cemaat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
cemaat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Temmuz 2013 Pazar

Cemaatten at beni. İn aşağı, tut beni.

Öncelikle şunu beyan etmeliyim: Nurcuların tamamı Hocaefendi cemaatinden değildir ve olmak zorunluluğu da yoktur. Yani Nurculuk, sadece Hocaefendi ekolü değildir. Onlardan olmayan birisi, onlarla bozuştu diye, Nurculuğun dışına atılmaz. Zaten bundan bir adım ötesinde, tüm müslümanların Nur cemaatinden olmak zorunluluğu diye de birşey yoktur. Bu da bir hak ve rahatlık verir: Her düşüncelerine veya eylemlerine katılmama, gerekirse eleştiride bulunabilme hakkı. Bir insanın kendi yolunu çizmesi ya kendi yolunun esaslarını beyan etmekle olur yahut da karışabileceği diğer ekolleri eleştirerek arasına mesafe koymakla olur. Eleştirilere insaf katık olduğu sürece de her eleştirinin varlık sahasına çıkma hakkı vardır. Hepimiz az çok tasavvufu bilen insanlarız. Emmâreden levvameye çıkış da ancak bu eleştiriler vasıtasıyla olur. Kişisel bazda da bu böyle, cemaat bazında da bu böyle.

Bir süredir, malumunuz, cemaatin siyasî alanda takındığı tavırlara karşı eleştiriler yapıyorum. Bazen bunları çok açıktan, bazen üstü kapalı bir şekilde yapıyorum. Bununla ilgili cemaatteki kardeşlerden çok da eleştiri alıyorum. Eleştiri benim mazotumdur, hiç gocunmam. Fakat bu eleştiriler beni, endişelerimi küçük küçük cümlelerle sosyal medyada paylaşmaktansa, daha uzun metinlerle bloguma taşımaya sevk etti. Zira herkese, her soru sorana tekrar tekrar aynı şeyleri söylemek zorunda kalıyorum. Bir kere yazayım, dileyen buradan okusun. Dilemeyen, sallamasın.

Başlarken şunu beyan edeyim: Ben, Hocaefendi cemaatinin yurtiçinde veya yurtdışında Allah rızası için yaptığı iyi işleri reddetmiyorum. "Yoktur, olmamıştır, bunların yaptığı hiçbir hizmet, hizmet değildir" tarzı birşeyi söylemem, hatta rüyamda bunu görmem mümkün değil. Ama parça parça meselelerde, hususan cemaatin siyasete müdahil olduğu ve ayrıca devletten pay istediği alanlarda ciddi bir rahatsızlığım var.

Peki, bu rahatsızlığı neden beyan ediyorum? Çünkü Risale eksenli bir hizmet yürütmek gayesiyle yola başlamış bir cemaatin ileride yaşadığı kırılmaların, bunu irdelemeyen tâbilerince fark edilmeyeceğini düşünüyorum. O yüzden uyarmak da bana, bize düşüyor. "Şuradan şurası doğrudur. Şuradan şuraya kadar ise, bakınız, böyle böyle endişelerimiz var" tarzında bir beyan, sanıyorum herkeste bulunması gereken o manevî otokontrol sisteminin akıllarda ve kalplerde kurulmasını sağlar.

Gerçi ileride maddeler halinde yazacağım, ama başlarken de söylemiş olayım: Cemaatin özellikle Risale-i Nur mesleğini Türk milliyetçiliğine müsait bir alan gibi göstermesini; hatta bu işi ileriye götürüp Kur'an'ın, sünnetin ve ikisinden beslenmiş Risalelerin hiç böyle bir amacı olmadığı, öğütlemediği halde Türkçeyi ve türevlerini bir misyon haline getirmesini yanlış buluyorum. Bunu yaparken sergilediği eylemler bir kenara... Onlar ayrıca caiziyet boyutuyla tartışılır.

Ama onun ötesinde Kur'an'ın, sünnetin ve Risale-i Nur mesleğinin hiçbir milliyetçi söyleme müsait olmayan alanında Türk milliyetçiliği adına böyle bir alan açmalarını yanlış buluyorum. Ki bu nedenle cemaatten tanıdığım çoğu insan, bugün barış sürecinde en çok ayak sürüyen ve hükümetin pozitif adımlarını eleştiren insanlar. Zira cemaat onlara Risale maskeli bir Türkçülüğü çok doğru, çok dinî, çok Allah'ın emri bir tarzda kutsiyet atfederek öğretiyor. (Meşhur bir abinin bir zamanlar dersanelerde Kürtçe konuşulmasından rahatsız olduklarını röportajda anlattığını hatırlayalım.) Fakat buna delil sorduğunuzda, bırakın cevap vermeyi, muhatap bile alınmıyorsunuz. Gayretullaha dokunmak diye birşey var, öcü gibi cemaati eleştiren herkese gösteriliyor. Onunla sindirilmeye çalışılıyorsunuz.

Kardeşim, ben seni yerin dibine batırmaya çalışmıyorum. Boynunda akrep var gibi geliyor bana. Boynundaki akrebi gösteriyorum. Sen bana teşekkür edip akreple meşgul olacağına "Gayretullaha dokunur" diyerek neden benim üzerime geliyorsun? Hepimizin ilham aldığı dönem asr-ı saadet ve selef-i salihin dönemi sonuçta. O zaman bile sahabiler birbirlerini eleştirebilirken ve bu eleştirinin sonucunda kimse kimseyi gayretullaha dokunur diye tehdit etmezken, siz nasıl bir yüksekliğe sahipsiniz ki, sizi eleştiren direk sanki (hâşâ) Allah'ı eleştiriyor? Sizde hiç kusur olmaz, siz esbap dairesinde perdelik yapmazmışsınız gibi herşey hemen gayretullaha gidiyor? Hz. Ömer'in bile sahabiler kendisine yönelttiğinde dinlediği, mantıklıysa benimsediği bir eleştiriyi; siz nasıl kendinize yakıştırmıyorsunuz? Garip değil mi bu?

