Hatırlarsanız "Kendimizde boğulmaktan bizi kim kurtarır?" başlıklı yazımda 'eskiden astronomik gözlemlerin havuzlar sayesinde yapıldığından' bahsetmiş ve şöyle eklemiştim: "İnsanın yaratılış sürecini anlatan ayetlerde şöyle bir zenginlik nazarıma çarpıyor. Mesela: Nahl sûresinin 4. ayeti gibi bazıları diyor: 'O, insanı bir damla sudan yarattı.' En'âm sûresinin 2. ayeti gibi diğer bazıları diyor: 'Sizi bir çamurdan yaratan ve sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O'dur.' Sonra nazarınıza Rûm sûresinin 20. ayeti gibileri çarpıyor: 'Sizi topraktan yaratması Onun (varlığının) delillerindendir.' Bu 'su, çamur, toprak' ifadeleri bana her nedense yazının giriş kısmında bahsettiğim 'rasathane havuzlarını' hatırlatıyor. 'İnsan' ile 'birikintiler' arasında bir benzerlik bağı kurmamı sağlıyor."
Evet, aynalık yönünden 'toprak, su ve çamurdan olan insan' ile yine 'toprak, su ve çamurdan olan su birikintileri' arasında hâlâ bir benzerlik görüyorum. Hatta şöyle düşünüyorum: 'Hayat' aslında bu aynalığın giriftleşmiş halidir. Yani: 'toprak, su ve çamurdan olan havuz'dan 'toprak, su ve çamurdan olan insan'a gelindikçe aynalık değişmez, fakat şiddetlenir. Birikintilerin aynalığını yaptığı 'bir' manzara ise insanınki 'bin'lercedir. Üzülür, sevinir, kızar, neşelenir, sever, tiksinir, ağlar, gülümser... Bütün bu dalgalanmalar içinde kimbilir onda neler neler yansır. Anlarına ne yıldızlar sığar. Ne gökler göğsüne iner. Böylece insan 'toprak, su ve çamurdan gelen' aynalık fonksiyonunu (elbette kemalatı/gelişimi ölçüsünde) ileriye taşır.
Yalnız, tam bu noktada, diğer yazımda eksik bıraktığım birşeye de dikkat çekeceğim: Bu üç öğenin birlikteliğinden doğan aynada, 'yansıtıcı' olarak yalnızca yüzeydeki su görünse de, aslında herbir parçanın kendi yeteneğince bir aynalığı vardır. Onların aynalığı sayesinde suyun yüzeyinde bizim bildiğimiz aynalık fonksiyonu oluşur. Nasıl? Belki biraz şöyle: Toprak, güneş ışığını bildiğimiz şekilde 'resmini koruyarak' yansıtmaz, fakat toprağın kısmî tutuculuğu da aslında bir çeşit aynalıktır. Burada aynalığı ışıkla hemhal olan herşey için kullandığımı ifade etsem daha açık davranmış olurum. Evet, toprak da güneşin bir aynasıdır, ama bağrından çiçekler fışkırtan bir aynasıdır. Eğer toprak, güneşten gelenin birazını tutup birazını bırakmasaydı, ne göz ile onu görebilirdik, ne de bağrından çıkan şeyleri elde edebilirdik. Onun aynalığının 'tutması yüksek' yanıdır ki, rengini koyultur, ama bağrından doğacakları zenginleştirir.
Evet, çukurun dibindeki toprak da ışığı biraz tutuyor, biraz da bırakıyor. Onun bu kısmî aynalığı (suyla temas ettiği bölgede) çamura doğru evrilirken biraz daha azalıyor. Ve yüzeydeki su altındaki bu daha az bırakır aynalar sayesinde güzel bir yansıtıcıya dönüşüyor. Yani içiçe konmuş üç ayna sayesinde bizim bir gözlem âletimiz oluyor. Bu söylediklerim tuhaf geldiyse dibi bembeyaz taşlarla örülü havuzları hayal edin. Onların yüzeyindeki yansımaların gücü sizce ne kadardır? Bir havuzun zemininin rengi açıldıkça yansımalarının gücü de zayıflar.
Buradan şuraya geleceğim: Mürşidim metinlerinde tekrar be tekrar kendisini 'üç şahsiyete' ayırıyor. "Nedir bu 'üç şahsiyet' ayrımı hey efendi?" dersiniz diye evvela bir alıntı yapalım:
"İşte, bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar. Birincisi: Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ân'a ait bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır. İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim. Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor."
Başka bir yerde ise dünyanın 'üç yüz'ünden bahsediyor yine mürşidim: "Hem dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var: Biri, Cenâb-ı Hakkın esmâsının âyineleridir. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i İlâhî olmayan, ehl-i dalâletin dünyasıdır..." Yazıyı uzatmaktan korkmasam bir de "Hayatı ile, üç cihetle Zât-ı Hayy-ı Kayyûma ve şuûnâtına ve sıfât-ı muhitasına âyinedarlık etmektir..." diye başlayan bir bölümü alıntılayacaktım, ama gözüm kesmedi. Azıcığını alıp geçeceğim: " (Birincisi:) İnsan, kendi acz-i mutlakıyla Hâlıkının kudret-i mutlakasını ve derecâtını ve aczin dereceleriyle kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve zaafıyla Onun kuvvetini anlamaktır. Ve hâkezâ, noksan sıfatlarıyla Hâlıkının evsâf-ı kemâline mikyasvâri âyine olmak... Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarını göstermeye mükemmel bir âyine olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemâlât-ı İlâhiyeye âyinedarlık eder."
"En doğrusunu Allah bilir!" kaydıyla söyleyeyim: Bence Bediüzzaman'ın metinlerinde kullandığı bütün bu üçlü sistemlerin Kur'an'daki mezkûr üçlü sistemle bir ilgisi var. Herbir şahsiyetinin 'su, çamur, toprak' üçlemesinde bir yeri var. Mesela: Kendisinin 'karanlık' bulduğu üçüncü şahsiyeti ne çok toprak seviyesindeki 'az yansıtıcılığa' benzer. Ubudiyet vaktinde büründüğü ikinci şahsiyetinin ise su ve toprağın etkileşiminden oluşan çamur seviyesine ne çok benzerliği vardır. Çünkü ubudiyet de insanın üzerinden yansıyan Esmaü'l-Hüsna ile etkileşim içerisine girmesinden doğar. Allah'ın isimlerinin tecellilerini farkeden insan o tecellilerin rengine göre renkten renge girerek bir ubudiyet sergiler. Tıpkı üzerinde güneşin yansıdığı suyun toprakla etkileşime girmesi ve onu çamurlaştırması gibi. İnsan da ubudiyet vaktinde yumuşar. Çamurlaşır. Değişir. Veya işlenmeye müsait bir hal alır.
Birinci makamdaki dellallık ise tam bir yansıtma makamıdır. Orada mürşid ancak yansıtandır. Allah'ın kendisine bağışladığı marifetullaha dair ilmi/ahlakı talebeleriyle paylaşır. Tıpkı bir su birikintisinin, üzerinde yansıyan manzarayı, o manzaradan hiçbirşeyi kendisine ait kılmadan seyircilerin gözüyle paylaşması gibi. Evet. Göl güneşten haber verir. Ama göle güneş sığmaz. Göl bunu iddia etmez. Cam parçası yıldızları gösterir. Ama cam parçasına yıldız sığmaz. Cam parçası bunu iddia etmez. İnsan da öğrettiklerinin, taşıdıklarının, haber verdiklerinin tastamam içine sığdığı bir ayine değildir. Makam-ı irşadda muvaffak olduğu aslında sadece güzel bir ayineliktir.
Meselenin 'dünyanın üç yüzüne' bakan tarafını da ele almak istiyordum, ancak yazı uzadı gitti. Sizi de bıktırmak olmaz. Zaten lafı dolaştıra dolaştıra konuşmamdan yoruldunuz. O zaman o ciheti de sizin keskin fehimlerinize havale ederek Risale-i Nur'da sıkça karşımıza çıkan böylesi üçlemelere şöyle bir dikkat çekmiş olalım. Ve unutmayalım: Bir yanımızın tastamam yansıtıcı olabilmesi için diğer bir yanımızın da karanlıkta kalması gerekiyor. İnsanda bunu 'aczi ve fakrı' sağlıyor. Dünyada bunu 'ademe ve fenaya bakan yüzü' besliyor. Bediüzzaman'da ise aynı fonksiyonu gören 'üçüncü şahsiyet' var. Her şekilde aynalar sırlanıyor. Sırsız ayna olmaz. Çünkü sonsuzu yansıtıyorlar. Sonsuzu yansıtan, evren iki sonsuzluk birden kaldırmadığından, sınırlanmak/sırlanmak zorundadır. Kusurlarımız da sınırlarımız/sırlarımızdır bizim.
30 Nisan 2018 Pazartesi
28 Nisan 2018 Cumartesi
Bediüzzaman romanı neden eleştirdi?
Edebiyatla meşguliyetin müsekkin (yatıştırıcı) etkisine dair ilk uyanışı Orhan Pamuk'tan okuyunca yaşamışım gibi hatırlıyorum. (Manzaradan Parçalar'da mıydı? Allah bilir. Hergün bir parça edebiyatla meşguliyetin yatıştırıcılığından bahsediyordu.) Sonra benzeri cümlelere Kafka gibi birçok yazarda daha rastladım. Onlar da yazmayı bu şekilde 'kullanıyorlardı.' Hatta, daha ifratı, kalemi hayata tutunmanın bir aracı gibi görüyorlardı. Düşündüm. Ders aldım. Dikkat ettim: Kendimde de aynı tesiri hissettim.
Bu nedenle, aynı cümleye, fakat bu kez olumsuzlarken, Bediüzzaman'da rastlamak beni şaşırtmadı. O da şöyle söylüyordu Lemeât'ında: "(...) Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz. Yine ondan gelen, dalâletten neş'et eden ruhun ıztırâbâtına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakikî faide vermez. Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat. Meyyit hayat veremez. (...)"
Metnin tamamına ulaşmak isteyenleri kaynağına havale ederek (Google Hoca bu konuda size yardımcı olacaktır) bu tekrar eden 'müsekkin' vurgusunun bana neler düşündüğünü bir parça izaha çalışacağım. Tevfik Allah'tan. Hamd yalnızca Ona.
Evet, edebiyat bizde bir 'sakinleştirici' etkisi yapıyor, fanilikle uyanmış akıllarımızı bir parça uyuşturuyor, çünkü bizi vücudîlikte (varlıksallıkta) farklı bir boyuta taşıyor. Bir insanın yazdıkları, eğer güzel de bir metin ortaya koymuşsa ve yıllarca okunacağına dair kalbinde bir umut yanmışsa, varlığının maddeden bir parça aşkınlaşmasını sağlıyor. Örneğin: Güzel bir roman yazdığınızda, metinde bir tür vücud/varlık bulan öykü, kişisel ömrünüzden aşkınlaşıyor. Kahramanları yaşlanmıyor. Duyguları yıpranmıyor. Aşkları eskimiyor. Özlemleri sönmüyor. Oraya, o birkaç sayfaya sığdırdığınız hayatlar, sanki bir tür ebediyet kazanmış gibi kalbinizde bir tatmin yaratıyorlar. Okuyanlar da sizdekine benzer bir tatmin yaşıyorlar. Güya meyyitlerden hayat alıyorlar.
Fakat ne de olsa yalancı bir tatmindir bu. Çünkü yazılanlar gerçek değildir. Bekanın gözünde gerçek 'olan' veya 'olmaya devam eden'dir. Hem bir zamanlar gerçekleşmiş olsalar bile, tahayyülünüz ile bugün onlara giydirdiğiniz varlık, tasavvurdur, gerçek değildir. Hikayeler bitmiştir. Kahramanlar ölmüştür. Aşklar sönmüştür. Belki de zaten hiç yaşanmamıştır. Lakin okurları sayesinde tenasuh/reenkarnasyon geçirir gibi hayatta kalırlar. Birer parazit gibi bedenden bedene zıplarlar. Faniliği dolaşmakla bir tür sonsuzluk yalanı uydururlar. Ve siz o hikayelerin zamana yayılmış ömrüne bakarak ölümsüzlüğün bu dünyada da olabileceğini vehmedersiniz. Şuurla söylemeseniz de hisçe hissedersiniz.
Roman gezdiği ellerde binlerce farklı sûret giyer. Esas kızın tipi nasıldır? Esas oğlanın çehresi ne şekildedir? Birbirlerine nasıl bakmışlardır? Bunlar okurların dünyasında yeniden yeniden inşa olunur. Bu yeniden yeniden inşanın da bekayı (k)andırır bir yanı vardır. Mürşidim, İşaratü'l-İ'caz isimli eserinde, arızîlerin bekasına dair der ki: "Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar." İnsan da bu türden edebî tekrarlarla bir sanal beka yaşar. Daha doğrusu, yaşamaz, ama 'olabileceğini' düşler. Kendisinden sonra devam eden hikayeler sahibi olmanın sonsuz olmakla ilgili olduğunu düşünür. Anılmayı gerçekten varolmakla karıştırır. Bu elbette bir aldatmacadır. Ancak her aldatmacada olduğu gibi bir müsekkin/yatıştırıcı etkisi vardır. Daha çok varolmanın sanrısı dahi 'fena yarası'nın acılarına bir merhem çalar.
