17 Mayıs 2014 Cumartesi

Bismillah, nasıl her hayrın başı?

"İyilik varoluşsal, kötülük ise eylemseldir." Markar Esayan, İyi Şeyler'den...

Tezekkür, tefekkürü terketmişse, nihayeti ülfettir. Risale-i Nur'da bazı vecizeler var, tırnaklamayı/söylemeyi çok sevdiğimiz halde, hakikatinin peşinde koşmayı bırakmışız. Meraksızlık, bir nevi ölüm. Merak, hayattan bir cüz. Sıradanlaştırma hayretin intiharı. Bunlardan en öne çıkanı, kanaatimce: "Bismillah her hayrın başıdır..." cümlesi. (Öyle ki; Parseller'de, bir fırının poşetlerinde bile bu cümle yazıyordu.) Şiddet-i zuhur, her zaman görmek sebebi olmuyor maalesef; bazı zaman da körlük sebebi. İnsanın gözünden gizlenen, bazen en çok görünen. Gözlüklü gözle gözlük aramak gibi. Aczin iki ucu var: Birisi yapamamak'a bakıyor, diğeri ise kuşatamamak'a. Yapamasan da acizsin, yaparken kuşatamasan da.

"Bismillah her hayrın başıdır..." Acaba öyle midir? Bediüzzaman'ın hiçbir cümlesi yoktur ki, sınamaktan korkayım onu. Korkmam, çünkü sınanmayı seven birisidir. Metinlerini karşıkonulmaz yapan, zaten sürekli sınanıyormuş gibi yazmasıdır onları. Burhan üstüne burhan, delil üstüne delil eklemesidir. Eğer bir yerde delillendirmediğini görürsem, bunu o cümleye güvensizliğe hamletmem bu yüzden. Belki de tefekkürün kapısını açmış, yolculuğun devamını ise takipçisine bırakmıştır? Öyle ya, her soruya cevap verse, yazdığı yine kitap olur; ama sormayı öğretenin yazdığı ancak ekoldür. Farkını soruyorsan: Birisi, kendinde bitmiş olan. Diğeri, kendinden sonra başlayan.

"Bismillah her hayrın başıdır..." Bu cümlenin birkaç sorusu var, ortaya konması gereken. Doğru soruları bulduğunuzda, doğru cevaplar da başlıyor ortaya çıkmaya. Birinci soru: Hayr nedir? Yalnız faydalı olan mı? İşe yarayan mı? Yetmiyor bu anlamlar hayr'ı tartmaya. Neyse ki, 13. Lem'a yetişiyor bu noktada imdadımıza: "Ekseriyet-i mutlaka ile dalâlet ve şer, menfidir ve tahriptir ve ademîdir ve bozmaktır. Ve ekseriyet-i mutlaka ile hidayet ve hayır, müsbettir ve vücudîdir ve imar ve tamirdir." Demek, hayrı tarif ederken vücudî olana, yani varoluşsal olana bakacağız. Parçaya değil, bütüne daha çok. Hem bütüne, hem bütünlüğe (onun zamanı aşmış boyutuyla sonsuzluğa) hizmet edene. Vücudî, doğrudan varoluşu; imar ve tamir ise varoluşun bizim nazarımızda eksik gözüken yanlarının tamamlanmasını ifade ediyor sanki.

Bu arada, şerre de bir yer bulalım: Şer, varoluşu kesintiye uğratan, eksik bırakan, yıkan, belki de sonlandıran. Şer bu pencereden bakınca eylemsizlik değil, eylem. Ama varoluşa hizmet etmeyen eylem. Sonuçları, varolanın devamına ve bütünlüğüne hizmet etmiyor. Demek eylemler de ikiyi bölündü şimdi: Varoluşsal ve yıkımsal. Vücudî ve ademî. Peki insanın elinde var etme ve yok etme gücü var mı? Yok. Ama nazarında var kılmak veya yok kılmak? Var. Bediüzzaman'ın "Halk-ı şer şer değildir, kesb-i şer şerdir" sözünü de anımsayalım burada. Yaratılan şer değil aslında, bizim eksik bakışımız/bırakışımız şer. Şer bireysel bu yüzden, hayır ise kapsamlı. Hayrı görmek bütüne bakmayı gerektiriyor daha çok. Şerri kazanan danesinde boğuluyor. Gözünü kapamakla kendine gece edenlerden. Hayrı arıyorsan hep açını genişleteceksin. Daha geniş bakmak, boğulmayı engeller. Gel, istersen Muhakemat'a götüreyim seni: "Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir."

Şimdi dönüp gelmeli, yeni suallerin peşine düşmeli: "Neden Allah'ın ismi, varlıksal olanın herşeyin başıdır?" Ama bunun cevabı malum. Vareden Oysa, elbette varoluşsal herşey Onun ismine bağlı. Bu kolay oldu. Yeni bir sual soralım o zaman: "Neden başka bir isim değil de Allah ismi, varoluşsal herşeyin başı?"

İşte bu soru içinde güzel bir ders var. Allah ismi, Esma terminolojisinde, aslında bütün isimlerin manalarını kendinde derceden, toplayan, kapsayan bir kuşatıcılığa sahip. Ondan gayrı hangi ismi zikretsen, evet yine Allah'ın ismidir ama, Allah ismi değildir. Çünkü onun kuşatıcılığına sahip değildir. Allah ismini zikrettiğin zaman bütün Esmayı ve sıfatı, bütün kuşatıcılığı ve dengesiyle zikretmiş sayılırsın. Bakma, şimdilerde onu söylerken yalnız aklımıza Halık isminin manası geliyor. O bizim hatamız. Aslında Allah ism-i celili bütün Esmanın başıdır.

Hatırlıyor musun, yukarıda, şerrin cüz'î olduğunu öğrenmiştik? Hayrın ise geniş bakmakla kendini gösterdiğinden bahsetmiştik. Şimdi farklı bir şekilde bakmayı teklif ediyorum "Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hatâ ediyorlar..." cümlesinden hareketle: Sakın bizim şer sandıklarımız, yahut kesb ile kendimize şer kıldıklarımız, işte böyle isimlerin tamamını kuşanamayışımızdan, tamamının denge halinden meselelere bakamayışımızdan olmasın? Mesela musibeti Allah'tan bilip de Allah'ı Hakîm bilmemek; Onun celalini en küçük hücremize kadar hissedip cemalini görememek, eksik nazarımızda, bizim için hayrolanı, bize şer kılmaz mı? Başka versiyonlarıyla da bu tehlike geçerli:

"Madem perdelerin birbirine temâşâ eder pencereleri var (...) elbette gerektir ki: Cenab-ı Hakkı bir isim, bir ünvan ile; bir rubûbiyetle ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rubûbiyetleri, şenleri, içinde inkâr etmesin. Belki, her bir ismin cilvesinden sair esmaya intikal etmezse, zarar eder. Mesela, Kadîr ve Halık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dal düşebilir."[1]

Bu açıdan bakınca "Bismillah her hayrın başıdır..." çok kapsamlı bir hakikatin anahtarı gibi görünüyor. Şöyle: Varlıksal olan denge ister. Denge ise kuşatıcılık. Kuşatıcılık ise bütün Esmayı bilmekle olur. Esma ise Allah ism-i celilinin içinde deruhte. Onun kuşatıcılığını yakalarsan hayatı hayırla yaşarsın. Varlık da sana hep hayır yüzünü gösterir. Bismillah: Allahın ismiyle başlamak herşeye, belki bu yüzden İslam nişanı. Buradan nişan alırsan, hakikati ıskalamazsın. Hiçbir yerde, şen'de, isim'de, cilve'de, ünvan'da, rububiyet'te takılmazsın. "Alanı her yerde selametle gezdi." Bu arada: Ene Risalesi'nin ahirindeki üç yolu düşün. Neden en makbul olan yol, göğe yükseldiğinde, yani herşeyi kuşbakışı/kuşatıcı seyrettiğinde aldığın yol?





[1] İlginçtir, bu metnin devamında, Bediüzzaman'ın, okuruna tembih ettiği her Kur'anî cümle 'Allah' lafzını  içeriyor.

