31 Temmuz 2025 Perşembe

Ancak anahtarı kilidi için nimettir

Mürşidim diyor ki: "Evet, nimet içinde in'âm görünür, Rahmân'ın iltifatı hissedilir." Ben kendimce bu sözü şöyle tefekkür ediyorum: 'Nimetlenme' denilen hâdise asla parçalardan birisiyle açıklanamaz. Eğer ben birşeyden fayda aldıysam, bu, ikimiz arasında gözetilmiş bir alakadan kaynaklanabilir ancak. Sözgelimi: Anahtar-kilit ilişkisini düşünelim. 'Açılma-kilitlenme' denilen faydaları elde ediyorum anahtar-kilit ilişkisinden. Fakat bu faydayı elde edebilmemiz için 'anahtar' ile 'kilit'in birbirine uyumlu olması lazım. Yani, mesela, bir çorba kaşığını anahtar olarak kullanamam. Bir kürdanla da kilidi açmam mümkün değil. Haydi, 'Elimde anahtar var' diyelim, fakat anahtar o kilidin anahtarı olmazsa da 'açılma-kilitlenme' faydalarını elde edebilmem mümkün değil. Yani 'açılma-kilitlenme' nimetleri ancak anahtar-kilit düzeneğinin birbirine göre takdir edilmesiyle mümkün olabilir. Eğer anahtar kilide göreyse açılır. Eğer kilit anahtara göreyse kilitlenir. Kapımı güvenlikli bir şekilde kullanabilmem bu kapsama bağlı.

Yine, misal; anahtarı üreten başka bir firma, kilidi üreten başka bir firma olsaydı; ve bu iki firma 'ne üretecekleri' üzerine bir tevhide sahip olmasalardı; sonuçta ortaya çıkacak anahtar-kilit bana lazım gelen hizmeti vermeyecekti. Çünkü birbirleriyle uyumlu olmayacaklardı. O yüzden, eğer üzerine anlaşılmış bir standartlar dizisi yoksa, her ürünün birlikte çalıştırılacağı sair cihazlar aynı firmadan alınmaya çalışılır. Başka firmadan alırsanız uyumsuzluk yaşayabilirsiniz. Hatta bazen bu hassasiyet o kadar artar ki, vida bile vidaya benzemez, firmasının cihazından başkasına uymaz. İşte bütün bunlar, arkadaşım, bizi 'tevhide' imana doğru götürüyor. Uyum tevhidin delilidir. Ve şu kainatta herbirşey yine herbirşeyle birlikte çalışır-çalışabilir. Bu derece uyumlu olmaları da nimettir.

Yazıyı yazarken soluduğum hava kimbilir kaç yerde daha çalıştı benden önce? Yazmadan önce içtiğim su kimbilir daha nerelerde hizmet gördü? Birbirlerini yadırgamadan çalıştılar milyarlarca yıl boyunca. Bu muvaffakiyetli hizmetin bizi götüreceği yer tevhidden başkası olamaz. Zira tevhid ile ancak böylesi bir uyum sağlanabilir. Hepsini yaratan aynı Allah olduğu için parçalar birbirleriyle bu denli uyum içinde aynı fizik, kimya, biyoloji vs. dairelerinde çalışabilmektedirler. "Evet, nimet içinde in'âm görünür, Rahmân'ın iltifatı hissedilir..." cümlesi bu nokta-i nazarda da manidardır. Bütünü görür bir rahmet sahibinin iltifatı sayesinde şeyler arasında uyum gözetilmiş, bu uyumun bir tezahürü olarak da 'nimet' ortaya çıkmıştır. 'Nimet' bir yalnızlık sonucu oluşamaz. Yani, nimet varsa, yalnızlık yoktur. Yalnız olunmadığı için nimetlenilebilmiştir. Mutlak yalnızlık nimetin hitâmıdır.

Hatta 'anlamak' bile. Anlamak hem 'anlayacağı' hem 'anlaşılacağı' ister. Bunlar arasında uyum olmasını gerekli kılar. İnsan anlamak noktasında öyle bir merkeziyete sahiptir ki tüm kainatın idraki sanki onun üzerinden olmaktadır. Hatta, âdemoğlu, kainatın kendisini anlamasının da yoludur. Çünkü o da yaratıldığı âlemin parçasıdır. Her neyse arkadaşım. Mevzuu dallandırmayayım. Tefekkürümün icmali bu tür manalardan ibaretti. Hem dualar eder hem dualar beklerim. Cenab-ı Hak hidayetini kalbimizden ayırmasın. Onla uyumumuzu bozdurmasın. Âmin.

23 Temmuz 2025 Çarşamba

Kaç kutu kola bir F-16 eder?

Bilmiyorum daha ne kadar rezil olabiliriz? Ne kadar hiçe dönüşebiliriz? Ne kadar aşağılanabiliriz? Ne kadar kendi gözlerimizden düşebiliriz? İsrail bize ölümün her türlüsünü gösterdi. Üstüne bina yıktı. Gösterdi. Diri diri yaktı. Gösterdi. Esir alıp tecavüz etti. Gösterdi. Türlü işkence etti. Gösterdi. Hastane vurdu. Gösterdi. Okul vurdu. Gösterdi. Çadırları vurdu. Gösterdi. Yardım almaya gelenleri kurşunladı. Gösterdi. Sakat bıraktı. Sonra onu da öldürdü. Gösterdi. Çocuk öldürdü. Gösterdi. Kadın öldürdü. Gösterdi. İhtiyar öldürdü. Gösterdi. Bebek öldürdü. Gösterdi. Gösterdi. Gösterdi. Gösterdi. Gös...

Şimdi hepsinin üzerine Gazze'de 'açlıktan toplu ölümlerin de olacağı' söyleniyor. Yani bize bunu da gösterecek. Ve diyecek: "Ulan siz ne geniş adamlarmışsınız ki, kardeş dediklerinize bütün bunları geze geze, sindire sindire, yavaş yavaş, salına salına ettim de, bana bir kurşun atanınız çıkmadı, yuh adamlığınıza!" Böyle demesini-denmesini haklı buluyorum. Ağzımı açıp "Ama..." diyecek gücü dahi bulamıyorum. Hakettik. Hatta fazlasını da. Yine de Hüda'nın rahmetine sığınıyoruz. Mahşerde bu iş bizden nasıl sorulacak? Doğrusu korkuyoruz. Hiçbirşey yapmadan, gözüne fener tutulmuş tavşan gibi, amelsizce korkuyoruz. Korkulması gerekenden korkuyoruz. Gerçi korkmamamız gerekenlerde korkuyoruz ya... Neyse...