Bir de hizmetlerinize borçlandırma meselesi var. Diyelim, oturdunuz cemaatten birileriyle; içinizde saklı kalan şeyleri riyakârlık olmasın, gıybet olmasın diye yüzlerine karşı söylediniz, paylaştınız. Alacağınız ilk tepkiyi tarif edeyim size: "Biz şu kadar hizmet yaptık. Bu kadar okulumuz var. Şu kadar yurdumuz var. Bu kadar cemaatiz. Bu ülkede şu an birşeyler iyi gidiyorsa, bunlar hep bizim sayemizde. Bizim kadar hizmet yapın, ondan sonra konuşun..." falan felan. Hoppala! Arkadaşım, benim senin hizmetlerinle bir derdim yok ki. Onları sorguladığım da yok. Hepsini Allah kabul etsin. Sen niye benim lokal eleştirimi alıp bütün cemaate yapmışım gibi yayıyorsun? Sonra da dönüp bana diyorsun ki: "Cemaat büyük bir topluluktur, bu sözlerinle hepsinin kul hakkına giriyorsun, hepsinden helallik isteyebilecek misin?"

Yahu niye böyle olsun? Cemaate yapılan eleştiri, neden bütün cemaate olsun? Karar alımında bütün cemaate sormuyorlar ki hiçbir şeyi. Gazeteniz, medyanız manşetini ayarlarken cemaate mi soruyor? Cemaat çapında yapılan referandum mu var? Yok öyle birşey. Yukarıda abiler var, en üstte Hocaefendi var, onlar alıyorlar kararların çoğunu. Bizim cemaat diye eleştirdiğimiz şey, birebir bütün cemaat üyelerinin amelleri değil ki. Eleştirdiğimiz şey, genelde lokal ve genelde abilerin kararıyla ortaya çıkan şeyler. Bazen de birebir sadece Hocaefendi'nin bir sözünü, eylemini eleştiriyoruz. Bunu alıp bütün cemaate teşmil etmekte suç benim mi, yoksa senin mi? Ben yapmıyorum ki, öyle birşey. Sen alıp bunu genişletiyorsun. Bunu yapmaktaki amacını da biliyorum. Çünkü bana verecek cevabın yok.

Bu borçlandırma mevzuu enteresandır. Bende çok ciddi alerji yapan birşeydir. Neden derseniz: Çünkü cemaat bu borçlandırma konusunda öyle bir dil kullanır ki, tıpkı vatandaşlık derslerindeki devlet dili gibidir. "Sizin ekmeğinizi devlet veriyor, suyumuzu devlet sağlıyor. Devletin havasını soluyorsunuz. O zaman devlete itaat edin" tarzı birşeydir bu. Cemaatin yaptığı iyilikler, sahip oldukları faziletler üzerinden bir ezme harekatıdır. Cemaat vaktiyle şunu şunu başarmıştır. O zaman bunları başaran bir kuruma, kesime kesinlikle hiçbir şey söylenemez. Cık, cık, cık. Bu iş, öyle bir hale geliyor ki en nihayet, ağzınızı açtırmıyorlar size. Ağzınızı açmak için en az yüz tane okulunuz olması lazım. Hakkınız yok yoksa.

İyi de arkadaşım, senin bu kafanla gidersek ne devleti, ne sistemi, ne de başka birşeyi sorgulayabilmeye hakkımız kalır. Devlet, birçok iyi işler yapan bir şahs-ı manevidir. Onu böyle faziletleriyle kutsarsak devlet kendini nasıl geliştirir? Yasalar nasıl modernleşir? Ordu hakeza. Ordu, sınırlarımızı bekleyendir. Ama onun sınırlarımızı bekliyor, bizi koruyor oluşu; zaman zaman içindeki zehirli bir damarın tahrikiyle özgürlüğümüzü (darbe yaparak, muhtıra vererek) elimizden almasına engel olmuyor. Hiçbir kurumun yaptığı iyi işler, kötü işlerini yok edemiyor. O halde siz nasıl bu kanundan hariç bir fert olabiliyorsunuz?

Yaptığınız bir hayır varsa, elbette karşılığını Allah verecektir. Daha dönüp bizden de bir karşılık beklemek niye? Sen o iyi işleri yapıyorsun diye ben susmaya mecbur muyum? Hz. Ömer'i minberdeyken eleştiren sahabi herhalde faziletçe ondan yüksek değildi. Ama eleştirmesine de engel olmamıştı. Hz. Ebû Zer de Hz. Osman'dan yüksek değildi. Ama yine de sisteme yönelik eleştiriler söylemekten geri kalmıyordu. Ne borçlandırılıyor ne de gayretullaha dokunmakla tehdit ediliyordu.

