kuramazlar. Fakat, mesela, köpekler insan kulağının duyamadığı kimi seslerle de ilişki kurabilirler. Çünkü duyma yetileri Allah'ın bir lütfu olarak daha geniştir. Yarasalar onlardan da yüksek frekansları duyabilirler. Hatta yarasalar 'seslerle görürler.'
Daha da ilerisini tefekkür ettiğimizde, Cenab-ı Hakkın, dört boyutlu âlemin kaldıramayacağı bir 'şiddette' zuhur ettiği için, yani varolduğu-göründüğü için, âlem-i şehadetin de ona ister-istemez 'körleştiğini' söyleyebiliriz. (Buna İslam ıstılahında vücud mertebelerinin en yükseği olan 'Vacib Vücud' deniliyor.) Daha yalın bir ifadeyle: Hak Teala o kadar şiddetli bir şekilde vardır ki, dört boyutlu algımız gibi, dört boyutlu âlemimiz de bu varlığı kavrayabilmekten yoksundur. Taşıyamaz. Sığdıramaz. Tıpkı geçenlerde bir ateiste söylediğim gibi: İki boyutlu çizgifilm dünyasında varolan bir karakter, dört boyutlu dünyada varolan çizerini göremez, ancak kendi boyutuna giren tasarrufundan varlığını anlar. Çizer bir merdiven çizdiğinde, mesela, merdivenin varoluşunu görür. Fakat kalemini asla göremez. İki boyuttaki tasarrufun üzerinden tefekkürle ancak çizerin varlığına ulaşabilir.
Yahut da tek boyutlu yazılım dünyasına inelim. Bilgisayar oyunundaki karakter yazılımcısını göremez. Çünkü yazılımcı dört boyutludur. Fakat, eğer şuuru varsa, âlemindeki tasarrufatı üzerinden varlığına dair fikir yürütebilir. O yüzden Efendimiz Aleyhissalatuvesselam, bizi, Rabbü'l-Âlemîn'in Zât-ı Subhanîsi hakkında düşünmekten menetmiştir. Biz ancak Onun dairemize giren eserleri, isimleri, sıfatları üzerine tefekkürde bulunabiliriz. Zira bunlar 'bilgi alanımıza kısmen girmiş' şeylerdir. Kuantum fizikçilerinin insanlara teoriyi anlatmakta çektiği sıkıntıların başında da bu gelir Philip Ball'e göre. Zira kuantum fiziği bizim dört boyutlu âlemde algılayageldiğimiz gerçekliğin 'her yerde geçerli olmadığını' gösterir. Tuhafı Aşma Zamanı'ndan alıntılayalım:
"Kuantum mekaniği bu yaklaşımın sınırlarını, yani bizim konvansiyonel, sezgisel mantığımızın nihai olarak çöktüğü yeri gösterir. Bunun mikroskobik bir sınır olması bile gerekmez. Kuantum kurallarının klasik bir kestirim yapamayacağı herhangi bir yer de olabilir. Böyle bir sistemde, der Omnes, artık bir 'gerçeklik'ten söz edemeyiz. Ona göre gerçeklik olguların emsalsiz olduğu bir uzam olmalıdır. Yani olayların olduğu bir uzam. Geri kalanı bizim akıl gücümüzü aşar. Bu uçurumu kapatamayız ya da en azından sadece kuantum kuramı bunun için kâfi gelmez. (...) Bizim gerçeklik bilgimizin sınırına ulaşmamız ağıt yakmayı değil de kutlamayı haketmiyor mu? Belki de. (...) John Bell'in bu konuda söyleyeceği kendine has muzip birşeyi vardı: 'Bir işe yaramasa bile neyin ardından ne geldiğini bilmek iyi olmaz mı?' diye soruyordu. 'Sözgelimi, diyelim ki, kuantum mekaniğinin net bir biçimde formülleştirilmeye direndiği keşfedildi?'" Formülleşmeye direnen bir fizik elbette kavrayış dünyamızı hayli aşar.
"İhtiyarlandıkça zaman, Kur'ân da gençleşiyor. Rumuzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitab-ı Yezdânî..." diyor Bediüzzaman Hazretleri yine. Evet. Fiziğin sınırlarına doğru yolculuğumuz bizi materyalizmin "Ben görmüyorsam yoktur. Ben deneyleyemiyorsam yoktur. Ben bilmiyorsam yoktur..." bağnazlıklarından kurtarıyor. Tecrübenin kendisinin bir sınır olduğunu, fiziğin bu sınıra takılmak zorunda olmadığını, "Biz hep öyle göregeldik!" ile hiçbir inkârın geçerlilik kazanmadığını belirtiyor. İşte, Kur'an'da, 'rumuzu tavazzuh eden' bir ayet daha: "Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız!' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?" Materyalist bilim de bir 'atalar yolu'dur arkadaşım. Deneyi aşan şeylere aynen ayetteki tepkiyi verir.
