'Neden yazmak?' diye her sorulduğunda (koltuklarımızın altına birer büyük karpuz girmiş gibi) kasılmamıza gerek yok. Kimseyi esirgemiş, kimseye lutfetmiş, hazinemizden bağışta bulunmuş değiliz. Alan eliz, veren el değiliz. Asıl fakir biziz, esas zengin değiliz. Hiçbirimizin birden fazla yolu yoktu. Yazmak veya yazmamak diye iki seçeneği yoktu. Üzerine yaratıldığımız şey, aynı zamanda bir açlık olarak içimize bırakıldığından dolayı, buyurgan ve karşıkonulmaz tavrıyla bizi büktü. Mecburduk ve öyle yaptık. Öyle yapmak bize sevdirildi. Öyle yapmak karşıkonulmaz kılındı bizler için. Öyle yapmak kaçınılmazdı. Ve öyle yaptık.
Donan suyun demiri parçalaması kadar safça ve başkası olamazca işlenmişti bu fıtratımıza. Biz de şükür ki taraf tuttuk, iştiyakla ve hatta aşkla yaptık. Fussilet sûresinde kulağımıza fısıldanan birşeydi bu: "Bundan başka, duman halindeki göğe yöneldi ve hem ona, hem de yeryüzüne 'İsteseniz de, istemeseniz de gelin' buyurdu. İkisi de 'İsteyerek geldik' dedi!"
Şu kibre hiç gerek yok: Şıklar birden fazlaydı da birisini seçmiş değiliz. Sırf seçmekle olsun dünyaya bir bağışta bulunmuş değiliz. Çaresizdik. Başka şey beceremiyorduk. Başka herşey hayatımızda iğreti duruyordu. Ondan yazdık. Yazmaya kaçtık. Bunun için yaratılmışız gibi geliyordu. Çünkü ancak bunu yaparken rahattık. Yazarken iyiydik ve gerçek hayat yaşıtlarımıza göründüğü kadar cazibedar/güleryüzlü görünmüyordu bize. En gerçeği ve de samimisi: Beceremiyorduk. Daha fazla alınıyor ve daha çabuk güçten düşünüyorduk. Kollarımızın gücünü değil hayallerimizin öcünü sevdik bu yüzden. Yazarak öç aldık dünyadan. Dünyadan, yine çok sonraları uyandığımız bir nimet olarak, soğutulmuştuk.
O nedenle; mezkûr sorunun sorulduğu andan itibaren böbürlenip, sonra ağırca 'yazmak:...' deyip, sonuna benim koyduğum iki noktadan koyup, sonra derin derin izahata girişmenin anlamı yok. Yazmaya verdiğin anlamların hiçbirisi o iki noktanın ardında olmasaydı da sen yine yazacaktın. Hatta o iki noktanın ardından söylediklerinin çoğunu yazdıktan sonra farkettin. (Alınma ama, uydurdun hatta.) Önce felsefesini yapmış, sonra yazmış değilsin. Yazmanın kaderini senden başkası yazdı. Bu çok belli. Sen kaderinin bıraktığı ekmek kırıntılarını takip ettin meraklı bir güvercin gibi. O sebepten numarayı kesmemiz gerektiğini düşünüyorum. Tasannu ta buralarda bitmeli. Yazdıklarımız da daha fazla yapmacık olmadan.
Bu meseleye dair her ne yazsak veya söylesek başlangıcımız-sonumuz acz. Güçsüzdük, yazdık. İhtiyacımız vardı, yazdık. Açtık, yazdık. Muhtaçtık, yazdık. Herşey tastamam mürşidinin dediği gibi oldu: "Hem deme ki: 'Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi." Halimiz hep böyle. Fazlası değil. Fazlası yalan. Niye kendimizi daha fazlasıymış gibi yaparak sıkıyoruz ki? Olmadığın şey gibi görünmekten büyük çile var mı dünyada?
1 Eylül 2016 Perşembe
26 Ağustos 2016 Cuma
Kadere iman, imanın kemalidir (9): Kadersiz Kur'an olur mu?