Kaldı ki, uygulamalarınızın çoğu fıkha dair meselelerdir. Fıkha dair meseleler selef-i salihin devrinden beri tartışılabilen şeylerken ne ara sizin döneminizdeki gibi eleştirilemez oldu. Mesela ben Türkçe Olimpiyatlarına desem ki: Bu Kur'anî bir hizmet metodu değildir. Kur'an'da hiçbir lisan (belki vahyin dili olması itibariyle Arapça hariç) böyle yüceltilmemiş, ille-i gaye olmamıştır. Siz bunu yapıyor ve bunun bu zamanda büyük bir hizmet olduğunu savunuyorsunuz. Bu fıkha dair bir meseledir. Bunu konuşalım. Tartışalım. Sizde konuşma yok, tartışmaya müsaade hiç yok. Konuşanların da ağzına hemen lafı tıkıyorsunuz: "Ama bizim yaptığımız hizmetler..." Allah kabul etsin onları, ne diyeyim yani? Derdim yok ki onlarla.

Bakınız, şunu da söyleyeyim: Herhangi bir kurumun, Türk kültürü adına (ama demeyecek din adına) böyle birşey yapmasını da yadırgamam. Amacı zaten böyle birşeyse, bununla yola çıkmışsa, yapabilir elbette. Ama başlarken Kur'an eksenli başlıyor, Risale ile yola çıkıyor ve sonra böyle bir evrilme yaşıyorsanız, kusura bakmayın, ona diyecek iki sözümüz var.

Bir de üstelik Türkçe Olimpiyatlarına bu sene (davet ettiğiniz ünlüler eleştirilerin önünü yeterince tıkamıyor belli ki) Peygamber Efendimizi aleyhissalâtu vesselam da getirdiniz. Oluşturmaya çalıştığınız kutsiyete bakar mısınız? Bu size sağlıklı geliyor mu? Bir kurumun, kesimin bir olimpiyat yapması başka, oraya Efendimizi misafir etmesi başka. Nasıl sağlıksız, rüya üzerine, ikinci bir fıkıh alanı oluşturduğunuz söylemeye gerek bile duymuyorum. Rüya fıkıhta delil sayılmaz halbuki. Üstelik tabir var, rüyayı tersine çevirir. Tabir var, hiç düşünmediğin anlamı çıkarır.

Şimdi de dalmışsınız siyasete. AK Parti üzerine, geliyor da geliyorsunuz. Gelmeyin demiyorum. Benim de AK Parti'de gördüğüm kusurlar var. Fakat arkadaşım, biraz dengeli olun ya. Mavi Marmara olayında gayet masum bir amaç için, Filistinli kardeşlerine yapılan boykotu kırmak için bir gemiye binmiş insanların yaşadığı katliamı, mağduriyeti Hocaefendi'nin bizzat kendi diliyle "Otoriteye itaat lazımdır" diye eleştirmeyi bildiniz. Onca insanın kalbini kırmayı bildiniz. O zaman bir hayli devletçiydiniz.

Peki neden Geziparkı olayları sırasında aynı damar tutmadı sizde? Halbuki Mavi Marmara, Gezi'den bin kere daha masumdu. Bu sefer, aynı dille "Eylemi yapanların anlaşılması gerektiğini, kendilerine yanlışlar yapılmış olabileceğini..." söylediniz. Ben açıkça soruyorum: Devletçi misiniz? Halkçı mısınız? Necisiniz? Yoksa ilk olayın içinde İsrail, ikinci olayın içinde zaten aranız kötü bir AK Parti olduğu için mi böyle bir tavır takındınız? Yapmayın yahu. Yapmayın böyle şeyler. Erbakan'ın meşru iktidarının arkasında duramadınız. O zaman darbecilerle bir olup iktidara çekilme çağrısı yaptınız. Bari bu sefer meşru iktidarın arkasından bu kadar çabuk çekilmeyin. Yapmayın böyle. Ümmet bunları görmüyor değil. Mısır olayları üzerinden 28 Şubat'taki halinizi bir değerlendirin. Ben, "Erdoğan hata yapmıştır" diyebiliyorum. Siz "Hocaefendi hata yapmıştır" diyebiliyor musunuz, onu bir değerlendirin.

Hem bazı şeyler oluyor, statükonun devam etmesini bizzat siz istiyorsunuz. Mesela dersaneler. Dersaneler kadar halkın belini büken birşey var mı toplumda? Okuldaki dersler yetmiyor diye tonlarca lira masrafla bir de çocuklar dersanelerde okutuluyorlar. Sabahları okulda, haftasonları en az bir yıl dersanede geçiyor. Yaşadıkları stres, kaybettikleri zaman cabası. Şimdi sanki bu dersaneler çok maslahatlı şeylermiş, öğrettikleri de sınavdan sonra bir işe yarıyormuş gibi ayak sürüyorsunuz. Halbuki hem sınavlar, hem de dersaneler kalkmalı. Öğrenciler, veliler bu çileden kurtulmalı. Biz böyle bir değişimin yanında yer alacak, millete faydası dokunacak birşeyi kollayacak yerde, oradan kesilen rızkınıza bakıyor ve direniyorsunuz. "Erdoğan olmasaydı... şeklinde şeyler yazan arkadaşlar şirke yaklaşıyorlar" demeyi biliyorsunuz. "Dersaneler olmasaydı... deyince böyle bir şirk olmuyor mu?"

Oyyh! İçimi döktüm. Ama rahatladım. Daha da dökeceğim. Bu yazı başıma bela bile açsa, bu belayı öper yine başıma koyarım. Çünkü riyakârlığı değil, açıkça söylemeyi seçtim. Gıybeti değil, doğruyu yüzünüze haykırmayı seçtim. Yazı boyunca da hakkınıza, hizmetinize zulmetmemeye çalıştım. Gerisi, artık geride kalır. Umurumda olmaz bile... Ha, bu arada: Bu yazı, twitter'dan bana "Müslümanlara rağmen hizmet etmeye çalışıyoruz" diye yazan cemaatten bir arkadaşa tepki olarak yazıldı. Müslümanlara rağmen bir hizmet... Çok enteresan.