Bediüzzaman Hazretlerinin, Cenab-ı Hak hakkında, 'şiddet-i zuhurundan gizlenmiş' veya 'azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş' gibi ifadeler kullanması böyle de anlaşılabilir. Nasıl duyma seviyemizden üst sesler kulaklarımız için yok hükmündedir. Gizlidir. Aynen öyle de gözümüzün görme seviyesinden üst görünüşler de gözlerimiz için yok hükmündedir. Onlarla temas kuramazlar. Fakat, mesela, köpekler insan kulağının duyamadığı kimi seslerle de ilişki kurabilirler. Çünkü duyma yetileri Allah'ın bir lütfu olarak daha geniştir. Yarasalar onlardan da yüksek frekansları duyabilirler. Hatta yarasalar 'seslerle görürler.'
Daha da ilerisini tefekkür ettiğimizde, Cenab-ı Hakkın, dört boyutlu âlemin kaldıramayacağı bir 'şiddette' zuhur ettiği için, yani varolduğu-göründüğü için, âlem-i şehadetin de ona ister-istemez 'körleştiğini' söyleyebiliriz. (Buna İslam ıstılahında vücud mertebelerinin en yükseği olan 'Vacib Vücud' deniliyor.) Daha yalın bir ifadeyle: Hak Teala o kadar şiddetli bir şekilde vardır ki, dört boyutlu algımız gibi, dört boyutlu âlemimiz de bu varlığı kavrayabilmekten yoksundur. Taşıyamaz. Sığdıramaz. Tıpkı geçenlerde bir ateiste söylediğim gibi: İki boyutlu çizgifilm dünyasında varolan bir karakter, dört boyutlu dünyada varolan çizerini göremez, ancak kendi boyutuna giren tasarrufundan varlığını anlar. Çizer bir merdiven çizdiğinde, mesela, merdivenin varoluşunu görür. Fakat kalemini asla göremez. İki boyuttaki tasarrufun üzerinden tefekkürle ancak çizerin varlığına ulaşabilir.
Yahut da tek boyutlu yazılım dünyasına inelim. Bilgisayar oyunundaki karakter yazılımcısını göremez. Çünkü yazılımcı dört boyutludur. Fakat, eğer şuuru varsa, âlemindeki tasarrufatı üzerinden varlığına dair fikir yürütebilir. O yüzden Efendimiz Aleyhissalatuvesselam, bizi, Rabbü'l-Âlemîn'in Zât-ı Subhanîsi hakkında düşünmekten menetmiştir. Biz ancak Onun dairemize giren eserleri, isimleri, sıfatları üzerine tefekkürde bulunabiliriz. Zira bunlar 'bilgi alanımıza kısmen girmiş' şeylerdir. Kuantum fizikçilerinin insanlara teoriyi anlatmakta çektiği sıkıntıların başında da bu gelir Philip Ball'e göre. Zira kuantum fiziği bizim dört boyutlu âlemde algılayageldiğimiz gerçekliğin 'her yerde geçerli olmadığını' gösterir. Tuhafı Aşma Zamanı'ndan alıntılayalım:
"Kuantum mekaniği bu yaklaşımın sınırlarını, yani bizim konvansiyonel, sezgisel mantığımızın nihai olarak çöktüğü yeri gösterir. Bunun mikroskobik bir sınır olması bile gerekmez. Kuantum kurallarının klasik bir kestirim yapamayacağı herhangi bir yer de olabilir. Böyle bir sistemde, der Omnes, artık bir 'gerçeklik'ten söz edemeyiz. Ona göre gerçeklik olguların emsalsiz olduğu bir uzam olmalıdır. Yani olayların olduğu bir uzam. Geri kalanı bizim akıl gücümüzü aşar. Bu uçurumu kapatamayız ya da en azından sadece kuantum kuramı bunun için kâfi gelmez. (...) Bizim gerçeklik bilgimizin sınırına ulaşmamız ağıt yakmayı değil de kutlamayı haketmiyor mu? Belki de. (...) John Bell'in bu konuda söyleyeceği kendine has muzip birşeyi vardı: 'Bir işe yaramasa bile neyin ardından ne geldiğini bilmek iyi olmaz mı?' diye soruyordu. 'Sözgelimi, diyelim ki, kuantum mekaniğinin net bir biçimde formülleştirilmeye direndiği keşfedildi?'" Formülleşmeye direnen bir fizik elbette kavrayış dünyamızı hayli aşar.