Ahirzamanda 'sayımızın çokluğuna rağmen' bizi 'suyun üstündeki çöp tanelerine' çeviren 'ölüm korkusu' ve 'dünya sevgisi' olacaktı. Biliyoruz. Fakat bilmek değiştirmeye yetmiyor. Aleyhissalatuvesselam Efendimizin 'vehn hadisi' ile haber verdiği hal, işte, başımıza geldi. Gayrı bahanenin de sonu gelmiyor. "Ekonomi kötü!" deniliyor. "Türkiye'ye saldıracaklar!" söyleniyor. "Asıl planın zaten üzerimize kurulu olduğu..." fısıldanıyor. Lâfa para sayan mı var? Hepsini duyuyoruz. Lakin insan başını yastığa koyunca hep aynı soru geliyor aklına: "Mahşer gününde Allah'a ne diyeceğiz?" Evet. Ne diyeceğiz? Bu bahaneleri söylediğimizde "Böyle olabileceği halde yine de yardım etmenizi bekliyordum!" derse ya? Ne cevap vereceğiz? Zaten cihad amelinin amacının 'böyle bedellere rağmen fedakârlıkta bulunmak olduğunu' söylerse? Nereye kaçacağız? Buradan interneti kapatınca Gazzelilerin çığlıkları duyulmaz oluyor. Tamam. Lakin mahşerde Allah'ı, hâşâ, kim kapatabilir? Herşeye gücü yetene kim güç yetirebilir? Orada buranın siyaseti söker mi? Bahaneleri tutar mı? Var mı bize garanti veren?

Kendi kendimizi korkutmaktan artık başkasının korkutmasına da gerek kalmadı. Daha Amerika bize bir tane kurşun atmadan "Gazze'ye karışırsak Amerika bizi bombalayacak!" moduna girdik. Gerçi hakikaten karışanlardan bombaladığı oldu. Ama kimse yıkılmadı. Ne Yemen yıkıldı. Ne İran yıkıldı. Ne Lübnan yıkıldı. Evet. Yara aldılar. Ama Gazzelilerin dualarını kazandılar. Füzeleri havadayken sevinç çığlıkları attıklarını gördük çocukların. Keşke o ağızları biz güldürseydik. Keşke o gözleri biz sevindirseydik. Hiçbirşey yapamadık. "Ama ticareti kestik!" diye birşeyler söyleniyor. Kestik mi sahiden onu da? Sokakta dolaşırken nefes alamıyorum. 'Boykot' diye birşey var fakir avuntusu gibi. Kola almayınca İsrail yıkılacak beklentisi. Eve gelip "Şu boykottaymış, şu değilmiş, şu şöyleymiş..." deyip duruyoruz. Sonra haberlerde başlık geçiyor. Türkiye ABD'den şu kadar F-16 alacak. Kaç kutu kola bir F-16 eder? Böyle yenilecek mi sahiden Amerika? İsrail siner mi bizden böyle?

Eğer Gazze'de açlıktan toplu ölümler de olursa artık beklediğim 'Büyük Türkiye' diye birşey değil. Evet. Ne yazık ki. Bundan sonra beklentim: Allah'ın belamızı vermesi. Kıyametin kopması. Tarihte görülmemiş bir katliamı böyle çekirdek çıtlatarak izlediğimize göre olacak ancak odur. Erdoğan üzerine kurduğumuz düşler sona ermiştir. Bu katliama seyirci kalmış hiçbir psikoloji bir daha kendini düzeltemez. Kendi içindeki hakikate inanamaz. "Ben adamım/kadınım!" diyemez. Diyemez. Çünkü ruhu ölmüştür. İzzeti ölmüştür. Kendine güveni ölmüştür. "Ben var ya ben!" deyişi ölmüştür. Yani içine çökmüştür. Karadeliğe dönüşmüştür. Bitmiştir. Daha dışına ışık saçamaz. Aydınlatamaz. Ancak saçılan ışığı yutar. Tüketir. Sonuna kadar şu katliamı izledikten sonra bizim nesil tekrar ayağa kaldırılamaz. Kendi değerine inanamaz. Bu nesil artık hayattar değildir. İçinden çürümüştür. İnsan posasıdır. Çöpüdür. Artığıdır. Evet. Biz Gazze'yi izlerken insan posası haline geldik. Gayrı AK Parti bizden ne yaparsa yapsın. Kurutsun da kışa saklasın. Islatsın da çorbaya koysun. O kadar kaldık biz.

Hani Bediüzzaman Hazretleri diyor: "Hem madem bir zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat'î ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşî zalimin ayağını öpse, o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar, vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşcî eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse, kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet, tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!" Bunu hem İngilizler İstanbul'u işgal ettiğinde onlara karşı söylüyor hem de Tek Parti döneminde edilen eziyetlere karşı söylüyor. Bir de üzerine ekliyor ki:

"Hem, ey kardeşlerim, çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki, en ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir. 'De ki: Kaçıp durduğunuz ölüm mutlaka gelip sizi bulacaktır.' (Cuma sûresi, 8) mânâ-yı işarîsiyle gösteriyor ki, firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar..." Bizim de bu kaçışımız herhalde başka şeyleri bize yaklaştırıyor. En doğrusunu Allah bilir.

Yanlış anlaşılmasın. İslam'dan umudumu asla kesmedim. Allah bu dini, çünkü Onun dinidir, illa aziz edecektir. Fakat ellerinde aziz edilecekler demek ki biz değiliz. O devlet bu devlet olacaksa da herhalde o nesil bu nesil değildir. O hükümet bu hükümet değildir. O lider Erdoğan değildir. Eğer o olsaydı, iş böyle olmazdı, sözden ilerisine gidilirdi. En mantıklısı yüksek beklentileri gömmektir. Bitirirken, ciğerimizi avuçlarımıza alıp, herşeyi gücü yeter Mevlamıza bir de dua ediverelim: Ya Rabbi, kavm-i necib-i Arabı, Halid b. Velid radyallahu anhın arkasında topladığın gibi tekrar topla. Ya Rabbi, kavm-i mücahid-i Türkü, Sultan Alparslan Hazretlerinin arkasında topladığın gibi tekrar topla. Ya Rabbi, kavm-i aziz-i Kürdü, Sultan Selahaddin Hazretlerinin arkasında topladığın gibi tekrar topla. Bizi kendi halimize bırakma. Dağınıklığımızı düzelt. İzzetimizi iade et. Dininin ordusu biziz. Bize her tepesinden Kudüs'e tekrar girebilmeyi nasip eyle. Öyle ki, ya silahlarımız yanlarımızda olarak namaz kılalım, yahut da toprağının altında yatalım. O topraklar tekrar İslam'a iade olunurken şehid olalım. Cennet bahçelerinden yüzü gülen Gazzeli çocuklar görelim. Görelim ya Rabbi. Âmin. Âmin. Ya Rahmanu ya Rahim.

22 Temmuz 2025 Salı

Allah'ı neden göremiyoruz?