12 Mart 2013 Salı

Her ütopya köleleştirir...

Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni okuduğumdan beri düşünüyorum: Hayaller, bugünün mahvedicisi olabilir mi? Hayvan Çiftliği’ni her hatırlayışımda bu soru beynimde yankılanıyor. Hedef ne kadar güzel olursa olsun, en nihayetinde seni bugünden vazgeçmeye yönlendiriyorsa, oradan bir ütopya doğuyor. Bugün olmayacak, gelecekte seni ve sen gibileri kuşatacak (o da belki) bir ütopya. Ütopyaların öyle tatlı, öyle meşru, öyle şehvetli bir yanı var ki; insanlar onlar için seve seve bugünlerinden vazgeçiyorlar. Belki Orwell’ın Bir Peri Masalı olarak isimlendirdiği bu karaütopyanın özünde de aynı hayalperestlik yatıyor. Gelecekte daha güzel günler görmek için bugününden vazgeçen hayvanlar, en nihayet ne geleceğe ulaşabiliyorlar ne de bugünden nimetlenebiliyorlar. Bir baskı rejiminin yerini bir başka baskı rejimi alıyor. Emek, sürünmeye devam ediyor.

Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni yalnızca bir komünizm, bir Sovyet Rusya eleştirisi olarak okumak çok yanlış. O aslında Bir Peri Masalı ile kandırılan tüm ideoloji mağdurlarını anlatıyor bu romanında. Mesela âlem-i İslam içinde bile çokları, gelecekte kurulacağı ümit edilen, tasavvur edilen, belki taakkulda bile yeri olmayan şeyler için gençlerini, senelerini feda ediyorlar.

Bakıyorsunuz; her ideoloji önce kapınızı kendi ütopyasıyla çalıyor. Birisi diyor ki: “Büyük bir Türk İslam imparatorluğu kuracağız!” Geç içeri, diyorsunuz. Birisi diyor ki: “Asırlardır devleti olmamış Kürtlere bir devlet vereceğiz. Kürdistanları olacak...” Ona da: Buyur bakalım, diyorsunuz. Sonra bir başkası alıyor sazı eline diyor ki: “Altın nesil gelecek. Her yer saadete garkolacak.” Nasıl olacak bu iş, demeden onu da buyur ediyorsunuz. Sonra daha başkaları geliyor. Niceleri kürsüyü dolduruyor. Kimisi Osmanlı’yı kuruyor. Kimisi Hun imparatorluğuna dönüyor. Kimisi Sümerlere uzanıyor. Kimisi daha da acayip hülyalara kapılıyor. En nihayet bir tasavvur sarıyor hayatınızın her yerini. Davanızın her yeri aslında ütopyalardan oluşuyor. Zaten dava da özünde sanki bir ütopya. İnsanlar dava adamı dediklerinde iyi bir mümini kastetmiyorlar. Bir ütopyası olan ve bu ütopya için bugününden vazgeçen adamı kastediyorlar.

İşte o zaman ben Bediüzzaman’ın “Mahrem bir suale cevaptır” kısmında söylediği ‘tasavvur değil tasdiktir’ sözünü anımsıyorum. Bu yolun, bu yolun yolcusunun tasavvurlarla meşgul olmadığını, tasdik dairesine kadar çıkabilmiş, elle tutulur hedefler peşinde koştuğunu anlıyorum. Bu yüzden belki Bediüzzaman’ın ayakları hep yere sağlam basıyor gibi geliyor bana. Onun böyle ütopyaları yok çünkü. Bir bahardan bahsediyor, evet. Ama asla bunu başkalarının yaptığı gibi tasavvura dökmüyor. Başkalarının hayal ettiği gibi imparatorluklar, nesiller, devletler kurup dağıtmıyor. Bir bahar gelecek diyor sadece... Bir bahar, ama nasıl belli değil. Ve en önemlisi; o bahara erişmek için bugünden vazgeçmek gerekli değil.

Sahabe mesleği nedir? Bu meslekte olduğunu söyleyenlerin bile tüm köşelerini bildiği birşey değil sahabe mesleği. Sahabe, ütopyası olan insan mıdır? Yoksa onların yaptığı, bugünü, Asr-ı Saadet kıvamında yaşama telaşı mıdır? Bugünlerde böyle sorular sorasım çok var. Başkalarının ütopyaları peşinde koşmaktan çok yoruldum. Çok genç gördüm kendi hayatından vazgeçmişti abilerinin, şeyhlerinin, hocalarının, komutanlarının hayali için. Siz bana gösterin: Kur’an’ın bir ütopyası var mı? Osmanlı’yı tekrar kurmak, altın nesil getirmek veya bilmem ne birliği kurmak... Kur’an’ın böyle bir ütopyası var mı? Allah aşkına söyleyin, var mı? Kur’an’ı okuyunca müslüman olmak ne kadar kolaylaşıyor. Başkalardan İslam’ı işitince ne kadar ağırlaşıyor. Herşey ne kadar karışıyor vahiyden insana gidince... Sorularım çok bugün. Peki ya cevaplar? Kaç kişide bu cevapları kaldırabilecek cesaret var? Hepimiz birilerinin faziletinin esiriyiz.

5 Mart 2012 Pazartesi

Risale-i Nur'u yalnızca Risale-i Nur mu anlatır?