Ben bu hali internette rastgeldiğim bir fotoğrafa çok benzetiyorum. Fotoğrafta iki heykel kolu var. Elele tutuşan iki insanın kolları. Kollardan gayrısı kırılmış. Onlar da kısmen bu yıkımdan pay almış. İşte, edebiyat bize, tıpkı "Cambaza bak!" der gibi, sadece ellere bakmayı telkin ediyor. Eller bir süre daha kalabiliyor çünkü. Yazdıklarımız da bizden sonraya bir süre kalıyor. Fakat bu hakiki bir varlık mı? Hakikaten bir kalış mı? Bedenleri yokolmuş kolların gerçek bir hikayesi olabilir mi? Buradan hayran olunacak bir aşk doğar mı? Romana, sinemaya, tiyatroya göre doğar. Çünkü bunların öykülerini zihninizde tekrar edebilirsiniz. Tekrar be tekrar yaşatabilirsiniz. Yirminizde okuduğunuz romanın kahramanını, ellinizde, sizdeki yaşlanmadan hiçbir pay almadan hayal edebilirsiniz.
Arkadaşım, işte, hayaller bizi kandırıyor! Sakinleştirici etkisi de kuvvetle muhtemel buradan geliyor. Yani bu reenkarnasyon etkisinden doğuyor. Hatta alıntıladığım metnin devamında Bediüzzaman diyor: "Hem tiyatro gibi tenasuhvâri, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi, şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz."
İslam sûretperestliğe neden düşmandır? Belki şu yazıya bakmakla bunun da bir cevabı bulunabilir. Nihayetinde putperestler de putlarını/resimlerini birşeyleri tekrar be tekrar hatırlatması için kullanıyorlardı. Onların taştan, demirden, gümüşten veya altından devam eden varlığıyla o şeyin hakiki varlığını karıştırıyorlardı. Uzza'ya tapmayan adamlar Uzza'nın putuna ise tapabiliyorlardı. (Bugün de Monroe'nun çoktan çürümüş cesedine bakınca korkup kaçacak nefisler fotoğraflarından bir beka şehveti devşiriyorlar.)
Çünkü put eskimiyordu. Yaşlanmıyordu. Dolayısıyla faniliği hatırlatmıyordu. Bu bir tür sonsuzluğa benziyordu. Fakat hakiki varoluş 'faniliğin taşınmasında' aranmaz ki. Taşınmaya muhtaç olmayan bir güzelliktir sonsuzluğu kaldırabilecek olan. Hakiki varoluş ancak bir hüsn-i mücerredle mümkün olabilir. Belki biraz da bu yüzden Kur'an'daki şu ifadeyi her duyduğumuzda/okuduğumuzda sarsılıyoruz: "Kullu şey’in hâlikun illâ vechehu.../Herşey helak olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna..." Öyle ya. Yüzü ona bakmadıktan sonra neyin ömrü kıyameti aşabilir? Kıyamet bütün sanal bekaların yıkılışıdır. O zaman, arkadaşım, herşeyin yüzünü Ona döndürelim. Çünkü biz 'biz' olarak kaldıkça sonsuz olamayız.
Bu nedenle, aynı cümleye, fakat bu kez olumsuzlarken, Bediüzzaman'da rastlamak beni şaşırtmadı. O da şöyle söylüyordu Lemeât'ında: "(...) Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz. Yine ondan gelen, dalâletten neş'et eden ruhun ıztırâbâtına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakikî faide vermez. Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat. Meyyit hayat veremez. (...)"
Metnin tamamına ulaşmak isteyenleri kaynağına havale ederek (Google Hoca bu konuda size yardımcı olacaktır) bu tekrar eden 'müsekkin' vurgusunun bana neler düşündüğünü bir parça izaha çalışacağım. Tevfik Allah'tan. Hamd yalnızca Ona.
Evet, edebiyat bizde bir 'sakinleştirici' etkisi yapıyor, fanilikle uyanmış akıllarımızı bir parça uyuşturuyor, çünkü bizi vücudîlikte (varlıksallıkta) farklı bir boyuta taşıyor. Bir insanın yazdıkları, eğer güzel de bir metin ortaya koymuşsa ve yıllarca okunacağına dair kalbinde bir umut yanmışsa, varlığının maddeden bir parça aşkınlaşmasını sağlıyor. Örneğin: Güzel bir roman yazdığınızda, metinde bir tür vücud/varlık bulan öykü, kişisel ömrünüzden aşkınlaşıyor. Kahramanları yaşlanmıyor. Duyguları yıpranmıyor. Aşkları eskimiyor. Özlemleri sönmüyor. Oraya, o birkaç sayfaya sığdırdığınız hayatlar, sanki bir tür ebediyet kazanmış gibi kalbinizde bir tatmin yaratıyorlar. Okuyanlar da sizdekine benzer bir tatmin yaşıyorlar. Güya meyyitlerden hayat alıyorlar.
Fakat ne de olsa yalancı bir tatmindir bu. Çünkü yazılanlar gerçek değildir. Bekanın gözünde gerçek 'olan' veya 'olmaya devam eden'dir. Hem bir zamanlar gerçekleşmiş olsalar bile, tahayyülünüz ile bugün onlara giydirdiğiniz varlık, tasavvurdur, gerçek değildir. Hikayeler bitmiştir. Kahramanlar ölmüştür. Aşklar sönmüştür. Belki de zaten hiç yaşanmamıştır. Lakin okurları sayesinde tenasuh/reenkarnasyon geçirir gibi hayatta kalırlar. Birer parazit gibi bedenden bedene zıplarlar. Faniliği dolaşmakla bir tür sonsuzluk yalanı uydururlar. Ve siz o hikayelerin zamana yayılmış ömrüne bakarak ölümsüzlüğün bu dünyada da olabileceğini vehmedersiniz. Şuurla söylemeseniz de hisçe hissedersiniz.
Roman gezdiği ellerde binlerce farklı sûret giyer. Esas kızın tipi nasıldır? Esas oğlanın çehresi ne şekildedir? Birbirlerine nasıl bakmışlardır? Bunlar okurların dünyasında yeniden yeniden inşa olunur. Bu yeniden yeniden inşanın da bekayı (k)andırır bir yanı vardır. Mürşidim, İşaratü'l-İ'caz isimli eserinde, arızîlerin bekasına dair der ki: "Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar." İnsan da bu türden edebî tekrarlarla bir sanal beka yaşar. Daha doğrusu, yaşamaz, ama 'olabileceğini' düşler. Kendisinden sonra devam eden hikayeler sahibi olmanın sonsuz olmakla ilgili olduğunu düşünür. Anılmayı gerçekten varolmakla karıştırır. Bu elbette bir aldatmacadır. Ancak her aldatmacada olduğu gibi bir müsekkin/yatıştırıcı etkisi vardır. Daha çok varolmanın sanrısı dahi 'fena yarası'nın acılarına bir merhem çalar.
Ben bu hali internette rastgeldiğim bir fotoğrafa çok benzetiyorum. Fotoğrafta iki heykel kolu var. Elele tutuşan iki insanın kolları. Kollardan gayrısı kırılmış. Onlar da kısmen bu yıkımdan pay almış. İşte, edebiyat bize, tıpkı "Cambaza bak!" der gibi, sadece ellere bakmayı telkin ediyor. Eller bir süre daha kalabiliyor çünkü. Yazdıklarımız da bizden sonraya bir süre kalıyor. Fakat bu hakiki bir varlık mı? Hakikaten bir kalış mı? Bedenleri yokolmuş kolların gerçek bir hikayesi olabilir mi? Buradan hayran olunacak bir aşk doğar mı? Romana, sinemaya, tiyatroya göre doğar. Çünkü bunların öykülerini zihninizde tekrar edebilirsiniz. Tekrar be tekrar yaşatabilirsiniz. Yirminizde okuduğunuz romanın kahramanını, ellinizde, sizdeki yaşlanmadan hiçbir pay almadan hayal edebilirsiniz.
Arkadaşım, işte, hayaller bizi kandırıyor! Sakinleştirici etkisi de kuvvetle muhtemel buradan geliyor. Yani bu reenkarnasyon etkisinden doğuyor. Hatta alıntıladığım metnin devamında Bediüzzaman diyor: "Hem tiyatro gibi tenasuhvâri, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi, şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz."
İslam sûretperestliğe neden düşmandır? Belki şu yazıya bakmakla bunun da bir cevabı bulunabilir. Nihayetinde putperestler de putlarını/resimlerini birşeyleri tekrar be tekrar hatırlatması için kullanıyorlardı. Onların taştan, demirden, gümüşten veya altından devam eden varlığıyla o şeyin hakiki varlığını karıştırıyorlardı. Uzza'ya tapmayan adamlar Uzza'nın putuna ise tapabiliyorlardı. (Bugün de Monroe'nun çoktan çürümüş cesedine bakınca korkup kaçacak nefisler fotoğraflarından bir beka şehveti devşiriyorlar.)
Çünkü put eskimiyordu. Yaşlanmıyordu. Dolayısıyla faniliği hatırlatmıyordu. Bu bir tür sonsuzluğa benziyordu. Fakat hakiki varoluş 'faniliğin taşınmasında' aranmaz ki. Taşınmaya muhtaç olmayan bir güzelliktir sonsuzluğu kaldırabilecek olan. Hakiki varoluş ancak bir hüsn-i mücerredle mümkün olabilir. Belki biraz da bu yüzden Kur'an'daki şu ifadeyi her duyduğumuzda/okuduğumuzda sarsılıyoruz: "Kullu şey’in hâlikun illâ vechehu.../Herşey helak olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna..." Öyle ya. Yüzü ona bakmadıktan sonra neyin ömrü kıyameti aşabilir? Kıyamet bütün sanal bekaların yıkılışıdır. O zaman, arkadaşım, herşeyin yüzünü Ona döndürelim. Çünkü biz 'biz' olarak kaldıkça sonsuz olamayız.
18 Nisan 2018 Çarşamba
Bazı yaralar hep kanasınlar diye verilmiştir
Abarttığımı düşüneceksiniz ama söylemekten çekinmeyeceğim: Ben edebiyatı 'fiziksel olanın kırıldığı' bir alan gibi görürüm. 'İçim' ile 'dışım' arasında bir berzah bulurum onda. Tekdüzeliğimi kırarım. En sevdiğim yanı ise şudur: Bana kelimelerin 'anlatacakları bitmeyecek' şeyler olduğunu öğretir. "Herşeyde Allah'a gidecek yollar vardır!" diyen mısraı yeni bir gözle okutur. Kelimelerde de sonsuzluğa giden yollar vardır.
Evet. Öyle. Onunla meşgul olurken hiçbir kelimeyi arkamda bırakamadığımı görüyorum. Çünkü bitiremiyorum. "Artık kullanılmaz!" sandığım terkipler tekrar karşıma çıkıyor bazen. Yeniden (tıpkı ilk kez karşılaşmışız gibi) bir tat alıyorum. Veya eskidiğini sandığım bir kelimeyle yeni bir cümle içinde buluşuyorum. Sanki birbirimizi arıyormuşuz gibi bundan memnun oluyorum. Yani edebiyat, bir açıdan, kelimelerimi bilim olmaktan kurtarıyor. Arkada bırakılmalarını engelliyor.
Bilim hayreti isimlerle öldürür. Edebiyatın hayreti isimlerle başlar. Şaşırma sözlerime. İsimler yol da açar yol da tıkar. 'Adı konulmamış şeyler' yaşamamız gönlümüzü caddeleştirir. Birçok tuhaflık geçmeye başlar kaldırımlarından. Yeni çakralar açılır. Yaşanır. Yazdırılır. Yazılır. Eğer onları teşhis edebilseydik muhtemelen böyle olmayacaktı. Çünkü ismi konulanlar bilinir.
İnsanoğlu çoğu zaman isim koymayı 'arkada bırakma'nın aracı olarak kullanır. Tıpkı basit bir raf sistemi gibi. Ürünün ne olduğu anla. Etiketini yapıştır. Doğru yeri bul. Ve koy. Sonra? Sonra tekrar ihtiyaç duyduğunda çağırırsın. Geliverir. Fakat dondurduğun kadarıyla geliverir. Veyahut da sen gidersin rafına. Bulursun. Fakat dondurduğun kadarıyla bulursun.
İşte her isim koyuş böyle değildir. Bazı isimler vardır ki onlar sadece kapıdır. Tekrar yürünmek istenen (hep yürünmek istenen) yolların ilk adımıdır. Edebiyat isimlere böyle bakar. Anıldıklarında caddeyi hatırlatırlar. Caddenin sonunu ifade etmezler. Birinci Söz'de denildiği gibi: 'Her hayrın başıdır' ve 'ona başlanır.' Bir saniye. Kalbimdeki size çok uzak kaldı. Yakınlaştıracak bir misalle anlatmaya çalışalım. Mesela: Bazı tanıdıklar vardır. Sevilmezler. Varlıkları/yoklukları birdir. Onların isimlerini anmak caddelerinin sonuna gelmektir. Yargılar kesinleşmiştir. Bilinmesi gerekenler öğrenilmiştir. Yeni birşeye merak yoktur. Tanı/teşhis konulmuştur. İşte böylesi isimlerdir yolu öldürenler. Hatta belki 'isim' bile denilmez onlara. Onlar isim görünümlü yargılardır. Yeni birşey öğretmezler. Yol tıkarlar.
Ancak bir de hep sevileceklerin isimleri vardır. Merak edilenlerin. Unutulamayanların. Sonuna gelinemeyenlerin. Hep hatırlananların. Örneğin: Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, bir zamanlar âşık olduğu kişinin ismini duymak, insanın göğsündeki caddeyi yeniden trafiğe açar. Yol yeniden adımlanır. Daha önce basılmamış kaldırımlar düşünceye yayılır. Şimdi ne yapıyordur? Nasıldır? Neler hissetmektedir? Neleri hatırlamaktadır? İşte böylesi isimleri andığımızda dalıp gitmemiz onların 'yol açıcı' olmasındandır. Hatta bazen böylesi isimlerden sonra dostlarınız uyarır: "... dedik daldın gittin?"