Yaratış elbetteki yapıcılıktır. Ve yapıcılık yıkıcılık gibi değildir. İkisi de fiildir, fakat mahiyetleri farklıdır. Yapıcılık, gelişigüzellik değil, belirginlik ister. Tesadüf değil, düzen ister. Kader konusunda inkârcılarının en temelde anlayamadığı şey şu sanırım: "Bilmek yıkmaktan sonra gelir de yapmaktan sonra gelemez." Düzen bilmeksiz yaratılamaz. Birşeyin yaratılışı onun nasıl yaratılacağını bilmeden olamaz. Yani yaratılış sadece kudretle değil ilimle de ilişkilidir. Öncesinde (bu öncelik-sonralık beşerin sınırlılığı için geçerlidir) ilim olmayan yaratış olamaz. Bir dönem reklamlarda da vurgulandığı gibi: "Kontrolsüz güç, güç değildir." Öncesinde ilim olmayan fiil yıkıcıdır. Kudreti kontrolde tutan ilmin kalıbıdır. Yani sınırların belirginliğidir.
Peki, yaratılış sadece ilim ve kudretle mi ilişkilidir? Elbette hayır. Bir fiilin vücuda gelebilmesi için gereken üçüncü öğe de iradedir. İlimle kudret arasındaki bağı kuran odur. Nasıl yapılacağını bildiğiniz o kadar çok şey vardır ki, eğer onlardan birisini seçmezseniz, kudretiniz hiçbirisini elinize vermez. Yapmasını bildiğiniz yüzlerce yemek olabilir. Ama akşama ne yapacağınıza karar vermediğiniz sürece misafirleriniz açlık riskiyle karşı karşıyadır.
Kadere imanımız da, aslında, yaratışın ilim ve irade ile olan ilgisini kabulümüzdür. Tevhide inananlar için yaratışın ilim ve irade boyutunu, kaçınılmaz bir şekilde, 'kader' ifade eder. Bediüzzaman'ın 'Birşeyin neticesi, semeresi evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir...' ifadesi yapıcılığın yıkıcılıktan farkını da ortaya koyar. Eğer ilimle belirli ve iradeyle seçilmiş bir hedefe doğru gitmiyorsa fiileriniz, o bir yaratış değil, ancak yokediştir. Allah'ın rububiyeti, yani terbiye ediciliği, eğer (hâşâ) ulaşılacak kemalden haberdar olmayan bir rububiyet ise, nasıl o kemale ulaştıracaktır? Kader inkârcılarının ilk önce hesaplaşmaları gereken şey şudur: Öncesinde bir ilim ve irade olmadan yaratılış salt kudretle nasıl açıklanacaktır?
Yine mürşidimin sıklıkla ifade ettiği, 'insanın elinin hayırda kısa, şerde uzun oluşu' yoksun olduğu ilim penceresinden anlaşılabilir. İnsan yaptığı fiilerin ne kadarının sonuçlarına/içeriğine ilmiyle kaildir? Bu cahilliği nedeniyle yapacaklarının şerre yakın olması kaçınılmazdır. Çünkü ilimsiz eylem yıkıcılığa yaklaşır. Evet, Allah, bazı şeyleri onun istemesi üzerine yaratmaktadır. Fakat bu yaratışın içeriğini veya sonuçlarını taşıyacak ilim insanda bulunmamaktadır. Bu yoksunluk nedeniyle istemesinin yapış mı/yıkış mı olduğunu ayırabilmesi güçtür. Şeriat bu noktada bize 'yapıcıların' ve 'yıkıcıların' neler olduğunu tarif ederek kolaylık sağlar. Aleyhissalatuvesselam buyurur: "Din kolaylıktır." Biz bu âlemde yaşarız. Bu âlemde işleriz. Bu âlemde eyleriz. Fakat bu âlemi yıkmamak için gerekli olan kuşatıcı ilimden bihaberiz.