Allah'ı neden göremiyoruz? Çünkü biz herşeyi göremeyiz. Görebileceklerimizin sınırı var. Sadece gözlerimiz sınırlı değil üstelik. Âlemin de bir sınırı var. Evet. Bizim algılayabildiğimiz 'dört boyutlu âlem' yani 'âlem-i şehadet' de varlık yönüyle sınırlı. Bunu 'karanlık madde' gibi şeyler üzerinden bilimadamları da kabul ediyorlar artık. Sicim teorisyenleri, boyut sayısının, o da şimdilik, 20'den aşkın olduğunu öngörüyorlar. Yani varın da sadece 'çok küçük bir kısmını' görmekteyiz. 'En, boy, derinlik, zaman' kapsamına giren şeyler bizim için 'görünüyor' oluyor. Peki ya ötesi? Ötesi bizim için bilinmezlik. Üstümüzde varoluşlar. Melekleri göremeyişimiz de bununla ilgili... Biz uzaya baktığımızda kendimiz gibi şeyler arıyoruz. Fakat hayat buna sınırlanmak zorunda mı? Fiziği kavrayışımız yükseldikçe uzaylı yaklaşımımız da yükseliyor. Evet. E.T.'leri terkederek meleklere yaklaşıyoruz.

Bediüzzaman Hazretlerinin, Cenab-ı Hak hakkında, 'şiddet-i zuhurundan gizlenmiş' veya 'azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş' gibi ifadeler kullanması böyle de anlaşılabilir. Nasıl duyma seviyemizden üst sesler kulaklarımız için yok hükmündedir. Gizlidir. Aynen öyle de gözümüzün görme seviyesinden üst görünüşler de gözlerimiz için yok hükmündedir. Onlarla temas kuramazlar. Fakat, mesela, köpekler insan kulağının duyamadığı kimi seslerle de ilişki kurabilirler. Çünkü duyma yetileri Allah'ın bir lütfu olarak daha geniştir. Yarasalar onlardan da yüksek frekansları duyabilirler. Hatta yarasalar 'seslerle görürler.'

Daha da ilerisini tefekkür ettiğimizde, Cenab-ı Hakkın, dört boyutlu âlemin kaldıramayacağı bir 'şiddette' zuhur ettiği için, yani varolduğu-göründüğü için, âlem-i şehadetin de ona ister-istemez 'körleştiğini' söyleyebiliriz. (Buna İslam ıstılahında vücud mertebelerinin en yükseği olan 'Vacib Vücud' deniliyor.) Daha yalın bir ifadeyle: Hak Teala o kadar şiddetli bir şekilde vardır ki, dört boyutlu algımız gibi, dört boyutlu âlemimiz de bu varlığı kavrayabilmekten yoksundur. Taşıyamaz. Sığdıramaz. Tıpkı geçenlerde bir ateiste söylediğim gibi: İki boyutlu çizgifilm dünyasında varolan bir karakter, dört boyutlu dünyada varolan çizerini göremez, ancak kendi boyutuna giren tasarrufundan varlığını anlar. Çizer bir merdiven çizdiğinde, mesela, merdivenin varoluşunu görür. Fakat kalemini asla göremez. İki boyuttaki tasarrufun üzerinden tefekkürle ancak çizerin varlığına ulaşabilir.

Yahut da tek boyutlu yazılım dünyasına inelim. Bilgisayar oyunundaki karakter yazılımcısını göremez. Çünkü yazılımcı dört boyutludur. Fakat, eğer şuuru varsa, âlemindeki tasarrufatı üzerinden varlığına dair fikir yürütebilir. O yüzden Efendimiz Aleyhissalatuvesselam, bizi, Rabbü'l-Âlemîn'in Zât-ı Subhanîsi hakkında düşünmekten menetmiştir. Biz ancak Onun dairemize giren eserleri, isimleri, sıfatları üzerine tefekkürde bulunabiliriz. Zira bunlar 'bilgi alanımıza kısmen girmiş' şeylerdir. Kuantum fizikçilerinin insanlara teoriyi anlatmakta çektiği sıkıntıların başında da bu gelir Philip Ball'e göre. Zira kuantum fiziği bizim dört boyutlu âlemde algılayageldiğimiz gerçekliğin 'her yerde geçerli olmadığını' gösterir. Tuhafı Aşma Zamanı'ndan alıntılayalım:

"Kuantum mekaniği bu yaklaşımın sınırlarını, yani bizim konvansiyonel, sezgisel mantığımızın nihai olarak çöktüğü yeri gösterir. Bunun mikroskobik bir sınır olması bile gerekmez. Kuantum kurallarının klasik bir kestirim yapamayacağı herhangi bir yer de olabilir. Böyle bir sistemde, der Omnes, artık bir 'gerçeklik'ten söz edemeyiz. Ona göre gerçeklik olguların emsalsiz olduğu bir uzam olmalıdır. Yani olayların olduğu bir uzam. Geri kalanı bizim akıl gücümüzü aşar. Bu uçurumu kapatamayız ya da en azından sadece kuantum kuramı bunun için kâfi gelmez. (...) Bizim gerçeklik bilgimizin sınırına ulaşmamız ağıt yakmayı değil de kutlamayı haketmiyor mu? Belki de. (...) John Bell'in bu konuda söyleyeceği kendine has muzip birşeyi vardı: 'Bir işe yaramasa bile neyin ardından ne geldiğini bilmek iyi olmaz mı?' diye soruyordu. 'Sözgelimi, diyelim ki, kuantum mekaniğinin net bir biçimde formülleştirilmeye direndiği keşfedildi?'" Formülleşmeye direnen bir fizik elbette kavrayış dünyamızı hayli aşar.

"İhtiyarlandıkça zaman, Kur'ân da gençleşiyor. Rumuzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitab-ı Yezdânî..." diyor Bediüzzaman Hazretleri yine. Evet. Fiziğin sınırlarına doğru yolculuğumuz bizi materyalizmin "Ben görmüyorsam yoktur. Ben deneyleyemiyorsam yoktur. Ben bilmiyorsam yoktur..." bağnazlıklarından kurtarıyor. Tecrübenin kendisinin bir sınır olduğunu, fiziğin bu sınıra takılmak zorunda olmadığını, "Biz hep öyle göregeldik!" ile hiçbir inkârın geçerlilik kazanmadığını belirtiyor. İşte, Kur'an'da, 'rumuzu tavazzuh eden' bir ayet daha: "Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız!' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?" Materyalist bilim de bir 'atalar yolu'dur arkadaşım. Deneyi aşan şeylere aynen ayetteki tepkiyi verir.

17 Temmuz 2025 Perşembe

AK Parti Türkiye'de dinsizliği mi arttırıyor?

Mürşidim Münazarat'ta "Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir..." dedikten sonra ekliyor: "Meselâ, bir aşiretin her bir ferdi bir günde attığı balgamı, cerbeze ile, vehmen tayy-ı mekân ederek, birden bir şahısta o muhassalı temsil edip, başka efradı ona kıyas ederek, o nazar ile baksa... Veyahut bir sene zarfında birisinden gelen râyiha-i keriheyi, cerbeze ile tayy-ı zaman ederek, bir dakika-i vâhidede, o şahs-ı hazırda sudurunu tasavvur etse, acaba evvelki adam ne derece mustakzer, ikinci adam ne derece müteaffin... Hatta, hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralarından kaçsalar, akıl onları tevbih etmeye hakkı olmayacaktır. İşte, şu cerbezenin tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder. Hakikaten, cerbeze, envaiyle garaibin makinesidir..."