16 Mayıs 2014 Cuma

Acı bizim, provokasyon onların

Hey bedbahtlar! Risale-i Nur'un gerçi siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan ‘anarşiliği’ ve üstü olan ‘istibdad-ı mutlakı’ esasıyla bozar, reddeder.” (Bediüzzaman Said Nursî, Şualar)

Daha güzel bir dünya istemek, insan için fıtrîdir, karşıkonulmazdır. İsteriz. Şahidi olduğumuz acılar üstümüze geldikçe hayal cennetine kaçmamız doğal. Rüyalar bile, bana öyle geliyor ki, dünyanın gerçekliğine dayanamayan insan ruhunun aldığı nefeslerdir Allah'ın rahmetiyle. Rüyalarda herşey mümkün. Hayallerde de öyle. Fakat hayatın gerçekliği, şahid olunanın reddedilmezliği, hâlâ bir imtihanda ve hâlâ sınanıyor oluşumuzun en büyük delili. Kontrolümüzde olmayan bir sürü şey var ve biz avuçlarımızda sıktıkça, karşı taraftan birisi asılıp çekiliyormuş gibi, bu dikenli tel canımızı acıtıyor. Değiştiremiyoruz! İnsanın canını da en çok değiştiremedikleri acıtıyor. Sabır en çok bu barışa gerek. Kendinle ve bahtınla bir barışa.

Bu demek değil ki, sebepler dairesinden hesap sormayalım. Sebep olanlar, elbette kusurlu perdelikleriyle ağzımızı acılaştırıyorlar. Fakat bunun yolu ne? İsyan mı? Yıkmak mı? Dönüşü olmayan bir kıyamet koparmak mı? Gidermeye çalıştığımız acılardan daha beterlerine vesile olacak yeni bir kaos yaratmak mı? Neyi verip neyi aldığımızı bilelim. Neyin bedeline neyi feda ediyoruz bilelim. Bize teklif edilen, kaosun iki ucunda dikilen iki grubun (Gezicilerin ve Gülencilerin) bize teklif ettiği, "Ne olursa olsun, ortalık bir karışsın, ne taş üstünde taş kalsın, ne de devlet üstünde baş."

Onların hesapları belli ki başka. Kan aktığında coşanın mesleği yalnız vampirliktir. Biliyorum, ortalık karışık, ortalık toz duman! Fakat feraset sahibi olduğunu da biliyorum. Defaatle gösterdin bunu. Şu kadarını ayırabilirsin: Ateşi söndürmeye çalışan var, ateş harlansın diye uğraşanlar var. Bu ateş, kardeşliğin/huzurun canını yakıyorsa, taraflardan hangisinin haksız olduğunu da bilirsin.

Bediüzzaman'ın, Risale-i Nur'u, anarşinin ve istibdatın kökünü kesen bir öğreti olarak göstermesi, sırf devletçi olduğundan (hâşâ) veya iktidar yalakası olarak takıldığından (hâşâ) mı? Hayır, asla! Devletçi olsa, iktidar yalakası olsa, Eski Said'in İstanbul'daki mücadelelerinden tut, Yeni Said'in mahkeme mahkeme süründürülen günlerine kadar; bütün hayatını, baskıcı rejimlere karşı koymakla geçirmezdi. Fakat birşeyi biliyor: Bu iş istibdatla olmayacağı gibi, anarşi ile de olmaz. Anarşi zamanları, kontrolsüz zamanlar, şiddetin ve karmaşanın ucunun nereye kadar gideceği bilinmeyen zamanlar. Anarşi çıkararak hakkını alabilen olmuş mu? Olmuşsa ne kadar olmuş, ne şekilde olmuş? Kimbilir kendi "Hakkımı alayım" derken kaç kişinin hakkına girmiş, kaç yurdu mahvetmiş, sonunda bitirdiğini sandığı şeye dönüşmüş.

Şimdi bize, Soma'daki ciğer yangını üzerinden yeni bir anarşi teklifinde bulunuyorlar. Tıpkı daha öncesinde olduğu gibi. İstiyorlar ki; acılarımızı kullansınlar, onu bir isyana dönüştürsünler. Kardeşlerim, biz bunların provakasyonlarına gelmeden de hesap nasıl sorulur biliyoruz. Suçlular nasıl mahkûm edilir biliyoruz. Hataları görüyoruz. Dünyada hak aramayı ilk bunlar icat etmiş değil. Bize bunu ders verecek kabiliyette de değiller. Eğer istedikleri anarşiyi bunların ellerine verirsek, yalnızca Soma'nın yangını olmayacak bu yangın, her yere sıçrayacak. Kan istiyor bunlar. Düpedüz kan istiyor! Daha fazlasını istiyor ve daha fazlası aktıkça da büyüyorlar.

Rabbim şerlerinden muhafaza eylesin. Somalı kardeşlerimize de katından büyük rahmet indirsin, sabr-ı cemil versin, gönüllerini ferahlatsın. Teenniyle soruşturulsun bu facia. Öncesinde ve sonrasında yapılan yanlışların hesabı da sorulsun. Bunların hiçbirisiyle problemli değiliz. Ancak fitne zamanı yer değiştirenlerden, saf değiştirenlerden, provakasyonla tavır değiştirenlerden de değiliz. Sabır böylesi bir zamanda hepimize gerek. Yalnız Soma'daki kardeşlerimizi için değil, kendimiz için de sabır duasına çıkalım.

15 Mayıs 2014 Perşembe

Üzüldük sana; Geziciler, Gülenciler ve Saymanlar izin verdiği kadar Soma...

"Her insan, bir âlem diye bilip, insanları 'saymamayı' öğrendiğimiz gün insana 'saygı duymayı' öğreneceğiz belki..." Metin Karabaşoğlu

Soma ciğerimizi yaktı. Acıları anlatmak çoğu zaman tasannu gibi gelir bana, ama bir yere koyamıyorum elimi, yazmalıyım: Bugün hayatımda yokmuş gibi. Sabahtan beri bir boşlukta asılıyım. Olayı duyduğum andan itibaren inanmamaya çalıştım sonuçların bu denli kötü olacağına. İnsan, tutacak yeri kalmayınca hayallerine sığınıyor. En inanılmaz olanlarına bile sığınıyor. Fakat bugün, inkâr edilmez bir şekilde Soma bir felaket, bir yürek sancısı, bir sarsıntı. Unutmak istediğimiz bir kabusun ansızın bir gece yeniden görülmesi gibi. Çocukluğumdan hatırlıyorum, ne çok yaşadık biz bu felaketi. Hep görürdük televizyonda, insanlar bekliyor. Diri diri gömülmüş yakınlarının çıkarılmasını bekliyor anneler, çocuklar, babalar, kardeşler. Birden, bu kadar çok ve bir de bu kadar kolay olunca ölüm de inanılası gelmiyor insana. Uludere'de de böyle hissetmiştim: "Nasıl olur öyle kolay?" diyorsunuz. "Nasıl bu kadar kolay?"

Herşey Allah'tan elbette. İmanım tam. Herşey Allah'tan ve Ondan gelen herşeye evyallah. Ama sebeplerin de bir inandırıcılığı olmalı, öyle değil mi? Çünkü gaflet, ancak onların altına sığınınca oluyor. Gaflet bazen rahatlatıcıdır. Hikmetsiz de değildir büsbütün. Hastalık, Hz. Azrail'e küsmenizi engeller. Hz. Azrail ise Allah'a küsmenizi. "Evet, izzet ve azamet isterler ki; esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve ehadiyet isterler ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikiden." Sebepler zayıfladıkça kaldırmak da güçleşiyor bu yükü. Kadere itiraz mı? Asla! Fakat insanlara itiraz, ihmallere itiraz, perdelere itiraz, ölümü çirkin gösteren onlardaki kusurlara itiraz. Bizdeki eksiklere itiraz. Eğer bir sabotajsa, bu sabotajı yapanın kalbindeki kire itiraz!

Asr-ı Saadet tablosu hatırlıyorum bir tane: Allah Resulü'nün çocuğunu kaybetmiş bir anneyi teselli etmeye çabalaması, onun kendisini tanımayarak öfkeyle başından kovması, fakat sonra farkına varınca yanına varması, özür dilemesi. Karşısındaki Allah Resulü de olsa, insan böyledir biraz. Acı, ilk geldiği zamanlar ağırdır. Her adamın harcı değildir. Mantıksızdır o ilk zamanları. O yüzden Somalılar, hassaten ocağına ateş düşenler, ne deseler alınmamak lazım şimdi. Fakat ne tuhaf: En ferasetli de yine onlar galiba. Allah her musibeti sabrıyla beraber veriyor, insan böyle olayları gördükçe daha fazla inanıyor. Twitter'da dışkapının mandallarının, acı kelimesinin manasını bile bilmeyen slogan canavarlarının kopardığı fırtınanın yüzde biri yok Soma'da. Kim kahraman şimdi? Klavyesinin başında hükümet yıkıp kuranlar mı? Madenin başında dua okuyanlar mı? Kim?