Ben 'bilimin isim koyuş tarzı'yla 'dinin isim veriş tarzı' arasında da böyle bir nüans hissediyorum. Bilim daha fazla tanımak için değil 'tanı koymak' için isimlendiriyor. Onun yapmak istediği 'şeyleri rafa dizmek.' Yolu kesmek. Arkasında bırakıp yenisine geçmek. Fakat insanın içi hep böyle çalışmıyor.
Bazı başlıklar var, tıpkı Esmaü'l-Hüsna gibi, biz onların asla sonuna gelemeyiz. Çünkü gelmek istemeyiz. Enfüsî tefekkürün özü de zaten bu 'sonuna gelemeyişler'e dayanır. İnsan sonsuzluğa buralarından inanır. Bu bahçedeki çiçekler aslında sonsuzluğa doğru yapılan çağrılardır. Tekrar cennete gireriz. Tekrar düşünmeye başlarız. Tekrar dalından bir meyve koparırız. Ve meyve, sanki biz hiç koparmamışız gibi, yerine gelir. Âdemoğlu/kızı cennete dair anlatılan 'sonsuzluk kıssalarına' böylesi tefekkürler eşliğinde iman eder. Çünkü bu isimler ne kadar anılırsa anılsınlar yeni şeyler getirirler.
Kur'an ayetlerini, hadis-i şerifleri, hatta mübarek insanların hikmetli sözlerini düşünün mesela. Hangisindeki bilginin sonuna gelmeyi başardık? Hangisinden ders almayı bitirdik veya bıraktık? Kur'an-ı Kerim üzerine yazılmış binlerce kitap var fakat hiçbirisi onun sonuna gelememiş. Kur'an bir o kadarını daha dallarından meyve verse büyümesi bitmeyecek bir cennet ağacı gibi. Dipdiri. Taptaze. Dünyada bir sonsuzluk. Bir cennet. Bir de sonuna gelinmiş şeyler var. Anmasıyla yeni bir lezzete varılamayan. Bilgisi eskiyen. Yeni birşey öğrenilmeyen. Yeni bir fikir edinilmeyen. Bilim bize sürekli böyle isimler üretiyor. Yollarımızı tıkıyor. Her hayreti bir an sürüyor. Sonra geçiliyor.
İçimizde bir dalgalanma yaşıyoruz mesela. Oradan, o dalgalanmadan, Allah'a giden bir yol bulmaya niyet etmişken (yani onu sonsuzlaştıracakken) araya bilim giriyor. Bizi teşhis ediyor. Bizi öldürüyor: "Depresyondur o."
Böylesi bir isimlendirmenin arkasında yürümeyi cesaretlendirir bir yanı var mı? Bu bir tanı. Yolun sonuna geldiğini söyler birşey. Bilindi. Bitti. Fakat İslam bize, özellikle iç meselelerimize, arkasından yürünecek isimlerle bakmayı öğütlüyor. Manevî depremlerimizden de Allah'ı bulduruyor. Yüreği daralanımız Allah'ı Esmaü'l-Hüsna'sıyla çağırıyor. Sıkıntısını tefekkür ediyor. Hayatına/geçmişine bakan izdüşümlerini düşünüyor. Ve, inşaallah, daralmasından çıktığı ferahla sonsuzlaşmış bir marifete de ulaşıyor.
Mürşidim 14. Söz'de diyor ki: "İşte, gel, belâhet ve hamâkatin nihayetsiz derecelerine bak ki, yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-i meçhuleye bir nam takar; malûm bir şey gibi, 'Bu budur' der. Meselâ, 'Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır.' Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i nev'iyenin ünvanları bulunan ve 'âdetullah' namıyla yad edilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hadise-i Rububiyeti ircâ eder. O ircâ ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariyeden keser; sonra tutar, tesadüfe, tabiata havale eder, Ebu Cehil'den ziyade muzaaf bir echeliyet gösterir."
Hatamız şu arkadaşım: Bazı yaralar kanaması için verilmiştir. Kurutulması için değil. İsim verişimiz de bununla ilgilidir. Ahirzaman isimleri öldürmek için kullanıyor. Ad koyup arkada bırakmayı öğütlüyor. Çünkü bu düzende yalnız yeni olan makbul. Her yeninin efendiliği ise sadece bir anlık. Sonra o da ölüyor. Yerine yenisi geliyor. Sonra gelen önce gelene 'anlık sultanlık' ediyor. (Kur'an ise besmeleden itibaren isimleri 'başlamanın' eşiği yapıyor.) Bazen soruyorum kendime: Böyle bir bıçakla budanan gençlerden zikrullahı anlamasını nasıl bekleyebiliriz ki? Nihayetinde bindörtyüz yıllık isimleri/kelimeleri tekrar tekrar anmaya dayanan birşey zikrullah. Bitmeyeceğine inandıramazsınız ki. Belki edebiyat, kelimelere dair öğütlediği derinlikle, şu hastalığa bir deva olabilir. Kur'an'ın kitap olarak gelmesinde ne çok hikmet var.
Evet. Öyle. Onunla meşgul olurken hiçbir kelimeyi arkamda bırakamadığımı görüyorum. Çünkü bitiremiyorum. "Artık kullanılmaz!" sandığım terkipler tekrar karşıma çıkıyor bazen. Yeniden (tıpkı ilk kez karşılaşmışız gibi) bir tat alıyorum. Veya eskidiğini sandığım bir kelimeyle yeni bir cümle içinde buluşuyorum. Sanki birbirimizi arıyormuşuz gibi bundan memnun oluyorum. Yani edebiyat, bir açıdan, kelimelerimi bilim olmaktan kurtarıyor. Arkada bırakılmalarını engelliyor.
Bilim hayreti isimlerle öldürür. Edebiyatın hayreti isimlerle başlar. Şaşırma sözlerime. İsimler yol da açar yol da tıkar. 'Adı konulmamış şeyler' yaşamamız gönlümüzü caddeleştirir. Birçok tuhaflık geçmeye başlar kaldırımlarından. Yeni çakralar açılır. Yaşanır. Yazdırılır. Yazılır. Eğer onları teşhis edebilseydik muhtemelen böyle olmayacaktı. Çünkü ismi konulanlar bilinir.
İnsanoğlu çoğu zaman isim koymayı 'arkada bırakma'nın aracı olarak kullanır. Tıpkı basit bir raf sistemi gibi. Ürünün ne olduğu anla. Etiketini yapıştır. Doğru yeri bul. Ve koy. Sonra? Sonra tekrar ihtiyaç duyduğunda çağırırsın. Geliverir. Fakat dondurduğun kadarıyla geliverir. Veyahut da sen gidersin rafına. Bulursun. Fakat dondurduğun kadarıyla bulursun.
İşte her isim koyuş böyle değildir. Bazı isimler vardır ki onlar sadece kapıdır. Tekrar yürünmek istenen (hep yürünmek istenen) yolların ilk adımıdır. Edebiyat isimlere böyle bakar. Anıldıklarında caddeyi hatırlatırlar. Caddenin sonunu ifade etmezler. Birinci Söz'de denildiği gibi: 'Her hayrın başıdır' ve 'ona başlanır.' Bir saniye. Kalbimdeki size çok uzak kaldı. Yakınlaştıracak bir misalle anlatmaya çalışalım. Mesela: Bazı tanıdıklar vardır. Sevilmezler. Varlıkları/yoklukları birdir. Onların isimlerini anmak caddelerinin sonuna gelmektir. Yargılar kesinleşmiştir. Bilinmesi gerekenler öğrenilmiştir. Yeni birşeye merak yoktur. Tanı/teşhis konulmuştur. İşte böylesi isimlerdir yolu öldürenler. Hatta belki 'isim' bile denilmez onlara. Onlar isim görünümlü yargılardır. Yeni birşey öğretmezler. Yol tıkarlar.
Ancak bir de hep sevileceklerin isimleri vardır. Merak edilenlerin. Unutulamayanların. Sonuna gelinemeyenlerin. Hep hatırlananların. Örneğin: Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, bir zamanlar âşık olduğu kişinin ismini duymak, insanın göğsündeki caddeyi yeniden trafiğe açar. Yol yeniden adımlanır. Daha önce basılmamış kaldırımlar düşünceye yayılır. Şimdi ne yapıyordur? Nasıldır? Neler hissetmektedir? Neleri hatırlamaktadır? İşte böylesi isimleri andığımızda dalıp gitmemiz onların 'yol açıcı' olmasındandır. Hatta bazen böylesi isimlerden sonra dostlarınız uyarır: "... dedik daldın gittin?"
Ben 'bilimin isim koyuş tarzı'yla 'dinin isim veriş tarzı' arasında da böyle bir nüans hissediyorum. Bilim daha fazla tanımak için değil 'tanı koymak' için isimlendiriyor. Onun yapmak istediği 'şeyleri rafa dizmek.' Yolu kesmek. Arkasında bırakıp yenisine geçmek. Fakat insanın içi hep böyle çalışmıyor.
Bazı başlıklar var, tıpkı Esmaü'l-Hüsna gibi, biz onların asla sonuna gelemeyiz. Çünkü gelmek istemeyiz. Enfüsî tefekkürün özü de zaten bu 'sonuna gelemeyişler'e dayanır. İnsan sonsuzluğa buralarından inanır. Bu bahçedeki çiçekler aslında sonsuzluğa doğru yapılan çağrılardır. Tekrar cennete gireriz. Tekrar düşünmeye başlarız. Tekrar dalından bir meyve koparırız. Ve meyve, sanki biz hiç koparmamışız gibi, yerine gelir. Âdemoğlu/kızı cennete dair anlatılan 'sonsuzluk kıssalarına' böylesi tefekkürler eşliğinde iman eder. Çünkü bu isimler ne kadar anılırsa anılsınlar yeni şeyler getirirler.
Kur'an ayetlerini, hadis-i şerifleri, hatta mübarek insanların hikmetli sözlerini düşünün mesela. Hangisindeki bilginin sonuna gelmeyi başardık? Hangisinden ders almayı bitirdik veya bıraktık? Kur'an-ı Kerim üzerine yazılmış binlerce kitap var fakat hiçbirisi onun sonuna gelememiş. Kur'an bir o kadarını daha dallarından meyve verse büyümesi bitmeyecek bir cennet ağacı gibi. Dipdiri. Taptaze. Dünyada bir sonsuzluk. Bir cennet. Bir de sonuna gelinmiş şeyler var. Anmasıyla yeni bir lezzete varılamayan. Bilgisi eskiyen. Yeni birşey öğrenilmeyen. Yeni bir fikir edinilmeyen. Bilim bize sürekli böyle isimler üretiyor. Yollarımızı tıkıyor. Her hayreti bir an sürüyor. Sonra geçiliyor.
İçimizde bir dalgalanma yaşıyoruz mesela. Oradan, o dalgalanmadan, Allah'a giden bir yol bulmaya niyet etmişken (yani onu sonsuzlaştıracakken) araya bilim giriyor. Bizi teşhis ediyor. Bizi öldürüyor: "Depresyondur o."
Böylesi bir isimlendirmenin arkasında yürümeyi cesaretlendirir bir yanı var mı? Bu bir tanı. Yolun sonuna geldiğini söyler birşey. Bilindi. Bitti. Fakat İslam bize, özellikle iç meselelerimize, arkasından yürünecek isimlerle bakmayı öğütlüyor. Manevî depremlerimizden de Allah'ı bulduruyor. Yüreği daralanımız Allah'ı Esmaü'l-Hüsna'sıyla çağırıyor. Sıkıntısını tefekkür ediyor. Hayatına/geçmişine bakan izdüşümlerini düşünüyor. Ve, inşaallah, daralmasından çıktığı ferahla sonsuzlaşmış bir marifete de ulaşıyor.
Mürşidim 14. Söz'de diyor ki: "İşte, gel, belâhet ve hamâkatin nihayetsiz derecelerine bak ki, yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-i meçhuleye bir nam takar; malûm bir şey gibi, 'Bu budur' der. Meselâ, 'Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır.' Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i nev'iyenin ünvanları bulunan ve 'âdetullah' namıyla yad edilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hadise-i Rububiyeti ircâ eder. O ircâ ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariyeden keser; sonra tutar, tesadüfe, tabiata havale eder, Ebu Cehil'den ziyade muzaaf bir echeliyet gösterir."
Hatamız şu arkadaşım: Bazı yaralar kanaması için verilmiştir. Kurutulması için değil. İsim verişimiz de bununla ilgilidir. Ahirzaman isimleri öldürmek için kullanıyor. Ad koyup arkada bırakmayı öğütlüyor. Çünkü bu düzende yalnız yeni olan makbul. Her yeninin efendiliği ise sadece bir anlık. Sonra o da ölüyor. Yerine yenisi geliyor. Sonra gelen önce gelene 'anlık sultanlık' ediyor. (Kur'an ise besmeleden itibaren isimleri 'başlamanın' eşiği yapıyor.) Bazen soruyorum kendime: Böyle bir bıçakla budanan gençlerden zikrullahı anlamasını nasıl bekleyebiliriz ki? Nihayetinde bindörtyüz yıllık isimleri/kelimeleri tekrar tekrar anmaya dayanan birşey zikrullah. Bitmeyeceğine inandıramazsınız ki. Belki edebiyat, kelimelere dair öğütlediği derinlikle, şu hastalığa bir deva olabilir. Kur'an'ın kitap olarak gelmesinde ne çok hikmet var.
14 Nisan 2018 Cumartesi
Kendimizde boğulmaktan bizi kim kurtarır?