Bediüzzaman'ın "Madem ki yapar ve bilir; elbette konuşur..." cümlesi de kaderin yaratış, vahiy ve nübüvvetle olan ilgisini karşıkonulmaz bir şekilde ortaya koyar. Allah'ın yapması bilmesiyle ilişkili olduğu gibi, konuşması da yapması ve bilmesiyle ilişkilidir. Aslında ilim, irade ve kudret dediğimiz üçlü 'yaratış' üzerinden bize önce şunu söyler: Allah, mahlukatıyla ilgilidir. İlgilidir ki, yaratmıştır. Bu ilginin seviyesi ise yaratışı ve bilişi gibi sonsuzdur. Kur'an'daki ifadeleriyle, 'insana şah damarından yakın olan' veya 'kişi ile kalbi arasına giren' Allah, ilahlığının şanı olarak böyledir. Zira şah damarını yaratanın şah damarından, kişiyi ve kalbini yaratanın kişiden ve kalpten daha uzakta olması düşünülemez. Bu yakınlık elbette mekansal bir yakınlık değil, yaratışın ve bilişin haber verdiği ilgi yakınlığıdır. Kader böylesi bir yakınlıktan haber verir.
Bilinen şey aslında ilgilenilen şeydir. İrade edilen de ilgilenilendir. Yaratışın kudret kısmı da bir ilgi anlatır. Biz hem ilim, hem irade, hem kudret üzerinden Allah'ın bizimle hem Ehadî hem Vahidî düzlemlerde ilgilendiğini anlarız. Bu belki bu üç sıfattan yapılan ortak bir şuunat okumasıdır.
"Merhametine mazhar olanların, hususan Cennet-i bâkiyede nihayetsiz envâ-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânü'r-Rahîm, Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnâtla tabir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. 'Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye' tabir edilen, izn-i şer'î olmadığından yad edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudat mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz."
Allah bizi bilmektedir, çünkü bizimle ilgilenmektedir. Allah bizi irade etmektedir, çünkü bizimle ilgilenmektedir. Allah bizi kudretiyle yaratmaktadır, çünkü bizimle ilgilenmektedir. (Yine öncelik-sonralık ilişkisinin beşerin sınırlarıyla ilgili birşey olduğunu hatırda tutalım.) Bu açıdan bakıldığında denilebilir ki: Kullarıyla 'bilmek' ve 'yapmak' yönünden ilgisi aşikâr olan Allah'a 'konuşmak ilgisi' yönünde bir yasak konulamaz. Bilmek ve yapmak yönündeki ilgileri iktiza eder ki, konuşsun. (Deizm tam da bu noktada çıkmaza düşer.) Çünkü yarattıklarını konuşulabilir yarattığı gibi onlara yaşayışlarını yokedişlere çevirebilecek irade de vermiştir. Bunu da bilmektedir. Yaşayışlarını yokediş haline getirmemeleri için ilme ihtiyaçları vardır. Bu ilim de ancak 'konuşmak' üzerinden aktarılabilir. Bu da hem vahyi ve hem de nübüvveti gerektirir. Yani demem o ki arkadaşım: Kaderî bilişin akaidin tamamıyla ilgisi vardır. Sen bakma "Kur'an'da yok!" falan diye martaval okuyanlara... Kur'an'ın nüzulu dahi kaderî bilişin sonucudur. Kaderi inkâr eden iman kalesini yıkmaya başlar. Artık yokedişi nerede durur, bilinmez.
Peki, yaratılış sadece ilim ve kudretle mi ilişkilidir? Elbette hayır. Bir fiilin vücuda gelebilmesi için gereken üçüncü öğe de iradedir. İlimle kudret arasındaki bağı kuran odur. Nasıl yapılacağını bildiğiniz o kadar çok şey vardır ki, eğer onlardan birisini seçmezseniz, kudretiniz hiçbirisini elinize vermez. Yapmasını bildiğiniz yüzlerce yemek olabilir. Ama akşama ne yapacağınıza karar vermediğiniz sürece misafirleriniz açlık riskiyle karşı karşıyadır.
Kadere imanımız da, aslında, yaratışın ilim ve irade ile olan ilgisini kabulümüzdür. Tevhide inananlar için yaratışın ilim ve irade boyutunu, kaçınılmaz bir şekilde, 'kader' ifade eder. Bediüzzaman'ın 'Birşeyin neticesi, semeresi evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir...' ifadesi yapıcılığın yıkıcılıktan farkını da ortaya koyar. Eğer ilimle belirli ve iradeyle seçilmiş bir hedefe doğru gitmiyorsa fiileriniz, o bir yaratış değil, ancak yokediştir. Allah'ın rububiyeti, yani terbiye ediciliği, eğer (hâşâ) ulaşılacak kemalden haberdar olmayan bir rububiyet ise, nasıl o kemale ulaştıracaktır? Kader inkârcılarının ilk önce hesaplaşmaları gereken şey şudur: Öncesinde bir ilim ve irade olmadan yaratılış salt kudretle nasıl açıklanacaktır?