Devletin baba değil, ana olması gereken zamanlar bu zamanlar. Baba gibi racon öğretmemeli, ana gibi acıları paylaşmalı. Bir acı nasıl paylaşılır? En çok ağlayarak. İddia ediyorum: Bir tane bakan, hiç konuşmasa, oturup ağlasa veyahut en azından gözleri dolu dolu baksa; yüz cümleden daha fazla teselli eder. İnsanlar böylesi zamanlarda elinizden birşey gelmediğini, geleni de yaptığınızı biliyorlar zaten. Görüyorlar. Merak ettikleri bu değil. Merak ettikleri: "Bizim ciğerimiz yanıyor. Sen bizim başımızsın. Senin de canın yanıyor mu? Göster bize!" En çok bunu istiyorlar. Uludere'de de bunun açlığını çektik çok. Burada da hissediyoruz. Bize baba lazım değil böylesi zamanlarda. Canının yandığını hissettiğimiz ana lazım.

Ben bir Erdoğancıyım. Evet, onu seviyor ve destekliyorum. Zor zamanlarda büyük şeyler başardığını düşünüyorum. Evet, oyumu hep AK Parti'ye verdim. Ama evet, böylesi zamanlarda acısını göstermekte bir miktar sıkıntı çektiğini düşünüyorum. Belki de kasten göstermiyor, bilemem. Vakarlı olmak daha mantıklı görünüyor da olabilir. Fakat ilk konuşmalar, ilk açıklamalar bahane üretmeye yönelik olmamalı. Olayın mantığını izah etmemeli bize. Rakamlar duyulmamalı. Kıyaslamalar yapılmamalı. Matematik formülüne çevirmemeli işi. Acıyı anlatmalı en çok. Empati yapmaya çalışmalı. Empatiyi hissettirmeli. "Ben de sizdenim" demeli. "Sizin yaşadıklarınız aslında şöyle şöyle birşey..." dememeli. Bu öyle geridönüşsüz bir kayıp ki, sağlaması yok. Matematik, sağlaması olmayan yerlerde bir işe yaramıyor. Tahtayı silemiyoruz çünkü. Yeniden başa dönemiyoruz. Matematik, acının ilk sancısı geçtikten sonra konuşulacak birşey.

İnşaallah, bu maden faciası, bu acı kayıp Uludere gibi olmaz. Suçlusu kim, ihmal kimden, eksik neden, sabotajsa eğer (ki bu ihtimali de uzakta tutmuyorum) bu sabotaj kimden, meçhulde kalmaz. Hakedenler, kimse haksızlığa uğratılmadan, cezasını bulur. "Hiçbir eksik yoktu, kader!" demeyin bize; bu bir işe yaramıyor, eksik bırakmasaydınız sebeplerde, Allah bu şerre uğratmazdı bizi. İnsanın ihmalidir ki, kesb-i şer olur. "Kader Risalesi’nde izah edildiği gibi; halk-ı şer, şer değildir; belki kesb-i şer, şerdir. Çünki halk ve icad, umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu, çok hayırlı şeylere mukaddime olduğu için, o şerrin icadı, netice itibariyle hayır olur, hayır hükmüne geçer. Mesela, ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat insanlar ateşi kendilerine şer yapmakla 'Ateşin icadı şerdir' diyemezler."

Elbette bu meselede teenni gerek. Öfkeyle hareket eden adalet edeyim derken katmerli zulümler eder. Takip edici olmalı, ama heyecanlı olmamalıyız. Fakat Soma faciasından daha çok can yakan diğer bir facia: Gezi taifesinin bu acı üzerinden yeni bir isyan rüzgârı yaratmaya çalışması. Sanki bugüne kadar madencilerin derdi çok umurlarındaymış gibi ülkede fırtına koparmaları. Bir de bu sıralar onların çanak yalayıcıları Gülenciler var. Erdoğan'ı yıpratmak için ellerine bir malzeme geçti ya, ellerini ovuştura ovuştura, ağızlarından sular aka aka sosyalmedya'da kıyamet koparıyorlar. Yok bilmem, "Hocayı üzmüşler de böyle olmuş." Yok bilmem, "Bu iktidarın yaptıklarından dolayı ülkede daha kötü şeyler de olabilirmiş." Yok bilmem, "Deprem bile bekliyorlarmış." Her kan damlasında vampire dönüşen Gezici taifesi bir yanda, bir de bu yeni anarşistlerle uğraşıyoruz şimdi. İki sınıf meczubun elinden de artık illallah dedik. Böylesi bir acıyı siyasetlerine âlet etmekten bile çekinmiyorlar.

Buna karşı da direnmemiz lazım. Bir ülkenin başına çok şey gelebilir. Bunlar ihmalden de olabilir, doğal felaketler de sayılabilir. Fakat bunlar içinde en kötüsü: anarşidir. Yani karmaşadır, sistemsizliktir. Kimin, neyi, niye yaptığını bilemeyecek bir hale gelmektir. Bunlar, yani bu iki taife, ülkede bu sıralar bunu oluşturmaya çalışıyorlar. Öyle bir kargaşanın peşindeler ki; ülkede taş taş üstünde, hükümet baş üstünde kalmasın. Bu kargaşa içinde de her ne olursa olsun, Erdoğan defolsun. Kafa da bu, kalp de. Halbuki biz şimdiye kadar en büyük eziyetleri bu istikrarsızlık, karmaşa ve kargaşa yüzünden çektik. 90 yıllık tarihimizde bir arpa boyu yol gittiysek, istikrar sayesinde oldu. Karmaşa hiçbir zaman katkı yapmadı. Aksine, en hesap sorulmaz devirlerdi onlar. Hep çelmeledi bizi. Bu yüzden, elinizi vicdanınıza koymanızı ve böylesi acılardan kaos umanların yüzüne tükürmenizi istiyorum. İktidarın da suçu veya ihmali varsa, elbette bunu üstlenmeli cesurca. Hesabı kesileceğin hesabını kesmeli. Onlar da dokunulmaz değil. Soma'nın hesabını sormalıyız! Ama sağdan, soldan fısıldayan şeytanların oyununa da gelmeden.

13 Mayıs 2014 Salı

Fight Club’ın gör dediği

Bizim neslimizin hiç Büyük Buhranı ya da Dünya Savaşı olmadı. Televizyonlar tarafından milyoner, sinema tanrısı, rock yıldızı olacağımıza inandırılarak büyüdük. Ama bunların hiçbirisi olmayacağız ve bunu yeni yeni anlamaya başlıyoruz. Ve çok, çok kızgınız."

Fight Clup filminden…


Solomon Asch’ın 1951’de yaptığı deney, bireyin ‘grubun kanaatine’ ne kadar bağlı olduğunu göstermesi açısından ilginçtir. Yedi kişinin bir masanın etrafında oturduğu, karşıdaki tahtaya ise dört çizginin çekildiği deneyde; orta uzunlukta bir A ve hedef çizgisi, kısa bir B çizgisi ve uzun bir C çizgisi bulunuyordu. Soru şuydu: “Hangisi hedef çizgisiyle aynı boyda?” Siz gönül rahatlığıyla A cevabını vermeye hazırlanırken diğer altı kişi sizden önce davranıyor ve C diyordu.

Asch deneyi göstermişti ki; böylesi bir durumda, deneklerin yüzde yetmişdördü, kendi kanaatini terkedip grubun kanaatini seçmişti. Yüzde yirmisekizi ise birçok denemede bile grubun kararından ayrılmamıştı. Fakat bu deneyle ilgili ilginç bir ayrıntı daha var: 1980’lerde tekrarlanan deney tamamiyle başka sonuçlar veriyor. "Ben" Nesli isimli kitabın yazarı Dr. Jean M. Twenge göre netice bu: “Artık kimse, grupla uyum sağlamayı düşünmüyordu.”

"Ben" Nesli biraz da Amerikan toplumunun değişen yapısı ve bunun nedenleri üzerine teoriler üreten bir kitap. Değişen paradigmaları ve sonuçlarını saptamaya çalışıyor. (Elbette saha çalışmaları da yaparak.) Yazarın en büyük keşfi ise şu: “Sonuçlar bana, toplumsal onaya karşı azalan gereksinimin yaygın olduğunu söylüyor. 9 yaşındaki çocuklar bile bu akımın özelliklerini taşıyor…” Bir açıdan bakıldığında, elbette bu iyi birşey. Fakat yazarın ciddi endişeleri de var. Bu serbestilerini ‘topluma rağmen vicdanını dinlemek’ olarak değil ‘kendinden başkasını önemsememe’ şeklinde teşhis ediyor. Gizli bir narsizmin özsaygı ve özgüven kavramları içinde Ben Nesline aşılandığını düşünüyor. Bunu ifade etmek için yine bu neslin bir şarkısının meşhur sözlerini alıntılıyor: “Kendinize olan sevginiz, ‘ilk aşkınız’ olmalı.”