Galiba Ömer Hayyam'ın hayatına dair bir kitaptaydı. Eski rasathaneler hakkında şöyle birşey okumuştum: Eskiden gökbilimciler semayı 'semaya bakarak' incelemezlermiş. Ya? Rasathanelerin zemininde (belki avlusunda) büyük havuzlar olurmuş. O havuzun suyunda oluşan yansımasına bakarak gökyüzü hakkında bilgi edinirlermiş. Neden? Çünkü insanın uzun süreler gökyüzüne bakması fiziksel olarak acı vericiyken önündeki havuza bakması öyle değilmiş. Bir saniye... Bunu neden 'miş'li geçmiş zamanla söyledim ki? Halen durum böyle. İnsan uzun süre yukarıya bakınca boynunun tutulduğu oluyor da önündeki aynaya bakınca böyle birşey yaşamıyor. Veya çok daha uzun bir süreçte yaşıyor.
Kur'an-ı Hakîm'de insanın yaratılış sürecini anlatan ayetlerde şöyle bir zenginlik nazarıma çarpıyor. Mesela: Nahl sûresinin 4. ayeti gibi bazıları diyor: "O, insanı bir damla sudan yarattı." En'âm sûresinin 2. ayeti gibi diğer bazıları diyor: "Sizi bir çamurdan yaratan ve sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O'dur." Sonra nazarınıza Rûm sûresinin 20. ayeti gibileri çarpıyor: "Sizi topraktan yaratması Onun (varlığının) delillerindendir." Bu 'su, çamur, toprak' ifadeleri bana her nedense yazının giriş kısmında bahsettiğim 'rasathane havuzlarını' hatırlatıyor. 'İnsan' ile 'birikintiler' arasında bir benzerlik bağı kurmamı sağlıyor.
Nasıl? Belki biraz şöyle: Kırda yürürken bir su birikintisine rastladığınızı düşünün. Bir birikinti kaç bileşenden oluşur? Eğer toprak zemin üzerinde oluşmuşsa, ki doğada genelde böyle olur, bileşeni üçtür: Su, çamur ve toprak. En üstte su vardır. Toprakla temas ettiği yerde çamur oluşur. Daha alt kısımda ise kuru toprak vardır. Suyun ulaşamadığı yerlerde, belki de toprağın tutucu karakterinden ötürü, zemin kuru kalmıştır. Böylece nurtopu bir küçük su birikintisi oluşur. Daha büyüğünü düşlemeye niyet ederseniz bir havuz da hayal edebilirsiniz.
Modern havuzların yapım malzemeleri yokken bir havuz nasıl yapılırdı? Muhtemelen toprakta açılan çukurlardı bu havuzlar. Ve bu havuzların zeminlerindeki toprağın koyuluğu/karanlığı birşeyi daha sağlıyordu. Neyi? Elbette yansıtıcılığı. Evet. Aynanın arkası ne kadar koyu bir renkle sırlanırsa/ziftlenirse ön tarafının yansıtıcılığı o kadar artar. Dolunaylı bir gecede her su birikintisinde göktekinden geri kalmayan ay parçaları görünür. Göktekine bakmak boynumuzu ağrıtırsa da yerdekine bakmak canımızı yakmaz. Saatlerce bakabiliriz. İnceleyebiliriz. Tefekkür edebiliriz.
Bütün bu laf kalabalığını neden yapıyorum? Ona geleyim: Mürşidim, bir yerde, Allah'ın neden kafa gözüyle görülmediğini izah sadedinde der ki: "Ey şiddeti zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zât-ı Akdes!" Ben de Kur'an-ı Hakîm'in bu tarz beyanlarında (yani 'su, çamur, toprak' üçlemesinde) Bediüzzaman'ın tesbitine benzer bir işaretin olduğunu düşünüyorum.
Yani insanın varlığının (hatta tüm sebeplerin varlığının) hikmeti: Havuza havuz için bakmamak. Ne demek bu? Yani gökbilimciler gibi bir hassasiyet sahibi olmak. Nesneleri aynalaştırmak. Bizzat bakmaya çalışınca yükünü kaldıramadığımız manzaraları aynalar üzerinden kaldırmak. En başta insanın bizzat kendisini aynalaştırması. Varlığımızı aynalaştırmak. Detaylaştırmak. Kendi derinliğimizde (kendimizi incelerken) boğulmamak. Öyle ya! Bir havuzu bizzat kendisi olarak görüp incelemeye kalkarsanız size vereceği nedir? Su, çamur ve toprak. Peki aynı havuzu göklerin haberi için okursanız size neler söyler?
'Mana-i harfî' ile 'mana-i ismî' dediğimiz okuma şekillerinin arasındaki nüans da buna benziyor. Mana-i harfî ile bakanlar yerdeki su birikintilerinden göklerin haberini alabiliyor. Fakat mana-i ismî ile 'şeylere yalnız kendileri için' bakanlar ise baktıkları şeylerde boğuluyor. Su birikintileri, çukurlar, havuzlar, onlara sadece birkaç damlalık derinliklerden bahsediyorlar. Birkaç senelik ömürlerden. Birkaç günlük bilgilerden. Fakat onları aynalaştırmayı başaranlar için uzayın derinliklerine yollar açıyorlar.
Bence Allah'ın yarattığı her nesne böyle. "Şaşı bak şaşır!" misali ardını görmeye çalışarak bakmamızla şaşırtıyorlar. Bizzat kendilerine baktıkça da körleştiriyorlar. Hatta insanın kendi hayatı, yetenekleri, duyguları, hissedişleri, yaşadıkları, acıları, hüzünleri, neşeleri, özlemleri, kederleri, ayrılıkları, kavuşmaları, sevişleri, nefretleri vs... bizzat kendi adlarına incelenenler olduklarında insan onlardan çıkamıyor.
Boğuluyor. Fakat onları araçsallaştırıp daha üst olanın okumalarına yoğunlaştığında kendi hayatını 'zararlarına uğramadan' seyrediyor. Çünkü bazı yanlarımız var, bizzat onlara yoğunlaşmadıkça, bize zarar verici değiller. Çukurdaki suya taş düşse, zehir karışsa, yılan dalsa orada yüzenler için belki birşeyler değişir, ama Ayın haberini arayanlar için hiçbirşey değişmez ki. Ayın varlığı sudan etkilenmezdir. Marifetullah, yani Allah'ı herşeyden bilmenin/öğrenmenin güzelliği, bizzat kendimizi kendimizin gözünde detaylaştırarak bize en büyük iyiliği yapıyor. Bizi kendimizde boğulmaktan kurtarıyor.
Kur'an-ı Hakîm'de insanın yaratılış sürecini anlatan ayetlerde şöyle bir zenginlik nazarıma çarpıyor. Mesela: Nahl sûresinin 4. ayeti gibi bazıları diyor: "O, insanı bir damla sudan yarattı." En'âm sûresinin 2. ayeti gibi diğer bazıları diyor: "Sizi bir çamurdan yaratan ve sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O'dur." Sonra nazarınıza Rûm sûresinin 20. ayeti gibileri çarpıyor: "Sizi topraktan yaratması Onun (varlığının) delillerindendir." Bu 'su, çamur, toprak' ifadeleri bana her nedense yazının giriş kısmında bahsettiğim 'rasathane havuzlarını' hatırlatıyor. 'İnsan' ile 'birikintiler' arasında bir benzerlik bağı kurmamı sağlıyor.
Nasıl? Belki biraz şöyle: Kırda yürürken bir su birikintisine rastladığınızı düşünün. Bir birikinti kaç bileşenden oluşur? Eğer toprak zemin üzerinde oluşmuşsa, ki doğada genelde böyle olur, bileşeni üçtür: Su, çamur ve toprak. En üstte su vardır. Toprakla temas ettiği yerde çamur oluşur. Daha alt kısımda ise kuru toprak vardır. Suyun ulaşamadığı yerlerde, belki de toprağın tutucu karakterinden ötürü, zemin kuru kalmıştır. Böylece nurtopu bir küçük su birikintisi oluşur. Daha büyüğünü düşlemeye niyet ederseniz bir havuz da hayal edebilirsiniz.
Modern havuzların yapım malzemeleri yokken bir havuz nasıl yapılırdı? Muhtemelen toprakta açılan çukurlardı bu havuzlar. Ve bu havuzların zeminlerindeki toprağın koyuluğu/karanlığı birşeyi daha sağlıyordu. Neyi? Elbette yansıtıcılığı. Evet. Aynanın arkası ne kadar koyu bir renkle sırlanırsa/ziftlenirse ön tarafının yansıtıcılığı o kadar artar. Dolunaylı bir gecede her su birikintisinde göktekinden geri kalmayan ay parçaları görünür. Göktekine bakmak boynumuzu ağrıtırsa da yerdekine bakmak canımızı yakmaz. Saatlerce bakabiliriz. İnceleyebiliriz. Tefekkür edebiliriz.
Bütün bu laf kalabalığını neden yapıyorum? Ona geleyim: Mürşidim, bir yerde, Allah'ın neden kafa gözüyle görülmediğini izah sadedinde der ki: "Ey şiddeti zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zât-ı Akdes!" Ben de Kur'an-ı Hakîm'in bu tarz beyanlarında (yani 'su, çamur, toprak' üçlemesinde) Bediüzzaman'ın tesbitine benzer bir işaretin olduğunu düşünüyorum.
Yani insanın varlığının (hatta tüm sebeplerin varlığının) hikmeti: Havuza havuz için bakmamak. Ne demek bu? Yani gökbilimciler gibi bir hassasiyet sahibi olmak. Nesneleri aynalaştırmak. Bizzat bakmaya çalışınca yükünü kaldıramadığımız manzaraları aynalar üzerinden kaldırmak. En başta insanın bizzat kendisini aynalaştırması. Varlığımızı aynalaştırmak. Detaylaştırmak. Kendi derinliğimizde (kendimizi incelerken) boğulmamak. Öyle ya! Bir havuzu bizzat kendisi olarak görüp incelemeye kalkarsanız size vereceği nedir? Su, çamur ve toprak. Peki aynı havuzu göklerin haberi için okursanız size neler söyler?
'Mana-i harfî' ile 'mana-i ismî' dediğimiz okuma şekillerinin arasındaki nüans da buna benziyor. Mana-i harfî ile bakanlar yerdeki su birikintilerinden göklerin haberini alabiliyor. Fakat mana-i ismî ile 'şeylere yalnız kendileri için' bakanlar ise baktıkları şeylerde boğuluyor. Su birikintileri, çukurlar, havuzlar, onlara sadece birkaç damlalık derinliklerden bahsediyorlar. Birkaç senelik ömürlerden. Birkaç günlük bilgilerden. Fakat onları aynalaştırmayı başaranlar için uzayın derinliklerine yollar açıyorlar.
Bence Allah'ın yarattığı her nesne böyle. "Şaşı bak şaşır!" misali ardını görmeye çalışarak bakmamızla şaşırtıyorlar. Bizzat kendilerine baktıkça da körleştiriyorlar. Hatta insanın kendi hayatı, yetenekleri, duyguları, hissedişleri, yaşadıkları, acıları, hüzünleri, neşeleri, özlemleri, kederleri, ayrılıkları, kavuşmaları, sevişleri, nefretleri vs... bizzat kendi adlarına incelenenler olduklarında insan onlardan çıkamıyor.
Boğuluyor. Fakat onları araçsallaştırıp daha üst olanın okumalarına yoğunlaştığında kendi hayatını 'zararlarına uğramadan' seyrediyor. Çünkü bazı yanlarımız var, bizzat onlara yoğunlaşmadıkça, bize zarar verici değiller. Çukurdaki suya taş düşse, zehir karışsa, yılan dalsa orada yüzenler için belki birşeyler değişir, ama Ayın haberini arayanlar için hiçbirşey değişmez ki. Ayın varlığı sudan etkilenmezdir. Marifetullah, yani Allah'ı herşeyden bilmenin/öğrenmenin güzelliği, bizzat kendimizi kendimizin gözünde detaylaştırarak bize en büyük iyiliği yapıyor. Bizi kendimizde boğulmaktan kurtarıyor.
13 Nisan 2018 Cuma
İnsan kendisinden de Allah'a sığınır mı?
Hep bir yoksunluğa sancıyarak yazıyorum en güzel yazılarımı. Yokluğun en şiddetlisi varlığın en güzeline dönüşüyor. Muradı içinde bir dua bu. Yaralarımdan güller açıyor. Demek fakirlik her zenginliğin başlangıcıdır. Fakir olduğumda elde edebileceklerimi/edebilirliğimi de öğrenmiş oluyorum. Bir açıdan zenginlikten haberdar edilmektir bu. Onu koklamaktır. Ona dokunmaktır. Hem zenginlikten haberdar edilmek de bir tür zenginliktir. Zenginliktendir. Çünkü habersiz olanların zengin olduğu görülmemiştir. Demek 'marifet' ile 'ikram' bir yerde kardeşleşiyor. Kime 'bilmek' veriliyor ona 'hayır' veriliyor. Kime hikmet veriliyor ona pekçok hayır veriliyor. Zira varlığa ulaşmak önce varlığın bilinciyle oluyor.
Fakat tuzakları var. Nasıl? Mesela: Benim gibi cahiller başlarda 'yetenek' ile 'istikamet'i birbirine karıştırıyorlar. "Kime hikmet verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir!" ayetini "Kime yetenek verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir!" gibi anlıyorlar. 'Bilmek' ile 'elde etmek' arasındaki ilişkiyi imtihansız bir alan sanıyorlar. Halbuki onun da imtihanı var. Ta İblis'ten beri, Samiri'den beri, Karun'dan beri, cahiliye döneminde lakabı Ebu'l-Hikem olan Ebu Cehil'den beri, yetenek sahipleri de bir imtihan yaşıyorlar. Onların imtihanları 'ortaya çıkmak'la olmuyor. 'İstikamette kalmak'la sınanıyorlar.