Bir önceki yazımızda dersi yapanlar noktasında Risale derslerimizin geliştirilmesine muhtaç olduğumuzu beyan etmiştik... Elhamdülillah, bu beyanın ardından iki türlü tepkiler aldık: Bir kısmı insaflıydı ki; bize hak vermekle beraber ıslah konusunun sadece dersi yapanla değil, dersi dinleyenle de ilgili olduğunu söyledi; amenna! Buna biz de katıldık. O noktada eksikliğimizi itiraf ettik. İkinci kısım insafsız idi ki; onlar da bu yaptığımızı farklı olmaya çalışmak, kendince hava atmak olarak yorumladılar. Belki bizi kale dahi almadılar. Onlara dair birşey söylemiyoruz, yalnız selametle diyoruz.

Risale derslerinin metamorfoz geçirmeye ihtiyacı olduğu yeni birşey değil. Fakat bu ihtiyacın karışısında cemaat içinde geliştirilmiş, üretilmiş pekçok tabunun, engelin kaya gibi sert, müsaadesiz duruşu var. Mesela bunların içinde bir tanesi; “Risale-i Nur yeter” cümlesi ki, hakikaten pek yanlış anlaşılmış bir ifadedir. Diğeri ise şu; “Risale-i Nur’u yine Risale-i Nur anlatır.”

“Risale-i Nur’u yine Risale-i Nur anlatır” söylemi, aynı metni izah eden başka bir metnin sadece yüzünden okunması olarak anlaşılmamalı. Hem “Risale-i Nur’u yine sadece Risale-i Nur izah eder” şeklinde düşünmek, Kur’an tefsir metotlarında klasik usüllere bağlı kalmayarak kainatı bir harita gibi tefsirlerine yayan bir Üstadın talebelerine cidden yakışmıyor. Bu şekilde Risale-i Nur’dan gayrısına kapanmak, tefsir metodunu bütün modern bilimlere alabildiğine açan bir ekolün sahiplerinin kabullenebileceği birşey değildir, olmamalıdır.

Örneğin Üstad Hazretleri, Kur’an’ı tefsir ederken “Kur’an’ı sadece Kur’an anlatır” demiyor. Üstelik irşad-ı nebevî olmasa, Hz. Resulullah (a.s.m.) aramıza dahil olmasa o ders kitabının dahi manalarının tam anlaşılamayacağını nübüvvetin gerekliliğini izah ederken kendisi söylüyor.

Hal böyleyken, Kur’an’ın sahibi (c.c.) dahi kelamının manasını insanlara aktarırken kelamıyla yetinmez ve peygamberler gönderirken ve izah eden öğretmenler dahi (Allah, hepsinin şefaatlerine nail eylesin) Kur’an’ı kainatla birlikte bize izah etmeye çalışırken, bizim sadece Risale-i Nur metinleriyle yetinmemiz, daha derinlikli izahlar için (ve metinleri daha iyi kavramak için) farklı okumalara girişmeyişimiz, bence düpedüz taassuptur. Evet, en açık lisanla ifade ediyorum; bu bir taassuptur. Bu söylem yıllar önce kendisine sualler tevcih eden lise talebelerine “Dersleri dinleyin!” diyen Üstadın talebelerine yakışmamaktadır. Üstad farklı Kur’an merkezli farklı okumalara alabildiğine açıkken ve tedris hayatı bununla geçmişken, sonraki nesiller giderek kapanmaktadır.

Bu noktada elbette ders yapanlar kadar dersi dinleyenlerin de yenilenmeye ihtiyacı var. Dersi dinlemeye gelenler, acaba gerçekten birşeyler öğrenmek ve ders almak için mi geliyorlar; yoksa sadece beraber bulunmak ve dostlarla birkaç saat birlikte olmak için mi o mekanlara geliyorlar, bu ciddi analiz edilmeli. Zira herkes de kabul eder ki; dersi yapanı şevklendiren, hareket getiren öğrencilerdeki, dinleyenlerdeki samimiyettir.

Eğer biz dinleyenler olarak içimizdeki heyecanı kaybetmişsek, dersi yapanda bunu bulmak zor olur. Dersi yapanın bu hissi uyandırması zorlukla olur. Pek azına nasip olur. Zira zorlama yoktur, zorlanmayınca da arama yoktur. Bu nazenin ve nazdar hakikatler de mehirleri olan dikkat ödenmedikçe kendilerini açmazlar.

Bu noktada dersi dinlemeye gelenlerin hakikaten öğrenci edasıyla, birşeyler kapmak için orada bulunması çok önemli. En azından bir küçük not defteri, bir kalem, birşeyleri kaydetme telaşı, birkaç soru inanın bu yolda çok faydalı olacaktır. Hem dersi dinleyen adına, hem dersi yapan adına çok faydalı olacaktır.

İnsanların sadece derse gelmesiyle ve sadece orada bulunmalarıyla tatmin olma çağının geçtiğini düşünmekteyim. Giderek çoğalan, ama çoğaldıkça metinlerden uzaklaşan Nur talebeleri zamanındayız. Benim bir üst kuşağım külliyat metinlerine iyi kötü aşinayken, benim bir alt kuşağım kapağını kaldırıp çok nadir okuyor. Okusa da heyecanlanmıyor. Belki pek nadir bir ferdi, merakla eserleri karıştırıyor.