1970’lerden sonra doğum kontrol yöntemlerinin artması, kürtajın çoğu eyalette yasallaşması, Amerika’nın hiçbir büyük kriz ve savaş yaşamaması, ailelerin her zaman ‘istenen bebeklere’ sahip olmasını sağlamış. İstenen bebeklere sahip olan aileler, çocuklarına yüksek miktarda özsaygı aşılaması yapıyorlar: “Diğer bir deyişle; kendinizden memnun olmanız, iyi bir iş çıkarmanızdan daha önemlidir. (…) Koşulsuz onaylama, davranış biçiminiz ya da birşey öğrenip öğrenmediğiniz dikkate alınmadan kendinizden memnun olmanız anlamına gelir.”

Bunun, büyüdükleri dönemde, gençlerde yaptığı en büyük zayiat, gerçek hayatla yüzleştiklerinde ‘birer harika’ olmadıklarını farketmeleriyle meydana geliyor. Bu neslin gençleri eleştiri kabul etmeyen, çabuk incinen, kolay motive olamayan çalışanlara dönüşüyorlar. “Eğer bir çocuk hiçbir şey yapmadan kendini mükemmel bulacaksa neden birşey yapsın ki? Temeli olmayan özsaygı çalışkanlığı değil, tembelliği teşvik ediyor.”

İstedikleri herşey olabilecekleri söylenerek büyütülen bu çocuklar; istedikleri şey olamayacaklarını, çünkü bunun için emek ve yetenek gibi öğelerin yanısıra başka etkenlere de sahip olmanın gerektiğini anlayınca hemen karamsarlığa kapılıyorlar. “Çok fazla seçeneği olan bir dünyaya adım atıyoruz ve çok küçük yaşlarda depresyona giriyoruz.” Ben Neslinin kendilerine yapılan nasihatlere karşı genel tavrı bu: “Bütün yaşamları boyunca kendilerine çok özel oldukları söylenen gençler, çaresizce özsaygılarını korumaya çalışıyor ve birçoğu da eleştirelliği ve karamsarlığı zırh olarak bürünüyor.”

Bencilleşme, gelecek endişesi, intihara temayül, bağlanma korkusu, şiddete meyil, sinizm, eğlence dışındaki herşeye karşı ilgisizlik, agnostizm, bugünü için ebeveyni suçlama ve ebeveyne karşı şiddet, okul arkadaşlarına yönelik şiddet, hayalcilik gibi birçok dışavurumu olan bu durum; aslında amaçsızlaşmadan ziyade, bireyin tek yaşam amacını ‘kendisini gerçekleştirmekten’ ibaret görmesi sorunu. (Fakat kendisi nedir?) Yazar bu noktada bir tedavi yöntemi olarak bireyin kendisi dışında amaçlara yönelmesini öğütlüyor: “Yine bu kadar önemli olan bir diğer konu da pek çok insanın kaybettiğini farkettiği ‘hayatın anlamını’ keşfetmesi. Bu boşluk, çoğunlukla insanın sadece kendisine odaklanmasından kaynaklanıyor.”

Bu kısım bana nedense Bediüzzaman’ın “Gaye-i hayâl olmazsa, veyahut nisyan veya tenâsi edilse; ezhan enelere dönüp, etrâfında gezerler…” tesbitini hatırlattı. Sanıyorum Ben Neslinin en büyük problemi bu: Hayatın merkezinde kendisinin olduğu telkini ile yetiştirilmesi. “Amerika’da yetişen bir neslin bizimle ne alakası var?” demeyin, kitapta bu zihniyetin aşılandığı kültürel öğeler olarak zikredilen dizi ve filmlerin tamamı Türkiye’de de gösterilmiş veya gösterimde olan şeyler. Bahsettiği ‘özgüven’ merkezli kitapların çoğu dilimize de tercüme edilmiş ve çok satanlar listesine girmiş durumda. Bu açıdan, Amerika bizim uzağımız değil; lümme-i şeytaniyemiz gibi. Dünyaya oradan fısıldanan şeyler iletişim çağında bütün bedene yayılıyor.

Kitaptaki verilere göre Amerika’daki agnostik sayısını geçmiş nesle göre iki katına çıkaran, intiharları katlayan, depresyonu zirveye çıkaran bu dalga, belki bütün gücüyle Türkiye’ye girmemiş olabilir; fakat yine de benmerkezciliğin yükseldiği, bireyin kendisi dışında herşeye yönelik ilgisinin azaldığı bir döneme hazırlıklı olmalıyız. Geçmişin nasihatleri manasıyla değil, ama uslûbuyla geride kaldı. Her nesil, kendi zamanının çocuğudur ve ona göre bir dil geliştirilmesi lazımdır. Bu noktada KAGEM ile SETA’ın birlikte organize ettiği “Gençlik Forumu Aidiyet, Dönüşüm, Gelecek” konulu panelde açılış konuşması yapan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in; “Bugünkü gençlik, bir nesil öncesinin dünyasını kendisi için dar görüyor. Bunu dikkate alarak yeni bir dil ve üslup üzerinde çalışmalıyız!” tesbiti çok kıymetliydi.

Bu yeni dil ihtiyacının altını yıllar önce çizen ve paradigmaların artık değiştiğinden haber veren Metin Karabaşoğlu’na ait “Değişen Paradigmalar ve Risale-i Nur” isimli makaleyi de okumanızı tavsiye ederim. Aynı eksenden bakınca çok şeyler söyleyebilir.

Bitirirken, kendimize bir çuvaldızı: Dünyada komünizm tehlikesi diye bir tehlikenin kalmadığı bir çağda, hâlâ “Türkiye’de komünizm tehlikesini Risale-i Nur engelledi!” sloganıyla yapılacak bir tebliğin, gençlere tesir edebilir ne yanı var? SSCB’nin yıkılışını bile görmemiş bir nesil büyüdü artık. Yeni bir dil geliştirmenin zamanı gelmedi mi? Risaleler, bu noktada çalışırsak, bize, yeni dilin metodunu da kazandıracak zenginliğe sahip. Ama çalışırsak…

11 Mayıs 2014 Pazar

Bir zaaf turnusolu olarak mehdiyet

"Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar, Mehdi olacağım diye dava ederler." Emirdağ Lahikası'ndan.

Geçtiğimiz hafta, iki haftada bir çarşamba akşamları sürdürülen Siyer Okumaları'na katıldım. Metin Karabaşoğlu abinin Siyavuşpaşa Kültür ve Spor Merkezi evsahipliğinde yaptığı bu okumalar, hakikaten, Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın hayatına bakışımızda güzel açılımlara vesile oluyor. Zaten evvelemirde, bu okumalara başlarken, Metin abinin altını çizdiği gibi: Amaç; her kaynakta bulunan bilgileri, tekrar tekrar nakletmek değil. Amaç; her kaynakta bulunan bu bilgilerden, yeni bir yorum, yeni bir bakışaçısı, yeni bir zenginlik devşirebilmek. Bu amaçla yapılıyor Siyer Okumaları. Ve bence, amacına da ulaşıyor.

Allah Resulü'nün vahye hazırlık sürecini konuştuğumuz geçen hafta, dersin müdavimlerinden Âdem abinin güzel bir sorusuyla taçlandı. Dedi ki Âdem abi: "İki yıl boyunca yaşadığı bazı sıradışı şeylerden, Hira'daki tefekkürlerinden ve kendisine yalnızlığın sevdirilişinden hareketle Efendimizin nübüvvete hazırlandığından bahsediyoruz. Peki, şunu söyleyebilir miyiz? 'Allah Resulü peygamberlik vazifesini bekliyordu.' Yani buna muntazırdı. Zaten kendisine böyle bir görev verileceğinin farkındaydı."

Metin abinin, nübüvvetten önce ve sonra yaşananlardan hareketle, bu soruya verdiği cevap "Hayır!" oldu. Öncelikle dikkatimize, muvahhid bir şair olan Kuss b. Saide'nin, Efendimizin gençliğine denk gelen son hitabesini hatırlattı. Kuss b. Saide, orada, son peygamberin gelişinin yaklaştığına çok açık işaretlerde bulunmuş, kendisini dinleyen kalabalıkta bulunan Allah Resulü ise şöyle demişti: "Keşke ben de o peygambere yetişsem!" Ancak Ukaz panayırında, aynı kalabalıkta hazır bulunan bir diğer muvahhid şair Ümeyye b. Ebi's-Salt ise şöyle söylenmişti: "Herhalde o, ben olurum!" Çünkü kendisi Taif'in önde gelenlerinden olduğu kadar, dönemin entelektüellerinden de sayılabilecek bir simaydı.