İstikamet, bir açıdan, Allah'ın seni kendinden gelebilecek zararlardan da korumasıdır. Çünkü yetenekler, Bediüzzaman'ın 'had konulmayan kuvveler' bahsiyle birlikte düşünülürse, 'varolmanın her şeklini' doğru olarak algılarlar. Ellerindeki 'istemek-amel etmek-elde etmek' düzeneğini ve bu düzenekteki işlevliği, hâşâ, Allah'ı aradan çıkaracak kadar deterministçe okurlar. Madem ki başka insanların ellerinden çıkmayan şeyler onların elinden çıkmaktadır; ve madem ki bu durum tekrar tekrar talep etmeleriyle tekrar tekrar vukû bulmaktadır; "O halde" derler, "ancak sayemde olabilir." Seküler sanatlarda sıklıkla şahit olduğumuz 'sınır' tartışmaları yeteneğin bu yanından ileri gelir.
Ah, arkadaşım, şunu da bilmek lazım: Allah'ın her istediğimizi bize vermeyişi de onun bize nimetidir. Her istediğini elde eden insan sınırlarını karıştırmaya başlar. Kendi dilemesiyle varoluş arasındaki Allah'ın ilim, irade ve kudretini seçememeye başlar. Tekdüzelik körleştirir. Kimse güneşin her sabah doğduğuna şükretmez de, işleri biraz kötü gitsin, duaya başlar. Bunun misali karanlıkta yolunu şaşırmış bir adama fener yakıp-söndürerek işaret vermek gibidir. Allah'ın nimetlerini bir verip-bir alması da (istikamet arayanlar için) nimettir. Yanıp-sönmesi ardındaki asıl ilimden, iradeden, kudretten haber verir. Tekdüzelikte insan asıl failin farkındalığına kolayca ulaşamaz. Çünkü, insandır, kabı küçüktür, farkındalığı farklılıklarla kuşanır. Bir dolar bir boşalır.
Biz Allah'tan hep istikamet dilemeliyiz. Çünkü selametimiz orada. Yeteneklerimizle kendimize verebileceğimiz zararların ilacı orada. Dehamızla insanları kandırıp günahlarına girebiliriz. Sesimizle kulakları yanlış yerlere yönlendirebiliriz. Güzelliğimizle nice gözleri alıkoyabiliriz. Bizim kendimizden de Allah'a sığınmamız gerek. İşte, her Fatiha okumamızda, "İhdina's-sırata'l-mustakîm/Bizi doğru yola hidayet et!" demekle şunu yapıyoruz. Yalnız başkalarının şerlerinden değil kendimizden de Allah'a kaçıyoruz. Çünkü görüyoruz: Kendisinden Allah'a kaçmayanlar pekçok saçmalıyorlar. Hatta yansımasına âşık olup göle atlayan meczup gibiler. Kendilerinde boğuluyorlar.
Fakat tuzakları var. Nasıl? Mesela: Benim gibi cahiller başlarda 'yetenek' ile 'istikamet'i birbirine karıştırıyorlar. "Kime hikmet verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir!" ayetini "Kime yetenek verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir!" gibi anlıyorlar. 'Bilmek' ile 'elde etmek' arasındaki ilişkiyi imtihansız bir alan sanıyorlar. Halbuki onun da imtihanı var. Ta İblis'ten beri, Samiri'den beri, Karun'dan beri, cahiliye döneminde lakabı Ebu'l-Hikem olan Ebu Cehil'den beri, yetenek sahipleri de bir imtihan yaşıyorlar. Onların imtihanları 'ortaya çıkmak'la olmuyor. 'İstikamette kalmak'la sınanıyorlar.
İstikamet, bir açıdan, Allah'ın seni kendinden gelebilecek zararlardan da korumasıdır. Çünkü yetenekler, Bediüzzaman'ın 'had konulmayan kuvveler' bahsiyle birlikte düşünülürse, 'varolmanın her şeklini' doğru olarak algılarlar. Ellerindeki 'istemek-amel etmek-elde etmek' düzeneğini ve bu düzenekteki işlevliği, hâşâ, Allah'ı aradan çıkaracak kadar deterministçe okurlar. Madem ki başka insanların ellerinden çıkmayan şeyler onların elinden çıkmaktadır; ve madem ki bu durum tekrar tekrar talep etmeleriyle tekrar tekrar vukû bulmaktadır; "O halde" derler, "ancak sayemde olabilir." Seküler sanatlarda sıklıkla şahit olduğumuz 'sınır' tartışmaları yeteneğin bu yanından ileri gelir.
Ah, arkadaşım, şunu da bilmek lazım: Allah'ın her istediğimizi bize vermeyişi de onun bize nimetidir. Her istediğini elde eden insan sınırlarını karıştırmaya başlar. Kendi dilemesiyle varoluş arasındaki Allah'ın ilim, irade ve kudretini seçememeye başlar. Tekdüzelik körleştirir. Kimse güneşin her sabah doğduğuna şükretmez de, işleri biraz kötü gitsin, duaya başlar. Bunun misali karanlıkta yolunu şaşırmış bir adama fener yakıp-söndürerek işaret vermek gibidir. Allah'ın nimetlerini bir verip-bir alması da (istikamet arayanlar için) nimettir. Yanıp-sönmesi ardındaki asıl ilimden, iradeden, kudretten haber verir. Tekdüzelikte insan asıl failin farkındalığına kolayca ulaşamaz. Çünkü, insandır, kabı küçüktür, farkındalığı farklılıklarla kuşanır. Bir dolar bir boşalır.
Biz Allah'tan hep istikamet dilemeliyiz. Çünkü selametimiz orada. Yeteneklerimizle kendimize verebileceğimiz zararların ilacı orada. Dehamızla insanları kandırıp günahlarına girebiliriz. Sesimizle kulakları yanlış yerlere yönlendirebiliriz. Güzelliğimizle nice gözleri alıkoyabiliriz. Bizim kendimizden de Allah'a sığınmamız gerek. İşte, her Fatiha okumamızda, "İhdina's-sırata'l-mustakîm/Bizi doğru yola hidayet et!" demekle şunu yapıyoruz. Yalnız başkalarının şerlerinden değil kendimizden de Allah'a kaçıyoruz. Çünkü görüyoruz: Kendisinden Allah'a kaçmayanlar pekçok saçmalıyorlar. Hatta yansımasına âşık olup göle atlayan meczup gibiler. Kendilerinde boğuluyorlar.
12 Nisan 2018 Perşembe
Neden yarım bırakılıyoruz?
Parça kendisini bütün sanırsa hep kusurlarına ağlar. İnsan da kendisini bütünün ta kendisi sandığında yarımlıklarına ağlıyor. Onları ceza sanıyor. Sonra bütüne ayıldıkça farkediyor: Başkalarıyla orasından birleşmiş. Daha aşkın birşeyin parçası onlar sayesinde olmuş. Eğer oralarının yoksunluğunu hissetmeseymiş hiçbirşeye tutunamazmış. Yani yoksunlukları aslında yapboz parçalarının kıvrımları gibiymiş. Yara değil nakışmış. Eksik değil hikmetmiş.
İnsan böyle bir uyanışı yaşadığında içinde de güzel bir yerlere varıyor. Kusurlarıyla barışıyor. Sınırlarıyla barışıyor. Yaralarıyla barışıyor. "Elhamdülillah" diyor. Yaşadığı herşey için. Hem kötülük için hem iyilik için. Hem dikeni için hem gülü için. Kavuşup sevemedikleri için. Sevip kavuşamadıkları için. Çünkü herşey nihayetinde bütün için. Tevhid, yani herşeyin aynı Allah'ın eseri olduğu bilinci, insanı daha bu dünyada cennete kavuşturuyor.
Mürşidimin kendisindeki eksikliği hikmet penceresinden okuduğu bir yer vardır: "Bu biçare Said'in gayet muhtaç olduğu ve yetmiş seneden beri o san'atla meşgul olması ve bazı gün iki yüz sahife kadar tashihe mecbur olmasıyla beraber, on yaşındaki zeki bir çocuğun on günde muvaffak olduğu yazı kadar bir yazıya mâlik olamadığına hayret ediliyordu. Halbuki Said bütün bütün istidatsız değildir. Hem de nesebî kardeşlerinin hepsinin de güzel yazıları olduğu halde, bu kadar yazıya muhtaç iken böyle yarım ümmî vaziyetinin hikmeti, kanaat-i kat'iyemle şudur ki: Bir zaman gelecek ki, cüz'î ve şahsî iktidarlar, kuvvetler mukabele edemeyecek dehşetli ve mânevî düşmanların hücumu zamanında güzel yazı sahiplerini ruh u canıyla aramak ve hizmetine şerik etmek ve o çekirdeğin etrafında su, hava, nur gibi o mânevî ağaca hizmet etmek için o şahsî ve cüz'î hizmeti, küllî ve umumî ve kuvvetli ve bir kaleme mukabil binler kalemi bulmak hikmetiyle ve buz parçası gibi benliğini o mübarek havuz içinde eritmesiyle hakikî ihlâsı elde etmek ve bu suretle imana hizmet etmek hikmetiyle olmuş."
Buraya bayılıyorum. Çünkü her türden özlemlerim için (ki her özlem bir yoksunluktur) bana bir deva öğretiyor. Öyle ya! Bu yaraları 'daha aşkın birşeyin parçası olmam için' bağışlanmış nakışlar gibi görmeseydim nasıl iyileşirdim? Nasıl hayata tutunabilirdim? İşte gördüm: Varlığım 'kendisine dair' değil sadece. Daha büyük birşeyin parçası olmak için varedilmişim. Evet. Bütün olmak eksiklik kaldırmaz. Yani eksiği olan bütün olmaz. Fakat parça olmak öyle değildir.
Parça olmak eksiklik kaldırır. Çünkü eksiklik parçalığın lazımıdır. Bir sırr-ı ehadiyet ile böyle olduğunun bilincindeyim. Bütünü hissediyorum. Güzelliğini seziyorum. Sonra onu kendim sandığım zamanlarda kusurlarıma üzülüyorum. "Herşey daha güzel olabilirdi!" diyorum. İnsanları suçluyorum. Fakat bundan vazgeçsem, yani 'isim' olarak değil 'harf' olarak varolmayı seçsem, kendimi kitabın yerine koymasam, o zaman kanamalarıma şükredeceğim. Neden? Çünkü ancak onlarla tutunacak bir yer arayacağım. Kuyuya düşmeyen eliyle neden dal aransın? Derdim olmayaydı dermanı hiç kollamazdım ki.
Ozana "Bir derdim var bin dermana değişmem!" dedirten yer de burası galiba. Çünkü ancak derttir dermanın varlığını öğreten. Artık ulaştığın derman bir olur, bin olur, ister yüzbin olur; fakat dert her şekilde (kaçınılmaz şekilde) onun başlangıç noktasıdır. Yoksunluğu tatmayan varlığın/varlığının kenarında kalır. Çünkü daha fazlası olabilmekten yoksun kalır. Yalnız kalır.
Split filminde Dr. Karen karakterini kişileştiren Betty Buckley'in bir sorgulaması vardı: "Hep acıların eksilttiğini düşünüyoruz. Ya arttırıyorsa?" Belki bizim ihtiyacımız olan da bu: Kendimizi bütünün ta kendisi olarak görmeyi bırakıp eksik kalan yanlarımızla başka nelerin parçası olabileceğimizi kollamak.
Yani: Araba olmadığına dövünen bir vites kolu olmaktansa hangi arabanın vites kolu olabileceğimize karar vermek. Okuma-yazması bile olmayan Kürt Bekir Ağa'ya, Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi, 'âlimlerin işini' yaptıran bu düşünüştür. Çünkü o, bir yerden başka bir yere taşımak kadar olsun, ilmin parçası olmayı seçiyor. Demek insan neyin parçası olmayı seçiyorsa nihayetinde ondan oluyor. O zaman Split filminin "Neye inanıyorsan osun!" mottosuna kendimizce şöyle bir ayar çekebiliriz: "Neyin parçası oluyorsan ondansın!"
İnsan 'olunabilecek bütünlüklerin en mükemmeli' olmanın peşini bıraktığında stres de onun peşini bırakır. Güzelliğin bir parçası olmayı hayatları için yeterli bir amaç olarak görenler dünyasını kurtaranlardır. Çünkü onlar, bütünün ta kendisi olmayı terketmekle, aslında bütün olmanın âdemoğullarınca/kızlarınca taşınmaz yükünü de terketmiş olurlar.
Buradan şuraya geleceğim arkadaşım: Şu hayatta birçok güzelliğin parçası olmayı (inşaallah) başarabiliriz. Ancak övüncünü yüklenemeyiz. Hamdı "Elhamdülillahirabbilalemîn" diyerek Allah'a bırakırız. Bırakmak zorundayız. Zira hiçbir iyilik yalnız bizim emeğimizle vücut bulmaz. Dolayısıyla teşekkürü de parçaya ait olamaz. Bütün âlemlerin o iyilik için uygun adım ilerlemesi gerekir. Bir çocuğun gülebilmesi için bir güneşin yanması gerekir. Hiçbir fiilimiz kainattaki düzenden bağımsız değildir. O halde ezelden ebede her türden hamd ve şükür elbette Allah'adır. İltifatların yüzü onadır. Parça ise kendisine 'parçası olmak' bağışladığını için mutlu olur. Bunun evveli ihlastır. Sonrası huzurdur.