Yeni bir ruh ile dersleri daha yüksek bir seviyeye çekmek, Nur talebelerinin kültür mirasını bir sonraki nesle taşımak açısından elbette çok faydalı olacaktır. Kemiyetin değil, keyfiyetin ehemmiyetli olduğu bu hizmette, dört tane gerçekten öğrenmek için gelmiş talebe yüz tane orada bulunmak için gelmiş insandan elbette hayırlıdır. Risale-i Nur talebeliği; talep eden, talep edilen ve bu talebe karşılık her dem yeni bilgilerin arz edildiği bir platformda yaşanmalı... Yoksa yüz kişi toplanıp dağılsak, ama içimizden bir Said çıkaramasak, o kalabalığın ne anlamı var?

22 Şubat 2012 Çarşamba

Cemaat neden yetmiyor ki?

Evet, bir önceki yazımda Ekrem Dumanlı’nın camia ve cemaat karşılaştırmasını haddim olmayarak bir nebze eleştirdim. Eleştirdim, çünkü o yazı sadece beni değil, birçok kişiyi incitti. İncinenlerin yüreğine bir ses olmak lazımdı, haddim değildi ama, kalemim döndüğünce olmaya çalıştım. Olmaya çalıştım, zira yürekte kalan isyan, hakkı olan sesi bulamadığında, münafık bir düşmanlığa döner. Ben kalbimde kalmasın, hem münafık da olmasın, ortaya çıksın istedim. Sürç-ü lisan ettiysek affola... Fakat ne yalan söyleyeyim, eleştirilerle yerimden pek kımıldayasım yok, yazmaya devam edeceğim. Yazmaya devam edeceğim, zira başımıza ne geliyorsa zaten bu insaflı eleştiri eksikliğinden geliyor. İnsaflı eleştiriyi yapmayınca, insafsız düşmanlıklar onun yerini alıyor.

Şimdi, Ekrem Dumanlı’nın yaptığı hatayı öncelikle sadece Ekrem Dumanlı’nın yaptığı bir hata olarak görmediğimi ifade etmek istiyorum. Eğer bu hatayı sadece Ekrem Dumanlı’nın hatası olarak görmeye çalışırsak, ona da bir insafsızlık etmiş oluruz. Bu, Nur cemaatinin Hocaefendi ekolünde bazı bazı nükseden bir arızanın yeni bir tecellisiydi, o kadar... Bu arıza kelimesini de sanmayın mahza olumsuz bir karşılıkla kullanıyorum. Benim arızadan kastettiğim aslında bir kararsızlık noktası. Yani bir belirsizlik... Nerede ve hangi noktada durduğunu belirleyememe, bir esneklik, bir oynaklık. Kelimeleri kötü anlamayın lütfen, ben sadece düşüncemi sizin zihinlerinizde daha net ifade etmeye çalışıyorum.

Öncelikle; sanıyorum Hocaefendi ekolünden hiçkimse hizmetlerinin başlangıç noktasından buraya varmasında Risale-i Nur öğretisinin katkılarını inkâr edemez. Ki inkâr etseler bile bizzat Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hayatı yüzlerine birer tokat olur. Her bir hutbesi, vaazı, konuşması enselerine şamar olur. Hocaefendi zaten kendisi de hatıralarında Risale-i Nur’un ona neler kazandırdığını tekrar tekrar anlatır, övgüyle beyan eder. Hatta değişik yörelerde başlattığı hizmetin temel taşlarında bile yine o yörelerde daha önce hizmetleri başlatmış ağabeylerinin ayağının tozu, gözlerinin nuru, ellerinin emeği vardır. Üzerine bastığı, onlardan kalan ayak izleri vardır.

Haydi bunları geçelim, Hocaefendi’nin yazdığı eserler aslında nedir? Risale-i Nur’un bazı kısımlarının şerhinden ve yorumlanmasından ibaret değil midir? Mesela Sonsuz Nur serisi, içinde tevafuk eden onlarca örnekle Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’ne işaret etmez midir? Asrın Getirdiği Tereddütler serisi mesela... Onların her bir sorusu, her bir soruya verilmiş her bir cevabı yine büyük büyük ölçüde Risale-i Nur’dan alınmış şeyler değil midir? Kaldı ki, Hocaefendi’nin Bamteli sohbetlerini dinlerken dahi bir insan onun cümlelerinin içinden “İşte bak, bu Risale-i Nur’un şurasında geçiyor. İşte bak, bak; şu cümle de şurada! İşte bak, bu tespiti de şuradan almış” diyebilir. (Nur’dan metinlere aşina olan herkes söyler bunu...) Hal böyleyken Nur talebeliğinin Hocaefendi ekolünü Nur talebeliğinin dışında görmek, ona karşı da bir haksızlık, bir incitme değil midir? Hem değil yalnızca bizler, dış dünyadan Türkiye’ye bakanlar dahi onu böyle tarif eder. Mesela tarihçi Eric Jan Zürcher bile Modernleşen Türkiye’nin Tarihi kitabında onu “Nurculuğun ilerici bir ekolü” olarak vasıflandırır.

Bu hal böyleyken ve böyle olduğunu da herkes bilirken her nedense zaman zaman o ekolün içinden bazı fertlerde Hocaefendi ekolünün tarifini Nur talebeliğinin dışına taşırma, etrafına aşırma gibi bir meyil oluşur. Hatta bazısı özellikle ve özellikle, üstüne basa basa Fethullah Gülen Cemaati veya Fethullah Gülen Hareketi gibi ifadeler kullanır. Yine zaman olur, o ekolden bir kardeşimiz tutar müceddid kavramı üzerinden bir kitap yazarak Hocaefendi’yi de bu asrın müceddidi olarak ilan eder. Sonra biraz eleştiri alınca “yanlış anlaşıldığını” söyleyerek geri çekilir. Bizzat Hocaefendi bile bunu, yani bu eseri eleştirir. Ama o bunu eleştiredursun, alttan alta konuşulmaya devam eder. Kitap satılır, okunur, sohbetlerde bu esas anlatılır.