Bu 'beklentisiz bekleyiş' içindeki genç, yani Allah Resulü, yıllar sonra nübüvvetle görevlendirildiğinde telaş etmiş; Hz. Hatice validemize "Beni örtün! Beni örtün!" demişti. Hatta bazı kaynaklarda cin çarpmasından veya kahin olmaktan korktuğunu ifade ettiği, ancak Hz. Hatice'nin muhteşem bir feraset ve şuunat-ı ilahî okumasıyla, 'kendisi gibi iyi birisinin böylesi bir kötülüğe uğratılmayacağı' konusunda kendisini ikna ettiği anlatılmaktaydı. Ancak diğer tarafta; nübüvvet bütün delilleriyle ortaya çıktığı ve ilan edildiği hengamda, cahiliye döneminde muvahhid bir şair olan Ümeyye b. Ebi's-Salt, Haşimoğullarının yetimine gelen bu görevi kaldıramamış; 'beklentili bekleyiş'i nedeniyle beklediğini bulamayan hırsına mağlup olup küfre sapmış ve Efendimize karşı mücadele etmişti.

Yıllar sonra bile, Amr ibnu'ş-Şerrîd'den naklolduğuna göre, Efendimizin onun şiirlerini okuttuğu, dinlediği ve sonra "Şiirleri müslim, ama kendisi kâfir..." beyanında bulunduğu aktarılıyordu kaynaklarda. Demek; bekleyiş içinde olma, daha doğrusu; bir liyakate dayanarak, muhtaç olduğunu ise hesaba katmayarak duyulan bir açlık, böylesi kötü sonuçlara varabiliyordu.

Allah ise muhtaç olduğunu düşünenlere ikram ediyordu; liyakati olduğunu düşünüp "Bu benim hakkımdı!" diye Rezzak-ı Kerîm'e karşı hak iddia edenlere değil. Belki Bediüzzaman'ın 18. Söz'deki şu ifadesi, biraz da bu açıdan tefekkür edilmeliydi: "Hem deme ki: 'Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."

Bu noktada benim aklıma, nedense, Mehdiyete dair hadisler geldi. Beklentisizlik'le ilintili ve biraz da Mehdiyetle alakalı bir düşüncemi, aynı meselenin konuşulduğu bir ortamda açtım. Bana öyle geliyordu ki: Mehdiyetle ilgili hadislere iki şey için teşekkür edilmeliydi. 1) Ümmetin en ümitsiz zamanlarında bile 'Mehdiyi beklemekle' tekrar ümide kavuşturması. Yeis içinde bırakmaması. 2) İçinde 'beklentili olmaya dair bir zaaf' bulunanları, örümcek ağının sineği yakaladığı gibi yakalayıp tutması, sonra da ümmete onların asıl haletini fahşetmesi.

Hakikaten de içinde bir makam sevgisi, beklentisi olan; kendisini bu noktada sıfırlayamamış, acz mesleğini tam kuşanamamış ne kadar adam/âlim/şeyh/hoca/hocaefendi varsa, ahiri gidip Mehdiyette saplanmayla son buluyordu. Ya Mehdi olduğunu açıkça söylüyor, ya ima ediyor yahut da insanlara bunu dayatıyordu. Halbuki asıl muhlis hidayet vesileleri, bu vesilelik yüzlerine söylendiğinde bile kabul etmeyen kimselerdi. Bu yönüyle Mehdiyet de, külliyatta geçen 'bir asır sonra gelecek olan'lı metinler de tam bir turnusol kağıdıydı. Olmamışları, olmuşlardan ayırıyor ve ümmete de onların gerçek yüzünden haber veriyordu: "Bunların beklediği ve amaçladığı başka şeyler var! Dikkat edin!"

6 Mayıs 2014 Salı

"Evlat mı, devlet mi?"

"Neden tarih yazmağa kalkışıyorsunuz? En meşhur tarihleri istinsah edersiniz, olur biter. Usul böyle değil mi? Yeni bir görüşünüz, orijinal bir düşünceniz mi var? İnsanları ve hadiseleri beklenmedik taraflarıyla mı anlatacaksınız? Sakın ha! Okuyucuyu tedirgin edersiniz. Okuyucu tedirgin olmaktan haz etmez. Tarihte aradığı, ezelden beri bildiği saçmalıklardır."[1]

"Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de birisinin hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur." (Maide Sûresi: 32)
"Şu âyet haktır, akla münâfi olamaz, hakikattir. Mücâzefe, mübalâğa, içinde bulunamaz. Halbuki zahir düşündürür.
Birinci Cümle: Adalet-i mahzânın en büyük düsturunu vaz ediyor. Der ki: Bir mâsumun hayatı, kanı, hattâ umum beşer için olsa da, heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Cüz’iyatın küllîye nispeti bir olduğu gibi, hakkın dahi mizan-ı adalete karşı aynı nispettir. O nokta-i nazardan, hakkın küçüğü büyüğü olamaz.
Lâkin, adalet-i izafiye, cüz’ü külle feda eder. Fakat muhtar cüz’ün sarihen veya zımnen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla. Ene’ler nahnü’ye inkılâp edip mezci, cemaat ruhu tevellüt ederek, külle feda olmak için fert zımnen rızadâde olabilir...
"[2]


Tarihi, yalnızca tarihçilere bırakmak bazen korkutucu sonuçlara götürüyor bizi. Zira tarihçi, bir bilimadamının sahip olması gereken vicdanî duruşa sahip değilse ve sorgulama anında ihtimallerin tamamına eşit mesafede durmuyorsa; kutsallık atfettiği şeyleri savunurken, başka kutsalları ayakaltı etmekten çekinmiyor. Mesela insanı. Mesela masumiyeti. Mesela adaleti. Evet, hikmet-i hükümeti konuşmaktan; ondan bağımsız olması gerekeni, yani apaçık hakikati konuşamaz oluyoruz. Bu da bizi, konjonktürel hazlarla, aslolanı her zaman görmezden gelen, bulunduğu çağın genel kabullerine hapsolmuş ve sorgulamadığı için de huzurlu/sıradan bireyler haline getiriyor. Ta ki, birisi çıkıp ezberlerimizi bozuncaya kadar. Öyle birisi olduğunda da tavrımız önceleri onu çürütmeye çalışma. Başaramazsak, görmezden gelme. Onu da başaramazsak, tevil etme. Hakikati esneterek çıkış yolları arama. Tıpkı Emeviye ve Cebriye örneğinde olduğu gibi.

Belki biliyorsunuz; kaderi, beşerin iradesini yok sayacak kadar, yani hayatı boyunca yaptıklarını, sırf Allah öyle emrettiği için, ister istemez, kaçınılmaz, hiçbir sorumluluk yüklenemez bir şekilde, hatalarını bile omuzlamaz bir anlayışla yorumlayan sapkın bir itikat anlayışıdır Cebriye. Emeviler zamanında ortaya çıkmıştır. En güçlü zamanlarını yine Emeviler zamanında yaşamıştır. Bu itikadî sapmanın Emevilerin en çok işine yarayan tarafı, belki de ortaya çıkarılış sebebi: Halifeliğin, kan emici saltanata evrildiği hengamda; başta Hz. Hüseyin’in ve ehlibeytin Kerbela’daki katli olmak üzere, daha pek çok zulmün Emevilerce içselleştirilmesini sağlamasıdır. 

Öyle ya, eğer bütün bunlar kaderde yazılıysa ve beşerin iradesi yoksa, o zaman böylesi zulümlerden Yezit ve diğer Emevî sultanları nasıl sorumlu tutulabilirler? Bunlar, ister istemez olacak şeylerdir. Kaçınılmazlardır. Kaçınılamadığına göre buradan Emevîlere bir eleştiri üretmek, onları sorumlu tutmak mümkün değildir. Onlar mecbur kaldıkları şeyi yapmışlardır.

Tarihin böylesi fıkha temas eden yerleri de var. Bu yüzden tarihi, tarihçilere bırakmak olmuyor. En azından tarihi, yalnızca tarihçilerin değil; fıkıhçıların da (hatta başka bilimdallarında uzman olanların da) konuşması gerekiyor. Farklı seslerin duyulması gerekiyor. Devleti önemseyen seslere bedel, insanı önemseyen seslerin de... İnsanî seslerin... 