İnsan böyle bir uyanışı yaşadığında içinde de güzel bir yerlere varıyor. Kusurlarıyla barışıyor. Sınırlarıyla barışıyor. Yaralarıyla barışıyor. "Elhamdülillah" diyor. Yaşadığı herşey için. Hem kötülük için hem iyilik için. Hem dikeni için hem gülü için. Kavuşup sevemedikleri için. Sevip kavuşamadıkları için. Çünkü herşey nihayetinde bütün için. Tevhid, yani herşeyin aynı Allah'ın eseri olduğu bilinci, insanı daha bu dünyada cennete kavuşturuyor.
Mürşidimin kendisindeki eksikliği hikmet penceresinden okuduğu bir yer vardır: "Bu biçare Said'in gayet muhtaç olduğu ve yetmiş seneden beri o san'atla meşgul olması ve bazı gün iki yüz sahife kadar tashihe mecbur olmasıyla beraber, on yaşındaki zeki bir çocuğun on günde muvaffak olduğu yazı kadar bir yazıya mâlik olamadığına hayret ediliyordu. Halbuki Said bütün bütün istidatsız değildir. Hem de nesebî kardeşlerinin hepsinin de güzel yazıları olduğu halde, bu kadar yazıya muhtaç iken böyle yarım ümmî vaziyetinin hikmeti, kanaat-i kat'iyemle şudur ki: Bir zaman gelecek ki, cüz'î ve şahsî iktidarlar, kuvvetler mukabele edemeyecek dehşetli ve mânevî düşmanların hücumu zamanında güzel yazı sahiplerini ruh u canıyla aramak ve hizmetine şerik etmek ve o çekirdeğin etrafında su, hava, nur gibi o mânevî ağaca hizmet etmek için o şahsî ve cüz'î hizmeti, küllî ve umumî ve kuvvetli ve bir kaleme mukabil binler kalemi bulmak hikmetiyle ve buz parçası gibi benliğini o mübarek havuz içinde eritmesiyle hakikî ihlâsı elde etmek ve bu suretle imana hizmet etmek hikmetiyle olmuş."
Buraya bayılıyorum. Çünkü her türden özlemlerim için (ki her özlem bir yoksunluktur) bana bir deva öğretiyor. Öyle ya! Bu yaraları 'daha aşkın birşeyin parçası olmam için' bağışlanmış nakışlar gibi görmeseydim nasıl iyileşirdim? Nasıl hayata tutunabilirdim? İşte gördüm: Varlığım 'kendisine dair' değil sadece. Daha büyük birşeyin parçası olmak için varedilmişim. Evet. Bütün olmak eksiklik kaldırmaz. Yani eksiği olan bütün olmaz. Fakat parça olmak öyle değildir.
Parça olmak eksiklik kaldırır. Çünkü eksiklik parçalığın lazımıdır. Bir sırr-ı ehadiyet ile böyle olduğunun bilincindeyim. Bütünü hissediyorum. Güzelliğini seziyorum. Sonra onu kendim sandığım zamanlarda kusurlarıma üzülüyorum. "Herşey daha güzel olabilirdi!" diyorum. İnsanları suçluyorum. Fakat bundan vazgeçsem, yani 'isim' olarak değil 'harf' olarak varolmayı seçsem, kendimi kitabın yerine koymasam, o zaman kanamalarıma şükredeceğim. Neden? Çünkü ancak onlarla tutunacak bir yer arayacağım. Kuyuya düşmeyen eliyle neden dal aransın? Derdim olmayaydı dermanı hiç kollamazdım ki.
Ozana "Bir derdim var bin dermana değişmem!" dedirten yer de burası galiba. Çünkü ancak derttir dermanın varlığını öğreten. Artık ulaştığın derman bir olur, bin olur, ister yüzbin olur; fakat dert her şekilde (kaçınılmaz şekilde) onun başlangıç noktasıdır. Yoksunluğu tatmayan varlığın/varlığının kenarında kalır. Çünkü daha fazlası olabilmekten yoksun kalır. Yalnız kalır.
Split filminde Dr. Karen karakterini kişileştiren Betty Buckley'in bir sorgulaması vardı: "Hep acıların eksilttiğini düşünüyoruz. Ya arttırıyorsa?" Belki bizim ihtiyacımız olan da bu: Kendimizi bütünün ta kendisi olarak görmeyi bırakıp eksik kalan yanlarımızla başka nelerin parçası olabileceğimizi kollamak.
Yani: Araba olmadığına dövünen bir vites kolu olmaktansa hangi arabanın vites kolu olabileceğimize karar vermek. Okuma-yazması bile olmayan Kürt Bekir Ağa'ya, Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi, 'âlimlerin işini' yaptıran bu düşünüştür. Çünkü o, bir yerden başka bir yere taşımak kadar olsun, ilmin parçası olmayı seçiyor. Demek insan neyin parçası olmayı seçiyorsa nihayetinde ondan oluyor. O zaman Split filminin "Neye inanıyorsan osun!" mottosuna kendimizce şöyle bir ayar çekebiliriz: "Neyin parçası oluyorsan ondansın!"
İnsan 'olunabilecek bütünlüklerin en mükemmeli' olmanın peşini bıraktığında stres de onun peşini bırakır. Güzelliğin bir parçası olmayı hayatları için yeterli bir amaç olarak görenler dünyasını kurtaranlardır. Çünkü onlar, bütünün ta kendisi olmayı terketmekle, aslında bütün olmanın âdemoğullarınca/kızlarınca taşınmaz yükünü de terketmiş olurlar.
Buradan şuraya geleceğim arkadaşım: Şu hayatta birçok güzelliğin parçası olmayı (inşaallah) başarabiliriz. Ancak övüncünü yüklenemeyiz. Hamdı "Elhamdülillahirabbilalemîn" diyerek Allah'a bırakırız. Bırakmak zorundayız. Zira hiçbir iyilik yalnız bizim emeğimizle vücut bulmaz. Dolayısıyla teşekkürü de parçaya ait olamaz. Bütün âlemlerin o iyilik için uygun adım ilerlemesi gerekir. Bir çocuğun gülebilmesi için bir güneşin yanması gerekir. Hiçbir fiilimiz kainattaki düzenden bağımsız değildir. O halde ezelden ebede her türden hamd ve şükür elbette Allah'adır. İltifatların yüzü onadır. Parça ise kendisine 'parçası olmak' bağışladığını için mutlu olur. Bunun evveli ihlastır. Sonrası huzurdur.
10 Nisan 2018 Salı
Kimse kötülüğü anmakla iyi olmaz
Cenab-ı Hak, birşeyin varolmasını murad ettiğinde 'Ol!' der, o da oluverir. İsrafil efendimiz (a.s.) haşrin baharı geldiğinde bizi sûrla çağırır. Yağmur muhtaçlarına gürleyerek seslenir. Nebiler hakka sözle davet eder. Ezan namaz için çağrıdır. Ağlamak bebeklerin duasıdır. Nasihat iyilikleri diriltir. Üç harfliler anıldıkları yerlere gelir. Dilek maksuda kavuşturur. Bütün bunların bize fısıldadığı bir hakikat vardır. Çağırmak ile yaratılış arasında bir ilişki vardır. Dilemek ile yaratış arasında bir ilgi vardır. Anmak ile yaratılmak arasında bir alaka vardır. Varolanlar esasında hep yokluktan varlığa çağrılıdır. Sahipleri onlara emreder. Onlar da bu emre istisnasız itaat ederler.
Hatta bu noktada denilebilir ki: Zikrullahın dünyamıza eylediği de budur. İnsan, zikrullah vesilesiyle, dünyasında varolmasını (veya diri kalmasını) dilediği manaları çağırır. Anmakla ister. Çağrı cüzî iradenin küllî iradeye el açmasıdır. Tekrarı iradenin duada sebatıdır.
Hatırlamak manaların suyudur. Sulandıkça sağ kalırlar. Yâd edildikçe uzarlar. Hem Aleyhissalatuvesselam da buyurmuştur: İman kelime-i tevhidin zikriyle yenilenir. Bir annenin kaybolan yavrusunu inleye inleye çağırması gibi, mü'min de, hayata onlarla tutunabileceği manaların gönlüne akmasını ister. Ayrılık bitirir. Çünkü, Kur'an'da da buyrulduğu üzere, kalpler ancak Allah'ı zikretmekle tatmin olur.
Demek dilimizle büyük işler yapıyoruz aslında. Bütün bir gün konuştuklarımız, sadece ilgilendiğimiz şeyleri değil, çağırdığımız şeyleri de ifade ediyor. Hatta bugün kişisel gelişim kitapları dahi böyle tavsiyelerde bulunuyorlar: "Her sabah aynanın karşısına geçin ve on kere kendinize 'Başaracağım!' deyin." Veya psikoloji kitapları şöyle öneriyorlar: "Her sabah aynanın karşısına geçin ve on kere kendinize 'Ben mutluyum!' deyin." Müslümanlar da sünnet-i seniyye ile kendilerine taşınan mübarek kelimeleri/manaları okumakla benzeri birşey yapıyorlar. Herşeyi işitir bir Allah'a işitmeyi en çok sevdiği isimleriyle (yani Esmaü'l-Hüsna'sıyla) sesleniyorlar.
Mürşidim bir yerde diyor: "Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur; 'Ben de varım!' derler." Sanırım tam da bu noktada durup kendimize sormamız gerekiyor: "Şu ağzımızdaki dille kime sesleniyoruz? Kalbimizle kimi çağırıyoruz? Aklımızla neyin yaratılmasını diliyoruz?" Ve hatta ilerisi: "Gün içinde yerli-yersiz anarak, bahsederek, zikrederek nelerin varlığına varlık katıyoruz?"
Evet. Bunu sormamız gerekiyor. Zira bugünlerde kötülüğü anmakla iyi olmak birbirlerine karıştırılıyor. Ne demek bu? Eleştirdiğim şu aslında: Medyada bir şekilde yer bulmuş her kem hâdiseyi tırnaklayıp, "İşte insanlık bu hale geldi!" paylaşımı yapanlar, aslında o kötülüğün giderimine dönük bir varlık sergilemiyorlar. Aksine, sesleriyle onun varlığına varlık katıyorlar, daha çok yerde duyulmasını sağlıyorlar. Bu da bulaşıcı çirkinliğin yayılmasını sağlıyor. Bedenini büyütüyor. Nasıl ki, üç harfliler anıldıkları yere geliyor, kötülük de sık anıldığı yere doğru meylediyor.
Allah'ın Settar ism-i şerifini bir de bu açıdan düşün arkadaşım. Bu ismin üzerinde rahmetin gölgesi var. Cenab-ı Hak, hem Settar olup ayıplarımızı örtmekle, hem de ahlak olarak bunu özendirmekle vücudunun yayılmasına yardım ettiğimiz kötülükleri küçültmeyi ders veriyor. Yani: Bir müslüman, kardeşinin ayıbını örtmekle bir iyilikte bulunmuş olmuyor sadece, başkalarına sirayet edebilecek bir yaranın büyümesini de engelliyor. Zira her duyulan öğreniliyor. Her sık duyulan ise normalleşiyor. Kötülüklerin bilinmesini, yayılmasını ve normalleşmesini engellemek ise, onları anmakla değil, vücudunu azaltmaya çalışmakla mümkün.
Peki o zaman nehy-i ani'l-münker nedir? Bence şudur: Biz kötülükten sakındırmayı dahi o kötülüğün vücudunu azaltmak için yaparız. Azaltabilirse yaparız. Attırdığını düşündüğümüz yerde tevakkuf ederiz. Setrederiz. Fasık-ı mütecahirin gıybetinin caiz olması da aslında onun kötülüğünü durdurmak içindir. Azaltmak içindir. Ancak bu niyetle geçerlidir. Daha çirkefleşecek durumlarda refleksimiz 'ateşi körüklemek' üzere değil 'söndürmek' üzeredir.
O halde, insan, ömrünü önüne alıp şöyle bir bakmalı: Neler çağrılmış? Neler dualanmış? Neler anılmış? Neler istenmiş? Neler sulanmış? Neler büyütülmüş? Neler beslenmiş? Her çağrılan şu veya bu şekilde dünyamızda varolmaya başlayacak çünkü. Seslerimiz gelecek vücudları etkileyecek. Çağrılarımız manaları diriltecek. Kırk gün 'kötü' dediğimiz kötü olacak. Kırk gün 'iyi' dediğimiz iyileşecek. Bedduamız dahi, varolmasına uygun şartlar bulamazsa ötemizde, dönüp bizde varolacak. Ben de kendime "Artık dikkat et!" diyorum arkadaşım. Suya bir taş attığında dalgaların nerede duracağını bilemezsin. En iyisi kötülerinden az at. Kötülüğü az yap. Kötülerini az an. Yoksa yoketmeye çalıştığının varlık sebebine dönüşebilirsin.
Hatta bu noktada denilebilir ki: Zikrullahın dünyamıza eylediği de budur. İnsan, zikrullah vesilesiyle, dünyasında varolmasını (veya diri kalmasını) dilediği manaları çağırır. Anmakla ister. Çağrı cüzî iradenin küllî iradeye el açmasıdır. Tekrarı iradenin duada sebatıdır.
Hatırlamak manaların suyudur. Sulandıkça sağ kalırlar. Yâd edildikçe uzarlar. Hem Aleyhissalatuvesselam da buyurmuştur: İman kelime-i tevhidin zikriyle yenilenir. Bir annenin kaybolan yavrusunu inleye inleye çağırması gibi, mü'min de, hayata onlarla tutunabileceği manaların gönlüne akmasını ister. Ayrılık bitirir. Çünkü, Kur'an'da da buyrulduğu üzere, kalpler ancak Allah'ı zikretmekle tatmin olur.