Bugünlerde, tevafuk, AK Parti'nin 'sahadaki dünyevîleşmenin yegane sorumlusu olduğu' üzerine epeyce beyanata rastladım. Doğrusu ben de büsbütün tenzih etmem. Fakat ifrat etmekten de çekinirim. Çünkü ifrat eden adaletten sapar. Kur'an bize 'hasmımıza dahi adaletli davranmayı' emretmiştir. Kaldı ki AK Parti hasmımız falan da değil. Son genel seçimde YRP'ye verdiğimi saymazsak reyim hep onlaraydı. Bundan bir pişmanlığım da yok. Evet, hayalini kurduğumuz İslamcılığı AK Parti'de göremiyoruz, lakin CHP kazansa o mübarek hayalleri gerçekleştirebilecek miydik sanki? Sualime 'Evet!' diye cevap verenler varsa metnimi okumayı şimdi bırakabilirler. Zira, tıpkı şeriat gibi, okurluk da mesuliyet için 'akıl bâliğ olma'yı şart görür.

'Sol'da ümmet-i Muhammed'in ikbalini arıyacak kadar aklımı peynir-ekmekle yemedim çok şükür. Neyse... Uzatmayayım. Asıl mevzua geleyim. Bence AK Parti hükümetini yaşadığımız cümle sosyolojik sorunların tek sorumlusu olarak görmek 'cerbeze'nin alanına giriyor. O da şöyle oluyor: "Müteferrik büyük işlerde yalnız kusurları görmek cerbezeliktir." Evet. AK Parti hükümetinden de kusurlar sâdır olmuyor değil. Lakin, buna dikkat, hükümet 'tastamam kusur' değil. Ve dahi 'kusurların tastamam sorumlusu' değil. Aslında Osmanlı'nın son döneminden günümüze tevarüs eden bir dizi problemin inkişafını yaşıyoruz biz bu yıllarda.

Ki yine kendisi bir yerde diyor: "Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz." Yani halihazırda görülen yıkımların elli sene öncesinin hatalarından kaynaklandığı da olabilir. Başka bir yerde de Üstad Hazretleri ayetlerden istihraçta bulunurken şöyle söylüyor: "(...) Eğer beraber olsa, Milâdi bindokuzyüzyetmişbir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak..." Bilenler bilir. 1971 yılı Türkiye için cidden tehlikeli bir dönemeç olmuştur.

Öyleyse biz de, eğer gerçekten 'gerçek sorumlu'yu arıyorsak, yalnız bugüne bakıp durmayacağız. Düne-önceye uzanacağız. Evvele de illa bir nazar edeceğiz. Ha, şunu da ihmal etmek zorunda değiliz bunu söylerken, diyebiliriz: "AK Parti, Osmanlı'nın ahirinde başlamış, Cumhuriyet'in bidayetinde hepten ipini koparmış, şimdi bünyeyi sarmış bu dünyevîleşme hastalığa lazım şifaları sunamıyor." Bunu söylemekte beis yok. Hakikaten de öyledir. Hükümet böyle bir misyonla hareket ediyor görünmemektedir. (Dilinde zaman zaman böyle parlamalar olsa da sahada doludizgin gayret yoktur.) Fakat şunu da kabul etmek zorundayız: AK Parti, en azından sol hükümetler gibi, dindarların ensesine çökmüyor. Hatta, aksine, seçmeni onlar olduğu için bir derece kollama yeteneğine de sahip. Aman dikkat. Sezar'a bu kadarcık hakkını vermezseniz siz de Brütüs olursunuz. Ben Brütüs gibi nâdân olmak istemediğimden Sezar'a hakkını vermeye çalışıyorum.

"İşte, şu cerbezenin tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder..." 'Müslüman oğlu/kızı müslüman' Osmanlı sosyolojisinin bugünkü dünyevîleşmesi, deistleşmesi-ateistleşmesi veya açık-saçıklığın bu derece artması, bunlar tastamam AK Parti'nin suçu olan şeyler değil. İnsaflı olalım. Mâkulden uzaklaşmayalım. Mevcud durum esasında 'küresel güçlerin' Türkiye üzerine asırlardır yürüttükleri planın sonucu. Zamanımız, ne yazık, bu yaraların patlayışına şahitlik ediyor.

Osmanlı bakiyesini yiyerek bu noktaya kadar dayandık. Kolay değildi. Döküle döküle direnildi. Ancak nesilden nesile bozulmanın miktarı da artıyor. Delik genişliyor. Çürüme yayılıyor. Sahici bir 'iman hamlesi' başlatmadığımız sürece kaybetmekten kurtulamayacağız gibi. Cep telefonu, sosyal medya, internet vs. kaybedişimizi daha da hızlandırdı. Ciddi bir savaş vermeden bu gidişatı çevirmek mümkün görünmüyor. Bundan da en çok AK Parti'nin rahatsız olması lazım aslında. Evet. Zira seçmeni eriyor. Dünyevîleştikçe sağcılar solculaşacaktır. O da sandığa AK Parti reyi olarak yansımayacaktır elbette. İşte, tam bu zeminde, hükümete kızmaya hakkımız var. Zira mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde de diyor ki: "Desâtir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz." 

 Eğer AK Parti'ye hâkim olan irade "Dindarlara özgürlük veriyorum ya, başlarının çaresine baksınlar, gerisi onların işi..." diyorsa geleceğimiz pek yaştır. Zira sadece 'desatir-i hikmet' ile ahirzaman fitnesine galip gelmek zordur. 'Nevamis-i hükümet' yardımı gerekir. 'Kavânin-i hak' ile ikna olacakların sayısı azdır. 'Revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse' toplumsal alışkanlıkların değişmesi na-mümkündür. Hükümetin elinde bu bağımlılıkları değiştirebilme gücü var. Nasıl 'kapalı alanlarda sigara yasağı' ile tüm Türkiye'nin bu alışkanlığını değiştirdi. Önce hık-mık diyenler de zamanla kabullendiler, alıştılar. Başka hususlarda da aynısı olabilir. AK Parti'ye 2002 Kasım'ından itibaren Tâlibân gibi davranması gerektiğini söylemiyoruz. Ama bu işlerde de haybeden yere nötr olmayın be kardeşim. İttirmeye devam edin. Gücünüze illa ki ihtiyacımız var.

8 Temmuz 2025 Salı

Hüseyin Yılmaz beni asla yıldıramaz :)

Efendim, elhamdülillah, Hüseyin Yılmaz abinin "Bediüzzaman erkek değil miydi?" başlıklı yazısını okumak lütfûna eriştim. Haddim olmayarak yazıya mehaz olduğumdan, elbette, bir cevap vermek zarureti doğdu. Başlarken belirteyim: Yazıya manşet seçilen mevzudan şüphem yoktur. Yani, evet, Bediüzzaman Hazretleri kesinlikle erkektir. Hüseyin abinin bu konuda kimleri şüphe içinde gördüğünü bilmiyorum. Fakat o kesinlikle ben değilim. Tenkide cevabım devam ederken başka konularda da yazarın imâ ettiği yerlerde olmadığımı göreceksiniz. Ancak, daha oralara gelmeden, genel bir çerçeve çizerek girizgâh yapmayı uygun görüyorum. "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız." Bismillah...