Bu yüzden kendisi bir tarihçi sayılmayacak Bediüzzaman’ın, evlat katli meselesinde şöyle bir tesbitte bulunması bana çok anlamlı, vicdanî ve dinî geliyor: "Bazı risalelerde gayet kat’î ispat ettiğimiz gibi, hâkimiyetin şe’ni, müdahaleyi reddetmektir. Hatta, en ednâ bir hâkim, bir memur, daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor. Hatta, hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı dindar padişahlar, halife oldukları halde, mâsum evlâtlarını katletmeleri, bu redd-i müdahale kanununun hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor."

Görüldüğü gibi; Bediüzzaman burada ne ’padişahın dindarlığını’ reddediyor, ne de ’masum evlatlarını katlettiklerini...’ Hatta ’halife oldukları halde’ kaydını düşerek bu yaptıkları zulmün, onların durdukları yerle bağdaşmadığının altını da çiziyor. Fakat ne hazindir; Bediüzzaman’ın, bu masum katli meselesine bakışı gayet açıkken, hâlâ, bu ekolden beslendiğini söyleyen yazarlarımız, Osmanlıya ve hanedanına atfettikleri kutsallık ve kusursuzluk nedeniyle, tevillerle çıkış yolu arayarak hakikati incitebiliyorlar. Hakikati, yani bir yönüyle insanî olanı. İnsaniyet-i kübra olan İslamiyete uygun olanı... 

Bunlardan birisi de abonesi olduğum (ve bundan şikayetçi de olmadığım) Moraldünyası dergisinde okudum geçtiğimiz gün. Yavuz Bahadıroğlu imzalı yazı, daha başlık kısmıyla bile, ciğerime saplandı: "Evlat mı, devlet mi?" Allah böylesi bir seçim yapmak zorunda bırakmasın kimseyi. Fakat neden yol sadece iki? Bu da yeni bir Cebriye mi? İslamî olmayan saltanat düzeni ne zaman ümmetin başına geçse, hep böyle zor seçimlere mecbur mu edecek bizleri? Hz. Hüseyin hep mi kaçınılmaz olarak, devletin selameti için, katledilecek? Yezit, bütün yezitliğine rağmen, hep mi ’mecbur olan’ olacak?

Bu mecbur ediliş çok sineme dokunduğu ve yazar, ilerleyen bölümlerde, kendisi gibi düşünmeyenleri "Tabii, bana ne devletten, bana ne İslamiyetten de diyebilirsiniz, ancak bu gerçekçi olmaz" diyerek itham ettiği için, cevap yazmadan duramadım. Tarihçi değilim. Ama insanım. İnsanî olandan anlarım birazcık. Hocamdan da, hikmet-i hükümeti pek bilmeyen içimdeki insanı konuşturduğum için, hoşgörüyle bakmasını beklerim. Fakat her ne olursa olsun, evvelemirde; "Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez." Ben de edemem: 

1. Öncelikle; yazıda, tekrar tekrar, içinde kardeş katline cevaz bulunduğu iddia edilen, Bakara sûresinin 191. ayetini tam olarak alıntılayalım: "Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı, adam öldürmekten daha ağırdır. Yalnız, Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa (siz de onlarla savaşın) onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir." 

Görüldüğü gibi ayet-i kerime, yazı boyunca, Bahadıroğlu’nun kasettiği türden fitne potansiyeline karşılık birilerinin katlini değil; ’Mekke’den çıkaran, sizinle savaşan insanlara savaşmayı’ salık veriyor. Bu ayetin bütünü böyleyken ve nazil olduğu durumu da lafızlar gayet açık haber verirken, sağını solunu kesip oradan "İleride fitne çıkarabilir tehlikesiyle kardeş katletmek caizdir..." hükmüne varmak, cevaz bulmuş gibi kaynak aktarmak, bana tuhaf geldi. Bilmiyorum, okurlarıma da böyle geliyor mu? 

Üstelik ayet, yazı içinde bile istikrarlı bir şekilde meallendirilmiyor. Bir yerde "Fitneye sebep olmak adam öldürmekten beterdir" denilirken, diğer bir yerde "Fitne katilden daha şiddetlidir" diye meallendiriliyor. Sebep olmak nere, fitnenin bizzat kendisi nere? Fakat benim alıntıladığım Diyanet mealinde bu kısım şöyle: "Zulüm ve baskı, adam öldürmekten daha ağırdır." Burada da, Asr-ı Saadet döneminde, kâfirlerin müslümanlara ettikleri zulümler kastediliyor. Bir potansiyel tehdit değil. Yapılmış şeyler. Üstelik ayetin sonu da şöyle: "Kafirlerin cezası böyledir." Osmanlı hanedanında isyan etmiş veya etmemiş tüm şehzadeleri önüme koyuyorum. Hangisi (hâşâ) kafir statüsüne giriyor da ayet onlara hitap ediyor? 

2. Yazar, daha başlarda kardeş katlinin bir tarihsel sorumluluk icabı olduğunu belirtiyor. Alıntılayayım: "Bir anlamda, tarihsel sorumluluklarının icabını yapmak için evlatlarını, kardeşlerini ve yeğenlerini katletmek gibi, acıtıcı ve yıpratıcı bir fedakârlığa imza atıyorlardı." (Bizi de en çok biz istemediğimiz halde yapılan fedakârlıklar esir alır.) Bir kere, sormadan yapamıyorum, ’göreceli’ bir tarihsel sorumluluk anlayışı, nasıl fıkhî zeminde karşılığı olan katl fiiline cevaz sağlayabiliyor? Dinî hükümlerin hangisi ’tarihsel sorumlulukla’ cevazlandırılabilir? Kur’an, hadis, icma ve kıyas dışında; bir de böyle tarihsel sorumluluk denen, haramı helal kılma gücüne sahip, bir cevaz kanalı mı var? Yine dikkatinizi çekerim: İş ’tarihsel sorumluluk’a kalırsa, Yezit de "Ben devletin selametini, tarihsel sorumluluğumu düşünerek Hz. Hüseyin’i katlettirdim" diyebilir. Tarihsel sorumluluk böyle her yöne esner birşey. Bakanın gözüne bağlı birşey. Fıkha ne derece zemin olabilir ki?

3. Bir de yazı boyunca yazarın yaptığı bir muğalataya dikkat çekmek istiyorum. Yazar, kardeş veya evlat katlinin tamamını isyan eden bireyler üzerinden örneklendiriyor. Mesela; I. Murad’ın oğlu Savcı Bey, Osman Bey’in amcası Dündar Bey, Musa Çelebi ve Düzmece Mustafa... Bunların tamamı isyana fiilen teşebbüs etmiş, yani potansiyel tehdit olarak kalmamış örnekler. Bunları misal olarak dizdikten sonra Fatih Sultan Mehmed Han’ın kardeş katli fermanını tırnaklayıp, onun çocuk yaşta katlettirdiği, hiçbir teşebbüste de bulunmamış masum biraderini anmamak, ancak hakikati yönlendirme ve renkli gösterme çabasıdır. Kardeş katlinde veya evlat katlinde asıl eleştirilen nokta zaten bu potansiyel tehditlerin katl sebebi sayılmasıdır. Yoksa isyan eden, ordu toplayan insanlar elbette bağy statüsü içinde değerlendirilebilir. Bizim eleştirdiğimiz nokta: İsyan etmemiş, sadece ’edebilir’ vehmiyle masumların katledilmesidir. Buna da yine Bediüzzaman’ın mahkeme savunmalarından bir örnek vermek istiyorum: 

"Hey efendiler, herbir hadiseyi bahane tutup bana sıkıntı vermeye sebep nedir acaba? Şarkta bir nefer hata etse, garpta bir nefere askerlik münasebetiyle zahmet ve ceza vermek; veya İstanbul’da bir esnafın cinayetiyle Bağdat’ta bir dükkâncıyı esnaflık münasebetiyle mahkûm etmek nev’inden, her hadise-i dünyeviyede bana sıkıntı vermek hangi usulledir, hangi vicdan hükmeder, hangi maslahat iktiza eder?"

İşte mezkur yazıda da tıpkı Bediüzzaman’ın burada itiraz ettiği gibi şu yöntem kullanılıyor: Savcı Bey ayaklandı, Dündar Bey ayaklandı, Düzmece Mustafa ayaklandı. Eeee? O zaman diğerleri de ayaklanır. Bunlar da şehzade ne de olsa! Tıpkı İstanbul’da bir esnafın cinayetiyle Bağdat’ta bir dükkancıyı mahkûm etmek gibi birşey bu da. Ne farkı var ki, buradan bir cevaz kapısı çıkarılabiliyor? Kaldı ki; Bediüzzaman’ın yine başka bir savunmasında dediği gibi: "Hükümet ele bakar, kalbe bakmaz." Elinden bir günah ortaya çıkmadıktan sonra, ihtimalle insan cezalandırmak nasıl âdil olabilir? Tom Cruise’un Azınlık Raporu filmini anımsayalım.