Yine mürşidimin sıklıkla ifade ettiği, 'insanın elinin hayırda kısa, şerde uzun oluşu' yoksun olduğu ilim penceresinden anlaşılabilir. İnsan yaptığı fiilerin ne kadarının sonuçlarına/içeriğine ilmiyle kaildir? Bu cahilliği nedeniyle yapacaklarının şerre yakın olması kaçınılmazdır. Çünkü ilimsiz eylem yıkıcılığa yaklaşır. Evet, Allah, bazı şeyleri onun istemesi üzerine yaratmaktadır. Fakat bu yaratışın içeriğini veya sonuçlarını taşıyacak ilim insanda bulunmamaktadır. Bu yoksunluk nedeniyle istemesinin yapış mı/yıkış mı olduğunu ayırabilmesi güçtür. Şeriat bu noktada bize 'yapıcıların' ve 'yıkıcıların' neler olduğunu tarif ederek kolaylık sağlar. Aleyhissalatuvesselam buyurur: "Din kolaylıktır." Biz bu âlemde yaşarız. Bu âlemde işleriz. Bu âlemde eyleriz. Fakat bu âlemi yıkmamak için gerekli olan kuşatıcı ilimden bihaberiz.
Bediüzzaman'ın "Madem ki yapar ve bilir; elbette konuşur..." cümlesi de kaderin yaratış, vahiy ve nübüvvetle olan ilgisini karşıkonulmaz bir şekilde ortaya koyar. Allah'ın yapması bilmesiyle ilişkili olduğu gibi, konuşması da yapması ve bilmesiyle ilişkilidir. Aslında ilim, irade ve kudret dediğimiz üçlü 'yaratış' üzerinden bize önce şunu söyler: Allah, mahlukatıyla ilgilidir. İlgilidir ki, yaratmıştır. Bu ilginin seviyesi ise yaratışı ve bilişi gibi sonsuzdur. Kur'an'daki ifadeleriyle, 'insana şah damarından yakın olan' veya 'kişi ile kalbi arasına giren' Allah, ilahlığının şanı olarak böyledir. Zira şah damarını yaratanın şah damarından, kişiyi ve kalbini yaratanın kişiden ve kalpten daha uzakta olması düşünülemez. Bu yakınlık elbette mekansal bir yakınlık değil, yaratışın ve bilişin haber verdiği ilgi yakınlığıdır. Kader böylesi bir yakınlıktan haber verir.
Bilinen şey aslında ilgilenilen şeydir. İrade edilen de ilgilenilendir. Yaratışın kudret kısmı da bir ilgi anlatır. Biz hem ilim, hem irade, hem kudret üzerinden Allah'ın bizimle hem Ehadî hem Vahidî düzlemlerde ilgilendiğini anlarız. Bu belki bu üç sıfattan yapılan ortak bir şuunat okumasıdır.
"Merhametine mazhar olanların, hususan Cennet-i bâkiyede nihayetsiz envâ-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânü'r-Rahîm, Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnâtla tabir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. 'Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye' tabir edilen, izn-i şer'î olmadığından yad edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudat mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz."