"İhtiyarlandıkça zaman, Kur'ân da gençleşiyor. Rumuzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitab-ı Yezdânî..." diyor Bediüzzaman Hazretleri yine. Evet. Fiziğin sınırlarına doğru yolculuğumuz bizi materyalizmin "Ben görmüyorsam yoktur. Ben deneyleyemiyorsam yoktur. Ben bilmiyorsam yoktur..." bağnazlıklarından kurtarıyor. Tecrübenin kendisinin bir sınır olduğunu, fiziğin bu sınıra takılmak zorunda olmadığını, "Biz hep öyle göregeldik!" ile hiçbir inkârın geçerlilik kazanmadığını belirtiyor. İşte, Kur'an'da, 'rumuzu tavazzuh eden' bir ayet daha: "Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız!' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?" Materyalist bilim de bir 'atalar yolu'dur arkadaşım. Deneyi aşan şeylere aynen ayetteki tepkiyi verir.
17 Temmuz 2025 Perşembe
AK Parti Türkiye'de dinsizliği mi arttırıyor?
Mürşidim Münazarat'ta "Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir..." dedikten sonra ekliyor: "Meselâ, bir aşiretin her bir ferdi bir günde attığı balgamı, cerbeze ile, vehmen tayy-ı mekân ederek, birden bir şahısta o muhassalı temsil edip, başka efradı ona kıyas ederek, o nazar ile baksa... Veyahut bir sene zarfında birisinden gelen râyiha-i keriheyi, cerbeze ile tayy-ı zaman ederek, bir dakika-i vâhidede, o şahs-ı hazırda sudurunu tasavvur etse, acaba evvelki adam ne derece mustakzer, ikinci adam ne derece müteaffin... Hatta, hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralarından kaçsalar, akıl onları tevbih etmeye hakkı olmayacaktır. İşte, şu cerbezenin tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder. Hakikaten, cerbeze, envaiyle garaibin makinesidir..."
Bugünlerde, tevafuk, AK Parti'nin 'sahadaki dünyevîleşmenin yegane sorumlusu olduğu' üzerine epeyce beyanata rastladım. Doğrusu ben de büsbütün tenzih etmem. Fakat ifrat etmekten de çekinirim. Çünkü ifrat eden adaletten sapar. Kur'an bize 'hasmımıza dahi adaletli davranmayı' emretmiştir. Kaldı ki AK Parti hasmımız falan da değil. Son genel seçimde YRP'ye verdiğimi saymazsak reyim hep onlaraydı. Bundan bir pişmanlığım da yok. Evet, hayalini kurduğumuz İslamcılığı AK Parti'de göremiyoruz, lakin CHP kazansa o mübarek hayalleri gerçekleştirebilecek miydik sanki? Sualime 'Evet!' diye cevap verenler varsa metnimi okumayı şimdi bırakabilirler. Zira, tıpkı şeriat gibi, okurluk da mesuliyet için 'akıl bâliğ olma'yı şart görür.
'Sol'da ümmet-i Muhammed'in ikbalini arıyacak kadar aklımı peynir-ekmekle yemedim çok şükür. Neyse... Uzatmayayım. Asıl mevzua geleyim. Bence AK Parti hükümetini yaşadığımız cümle sosyolojik sorunların tek sorumlusu olarak görmek 'cerbeze'nin alanına giriyor. O da şöyle oluyor: "Müteferrik büyük işlerde yalnız kusurları görmek cerbezeliktir." Evet. AK Parti hükümetinden de kusurlar sâdır olmuyor değil. Lakin, buna dikkat, hükümet 'tastamam kusur' değil. Ve dahi 'kusurların tastamam sorumlusu' değil. Aslında Osmanlı'nın son döneminden günümüze tevarüs eden bir dizi problemin inkişafını yaşıyoruz biz bu yıllarda.
Ki yine kendisi bir yerde diyor: "Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz." Yani halihazırda görülen yıkımların elli sene öncesinin hatalarından kaynaklandığı da olabilir. Başka bir yerde de Üstad Hazretleri ayetlerden istihraçta bulunurken şöyle söylüyor: "(...) Eğer beraber olsa, Milâdi bindokuzyüzyetmişbir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak..." Bilenler bilir. 1971 yılı Türkiye için cidden tehlikeli bir dönemeç olmuştur.