4. Yazı içinde Ahmet Akgündüz Hoca’ya dayandırılan şöyle bir bilgi var: "İslam hukuku, hükümdara bir takım suçlar ihdas edebilme ve bunlara cezalar koyabilme salahiyeti tanımıştır, buna ta’zir denir. Padişah bir kimseyi bu çerçevede cezalandırabilir ve bu İslam hukukuna aykırı değildir. Siyaseten katl, yani devlet başkanının, devletin birliği ve milletin dirliği için yaşaması zararlı görülen kimseleri öldürtmesi de ta’zir cezalarındandır. Bütün monarşilerde olduğu gibi, İslam hukukuna göre de devlet başkanı yani padişah, yargı gücünü elinde tutar..." 

Tabii yazının başından itibaren şüpheci gittiğim için burada da ta’zir nedir diye internette biraz gezmek ihtiyacı hissettim. Bakın, ta’zir neymiş: "Ta’zîr (men etmek, engellemek): Ta’zir cezası yüce Allah’ın miktarını takdir ve beyan etmediği ve takdirini devlet başkanına ya da müctehid olan hakimlere bırakmış olduğu cezalar­dır. Çeşitli olup (azarlamak, kınamak, terbiye etmek, sopa), hâkimin dilediği kadar verilir. Otorite cezayı affedebilir. Cezaların miktarı zamana göre değişebilir." 

Yani sizin anlayacağınız ta’zir, hakkında kesin hüküm bulunmayan suçlara içtihadî olarak verilen cezaları kapsıyor. Yani ne suçsuzluk durumunda işliyor ne de ihtimallere ceza verebilme hakkı sağlıyor. Sadece Kur’an’da, sünnette hakkında kesin bir ceza olmayan noktalarda hüküm vermeye yarıyor. Buradan, yine altını çiziyorum, potansiyel/ihtimal suç tehdidine karşı, çok suistimal edilmesi mümkün, bir cezalandırma yöntemine meşruiyet bulmak nasıl mümkün oluyor? Kaldı ki, monarşiyle İslam hukuku arasında kurulan bağı da anlayamadım ben. Monarşi, İslamî bir rejim mi? Saltanat İslamî mi? Eğer öyleyse, saltanatı kötüleyen hadisleri nereye koyacağız? Bediüzzaman bile Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında olan savaşı ’saltanatın ve hilafetin savaşı’ olarak niteler. 

5. Bir de Hz. Ömer’den bir anekdotla alınan bir cevaz var ki; akıllara zarar. Neden böyle söylüyorum: Çünkü Hz. Ömer’in meşrebi aslında bu masum katline en aykırı meşreptir. Adalet-i mahzanın en sağlam uygulayıcılarından birisidir Hz. Ömer. Hatta daha sonra kendisini katledecek olan Firuz isimli kölenin açık tehditine maruz kalmış, "Vallahi bu köle beni tehdit etti" dedikten sonra "O halde katledelim" diyenlere. "Daha elinden bir cürüm sâdır olmadı ki..." cevabını vermiştir. Yazıda örnek verilen Nasr b. Haccac’ın sürgünü meselesi ise; yine Hz. Ömer’in altını çizdiği gibi, ortada ondan kaynaklı bir suç yoktur. Fakat Hz. Nasr, çok yakışıklı olduğu için bölgede kıskançlık ve fitne oluşmaktadır. Hz. Ömer de buradan hareketle, Hz. Nasr’ı hem kendisi hem de başkaları zarar görmesin diye oradan uzaklaştırmıştır. Hayat hakkını elinden almadığı gibi, kendisine bir zarar da vermemiştir. Ancak kardeş/evlat katli, geridönüşümü olmayan bir şekilde hayat hakkını insanın elinden almaktır. Nasıl bu olayla kıyaslanabilir?

6. Her neyse... Yazı çok uzadı. Son birşeye daha temas edip bitirmek istiyorum. Yazıda örnek verilen Cem Sultan ve II. Bayezid Han meselesi. Burada Cem Sultan’ın haksızlığının altı çiziliyor. Tamam, öyle olsun. Fiilen de isyana girişmiş zaten. Bağy sayılabilir belki. Peki ben Yavuz Hocama sormak istiyorum: Bu kardeş isyanlarında başarılı olanlar kahraman, başarısız olanlar hep suçlu mu sayılıyor? 

Yavuz Sultan Selim Han mesela, veliaht kendisi değilken, isyan edip babasıyla savaşsa ve başarsa kahraman; Cem Sultan, kardeşiyle savaşıp kaybetse isyankâr mı oluyor? (Amca haksız, yeğen haklı yani.) Hatta öyle ki; II. Bayezid kardeşlerine birşey yapmaması şartıyla onu tahta geçirmesine rağmen, kardeşlerini ve yeğenlerini tamamıyla katlettirebiliyor? Burada "el-hükmü li’l-galip: galip gelen her zaman haklıdır" düsturuyla mı hareket ediyoruz? Eğer öyleyse bilelim, çünkü ona da Bediüzzamanca bir itirazımız var. Bu kaidenin felsefenin kem bir kaidesi olduğunu Bediüzzaman Ene Risalesi’nde söylüyor.

Hülasa; şu kardeş katli meselesi ciğerimizi yakan bir mesele. Neden bu mevzuda padişahları günahlardan beri tutmaya çalıştığımızı doğrusu anlayamıyorum. Öyle kem bir kaide ki, bu; buradan çıkarılacak devlet menfaatine uygunluk hükmüyle tarih boyunca her türlü zulüm işlenmiş. Devletin menfaati denmiş; bireylerin masumiyeti, hakları hiçe sayılmış. Bütün bunlar yaşanmışken, tarafsızca tarihi anlatmak yerine, dinin içinden padişahlara referanslar bulmaya çalışma, onların bu yaptıklarını masumlaştırma, ne işe yarar? Şu işe yarar belki: Bugün şehzade katline meşruiyet bulursan, yarın tehcire de aynı mantıkla meşruiyet bulursun. Sonra Dersim katliamı da (madem isyan var) meşru hale gelebilir. İçlerinden biri isyan etti diye, devlet menfaati için, on masumu onlarla beraber katledebilirsin. (Potansiyel var çünkü.) PKK yüzünden bütün Kürtler, Asala yüzünden bütün Ermeniler suçlu olabilir. 

"Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor."

Bugün de en çok buradan darbe yiyoruz. Dindar hürriyetperverler, yine dindar devletseverler tarafından devlet menfaatinin gereklerine ikna edilmeye çalışılıyor. Halbuki hiç üçüncü yol aranmamış. Hep "Devlet mi, evlat mı?" denmiş. Ta ki, Sultan Ahmed’e kadar. Üçüncü yol aranmadan, nasıl insanlar böyle bir seçimle ve soruyla başbaşa bırakılıyor? Ben buna itiraz ediyor ve "Hakikatin yolu bu değil, hem Kur’an, hem sünnet böyle söylemiyor!" diyorum. Bediüzzaman’ı da şahit tutuyorum. Sesim ne Ahmet Akgündüz ne de Yavuz Bahadıroğlu kadar güçlü çıkar, ama olsun. Karınca safını belli eder. Christopher Hitchens’ın dediği gibi: "(...) zihin, kanıtlanması gereken şeyin varsayılması öğretilerek eğitilemez."

Not: Daha muhterem hocama, verdiği misalden hareketle; Hz. Hızır’ın beşerî kayıtların bir kısmından kurtulmuş ve nebî ferasetine sahip olduğunu; ancak siyasilerimizin ne böyle bir kayıtsızlığa, ne de böyle bir ferasete sahip olmadıklarını, ismetle korunmadıklarını; ayrıca tırnaklanan misale rağmen ululazm peygamberler içinde Hz. Musa’nın isminin geçtiğini, Hz. Hızır’ın makamca ondan geride olduğunu ve bu yüzden yolunun Hz. Musa’nın yoluna nazaran genel olmadığını hatırlatacaktım. Padişahlara (hâşâ) bir peygamberlik atfetmiyorsak, kardeş katline buradan nasıl bir cevaz çıktığını da hayretle soracaktım. Ama yazı çok uzadı. Birçok noktasına temas etmekten vazgeçtim. Cemil Meriç’ten bir alıntıyla bitirelim: "Herkes tarafından kabul edilen bir haksızlığa isyan etmek kolay mı?" Ha, bu arada, yazının sonundaki adalet-i izafiye tarifi de yanlış. Doğrusunu bu yazının başında, Bediüzzaman'ın ifadeleri içinde bulabilirsiniz.