Roman türü, bildiğiniz gibi, Bediüzzaman Hazretlerinin bizzat eleştirdiği bir tür. Lemeat'ta bununla ilgili kifayetli bir beyanı mevcut. Fakat, elbette, vakit ahirzaman olduğundan, biz de kendimizi tutamıyoruz. O türün eserlerini okuyoruz. (Ben kendim de, itiraf ederim, yüzlerce roman okumuşumdur.) Daha da fazlası 'o türde eserler veriyoruz.' (Yayınlanmış-yayınlanmış romanlar/öyküler müellifiyim ben de.) Zararlarından mümkün mertebe kaçmaya gayret ediyoruz. Roman türüne İslamî bir nitelik kazandırmaya gayret ediyoruz. Lakin türün kendi içinde bazı üretim sıkıntıları var. Yazarını 'kurgulamaya' mecbur ediyor mesela. Kurgunun özü gerçekse bile eklemeler yapmaya cüretkâr kılıyor. Hatta tasvirlerde 'sanki oradaymış gibi' davranmaya zorluyor. Böylesi hususlarda yazar ipini serbest bıraktıkça romanın da hakikatten uzaklaşması artıyor. Tasvir ettiği kişiyi/olayı olandan/yaşanandan apayrı birşey kılıyor.

Tarihî romanlarda, hele ki İslam tarihiyle ilgili olanlarda, bu yaranın kanayışı daha ziyade. Editörlük yaptığım dönemde de böyle romanlara tereddütle bakmaktan kurtulamadım. Sahabenin Aleyhissalatuvesselam Efendimizin "Kim bilerek benden yalan bir haber verirse cehennemdeki yerine hazırlansın!" nehyine riayette gösterdiği hassaslık, İslam büyükleri hakkında da elimi-dilimi korkuttu, böylesi dosya tekliflerine hiçbir zaman sıcak bakamadım. 'Biyografik roman' tarzını müstakim bir şekilde devam ettirenler yok değil. Ancak, onlarda gördüğüm ortak hassasiyet, naklî bir delile dayanmayan hiçbir olayı tasvire girişmeme. Belki bu yüzden eserleri roman yönüyle zayıf oluyor. Ama ahiretleri itibariyle huzur duyuyorlar.

Bediüzzaman Hazretleri de bir İslam büyüğü. Hayatı, nurcular için, hakikatler menbaı. Elbette necip dinimiz İslam'ı ilk kez Bediüzzaman'dan öğrenmiyoruz. Fakat, tüm nurcular kabul eder ki, "Bediüzzaman ne yapmış, nasıl yapmış, niçin yapmış?" gibi soruların cevabı hareketlerimizde belirleyici bir rol oynuyor. Sahabenin Aleyhissalatuvesselamdan hadis naklederken gösterdiği hassasiyet, hadis-fıkıh ehlinin bu husustaki dikkati, Onun hayatının dinin mehazı olmasından kaynaklanıyordu. Ona birşey eklerseniz dine de eklemiş olurdunuz. Bediüzzaman'ın hayatına da birşey eklediğinizde bu doğal olarak 'yoluna eklenmiş olma' riski taşıyor. Her neyse... Bu genel çerçevenin sonuna gelip tenkid metnine dönüş yaparsak:

1) Hüseyin abi eserini tenkid ettiğim noktayı tavzih ederken şöyle söylüyor: "Ahmed kardeşim nerelidir, bölgeyi bilir mi, Kürt irfân ve örfüne ne kadar muttalidir, Eremenilerle Kürtlerin asırlarca iç içe yaşadıklarını ne kadar bilir, bilir mi? Bilmiyorum..." 

Tabii Hüseyin abiyle birbirimizi pek tanımıyoruz. Yoksa, elhamdülillah, benim de Kürt olduğumu bilirdi. Fakat şöyle garip bir durum var: Eğer yumurtada büyümemişseniz bu ülkede bir zamanlar ermenilerin çoklukla bulunduğunu zaten bilirsiniz. Yani bunun çok hayret edilecek bir yanı yok. Sözgelimi, ben, Sivas'ta okurken ermeni kökenliler hâlâ varlardı. Meslek erbabının bir önceki kuşağı çoğunlukla ermeniydi. Ermeni ustaların çırakları olarak yetişmişlerdi. (Bir Türk olan eniştem Korhan'ın babası Şükrü amca Artin Usta'nın çırağıydı mesela.) Konakları da, pencerelerindeki-duvarlarındaki haç işaretleriyle birlikte, hâlâ ayaktalardı.

Hüseyin abi herhalde benim itirazımı anlamadı. Ben "Hiç Türkiye'de ermeni var mıydı canım?" diye itiraz etmiyorum. Hatta Bediüzzaman'ın bir ermeni kızını görüp bakmasına da içlenmiyorum. İtiraz ettiğim şu: Bu detay, gerçek olsa bile, romanda ne işi var? Bediüzzaman'ın gençliğinde bir ermeni kızından etkilendiğini bilmek bize ne kazandırır? Benim itirazım bunaydı. Yoksa, biz, Allah dostlarının ismetine iman etmiyoruz. İsmet sahipleri ancak peygamberlerdir. Fakat bu tarz anekdotları anmayı sevmiyoruz. Onların da seveceğini sanmıyoruz. Mesela: Hüseyin abi bu satırları bizzat Bediüzzaman'ın yüzüne okuyabilir miydi? Okusa, o mübarekin ruh-i muazzezi, bundan müteessir olmaz mıydı?

2) "Bediüzzaman, erkek değil, onun için evlenmiyor iftirası kendisine çok dokunduğu bir vakitte 'Herbirimiz on kadını idare ederiz!' demeye mecbur kalan Üstad'ın çocukluğundan beri insan ve 'erkek' olduğunu ifadeye çalıştım. Karşımızdaki melek değil, bütün uzviyetleri ile kâmil bir vücud, bir beden-i insanî. İki yüzü aşkın evlilik yapan Hz. Hasan'ın varlığını unutup bu meseleyi Üstad için nakise görmek doğru olmaz..."

Burada da yine aynı durum var. Hüseyin abi, her defasında benim itirazımın mehazını anlamazlıktan gelip, mevzuu başka yerlere çekiyor. Şimdi, mesela, Bediüzzaman'ın erkekliği meselesinde iftira sahibi olanlar, Hüseyin abi, ermeni kızını görünce 'hormonları uyanıp öne çıktı' (kitapta geçen ifade bu şekilde) dedi diye "Vay be, helal, ne erkekmiş!" mi diyecekler? Dikkat edelim: Hadis tarihinde 'uydurma hadislerin' ortaya çıkışının bir sebebi de 'maslahat mülahazası'dır. Bediüzzaman Hazretlerinin 'muvazenesiz vaiz' eleştirisinde de aynı nokta calib-i dikkattir. Siz, iyiliğine bir yalan söylersiniz, ama söylediğiniz uzunvadede zarar doğurabilir. Bediüzzaman'ın erkekliğini hiç gereksiz yere isbat için tutup bir ermeni kızına nazar ettirmek de bu kabilden sayılabilir.