Ve nihayetinde Ekrem Dumanlı bir yazı kaleme alır; cemaatlerin marjinal gruplar olabileceğini ama camiaların böyle olamayacağını, kendilerinin ise bir camia olduğunu ifade eder. Yine yanlış anlamamaya çalışırsınız, ancak birazcık eleştiri üretirsiniz. Belki bu eleştiri de şunun içindir: “Ağabey, meramınız tam anlaşılmadı. Hem kendilerini Nur cemaati olarak tarif edenler de incindiler marjinal ilan edilmekten. Üzerlerine alındılar. Biraz detaylandırır mısınız? Bakınız, böyle böyle bir durum da var.” Ne yazık ki cevabınız da başkaları tarafından hazırlanmıştır: “Ya kardeşim ne üzerine geliyorsunuz hizmet edenlerin? Ne istiyorsunuz onlardan? Siz yolunuza, biz yolumuza...” Birşey istemiyoruz ki, izah istiyoruz. Hem aynı yolda yürüdüğümüzü sanıyoruz.

Biz elbette onları aynı dairede beraber hizmet ettiğimiz insanlar olarak görüyoruz, görmeyenleri de beğenmiyoruz. Bunu evvelki yazılarımda diler getirdim, okuduysanız. Fakat keşke onlar da ara sıra böyle dışarıya çıkmaya meyletmeseler. Atmaya çalışanların ekmeklerine yağ sürmeseler, malzeme vermeseler... Cemaat ifadesi içinde hepimize yer var. Hem bizde çamur da yok ki, kaçılsın. Bakınız Bediüzzaman’ın şu ifadelerine... Kendisinden başka mülahazalarla uzakta durmaya çalışanları nasıl şefkatle uyarıyor:

“Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya bana şüpheli baktıkları için, ehl-i dünyaya hoş görünmek için benden zâhiren teberri ediyorlar, belki tenkit ediyorlar. Halbuki, kurnaz ehl-i dünya, bunların teberrisini ve bana karşı içtinaplarını, o ehl-i dünyaya sadakate değil, belki bir nevi riyaya, vicdansızlığa hamledip o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.

Ben de derim: Ey âhiret dostlarım! Benim Kur’ân’a hizmetkârlığımdan teberri edip kaçmayınız. Çünkü, inşaallah benden size zarar gelmez. Eğer faraza musibet gelse veya bana zulmedilse, siz benden teberriyle kurtulamazsınız. O hal ile, musibete ve tokada daha ziyade istihkak kesb edersiniz. Hem ne var ki evhama düşüyorsunuz?”

İşte biz alınıyorsak, biraz bu endişeyle alınıyoruz. Neden kendinizi cemaat içinde, Nur dairesi içinde tarif etmekten kaçıyorsunuz ki? Neden alınıyor, neyi eksik görüyorsunuz ki? O daire zaten geniştir. Ayrıca camia olmaya gerek yok gibi... Hatta Ekrem Dumanlı’nın saydığı maddelere baksanız, yani bahsettiğin şeyin camia değil cemaat olduğunu sanırsınız. Cemaatin genişliğini anlarsınız. Hatta bakınız yine Mektubat’ta Bediüzzaman dost, kardeş, talebe üçlemesinde Nur dairesini ne kadar da geniş tutuyor:

“İkinci cihet, sırf Kur’ân-ı Hakîmin dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur.

Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyen Sözlere ve envâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın; kendine de istifadeye çalışsın.

Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir.

Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.”

Bakınız burada daire ne kadar da geniş... Hatta dost dairesi öyle geniş ki, kardeş olmada istediği beş farz namazı edâ şartını onlara şart dahi koşmuyor. İmana, Kur’an’a ve ona dair Sözler’e taraftar olmayı yeterli sayıyor. Yalnız “İstifadeye çalışsın” diyor. O daire bu kadar genişken ve sizin de ekolünüz bu denli Risale-i Nur’dan beslenirken, dairedeki sair kardeşlerinizi incitecek, canlarını acıtacak, belki onları beğenmemezlik ima edecek arayışlara girmeseniz, ne güzel olacak... Hem sadeleştirme meselesi de ortada bu kadar çatlak yaratmışken, çatlağa bir balyoz daha indirmeseniz ne iyi olacak... Düşünsenize, sizin içinizden Risale-i Nur çekilip alınsa, geriye ne kalır? Siz içimizden çekilip alınsanız biz ne kadar kalırız? Ekrem Dumanlı’nın yazısından inciniyorsak biz, belki biraz da bu nedenle inciniyoruz. Yoksa Ekrem Dumanlı bizim her vakit ağabeyimiz, kardeşimizdir.

“Benim camiam, senin cemaatini döver...”

