Tezekkür, tefekkürü terketmişse, nihayeti ülfettir. Risale-i Nur'da bazı vecizeler var, tırnaklamayı/söylemeyi çok sevdiğimiz halde, hakikatinin peşinde koşmayı bırakmışız. Meraksızlık, bir nevi ölüm. Merak, hayattan bir cüz. Sıradanlaştırma hayretin intiharı. Bunlardan en öne çıkanı, kanaatimce: "Bismillah her hayrın başıdır..." cümlesi. (Öyle ki; Parseller'de, bir fırının poşetlerinde bile bu cümle yazıyordu.) Şiddet-i zuhur, her zaman görmek sebebi olmuyor maalesef; bazı zaman da körlük sebebi. İnsanın gözünden gizlenen, bazen en çok görünen. Gözlüklü gözle gözlük aramak gibi. Aczin iki ucu var: Birisi yapamamak'a bakıyor, diğeri ise kuşatamamak'a. Yapamasan da acizsin, yaparken kuşatamasan da.
"Bismillah her hayrın başıdır..." Acaba öyle midir? Bediüzzaman'ın hiçbir cümlesi yoktur ki, sınamaktan korkayım onu. Korkmam, çünkü sınanmayı seven birisidir. Metinlerini karşıkonulmaz yapan, zaten sürekli sınanıyormuş gibi yazmasıdır onları. Burhan üstüne burhan, delil üstüne delil eklemesidir. Eğer bir yerde delillendirmediğini görürsem, bunu o cümleye güvensizliğe hamletmem bu yüzden. Belki de tefekkürün kapısını açmış, yolculuğun devamını ise takipçisine bırakmıştır? Öyle ya, her soruya cevap verse, yazdığı yine kitap olur; ama sormayı öğretenin yazdığı ancak ekoldür. Farkını soruyorsan: Birisi, kendinde bitmiş olan. Diğeri, kendinden sonra başlayan.
"Bismillah her hayrın başıdır..." Bu cümlenin birkaç sorusu var, ortaya konması gereken. Doğru soruları bulduğunuzda, doğru cevaplar da başlıyor ortaya çıkmaya. Birinci soru: Hayr nedir? Yalnız faydalı olan mı? İşe yarayan mı? Yetmiyor bu anlamlar hayr'ı tartmaya. Neyse ki, 13. Lem'a yetişiyor bu noktada imdadımıza: "Ekseriyet-i mutlaka ile dalâlet ve şer, menfidir ve tahriptir ve ademîdir ve bozmaktır. Ve ekseriyet-i mutlaka ile hidayet ve hayır, müsbettir ve vücudîdir ve imar ve tamirdir." Demek, hayrı tarif ederken vücudî olana, yani varoluşsal olana bakacağız. Parçaya değil, bütüne daha çok. Hem bütüne, hem bütünlüğe (onun zamanı aşmış boyutuyla sonsuzluğa) hizmet edene. Vücudî, doğrudan varoluşu; imar ve tamir ise varoluşun bizim nazarımızda eksik gözüken yanlarının tamamlanmasını ifade ediyor sanki.
Bu arada, şerre de bir yer bulalım: Şer, varoluşu kesintiye uğratan, eksik bırakan, yıkan, belki de sonlandıran. Şer bu pencereden bakınca eylemsizlik değil, eylem. Ama varoluşa hizmet etmeyen eylem. Sonuçları, varolanın devamına ve bütünlüğüne hizmet etmiyor. Demek eylemler de ikiyi bölündü şimdi: Varoluşsal ve yıkımsal. Vücudî ve ademî. Peki insanın elinde var etme ve yok etme gücü var mı? Yok. Ama nazarında var kılmak veya yok kılmak? Var. Bediüzzaman'ın "Halk-ı şer şer değildir, kesb-i şer şerdir" sözünü de anımsayalım burada. Yaratılan şer değil aslında, bizim eksik bakışımız/bırakışımız şer. Şer bireysel bu yüzden, hayır ise kapsamlı. Hayrı görmek bütüne bakmayı gerektiriyor daha çok. Şerri kazanan danesinde boğuluyor. Gözünü kapamakla kendine gece edenlerden. Hayrı arıyorsan hep açını genişleteceksin. Daha geniş bakmak, boğulmayı engeller. Gel, istersen Muhakemat'a götüreyim seni: "Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir."