Öyleyse biz de, eğer gerçekten 'gerçek sorumlu'yu arıyorsak, yalnız bugüne bakıp durmayacağız. Düne-önceye uzanacağız. Evvele de illa bir nazar edeceğiz. Ha, şunu da ihmal etmek zorunda değiliz bunu söylerken, diyebiliriz: "AK Parti, Osmanlı'nın ahirinde başlamış, Cumhuriyet'in bidayetinde hepten ipini koparmış, şimdi bünyeyi sarmış bu dünyevîleşme hastalığa lazım şifaları sunamıyor." Bunu söylemekte beis yok. Hakikaten de öyledir. Hükümet böyle bir misyonla hareket ediyor görünmemektedir. (Dilinde zaman zaman böyle parlamalar olsa da sahada doludizgin gayret yoktur.) Fakat şunu da kabul etmek zorundayız: AK Parti, en azından sol hükümetler gibi, dindarların ensesine çökmüyor. Hatta, aksine, seçmeni onlar olduğu için bir derece kollama yeteneğine de sahip. Aman dikkat. Sezar'a bu kadarcık hakkını vermezseniz siz de Brütüs olursunuz. Ben Brütüs gibi nâdân olmak istemediğimden Sezar'a hakkını vermeye çalışıyorum.
"İşte, şu cerbezenin tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder..." 'Müslüman oğlu/kızı müslüman' Osmanlı sosyolojisinin bugünkü dünyevîleşmesi, deistleşmesi-ateistleşmesi veya açık-saçıklığın bu derece artması, bunlar tastamam AK Parti'nin suçu olan şeyler değil. İnsaflı olalım. Mâkulden uzaklaşmayalım. Mevcud durum esasında 'küresel güçlerin' Türkiye üzerine asırlardır yürüttükleri planın sonucu. Zamanımız, ne yazık, bu yaraların patlayışına şahitlik ediyor.
Osmanlı bakiyesini yiyerek bu noktaya kadar dayandık. Kolay değildi. Döküle döküle direnildi. Ancak nesilden nesile bozulmanın miktarı da artıyor. Delik genişliyor. Çürüme yayılıyor. Sahici bir 'iman hamlesi' başlatmadığımız sürece kaybetmekten kurtulamayacağız gibi. Cep telefonu, sosyal medya, internet vs. kaybedişimizi daha da hızlandırdı. Ciddi bir savaş vermeden bu gidişatı çevirmek mümkün görünmüyor. Bundan da en çok AK Parti'nin rahatsız olması lazım aslında. Evet. Zira seçmeni eriyor. Dünyevîleştikçe sağcılar solculaşacaktır. O da sandığa AK Parti reyi olarak yansımayacaktır elbette. İşte, tam bu zeminde, hükümete kızmaya hakkımız var. Zira mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde de diyor ki: "Desâtir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz."
Bugünlerde, tevafuk, AK Parti'nin 'sahadaki dünyevîleşmenin yegane sorumlusu olduğu' üzerine epeyce beyanata rastladım. Doğrusu ben de büsbütün tenzih etmem. Fakat ifrat etmekten de çekinirim. Çünkü ifrat eden adaletten sapar. Kur'an bize 'hasmımıza dahi adaletli davranmayı' emretmiştir. Kaldı ki AK Parti hasmımız falan da değil. Son genel seçimde YRP'ye verdiğimi saymazsak reyim hep onlaraydı. Bundan bir pişmanlığım da yok. Evet, hayalini kurduğumuz İslamcılığı AK Parti'de göremiyoruz, lakin CHP kazansa o mübarek hayalleri gerçekleştirebilecek miydik sanki? Sualime 'Evet!' diye cevap verenler varsa metnimi okumayı şimdi bırakabilirler. Zira, tıpkı şeriat gibi, okurluk da mesuliyet için 'akıl bâliğ olma'yı şart görür.
'Sol'da ümmet-i Muhammed'in ikbalini arıyacak kadar aklımı peynir-ekmekle yemedim çok şükür. Neyse... Uzatmayayım. Asıl mevzua geleyim. Bence AK Parti hükümetini yaşadığımız cümle sosyolojik sorunların tek sorumlusu olarak görmek 'cerbeze'nin alanına giriyor. O da şöyle oluyor: "Müteferrik büyük işlerde yalnız kusurları görmek cerbezeliktir." Evet. AK Parti hükümetinden de kusurlar sâdır olmuyor değil. Lakin, buna dikkat, hükümet 'tastamam kusur' değil. Ve dahi 'kusurların tastamam sorumlusu' değil. Aslında Osmanlı'nın son döneminden günümüze tevarüs eden bir dizi problemin inkişafını yaşıyoruz biz bu yıllarda.