Doç. Dr. Ahmet Yıldız, İletişim Yayınları’ndan çıkan “Ne Mutlu Türküm Diyebilene!” isimli kitabında, yakın tarih konuşulurken yaşanan bir kavram karmaşasına dikkatleri çeker. Millet, ümmet ve kavmiyet kavramları ekseninde yaşanan bu karmaşayı anlatan bölüm, zikredilen kelimelerin Kur’an’daki karşılıklarından uzaklaşılmasıyla manaların yerinden nasıl oynatıldığını, bir kelimenin manasını diğerinin nasıl karşılar hale geldiğini göstermektedir. Örneğin; Kur’an’da millet kelimesinin karşılığı “İslam milleti” iken, daha alt (ve ırksal) bir tasnifin karşılığı kavmiyetçiliktir. (Bugünse biz, kavmiyeti millet kelimesiyle karşılamaktayız.) Ümmet kelimesinin karşılığı ise Hz. Peygamberin (a.s.m.) davetine icabet etmişler (ümmet-i icabe) ve hâlâ davet edilenler (ümmet-i dave) olarak bütün insanlığı kapsar. (Fakat biz onun da karşılığını sadece İslam ümmeti olarak kullanmaktayız.)

Bediüzzaman’ın Lemaat isimli eserinde “Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde te­bâ­dül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî...” ifadeleriyle dikkat çektiği bu kavram karmaşası, bazen kasıtlı ve bazen de kasıtsız olarak kelimelerin yerlerinden oynatılmasıyla, birisinin yerine diğerinin kullanılmasıyla gerçekleşir. Zaten alıntıladığımız bölümden hemen önce de Bediüzzaman buna misal olarak; “Ada­let külâhını, zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, is­tibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş...” örneklendirmelerini sunar. Bu örneklerden de anlaşıldığı üzere ahirzaman fitnesinin bir yanını, bu kavram karmaşası (kaymaları) oluşturmaktadır. Yanlış şeylere yanlış namlar takılarak ve bunların gölgesinde bir meşruiyet aranmaktadır.

Zaman gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın “Cemaat Değil Camia” başlıklı yazısını okuyunca da her nedense yukarıda alıntıladığım kısımlar geldi aklıma. Sanki o yazıda da kelimelerle oynanarak, kelimelerin altı daha farklı manalarla doldurularak bazı noktalarda meşruiyet (ve belki kurtuluş) kapısı aranıyordu. Belki oradan daha kapsayıcı ve daha üst bir tariflemeye ulaşılmaya çalışılıyordu. Belki daha alt kabul ettiği ve marjinal(!) bulduğu cemaatlerin gılafından kurtularak, kendilerine yönelik son zamanlarda şekillenen eleştirilerden bu şekilde bir sıyrılma endişesi taşıyordu. Elbette de bu yazıdan muradını ancak müellifin kendisi tam olarak bilir. Bizimkisi sadece tahminden ibarettir...

Fakat ben bu noktada (çok da büyük bir müdakkiklik örneği olmamakla birlikte) Ekrem Dumanlı’nın söylediği gibi “ezberci” olmamak için hem camia, hem de cemaat kelimelerinin karşılığını sözlükte aradım. Her zaman işyerimdeki masamda duran Ferit Develioğlu Lügati’nden “camia” ve “cemaat” kelimelerinin karşılığına baktım hemen. Ne tuhaftır ki; bu sözlük, camia kelimesine sadece “topluluk” manasını verirken cemaat kelimesine karşılık olarak da “insan toplulukları” manasını veriyordu. Yani lügate göre de Ekrem Dumanlı’nın tarifi yanlıştı. Camia daha alt, cemaat daha üst bir sınıfı tarif ediyordu lügatte... Belki orada yapılan kelimenin tam anlamıyla “makamlarda becâyiş-i mekânî” idi. Kelimeler yerlerinden oynatılmış, birbirlerinin anlamlarını kuşanmışlardı.

Zaten Metin Karabaşoğlu’nun dün yayınlanan yazısında dikkatleri çektiği hadisin (yetmiş üç fırkayı ve kurtulan tek cemaati anlatan hadisin) içerdiği cemaat ifadesi de sadece marjinal bir grubu değil, bütün grupları kapsayan geniş bir cemaat ifadesini karşılıyordu. (Zaten ehl-i sünnet ve’l-cemaat de bu idi.) Yani bütün bu öğrendiklerime binaen, ezberden konuşan bir başkası değil, Ekrem Dumanlı’nın bizzat kendisi oluyordu. Kelimelerin altını kendisine göre doldurarak, onların tarihsel ve Kur’anî karşılıklarını görmezden gelerek, yeni bir terim icad ediyor ve onunla bir meşruiyet arıyordu.

Meşruiyet aramak kötü değil elbette, son zamanlarda yaşanan tartışmalardan ötürü endişelerini anlıyoruz. Fakat içinden geldikleri ve şimdiye kadar bununla gayet de övündükleri ekole karşı; “Tüh, pis, marjinal!” demeden bunu yapmak, asıl bu önemliydi. Sanıyorum Ekrem Dumanlı, yazısında birtek bunu başaramadı. Belki biraz da bu yüzden bir nebze can yakıcı oldu yazdıkları... Zira biz biliyoruz ki; Ekrem Dumanlı kendilerini nasıl tarif ederse etsin, Nur cemaatinin onların öğretisine katkısı inkâr edilemez. Öteleşmeye çalışsalar da kimse buna inanmaz. Hatta dostlarını geçtim, düşmanları hiç inanmaz. İkinci bir kurnazlık, bir takıyye ararlar bunda. Hasılı; ilk sarsıntıda geçtiğimiz yollardan utanacaksak, biz nasıl dava ehliyiz?

Niyet ettim Kemal'in rızası için Semih Çelik'in Hüda-Par'la bağlantısını bulmaya

Semih Çelik'in hunharca işlediği cinayetlerin haberi sitelere düşer düşmez beni bir telaş aldı. 'Eyvah!' dedim. Evet. Çünkü bakt...