Şimdi dönüp gelmeli, yeni suallerin peşine düşmeli: "Neden Allah'ın ismi, varlıksal olanın herşeyin başıdır?" Ama bunun cevabı malum. Vareden Oysa, elbette varoluşsal herşey Onun ismine bağlı. Bu kolay oldu. Yeni bir sual soralım o zaman: "Neden başka bir isim değil de Allah ismi, varoluşsal herşeyin başı?"
İşte bu soru içinde güzel bir ders var. Allah ismi, Esma terminolojisinde, aslında bütün isimlerin manalarını kendinde derceden, toplayan, kapsayan bir kuşatıcılığa sahip. Ondan gayrı hangi ismi zikretsen, evet yine Allah'ın ismidir ama, Allah ismi değildir. Çünkü onun kuşatıcılığına sahip değildir. Allah ismini zikrettiğin zaman bütün Esmayı ve sıfatı, bütün kuşatıcılığı ve dengesiyle zikretmiş sayılırsın. Bakma, şimdilerde onu söylerken yalnız aklımıza Halık isminin manası geliyor. O bizim hatamız. Aslında Allah ism-i celili bütün Esmanın başıdır.
Hatırlıyor musun, yukarıda, şerrin cüz'î olduğunu öğrenmiştik? Hayrın ise geniş bakmakla kendini gösterdiğinden bahsetmiştik. Şimdi farklı bir şekilde bakmayı teklif ediyorum "Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hatâ ediyorlar..." cümlesinden hareketle: Sakın bizim şer sandıklarımız, yahut kesb ile kendimize şer kıldıklarımız, işte böyle isimlerin tamamını kuşanamayışımızdan, tamamının denge halinden meselelere bakamayışımızdan olmasın? Mesela musibeti Allah'tan bilip de Allah'ı Hakîm bilmemek; Onun celalini en küçük hücremize kadar hissedip cemalini görememek, eksik nazarımızda, bizim için hayrolanı, bize şer kılmaz mı? Başka versiyonlarıyla da bu tehlike geçerli:
"Madem perdelerin birbirine temâşâ eder pencereleri var (...) elbette gerektir ki: Cenab-ı Hakkı bir isim, bir ünvan ile; bir rubûbiyetle ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rubûbiyetleri, şenleri, içinde inkâr etmesin. Belki, her bir ismin cilvesinden sair esmaya intikal etmezse, zarar eder. Mesela, Kadîr ve Halık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dal düşebilir."[1]
Bu açıdan bakınca "Bismillah her hayrın başıdır..." çok kapsamlı bir hakikatin anahtarı gibi görünüyor. Şöyle: Varlıksal olan denge ister. Denge ise kuşatıcılık. Kuşatıcılık ise bütün Esmayı bilmekle olur. Esma ise Allah ism-i celilinin içinde deruhte. Onun kuşatıcılığını yakalarsan hayatı hayırla yaşarsın. Varlık da sana hep hayır yüzünü gösterir. Bismillah: Allahın ismiyle başlamak herşeye, belki bu yüzden İslam nişanı. Buradan nişan alırsan, hakikati ıskalamazsın. Hiçbir yerde, şen'de, isim'de, cilve'de, ünvan'da, rububiyet'te takılmazsın. "Alanı her yerde selametle gezdi." Bu arada: Ene Risalesi'nin ahirindeki üç yolu düşün. Neden en makbul olan yol, göğe yükseldiğinde, yani herşeyi kuşbakışı/kuşatıcı seyrettiğinde aldığın yol?
[1]
İlginçtir, bu metnin devamında, Bediüzzaman'ın, okuruna tembih ettiği her
Kur'anî cümle 'Allah' lafzını içeriyor.