Demek dilimizle büyük işler yapıyoruz aslında. Bütün bir gün konuştuklarımız, sadece ilgilendiğimiz şeyleri değil, çağırdığımız şeyleri de ifade ediyor. Hatta bugün kişisel gelişim kitapları dahi böyle tavsiyelerde bulunuyorlar: "Her sabah aynanın karşısına geçin ve on kere kendinize 'Başaracağım!' deyin." Veya psikoloji kitapları şöyle öneriyorlar: "Her sabah aynanın karşısına geçin ve on kere kendinize 'Ben mutluyum!' deyin." Müslümanlar da sünnet-i seniyye ile kendilerine taşınan mübarek kelimeleri/manaları okumakla benzeri birşey yapıyorlar. Herşeyi işitir bir Allah'a işitmeyi en çok sevdiği isimleriyle (yani Esmaü'l-Hüsna'sıyla) sesleniyorlar.
Mürşidim bir yerde diyor: "Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur; 'Ben de varım!' derler." Sanırım tam da bu noktada durup kendimize sormamız gerekiyor: "Şu ağzımızdaki dille kime sesleniyoruz? Kalbimizle kimi çağırıyoruz? Aklımızla neyin yaratılmasını diliyoruz?" Ve hatta ilerisi: "Gün içinde yerli-yersiz anarak, bahsederek, zikrederek nelerin varlığına varlık katıyoruz?"
Evet. Bunu sormamız gerekiyor. Zira bugünlerde kötülüğü anmakla iyi olmak birbirlerine karıştırılıyor. Ne demek bu? Eleştirdiğim şu aslında: Medyada bir şekilde yer bulmuş her kem hâdiseyi tırnaklayıp, "İşte insanlık bu hale geldi!" paylaşımı yapanlar, aslında o kötülüğün giderimine dönük bir varlık sergilemiyorlar. Aksine, sesleriyle onun varlığına varlık katıyorlar, daha çok yerde duyulmasını sağlıyorlar. Bu da bulaşıcı çirkinliğin yayılmasını sağlıyor. Bedenini büyütüyor. Nasıl ki, üç harfliler anıldıkları yere geliyor, kötülük de sık anıldığı yere doğru meylediyor.
Allah'ın Settar ism-i şerifini bir de bu açıdan düşün arkadaşım. Bu ismin üzerinde rahmetin gölgesi var. Cenab-ı Hak, hem Settar olup ayıplarımızı örtmekle, hem de ahlak olarak bunu özendirmekle vücudunun yayılmasına yardım ettiğimiz kötülükleri küçültmeyi ders veriyor. Yani: Bir müslüman, kardeşinin ayıbını örtmekle bir iyilikte bulunmuş olmuyor sadece, başkalarına sirayet edebilecek bir yaranın büyümesini de engelliyor. Zira her duyulan öğreniliyor. Her sık duyulan ise normalleşiyor. Kötülüklerin bilinmesini, yayılmasını ve normalleşmesini engellemek ise, onları anmakla değil, vücudunu azaltmaya çalışmakla mümkün.
Peki o zaman nehy-i ani'l-münker nedir? Bence şudur: Biz kötülükten sakındırmayı dahi o kötülüğün vücudunu azaltmak için yaparız. Azaltabilirse yaparız. Attırdığını düşündüğümüz yerde tevakkuf ederiz. Setrederiz. Fasık-ı mütecahirin gıybetinin caiz olması da aslında onun kötülüğünü durdurmak içindir. Azaltmak içindir. Ancak bu niyetle geçerlidir. Daha çirkefleşecek durumlarda refleksimiz 'ateşi körüklemek' üzere değil 'söndürmek' üzeredir.
O halde, insan, ömrünü önüne alıp şöyle bir bakmalı: Neler çağrılmış? Neler dualanmış? Neler anılmış? Neler istenmiş? Neler sulanmış? Neler büyütülmüş? Neler beslenmiş? Her çağrılan şu veya bu şekilde dünyamızda varolmaya başlayacak çünkü. Seslerimiz gelecek vücudları etkileyecek. Çağrılarımız manaları diriltecek. Kırk gün 'kötü' dediğimiz kötü olacak. Kırk gün 'iyi' dediğimiz iyileşecek. Bedduamız dahi, varolmasına uygun şartlar bulamazsa ötemizde, dönüp bizde varolacak. Ben de kendime "Artık dikkat et!" diyorum arkadaşım. Suya bir taş attığında dalgaların nerede duracağını bilemezsin. En iyisi kötülerinden az at. Kötülüğü az yap. Kötülerini az an. Yoksa yoketmeye çalıştığının varlık sebebine dönüşebilirsin.
9 Nisan 2018 Pazartesi
Ön safa koşanlar rıza mı arıyor?
Hani mürşidim 20. Söz'de diyor: "Kur'ân-ı Hakîmde bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Ben bunun çok nümunelerini gündelik yaşamda görüyorum. Bir örneği: 'Secde' meselesi. Malumunuz: Kur'an'da anlatıldığı üzere, İblis, Hz. Âdem'e (a.s.) secde etmekten (emr-i ilahîye rağmen) teberri ediyor. Neden? Çünkü kafasında başka bir hiyerarşi var. Kendisinin, yaratılış itibariyle, insandan üstün olduğunu düşünüyor. Hatta bunu Cenab-ı Hakka karşı da savunuyor: "Ben ateştenim o ise topraktan!" diyor.
Peki, zerre misal bir mahluk, Halık-ı Zülcelaline karşı 'emr-i kudsîlerinde bir yanlış bulunabilirmiş gibi' kendi doğrusunu(!) nasıl savunuyor?
"Şeytanla nasıl kardeş olunur?" yazısında İsrâ sûresinin 27. ayeti üzerinden bu meseleye bir miktar değindiğimizi anımsıyorum. Ve demiştik ki: Her müsrif aslında bir açıdan bu kıssanın tekrarıdır. Çünkü o da, kendi çapında, seçimini Allah'ın takdir ettiği ölçülerin üstüne koymaktadır. Ne diyordu ayet-i kerime bize? Kısa bir mealini hatırlayalım:
"Muhakkak ki müsrifler şeytanların kardeşleridir! Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir." İşte, Allah'ın takdirlerindeki uygunluğu/hikmeti inkâr eden her insan, bir ölçüde, bu ayetin yakıcı gölgesi altına girmektedir. Zira akledişini Allah'ın emredişi üzerine çıkarmaktadır. Nankörlük de zaten tam bu noktada başlamaktadır: Reyini vahyî tayin edişlerden üstün gören öncelikle 'emredilenin faziletini' inkâr eder. Sonra da emredenin yüceliğini...
Yine mürşidim bir eserinde diyor: "Şayet sefih erkekler hevesâtına uyarak kadınlaşırsa, nâşize kadınlar da hayâsızlıkla erkekleşir."
Ben bunun da meselemizle bir ilgisi olduğuna inanıyorum. Yani: Erkeğin israfı kadının israfını besliyor. Erkeğin aşırıya gidişi kadının aşırıya gidişini güçlendiriyor. Erkeğin tefriti kadının ifratına alan açıyor. Kendi safından vazgeçmeye başlayan erkek kadınları da kendi saflarından vazgeçmeye yöneltiyor. Hatta, yakınlarda okuduğum Sözüm Söz kitabında, Fatma Barbarasoğlu diyor ki:
"Beni en çok korkutan sorumluluk şuurunun azalmasıdır. Ve maalesef, azalan erkek kimliğinin bir parçası da, bu şuurdaki azalmayla gösteriyor kendini. Büyük hikayeye baktığımızda da aynı şeyi gözlüyoruz. Bakımlı, bedeni önceleyen, metroseksüel erkek kimliğinde sorumluluğa bir vurgu yok. Azalan erkek kimliği, sadece İslamî kesimin değil, bütün dünyanın sorunu..." Aynı kitaptaki başka bir söyleşisinde ise, Barbarosoğlu, erkeklerin artık 'evin geçindirilmesinden' tutun 'ailedeki liderliğe' kadar birçok hususta kadını rolleri paylaşmaya zorladığını ifade ediyor. Yani: Bir nevi, erkek alan açıyor, kadın bu alanı dolduruyor.
İşte en nihayet mesele 'aynı safta ibadet etme'ye kadar geldi. Modern kadın, erkekten bulduğu boşlukta başlattığı çapraz koşuyu, naslarla tayin edilen alanlara kadar ilerletti. Hadi, abartmayalım, şeytan kadar olmadı. Fakat şöyle dedi: "Ben de topraktanım o da topraktan! Neden ona secde edeyim? Neden onun arkasında durayım?"
Bu secde meselesi hikmetli bir meseledir. Bir insan, birşeyin arkasında (yani ona doğru) secde ettiğinde, aslında ona secde etmez. Onun secde ettiği şeye secde etmiş olur. Bir müslüman Kabe'ye yöneldiğinde Kabe'ye tapmaz. Önünde secde eden adama da tapmaz. Caminin duvarına da tapmaz. Kabe'nin Rabbine tapar. Secdesini oraya yönlendirdiğinde 'taşın insandan üstünlüğe' iman etmiş olmaz. Taşa doğru secde etmeyi emredenin kendisinden üstün olduğuna iman eder. İmama doğru secde etmek şimdiye kadar hiçbir cemaate 'imamla mahlukiyet açısından eşit olmadığını' düşündürmemiştir. Bu nedenle Allah'a iman etmekle 'Allah'a secde edecek kadar iman etmek' birbirinden farklı şeylerdir.
Şeytanın da Allah'a imanı vardır. (Onunla konuştuğuna göre Ona elbette inanmaktadır.) Fakat Allah'ın secde etmesini emrettiği yöne/şeye doğru secde edecek kadar marifeti yoktur. İmanı bu tür bir marifetten eksiktir.
Şimdilerde modern kadın da erkek de bir imtihan yaşıyor. Erkek, artık yorulmuş gibi, kendisine verilen Âdem olma görevinden kaçınıyor. Yine Allah'ın takdiri ile tayin edilmiş bir toplumsal rolü 'kolaycılıkla' terkediyor. İşini bırakıyor. Bencilliğine mağlup oluyor. Kadın da onun terkettiği alana kayarak yine tayin edilmiş rolünden taşmaya teşebbüs ediyor. Hiyerarşiyi kendi lehine dönüştürüyor(!)
Ancak ne o bunda felah bulacak ne de öteki berikinde. Çünkü boş alanlara yapılan tüm çapraz koşular en nihayet 'israf' olacak. Kabe'yi sırtına alanın da, yanına duranın da, secde etmeyi reddedenin de fazileti kalmayacak.
Neden? Çünkü kainatta Allah'ın takdirinden daha hikmetlisi yok. Onun "Bundan razıyım!" buyurduğundan başka rıza dairesi yok. Kadın erkeğin safına ilerlemekle daha fazla fazilet kazanmayacak. Erkek de terkettiği saftan dolayı huzur bulmayacak. Birisi varolmayı 'daha çok/ileride görünmek' sanmasıyla ilgili imtihanını kaybedecek. Diğeri de kendini gerçekleştirmenin 'başkalarından daha az sorumlu olmakla' mümkün olduğuna dair yanılgısıyla yenilecek. Yani: Aynı safta olmanın seküler lezzetlerinden hakiki bir cennet yeşermeyecek. Çünkü tarlanın sınırı bir kere bozulduğunda sahiplerinde huzur kalmaz. Her yeni mahsul yeni bir kavgaya/kavgalara sebep olur. Hepimiz şunu net bir şekilde bilmekteyiz zaten: Kavgalar 'paylaşamamak'tan doğar.
Peki, zerre misal bir mahluk, Halık-ı Zülcelaline karşı 'emr-i kudsîlerinde bir yanlış bulunabilirmiş gibi' kendi doğrusunu(!) nasıl savunuyor?
"Şeytanla nasıl kardeş olunur?" yazısında İsrâ sûresinin 27. ayeti üzerinden bu meseleye bir miktar değindiğimizi anımsıyorum. Ve demiştik ki: Her müsrif aslında bir açıdan bu kıssanın tekrarıdır. Çünkü o da, kendi çapında, seçimini Allah'ın takdir ettiği ölçülerin üstüne koymaktadır. Ne diyordu ayet-i kerime bize? Kısa bir mealini hatırlayalım:
"Muhakkak ki müsrifler şeytanların kardeşleridir! Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir." İşte, Allah'ın takdirlerindeki uygunluğu/hikmeti inkâr eden her insan, bir ölçüde, bu ayetin yakıcı gölgesi altına girmektedir. Zira akledişini Allah'ın emredişi üzerine çıkarmaktadır. Nankörlük de zaten tam bu noktada başlamaktadır: Reyini vahyî tayin edişlerden üstün gören öncelikle 'emredilenin faziletini' inkâr eder. Sonra da emredenin yüceliğini...
Yine mürşidim bir eserinde diyor: "Şayet sefih erkekler hevesâtına uyarak kadınlaşırsa, nâşize kadınlar da hayâsızlıkla erkekleşir."