Ki yine kendisi bir yerde diyor: "Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz." Yani halihazırda görülen yıkımların elli sene öncesinin hatalarından kaynaklandığı da olabilir. Başka bir yerde de Üstad Hazretleri ayetlerden istihraçta bulunurken şöyle söylüyor: "(...) Eğer beraber olsa, Milâdi bindokuzyüzyetmişbir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak..." Bilenler bilir. 1971 yılı Türkiye için cidden tehlikeli bir dönemeç olmuştur.
Öyleyse biz de, eğer gerçekten 'gerçek sorumlu'yu arıyorsak, yalnız bugüne bakıp durmayacağız. Düne-önceye uzanacağız. Evvele de illa bir nazar edeceğiz. Ha, şunu da ihmal etmek zorunda değiliz bunu söylerken, diyebiliriz: "AK Parti, Osmanlı'nın ahirinde başlamış, Cumhuriyet'in bidayetinde hepten ipini koparmış, şimdi bünyeyi sarmış bu dünyevîleşme hastalığa lazım şifaları sunamıyor." Bunu söylemekte beis yok. Hakikaten de öyledir. Hükümet böyle bir misyonla hareket ediyor görünmemektedir. (Dilinde zaman zaman böyle parlamalar olsa da sahada doludizgin gayret yoktur.) Fakat şunu da kabul etmek zorundayız: AK Parti, en azından sol hükümetler gibi, dindarların ensesine çökmüyor. Hatta, aksine, seçmeni onlar olduğu için bir derece kollama yeteneğine de sahip. Aman dikkat. Sezar'a bu kadarcık hakkını vermezseniz siz de Brütüs olursunuz. Ben Brütüs gibi nâdân olmak istemediğimden Sezar'a hakkını vermeye çalışıyorum.
"İşte, şu cerbezenin tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder..." 'Müslüman oğlu/kızı müslüman' Osmanlı sosyolojisinin bugünkü dünyevîleşmesi, deistleşmesi-ateistleşmesi veya açık-saçıklığın bu derece artması, bunlar tastamam AK Parti'nin suçu olan şeyler değil. İnsaflı olalım. Mâkulden uzaklaşmayalım. Mevcud durum esasında 'küresel güçlerin' Türkiye üzerine asırlardır yürüttükleri planın sonucu. Zamanımız, ne yazık, bu yaraların patlayışına şahitlik ediyor.
Osmanlı bakiyesini yiyerek bu noktaya kadar dayandık. Kolay değildi. Döküle döküle direnildi. Ancak nesilden nesile bozulmanın miktarı da artıyor. Delik genişliyor. Çürüme yayılıyor. Sahici bir 'iman hamlesi' başlatmadığımız sürece kaybetmekten kurtulamayacağız gibi. Cep telefonu, sosyal medya, internet vs. kaybedişimizi daha da hızlandırdı. Ciddi bir savaş vermeden bu gidişatı çevirmek mümkün görünmüyor. Bundan da en çok AK Parti'nin rahatsız olması lazım aslında. Evet. Zira seçmeni eriyor. Dünyevîleştikçe sağcılar solculaşacaktır. O da sandığa AK Parti reyi olarak yansımayacaktır elbette. İşte, tam bu zeminde, hükümete kızmaya hakkımız var. Zira mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde de diyor ki: "Desâtir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz."
Eğer AK Parti'ye hâkim olan irade "Dindarlara özgürlük veriyorum ya, başlarının çaresine baksınlar, gerisi onların işi..." diyorsa geleceğimiz pek yaştır. Zira sadece 'desatir-i hikmet' ile ahirzaman fitnesine galip gelmek zordur. 'Nevamis-i hükümet' yardımı gerekir. 'Kavânin-i hak' ile ikna olacakların sayısı azdır. 'Revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse' toplumsal alışkanlıkların değişmesi na-mümkündür. Hükümetin elinde bu bağımlılıkları değiştirebilme gücü var. Nasıl 'kapalı alanlarda sigara yasağı' ile tüm Türkiye'nin bu alışkanlığını değiştirdi. Önce hık-mık diyenler de zamanla kabullendiler, alıştılar. Başka hususlarda da aynısı olabilir. AK Parti'ye 2002 Kasım'ından itibaren Tâlibân gibi davranması gerektiğini söylemiyoruz. Ama bu işlerde de haybeden yere nötr olmayın be kardeşim. İttirmeye devam edin. Gücünüze illa ki ihtiyacımız var.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
'Türkleri' övmek mi 'Türklüğe' dövdürmek mi?
Alelekser Kürtler sünnidir. Az bir kısmı da alevidir. Bizim ilçenin Kürtleri de alevidir. Sivas'ın diğer bazı ilçelerinde Türk alevileri...
-
" Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...