3) "Devamında bir bakıma mevzuun tedaisiyle Akdamar Adasına dair bugün bile anlatılan hikâyeyi kayıkta naklettim. Ahmed kardeşim, Said'in bu aşk hikâyesini dinlememek için kendisini Van Gölünün soğuk sularına atmasını beklemiş olabilir ama 14 yaşındaki bir çocuğa ben kıyamadım..."

Ne kadar saçma bir cevap öyle değil mi? Hoppala meşan Malkara-Keşan. Bediüzzaman Hazretlerine Molla Muhammed merhum ile birlikte uyduruktan bir hikâye dinletiyorsun. Çobanla keşişin kızını her gece tenhalarda buluşturuyorsun. (Artık gerisini kuvve-i hayaliyemize havale ediyor.) 'Ah Tamara' mıymış neymiş? Peh. Şehir efsanesi. Sonra da "Böyle birşey olmamıştır!" deyince Ahmed kabahatli oluyor. Keşke kıyıp Bediüzzaman Hazretlerini 14 yaşında Van gölünün soğuk sularına atsaydın. En azından derdik ki: "Mübareğin çocukluğundan beri sahip olduğu takva bu yalanı dinlemeye tahammül edemedi."

4) "Yazmakta olduğum, genç nesillere Üstad ve Külliyatı sevdirecek olan bir nehir roman külliyatı, kuru bir biyografî değil. Öyle olsa hiç yazmazdım. Üslüp ve ifâde farkı hariç, aşılması çok zor olan Mufassal Tarihçe dururken yeni bir şey yazmaya ihtiyaç duymam. Zaten Mufassal Tarihçe'yi de çok az insan okuyor. Bu vesile ile Badıllı Abiye nihayetsiz rahmet diliyorum."

Badıllı abiye ben de rahmet dilerim. Ancak Üstad'ı sevdirmenin yolunun biyografik roman olduğu konusunda şüphelerim var. Hem bu iş yapılmamış birşey de değil. Yavuz Bahadıroğlu Hoca merhumun da böyle bir serisi vardı. Üç kitaptı yanlış hatırlamıyorsam. Sonra İslam Yaşar abinin de bir Bediüzzaman beşlemesi olduğunu anımsıyorum. Bu iki çalışma da romandı. Yani Hüseyin Yılmaz abi hiç yapılmamış birşeyi yapmıyor. Allah sa'yini meşkûr etsin. Ancak romanının göreceği ilgiden belki anlayacağız, gençler hakikaten Bediüzzaman'ı sevdiler mi, külliyata meylediyorlar mı? Dereyi görmeden paçaları sıvamamak lazım. Bu arada biyografi türünün 'kuru' tabiriyle tahkire uğramasına karşıyım. Bence biyografiler kişiler hakkındaki bilgileri 'eğmeye-bükmeye uğramadan' almanın daha selametli bir yoludur. Şükran Vahide ablanın Bediüzzaman'ın Entelektüel Biyografisi eserini ayrıca beğendiğimi belirtirim.

5) Devamında Hüseyin abi anlattığı hâdiseye mehaz olabilecek bazı kayıtlardan bahsediyor. (Doğrudan o olayı değil ama olabilirliğini anlatan şeyler.) Yine altını çizeyim: 'Bediüzzaman Hazretleri ömrü boyunca nâmahreme nazar etmemiştir...' diye bir iddiaya girmiyorum ben. Olabilir. Hepimiz insanız. O da insan. Fakat bana bu satırları söyletmek bile o mübareğin hatırasına ne kötü bir iştir. Yani, Üstad Hazretleri, o 14 cilt külliyatı, biz onun gençliğinde kızlara bakıp bakmadığını tartışmamız için mi yazmış? Ben bu hâdiseyi kesin bir delille bulsam, hatta levh-i mahfuzda okusam, yine de dillendirmem yahu. Ne gereği var? Ben itirazımı bu 'dillendirişe' iliştiriyorum. Bediüzzaman'ın erkekliğini hiçkimseye isbata mecbur değiliz. Harama nazarla da erkeklik isbatı olmaz.

6) "Hulâsa-i kelâm: Çok büyük ve çok çetin bir dâvâ için yola çıktım. Hiç yardımınızı görmedim. Her zamanki gibi bir dershanenin mutfak tezgâhına verdiğiniz destek kadarını bile bu büyük dâvâdan, bu bâkî hizmetten esirgediniz. Bari, bir bakıma mevcud Nurcuların bütün halde yapmakta oldukları hizmete muadil bir hizmeti kıyamet ânına kadar yapacak bir esere gölge düşürüp, şevkimi kırmayınız. Kırmaya çalışsanız ne olur? Bilenmiş olarak, daha müteyakkız, daha büyük bir gayretle devam ederim. Bediüzzaman, dâvâsı ve hakikat, benim için bunu âmirdir. Yer yüzünde Bediüzzaman ve dâvâsına sahib çıkan tek kişi kalmış denilse, hiç şübheniz olmasın ki, o kişi Hüseyin Yılmaz'dır."

Arkadaşlar, abilerim, ablalarım... Yani ne söylesem bilemiyorum. En kolayı en açık şekilde söylemek: Hüseyin Yılmaz abi iç dünyasında resmen uçuşa geçmiş. "(...) bir bakıma mevcud Nurcuların bütün halde yapmakta oldukları hizmete muadil bir hizmeti kıyamet ânına kadar yapacak bir esere..." Ya, mübarek, hele bir ikinci baskısını gör de ondan sonra konuş. Ben editörlüğüm, yayıncılığım, yazarlığım üzerinden öngörüde bulunayım: Bu kitap ikinci baskısını ya görür ya göremez. Ha, mübarek işadamları satın alır, bedava dağıtılır, belki o zaman görür. Daha böyle okunurluğu tartışmalı bir eseri 'mevcud nurcuların bütün halde yapmakta oldukları hizmete muadil' tutmak, bir de boyunu kıyamete kadar uzatmak, yahu Allah'tan kork. Biraz mütevazı ol. Atomu ortadan ikiye mi böldün? Altı-üstü bir roman. Türün ilk örneği de değil üstelik. Editörlüğümde çok yazar kaprisi görmüştüm ama böylesini hiç görmedim. Yıllarca kitapları yüzbinler satan isimlerle çalıştım. Hiçbirinde böyle iddialar olmamıştı.

7) "Siz, zaten hiçbir kavgada olmadınız. Üstad ve Talebeleri için girdiğim hiçbir kavgada yanımda olmadınız, müdafaada bulunmadınız. Ne Zübeyir, Sungur ve diğerlerine NATO-GLADYO dediklerinde oralı oldunuz, ne Üstad'ın boş sayfaları imzalayarak vekâlet verdiği Bekir Berk'e 'hain' dediklerinde bir şehamet gösterdiniz. Bütün o kavga ve müdafaaları yalnız başıma verdim ve bir gün dönüp acaba neredesiniz, diye bakma tenezzülünde bulunmadım. Bugün de bulunmam..."