[1] Anatole Franse’ın Penguenler Adası eserinden (Cemil Meriç’in Mağaradakiler kitabına yaptığı alıntıdır).
[2] Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat’tan.

4 Mayıs 2014 Pazar

Çocuklar yarış atı olmasın, müminler de öyle!

Âmir Han'ın hem yapımcılığını, hem yönetmenliğini, hem de oyunculuğunu yaptığı Taare Zameen Par (Yeryüzündeki Yıldızlar/Her Çocuk Özeldir) filmi, maalesef ülkemizde gösterime girmemiş filmlerden. Hindistan sinemasına, her nedense, kapalı Türkiye. (Yeni yeni bir ilgi oluşmaya başladı.) Hollywood kadar merakı yok Asyalı kardeşlerine. Fakat ben, elimden geldiğince, tanıdığım insanlara tavsiye ediyorum bu filmi. Özellikle çocuklarıyla sorunlar yaşayan ebeveynlere.

Ishaan isminde, öğrenme güçlüğü çeken bir çocuğun, ailesiyle ve okuluyla yaşadığı sorunları anlatan film; sadece duygusal değil, aynı zamanda çok da öğretici. İzlendikten sonra yalnız akılda değil, hayatta da kalan cinsten. Bakış açısı değiştiren cinsten. Hatta filmde, sıradışı bir resim öğretmenini canlandıran Âmir Han'ın, İshaan'ın babasına öfkesini ifade etmek için kullandığı: "O kadar yarıştırmayı seviyorlarsa çocuk değil, yarış atı yetiştirsinler!" cümlesi, etkisinden bugün bile çıkamadığım bir parçasıdır filmin.

Aynı cümleyi, dersane tartışmaları sırasında, Başbakan Erdoğan'ın ağzından duymak bu yüzden şaşırtmıştı beni. Sahada uygulanabilirliği, kesin yargı belirtmek açısından, biraz daha beklememizi gerektirmekle birlikte, bir ülkenin başbakanın şu cümleyi kurmuş olması başlıbaşına bir zenginlikti: "Çocuklarımız yarış atı olmasın!" Hayatı, başarılı olmaya mecbur gibi yaşayan bir çocuğun öğretim hayatı boyunca nasıl bir stres çektiğini biliyordum çünkü. Yaşamıştım. Ancak bir çocuğun dünyasında bu durumun nasıl bir rahatsızlık vesilesi olduğunu pek az veli tahmin edebilirdi. Pek çoğu sadece sonuçlarla ilgilenirdi.

Bu sebeple yeğenim Enes'in, gittiği anaokulunda, güzelce Kur'an okumayı öğrenmesine rağmen, arkadaşlarıyla yarışıyormuş gibi, sürekli bize okudukları sayfa rakamlarını karşılaştırmalı bir şekilde aktarması beni rahatsız etti. Bir kez de okulundan aldığımda kederli bulunca sordum: "Neden canın sıkkın kıvırcık bu kadar?" Cevabından anladığım kadarıyla yine böyle birşeyde arkadaşlarından geri kalıyordu ve bu da onda gerginlik yaratıyordu. Kendisine becerebildiğim kadar çocuk dilinde şunları söyledim:

"İnsanlarla yarışmaya çalışmazsan, mutsuz olmazsın. Böyle şeylerde etrafındaki insanları geçmek değil, yaptığın şeyden keyif almak ve Allah'ın sevgisini kazanmak önemlidir. Allah seni diğer insanları geçiyorsun diye değil, Onun sevgisini samimiyetle kazanmaya çalışıyorsun diye sever. Yarışma arkadaşlarınla. Biz senden onları geçmeni beklemiyoruz. Mutlu olmanı bekliyoruz." Fakat bu noktada can yakıcı olan sadece çocukların kendilerini yarış psikolojisine sokması değildi, eğitimciler de öğretimdeki faydayı arttırmak açısından böylesi yarışmalar yapıyorlardı. Ve bu, ister istemez, çocukları gerginliğin içine çekiyordu.[1]

Bu meseleyi, Karakalem grubunun mihmandarlığını yaptığı bir sohbet sırasında, tam da İhlas Risalesi'nde geçen "Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet, yavaş yavaş ihlası kırar. Hem netice-i hizmeti de zedeler. Hem o maddî menfaati de kaçırır..." cümlesini tefekkür ederken Metin Karabaşoğlu abiye aktardım. O da Enes'e yakın yaşlardaki kızı Enise ile yaşadığı bir misal üzerinden benzer bir şekva etti. Bir gün Enise (ki kendisi bizim sohbetlerimizin de neşesidir) "Galiba salavat yarışmasından ben sonuncu geleceğim" deyince Metin abi şu manada birşey söylemiş: "Böyle şeylerde yarışmak olmaz ki. Bazı olur birisinin okuduğu bir salavat, diğerinin okuduğu yüzbin salavat kadar Allah katında makbul olur."

Hakikaten de gerek hadis-i şeriflerden, gerekse başka dinî kaynaklardan aldığımız ders buydu: Allah, bazılarının azını diğerlerinin çoğundan makbul sayabilirdi. Bediüzzaman'ın kemiyet ve keyfiyet kıyaslaması içinde, külliyat boyunca yaptığı vurgu da hep bu keyfiyette ve keyfiteydi.[2] Fakat bizler, 'hayırda yarışmak' meselesini tamamen rakamsal bir düzleme çekip, hem karşımızdakinin 'gıpta damarını tahrik etmekten' çekinmiyorduk, hem de bu yolda hırs göstermeyi meşrulaştırıyorduk. Asr-ı Saadet alıntılarında bile sahabilerin böyle şeylerde birbirleriyle yarıştığı(!) anekdotlar üzerine yapılan vurgu (ki bu yarışın bizim yarış algımızla ne kadar uyuştuğu da analiz edilmiyordu) müminlerin de "O on verdi, ben onbeş vereceğim! O kırk topladı, ben kırkbeş toplayacağım!" tarzı, açık attırma usûlü himmet toplantılarında yardıma zorlanması, bu 'rekabet damarı' tahrikinden başka neydi?

Metin abi, orada, Sa'd bin Ebi Vakkas ile Allah Resulü arasında geçen; Allah Resulü'nün, herşeyini bağışlamak isteyen Hz. Sa'd'ı bundan vazgeçirip 'ailesini muhtaç bir halde bırakmamasını' tavsiye ettiği bir Asr-ı Saadet tablosunu nakletti bizlere. Buna ilaveten yine başka başka misallerden, Allah Resulünün genel yolunun, yani cadde-i kübrasının, herşeyini bağışlayanların herşeyini almak değil, onları hadd-i vasata davet etmek olduğunu söyledi. Herşeyini bağışladığında kabul ettiği bir kişi vardı. O da Hz. Ebu Bekir. Fakat nedense Hz. Ebu Bekir'in misali herkes tarafından biliniyordu da ötekileri kimse ümmette aktarmaya çalışmıyor, dengeyi gözetmiyordu.

Hülasa; benim bütün o müzakerelerimizden anladığım: Bugün her türlü dinî grup veya fert, ihlası kıracak derecede bir rekabetle hayır üzerinde yarışmayı, 'hayır üzerine hayırsız bir boğuşma' şeklinde anlıyorsa; bunun bize aktarılan dengesiz/algıda seçici Asr-ı Saadet anlatısından tutun; böyle 'yarıştırılarak' öğretilen din tedrisatına kadar geniş, tedavisi gereken bir arkaplanı vardı. Ve bu nedenle belki de bugün keyfiyeti merkeze alması gereken pek çok dinî hareket 'rakamlarıyla' övünüp duruyordu. Hatta bunlardan bir tanesi, belki bu kemiyete düşkünlüğündeki ihlaskırıcılıktan ötürü, hizmetlerini hem tüketmiş hem de maddi menfaatini kaçırmıştı. En nihayet: İhlas Risalesi'ni okumak kolaydı da, onun ışığında hayatı değiştirmek zordu.


[1] Alice Miller, Yetenekli Çocuğun Dramı isimli eserini tam da bu konu üzerine bina etmiştir. Çok şeyler öğrendiğim ve okunmasını tavsiye ettiğim bir eserdir.
[2] Yazıyı bitirdikten sonra düşündüm: Belki de hadiste istenilen 'sağ elin verdiğini sol el bilmeyecek kadar...' gizli sadaka verme nasihatinin bir tarafı da bu işin yarışmaya dönüşmemesi hikmetine bakıyor olabilirdi? Öyle ya, bir başkası senin ne kadar verdiği bilmezse, seninle neden ve nasıl yarışsın?

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...