Ben bunun da meselemizle bir ilgisi olduğuna inanıyorum. Yani: Erkeğin israfı kadının israfını besliyor. Erkeğin aşırıya gidişi kadının aşırıya gidişini güçlendiriyor. Erkeğin tefriti kadının ifratına alan açıyor. Kendi safından vazgeçmeye başlayan erkek kadınları da kendi saflarından vazgeçmeye yöneltiyor. Hatta, yakınlarda okuduğum Sözüm Söz kitabında, Fatma Barbarasoğlu diyor ki:
"Beni en çok korkutan sorumluluk şuurunun azalmasıdır. Ve maalesef, azalan erkek kimliğinin bir parçası da, bu şuurdaki azalmayla gösteriyor kendini. Büyük hikayeye baktığımızda da aynı şeyi gözlüyoruz. Bakımlı, bedeni önceleyen, metroseksüel erkek kimliğinde sorumluluğa bir vurgu yok. Azalan erkek kimliği, sadece İslamî kesimin değil, bütün dünyanın sorunu..." Aynı kitaptaki başka bir söyleşisinde ise, Barbarosoğlu, erkeklerin artık 'evin geçindirilmesinden' tutun 'ailedeki liderliğe' kadar birçok hususta kadını rolleri paylaşmaya zorladığını ifade ediyor. Yani: Bir nevi, erkek alan açıyor, kadın bu alanı dolduruyor.
İşte en nihayet mesele 'aynı safta ibadet etme'ye kadar geldi. Modern kadın, erkekten bulduğu boşlukta başlattığı çapraz koşuyu, naslarla tayin edilen alanlara kadar ilerletti. Hadi, abartmayalım, şeytan kadar olmadı. Fakat şöyle dedi: "Ben de topraktanım o da topraktan! Neden ona secde edeyim? Neden onun arkasında durayım?"
Bu secde meselesi hikmetli bir meseledir. Bir insan, birşeyin arkasında (yani ona doğru) secde ettiğinde, aslında ona secde etmez. Onun secde ettiği şeye secde etmiş olur. Bir müslüman Kabe'ye yöneldiğinde Kabe'ye tapmaz. Önünde secde eden adama da tapmaz. Caminin duvarına da tapmaz. Kabe'nin Rabbine tapar. Secdesini oraya yönlendirdiğinde 'taşın insandan üstünlüğe' iman etmiş olmaz. Taşa doğru secde etmeyi emredenin kendisinden üstün olduğuna iman eder. İmama doğru secde etmek şimdiye kadar hiçbir cemaate 'imamla mahlukiyet açısından eşit olmadığını' düşündürmemiştir. Bu nedenle Allah'a iman etmekle 'Allah'a secde edecek kadar iman etmek' birbirinden farklı şeylerdir.
Şeytanın da Allah'a imanı vardır. (Onunla konuştuğuna göre Ona elbette inanmaktadır.) Fakat Allah'ın secde etmesini emrettiği yöne/şeye doğru secde edecek kadar marifeti yoktur. İmanı bu tür bir marifetten eksiktir.
Şimdilerde modern kadın da erkek de bir imtihan yaşıyor. Erkek, artık yorulmuş gibi, kendisine verilen Âdem olma görevinden kaçınıyor. Yine Allah'ın takdiri ile tayin edilmiş bir toplumsal rolü 'kolaycılıkla' terkediyor. İşini bırakıyor. Bencilliğine mağlup oluyor. Kadın da onun terkettiği alana kayarak yine tayin edilmiş rolünden taşmaya teşebbüs ediyor. Hiyerarşiyi kendi lehine dönüştürüyor(!)
Ancak ne o bunda felah bulacak ne de öteki berikinde. Çünkü boş alanlara yapılan tüm çapraz koşular en nihayet 'israf' olacak. Kabe'yi sırtına alanın da, yanına duranın da, secde etmeyi reddedenin de fazileti kalmayacak.
Neden? Çünkü kainatta Allah'ın takdirinden daha hikmetlisi yok. Onun "Bundan razıyım!" buyurduğundan başka rıza dairesi yok. Kadın erkeğin safına ilerlemekle daha fazla fazilet kazanmayacak. Erkek de terkettiği saftan dolayı huzur bulmayacak. Birisi varolmayı 'daha çok/ileride görünmek' sanmasıyla ilgili imtihanını kaybedecek. Diğeri de kendini gerçekleştirmenin 'başkalarından daha az sorumlu olmakla' mümkün olduğuna dair yanılgısıyla yenilecek. Yani: Aynı safta olmanın seküler lezzetlerinden hakiki bir cennet yeşermeyecek. Çünkü tarlanın sınırı bir kere bozulduğunda sahiplerinde huzur kalmaz. Her yeni mahsul yeni bir kavgaya/kavgalara sebep olur. Hepimiz şunu net bir şekilde bilmekteyiz zaten: Kavgalar 'paylaşamamak'tan doğar.
3 Nisan 2018 Salı
Kerîm'den kaçılır mı?
Başka yazılarımda da yaptım bu alıntıyı. Fakat bana öğrettikleri çoktur. Yine alıntılasam hikmetsiz olmaz. "Bizi aldatan bizi kurtarır..." diyor Virginia Woolf Pazartesi ya da Salı'da. Ben bunu biraz da şöyle anlıyorum: Seçmek istediğimiz şıklar uğruna aldanıyoruz en çok. Arzularımızın sanal/sahte/tahayyül gerçekliğini 'hakikaten gerçekmiş' gibi sunanlar maça bir sıfır önde başlıyorlar. Veyahut da böyle demeli: Kaçmak istediğimiz şeyler var. Kurtarılmayı dilediğimiz durumlar. İşte böylesi durumlara düştüğümüzde 'kurtarıcı bir alternatifi' teklif edenler bizi peşlerinden daha kolay sürüklüyorlar. Yani: Denize düşen yılana sarılıyor. Bu atasözü şuraya yakışmadı mı? Olsun. Yine de mecburiyet penceresinden anlattığı bir hakikat var. Boğulmaktan kurtulmak için zehre koşmak da bir aldanıştır.
Hz. Eyyub (a.s.) kıssasını tefsir ettiği 2. Lem'a'sında, "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." diyen mürşidim, bahsin devamında bu hali şöyle tasvir ediyor: "Hem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın, küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki, keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Ve bu arzudan bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u İlâhiyeye dair kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder; büyük bir helâket kapısı ona açılır."
Demek inançsızlık da bir tür kurtuluş. Fakat kimin kurtuluşu? Günahlara müptela olanın; vicdan ile, akıl ile, kalp ile, hafıza ile yaşadığı sürekli çatışmalardan/gerilimlerden 'dayanaklarını inkâr etmekle' bulduğu bir kurtuluş. Bir tür "Acımadı ki!" çocukluğu. Nefs-i emmaremiz; hakka doğru sızlayan vicdanın, doğruyu işaret eden aklın, hakikati ihsas eden kalbin ve istikameti hatırlatan hafızanın baskılarından böyle kaçmayı deniyor: "Öyle birşey yok ki!"
Peki bu hakiki bir kurtuluş mudur? Değildir. Çünkü yaşanan aslında ikna değildir. İstibdaddır. İstişaresizliktir. Nefis, insanın imparatoru olmak için, diğer bütün yetileri bu şekilde diktatörce bir baskı altına alır. Tahayyülden gerçekliğini gerçeğe karşı kullanır.
Meselenin şöyle bir yanı da var: İnkâr bizi sürekli olarak neyden kurtarmayı başarabiliyor ki? Hiçbir acı onu inkâr etmekle yokolmaz. Hiçbir varlık, salt bir inkâr edişle, yokedilemez. Hatta insan kalbindeki duyguları bile inkârla değiştiremez. İnkâr esasında en tesirsiz güçtür. Hakikate karşı mukavemetsizdir. Karşı koyamaz. Etkilerini yadsıyamaz. Ancak kaçar. 'Mış gibi' yaparak uzaklaşır.
Hiç durmadan üzerine gelen (veya üzerine gittiği) hızarlara tahta yumruklarla karşı koyuyor gibidir. Yazık ona. Acıyalım ona. Gülelim ona. Çünkü savunmaları da hızarın ağzında eriyip gider. Çelik, onları da, hiç karşı koyamamışlar gibi işleyişi içinde tüketir. Nefsin inkâr ile giriştiği mesai de böyledir. Ne ölümü değiştirir ne de olacakları. Ancak süreci, nefse göre, biraz daha katlanılır kılar. Lakin insan yalnız nefisten ibaret değildir ki! İnsan bir ortaklıktır. Bildiğimiz-bilmediğimiz yüzlerce his, latife ve yeteneğin ortaklığı.
Buradan şuraya geleceğim: İnfitar sûresinde Cenab-ı Hak, kısa bir mealiyle, şöyle buyuruyor: "Ey insan, seni, Kerîm olan Rabbine karşı aldatan nedir?" Ben bu soruyu yukarıda konuştuklarımız ekseninde biraz da şöyle anlıyorum:
"Allah'tan kurtulmayı isteyecek ne gibi bir durum yaşıyor olabilirsin? Kaçmakta nasıl haklı olabilirsin? Nasıl inkâr edebilirsin? Ki kaçtığın Allah Kerîm'dir. Seni, değil cefayla, ikramlarla terbiye etmektedir. Böyle bir Allah'tan kaçılır mı? Kaçmaya mazeret aranır mı? Kurtulmak istenir mi? Bunca iyiliği görülen bir Allah'ın huzurunda, hâşâ, bir zararı varmış da ondan korunmayı dilermiş gibi, 'gayrına aldanma arzusu' duyulabilir mi? İnsan, zararlı şeylerden korunmak için, kurtarmayı vadedenlere aldansa bir derece makuldur. Fakat böyle güzeller güzeli bir Allah'a karşı aldatılmayı nasıl kabul eder? Aklı nasıl yatar? Hangi maslahat ikna eder?" İşte, konuştuklarımız eşliğinde, böylesi bir anlam dünyası da ayetten gönlüme damlıyor. Allahu'l-alem kaydıyla söylemiş olalım.
Hz. Eyyub (a.s.) kıssasını tefsir ettiği 2. Lem'a'sında, "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." diyen mürşidim, bahsin devamında bu hali şöyle tasvir ediyor: "Hem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın, küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki, keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Ve bu arzudan bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u İlâhiyeye dair kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder; büyük bir helâket kapısı ona açılır."
Demek inançsızlık da bir tür kurtuluş. Fakat kimin kurtuluşu? Günahlara müptela olanın; vicdan ile, akıl ile, kalp ile, hafıza ile yaşadığı sürekli çatışmalardan/gerilimlerden 'dayanaklarını inkâr etmekle' bulduğu bir kurtuluş. Bir tür "Acımadı ki!" çocukluğu. Nefs-i emmaremiz; hakka doğru sızlayan vicdanın, doğruyu işaret eden aklın, hakikati ihsas eden kalbin ve istikameti hatırlatan hafızanın baskılarından böyle kaçmayı deniyor: "Öyle birşey yok ki!"
Peki bu hakiki bir kurtuluş mudur? Değildir. Çünkü yaşanan aslında ikna değildir. İstibdaddır. İstişaresizliktir. Nefis, insanın imparatoru olmak için, diğer bütün yetileri bu şekilde diktatörce bir baskı altına alır. Tahayyülden gerçekliğini gerçeğe karşı kullanır.
Meselenin şöyle bir yanı da var: İnkâr bizi sürekli olarak neyden kurtarmayı başarabiliyor ki? Hiçbir acı onu inkâr etmekle yokolmaz. Hiçbir varlık, salt bir inkâr edişle, yokedilemez. Hatta insan kalbindeki duyguları bile inkârla değiştiremez. İnkâr esasında en tesirsiz güçtür. Hakikate karşı mukavemetsizdir. Karşı koyamaz. Etkilerini yadsıyamaz. Ancak kaçar. 'Mış gibi' yaparak uzaklaşır.
Hiç durmadan üzerine gelen (veya üzerine gittiği) hızarlara tahta yumruklarla karşı koyuyor gibidir. Yazık ona. Acıyalım ona. Gülelim ona. Çünkü savunmaları da hızarın ağzında eriyip gider. Çelik, onları da, hiç karşı koyamamışlar gibi işleyişi içinde tüketir. Nefsin inkâr ile giriştiği mesai de böyledir. Ne ölümü değiştirir ne de olacakları. Ancak süreci, nefse göre, biraz daha katlanılır kılar. Lakin insan yalnız nefisten ibaret değildir ki! İnsan bir ortaklıktır. Bildiğimiz-bilmediğimiz yüzlerce his, latife ve yeteneğin ortaklığı.
Buradan şuraya geleceğim: İnfitar sûresinde Cenab-ı Hak, kısa bir mealiyle, şöyle buyuruyor: "Ey insan, seni, Kerîm olan Rabbine karşı aldatan nedir?" Ben bu soruyu yukarıda konuştuklarımız ekseninde biraz da şöyle anlıyorum:
"Allah'tan kurtulmayı isteyecek ne gibi bir durum yaşıyor olabilirsin? Kaçmakta nasıl haklı olabilirsin? Nasıl inkâr edebilirsin? Ki kaçtığın Allah Kerîm'dir. Seni, değil cefayla, ikramlarla terbiye etmektedir. Böyle bir Allah'tan kaçılır mı? Kaçmaya mazeret aranır mı? Kurtulmak istenir mi? Bunca iyiliği görülen bir Allah'ın huzurunda, hâşâ, bir zararı varmış da ondan korunmayı dilermiş gibi, 'gayrına aldanma arzusu' duyulabilir mi? İnsan, zararlı şeylerden korunmak için, kurtarmayı vadedenlere aldansa bir derece makuldur. Fakat böyle güzeller güzeli bir Allah'a karşı aldatılmayı nasıl kabul eder? Aklı nasıl yatar? Hangi maslahat ikna eder?" İşte, konuştuklarımız eşliğinde, böylesi bir anlam dünyası da ayetten gönlüme damlıyor. Allahu'l-alem kaydıyla söylemiş olalım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...