Hüseyin abi kendi kendine kuruyor, yazıyor, oynuyor... Hiçkimseye ihtiyacı yok. Herkes bir o tek. Madem fantastik bir dünyada dolaşıyoruz. Herşeyi Hüseyin Yılmaz başarıyor. O halde biraz da biz ekleme yapalım: 15 Temmuz'da darbecilerin F-16'larını sapanla taş atmak suretiyle düşüren de Hüseyin Yılmaz'dı. Kurtuluş Savaşı'nda Yunan ordusunu önüne katıp kovalayan da Hüseyin Yılmaz'dı. İstanbul'un fethi sırasında Ulubatlı Hasan bayrağı elinden düşürür gibi olunca "Kardeş bu da benim sana bir kıyağım olsun!" deyip, bayrağı alıp, surlara diken de yine Hüseyin Yılmaz'dı.

Yahu Hüseyin abi, üç-beş sene önce Risalehaber'de köşeni görünceye kadar, hayatta olduğunu dahi bilmiyordum. Hüseyin Yılmaz diye birisinin varlığından bile habersizdim. Sen nasıl böyle herşeyin merkezindeydin de kimsenin senden haberi yoktu? Mübarekler, en doğrusu, uçmayalım-kaçmayalım. Mütevazi olalım ya. Allah ganidir. Bizim amellerimize ihtiyacı yoktur. Biz sadece bir detaydan ibaretiz. Bizimle olmazsa başkasıyla olur. Ne yiğitler, âlimler, mücahidler gelmiş geçmiş. Biraz ayarımız olsun.

Her neyse... Ben bu mevzu ile uzun uzadıya meşgul olmak niyetinde değildim. Ama Hüseyin abi uyuyan devi uyandırdı. "Ahmed Kardeşim hiç roman yazdı mı, bilmiyorum. Romanı bilir mi, onu da bilmiyorum. Bildiğinden hareket ediyorum..." demiş ya. Ben de uzaydan geçtiğimiz pazartesi gelmediğimi romanı üzerine yazılarımla kendisine göstereceğim. Halep oradaysa arşın burada. Nesil Yayınları'nda bir altı-yedi sene editörlük mazimiz var. O işi ne kadar öğrendiğimizi kendisine sergileyelim. Tevfik Allah'tan. Hamd da yalnızca Ona. İnayetini Ondan dilemekteyiz. Rabbim istikametten ayırmasın.

7 Temmuz 2025 Pazartesi

Allah'ı nereden sınırlarsan oradan hastalanırsın

Geçtiğimiz cumartesi Avcılar'da Sezer Harman abi Katre Risalesi'ndeki 'dört hastalık' bahsini ders yaptı. Dinlerken aklıma Bediüzzaman Hazretlerinin 'neden bu dördünü seçtiği' sorusu takıldı. Öyle ya. Hastalıklarımız dörde münhasır değildi. Daha nice nice rahatsızlıklarımız vardı. Sonra X'te, eski adıyla Twitter'da, Fikret Çetin Hoca'nın şu paylaşımını gördüm:

"Damdam bin Cevs el-Yemamî'den rivayet edildiğine göre, Ebû Hureyre (r.a.) kendisine şöyle dedi: "Ey Yemamî! Sakın bir adama 'Allah seni affetmez' veya 'Allah seni asla cennete koymaz' deme!" Ben de şöyle dedim: 'Ey Ebû Hureyre! Bu, öfkelendiğimiz zaman kardeşimize ve arkadaşımıza söylediğimiz bir sözdür.' Bunun üzerine Ebû Hureyre (r.a.) şöyle dedi: 'Sakın bunu söyleme! Çünkü ben Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu işittim: İsrâiloğulları arasında iki adam vardı. Birisi ibadette çok gayretli, diğeri ise nefsine karşı müsrif idi. Bu ikisi birbirine kardeş gibiydiler. İbadet eden kimse, diğerini her günah işlerken görür ve ona 'Ey filan! Vazgeç artık!' derdi. Diğeri ise 'Beni Rabbimle baş başa bırak, sen bana gözcü olarak mı gönderildin?' derdi. Nihayet bir gün onu büyük bir günah işlerken gördü ve ona 'Vay haline! Vazgeç artık!' dedi. Diğeri yine 'Beni Rabbimle baş başa bırak, sen bana gözcü olarak mı gönderildin?' dedi. Bunun üzerine o (ibadet eden adam) şöyle dedi: 'Allah'a yemin olsun ki, Allah seni affetmez' veya 'Allah seni asla cennete koymaz!' Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: Allah o ikisine bir melek gönderdi ve ruhlarını aldı. İkisi de Allah'ın huzurunda toplandılar. Allah Teâlâ günahkâra şöyle buyurdu: 'Git, rahmetimle cennete gir.' Diğerine ise şöyle buyurdu: 'Sen beni biliyor muydun? Benim elimdekine gücün yeter miydi? Onu ateşe götürün!' Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: 'Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, o bir kelime söyledi ki, dünyasını ve ahiretini mahvetti.' Ebû Dâvûd (4901) Sahih-i İbn Hibban (5712)."

Ebubekir Sifil Hoca'nın yıllar önce okuduğum bir makalesinde de, Allah dostlarından birisine atfen, şu manada bir hikmet nakledilmişti: "Allah'ın kudretini sınırlayıcı konuşmaktan sakın." Sonra bu 'dört hastalık' ile 'kudrete sınır çizmek' arasında bir ilgi bulunduğunu düşünmeye başladım.

Mesela: Yeis, yani ümitsizlik hastalığı, şöyle tarif ediliyordu orada: "Arkadaş! Amele ve tâate muvaffak olamayan azaptan korkar, ye'se düşer. Böyle bir me'yusun gözüne, dinî meselelere münafi ednâ ve zayıf bir emare, kocaman bir burhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin sâikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dâiresinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder."

Devamında ise "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar..." ayeti hatırlatılarak şifanın orada aranması salık veriliyordu. Elhamdülillah. Fakat biraz dikkat kesilince ayetin bize söylediği şöyle hikmetler de vardı sanki: "İsimleri Allah'ın kudretleridir. Her isim Allah'ın kudretinin bir tezahür şeklini bize öğretir. Günahları bağışlamak hususunda Allah'ı kimse aciz bırakamaz. Kimse bu noktada Onun kudretine sınır çizemez. 'Yaratış kudretinde' sınır olmadığı gibi 'bağışlama kudretinde' de sınır yoktur. el-Kadîr oluşunda sınırı olmadığı gibi el-Gafûr ve er-Rahîm oluşlarında da sınırı yoktur. Dilediğini bağışlama gücü vardır."

Ümitsizlik hastalığına müptela olansa, Allah'ı bu yönünden sınırlama cür'etinde bulunuyordu. "Benim gibisini de affetmez artık!" diyordu. Böyle demesinin altında "Benim gibisini de affedemez!" demek vardı. Halbuki Allah dilediğini bağışlayabilirdi. Biz ancak 'şirk' gibi 'bağışlamayacağını kendisinin vaadettiği' seyyieler hakkında "Cenab-ı Hak bunu bağışlamaz!" diyebilirdik. Yoksa iman sahiplerinden herhangi birisinin hangi günahının bağışlanıp-bağışlanmayacağı konusunda bilgi sahibi değildik. Sınırlayıcı konuşmaya da hiçbir hakkımız yoktu. Yeis hastalığına müptela olan insan bir açıdan Allah'ın kudretini sınırlama hadsizliğinde bulunduğu için ters yola giriyordu. Girdiği bu yol da onu, hafazanallah, Allah'ı bütünüyle inkâr etme vartasına kadar götürebiliyordu. Demek ki kudretini sınırlayıcı konuşmanın/düşünmenin sonu, eyvah, en nihayet o kudretin bütünüyle inkârıydı.

İkinci hastalık olan 'Ucb' da bundan farklı değildi. Yerinden tarifini alalım: "Arkadaş! Ye'se düşen adam, azaptan kurtulmak için, istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki, bir miktar hasenat ve kemâlâtı var. Hemen o kemâlâtına bel bağlar. Güvenerek der ki: 'Bu kemâlât beni kurtarır, yeter' diye bir derece rahat eder. Halbuki, a'mâle güvenmek ucubdur, insanı dalâlete atar. Çünkü, insanın yaptığı kemâlât ve iyiliklerde hakkı yoktur. Mülkü değildir; onlara güvenemez..."

Dikkat edilirse ucb hastalığında 'ümitsizlik' yoktu. Evet. Fakat ümidin yanlış yere bağlanması vardı. Akıbetinin garantisi olarak âmâlini görmek, yine Allah'ı "Ben bu kadar hayır işledikten sonra artık atamaz cehenneme!" diye birşeylere mecbur görmek, hâşâ, Onu 'azaplandırışında sınırlamak' manasına geliyordu. Celalî isimlerine sınır çizmeyi çağrıştırıyordu. Halbuki, Hak Teala, dilediğine rahmet edebileceği gibi, dilediğine de azap edebilirdi. Onu bu yönden de sınırlandırmanın imkânı yoktu. Şânı nasıl dilerse öyle yapardı. Kemali nasıl iktiza ederse öyle davranırdı. Kimse de Onun kudretini tasarruftan alıkoyamazdı.

Yani ucbun arkasında da bir tür 'sınırlama' bize gök kırpmaktaydı. Ve bu kırpma da 'ümidi rahmetten kesip kendine bağlama' arızasına sahipti. Rahmetle irtibatı kopardığından ayetin nehyine dahil oluyordu. Çünkü ayet "Ümit kesme!" değil "Allah'ın rahmetinden ümidizini kesmeyin!" buyuruyordu. Ümidi rahmetten kestikten sonra başka şeyler üzerinden yaşatma da sahih bir tavır değildi. İnsana, hâşâ, 'Rabbü'l-Âlemîni istemediklerini yapmaya mecbur edebilme' sanrısı veriyordu. Halbuki gökleri ve yeri yaratan Zülcelal'i kimse hiçbirşeye mecbur edemezdi.

Üçüncü hastalık 'gurur'du. Mürşidim onu da şöyle izah ediyordu: "Evet, gurur ile, insan maddî ve mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ı izâmın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama mâruz kalarak, bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki, eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar."

Ben bu hastalığın da 'kudreti sınırlama' vartasına sahip olduğunu düşünüyorum. Ne anlamda? Allah'ın rızasına mâtuf bilgiyi senden-benden daha iyi bilir, daha fâzıl, daha kâmil, daha dakik vs. kullar yaratamayacağı suizannıyla bir sınırlamadır bu. Halbuki Allah bizden daha iyi bilenini, daha fâzılını, daha kâmilini, daha dakikini vs. yaratmaktan aciz değildir. Modern insanın kibri geçmiş asırların sosyolojilerinin kendisinden üstün olabileceği fikrine kat'iyyen yaklaşmaz. Evrimciliğin kem mürekkebini yalayan bütün seküler ilimlerde gelecek geçmişten üstündür. Daha iyisi geçmişte olamaz. O yüzden ahirzaman mütekebbirleri Allah dostlarının kemaline inanmazlar. Onları kendilerinden daha üst görmeyi sevmezler, kabullenmezler, beğenmezler. Bu da derslerinden mahrum kalmayı netice verir. Oysa bu da bir sınırlayıcılıktır. Allah'ın herşeye kudreti yeter. Dilerse insanların en hayırlılarını 1400 yıl önce getirir dünyaya. Onlar deveye binerler. Toprağa oturup elle yemek yerler. Fakat bize üstün sayılırlar. Gurur hastalığına tutulansa herkesi ya 'eşiti' veya sıklıkla 'gerisinde' gördüğünden nasip yolu ona kapanmış olur.

Dördüncü hastalık olan 'suizan'da ise daha temel birşey var. Suizan tastamam zaten 'kudrete sınır çizme' mahiyeti taşıyor: "Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise, maddî ve mânevî içtimaiyatı zedeler..."

Allah'ın hayır yaratması mümkün olan olaylardan, sözlerden, kişilerden sürekli 'şerre kapı aralayan' beklentiler içine girmek; sanki Allah'ı hasım gibi hayal etmek; yine Onu 'neyi yaratacağına mecbur etmek' gibi imâ taşır. Hüda'nın daha yaratışının tamamını sana göstermediği yerde "Bu kesin şöyle bed birşey olacak..." diye konuşursan "Ben kulumun zannı üzereyim!" buyuran Rabbe bir dua yollamış olursun. Halbuki Allah'ın kudreti en beklemediğin yerlerden dahi hayır yaratmaya kâdirdir. Üstelik, suizanda, yine 'mümkünü kendine indirgemek-hapsetmek' vartası vardır. "Ben böyle berbatsam herkes de benim gibi berbattır!" yanlış empatisi bulunmaktadır.

Evet. Gururun dibi kazındığında da suizan çıkar. Ucbun altına kazma iliştirilince de suizan fışkırır. Yeisin toprağında da suizan lağımı saklanır. Ve bu suizan, maalesef, Allah'ın kudretine dair sınırlamaların tezahürüdür. Eksik Allah tasavvuru yaşantıda da 'hastalıklı tavır' şeklinde görünür. Şu ölçü kesinlikle unutulmamalıdır arkadaşım: İnsan, Allah'ı bilmenin bir yoludur, fakat Allah'ı sınırlamanın bir yolu değildir.

Bu yazıyı da İmam Şafiî rahimehullaha atfen nakledilen bir hikmetle bitirelim: "İmam Şafii’ye 'Allaha karşı suizan nasıl olur?' diye soruldu. Şöyle cevap verdi: Vesveseli olmak, her an musibet gelecek gibi bir korku içine girmek ve elinde bulunan nimetin yok olacağını beklemek, Rahman ve Rahim olan Allah’a karşı kötü zandandır."

'Türkleri' övmek mi 'Türklüğe' dövdürmek mi?

Alelekser Kürtler sünnidir. Az bir kısmı da alevidir. Bizim ilçenin Kürtleri de alevidir. Sivas'ın diğer bazı ilçelerinde Türk alevileri...