Allah bizi bilmektedir, çünkü bizimle ilgilenmektedir. Allah bizi irade etmektedir, çünkü bizimle ilgilenmektedir. Allah bizi kudretiyle yaratmaktadır, çünkü bizimle ilgilenmektedir. (Yine öncelik-sonralık ilişkisinin beşerin sınırlarıyla ilgili birşey olduğunu hatırda tutalım.) Bu açıdan bakıldığında denilebilir ki: Kullarıyla 'bilmek' ve 'yapmak' yönünden ilgisi aşikâr olan Allah'a 'konuşmak ilgisi' yönünde bir yasak konulamaz. Bilmek ve yapmak yönündeki ilgileri iktiza eder ki, konuşsun. (Deizm tam da bu noktada çıkmaza düşer.) Çünkü yarattıklarını konuşulabilir yarattığı gibi onlara yaşayışlarını yokedişlere çevirebilecek irade de vermiştir. Bunu da bilmektedir. Yaşayışlarını yokediş haline getirmemeleri için ilme ihtiyaçları vardır. Bu ilim de ancak 'konuşmak' üzerinden aktarılabilir. Bu da hem vahyi ve hem de nübüvveti gerektirir. Yani demem o ki arkadaşım: Kaderî bilişin akaidin tamamıyla ilgisi vardır. Sen bakma "Kur'an'da yok!" falan diye martaval okuyanlara... Kur'an'ın nüzulu dahi kaderî bilişin sonucudur. Kaderi inkâr eden iman kalesini yıkmaya başlar. Artık yokedişi nerede durur, bilinmez.
25 Ağustos 2016 Perşembe
Yaşamak düşmektir...
Mürşidim; "İnsan, yediklerine bir baksın. Biz suyu bol bol indirdik. Toprağı yardıkça yardık. Ondan daneler, üzümler, sebzeler, zeytinlikler, hurmalıklar, bol ağaçlı bahçeler, çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik—size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye..." (Abese Sûresi, 80:24-32.) gibi ayetlerin tefsiri sadedinde diyor ki: "Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gösteriyor ki, sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte, sebep ve müsebbep ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder."
Bu bahsi seviyorum. Zira nicedir aradığım bir cevabı da içinde saklıyor. Durun, durun! Acele etmeyelim. Cevaptan önce soruyu zikredelim: İnsana Allah'ı aratan nedir? Bir dakika. Bu çok çabuk oldu. Daha öncesine gidelim: İnsanı varolduğu gibi varolmaktan, varolagelmekten, varolagitmekten alıkoyan nedir? Yaşamak neden yetmemektedir insanoğluna? Neden yaşamın anlamına dair bir mesaiyi/arayışı kaçınılmaz bulmaktadır? Veyahut en net şekliyle ortaya koyalım sorumuzu: "İnsan neden hayvan gibi yaşayamıyor?"
Yese, içse, yatsa... Uyansa, eğlense, uyusa... Neden bütün bunlar insana yetmiyor? Neden daha fazlasını arıyor? Bence bütün bu soruların cevabı olan 'kutsanası insanî kararsızlığın' el-esmaü'l-hüsna ile yukarıdaki gibi bir ilgisi var. İnsan hayvandan farklı olarak esmayı sezecek şekilde yaratılmış. Daha evvel de 'tutunmak' ile ilgili yazılarımda bu konuya dokunmuştum: İnsan boşluktadır. Yaşamak düşmektir. (Neden rüyalarımızda sıkça düşeriz?) Ayet-i celilenin ifadesiyle ahsen-i takvimde (en güzel kıvamda) yaratılıp esfele's-safiline (aşağıların en aşağısına) inerken yaşadığı düşme hissini gidermeye çalışır her türlü çabasıyla. Çünkü ayetin devamında haber verilen şeyin bu düşmeyi durduracağını bilir: "İman edenler ve salih ameller işleyenler müstesna..."
İman etmek ve salih amel işlemek... Bu ikisinden başka yol yoktur tutunmak için. Çevresini anlamlandırdığı ölçüde anlamdan duvarlara, mekanlara ve huzura ulaşır. Hayvan gibi sadece 'yapmak için yapmak' yetmez insanoğluna. O fiilin bir de amacı olmalıdır. Amaçlarının yüceliğinde inandıkça hayatında da bir lezzet hasıl olur. Fiilden alınan lezzet genelde nefsîdir. Amaçtan alınan lezzet ruhîdir.
Bazıları kendini sahte anlamlarla ve imanlarla kandırır. Tüm bâtıl akideleri bu başlık altında toplayabiliriz. Bazıları da kendini sahte amellerle ve çabalarla yanıltır. Fiillerin lezzetiyle ruhun açlığını bastırır(!) Bütün yıkıcılıkları, sefahati ve eğlentileri bu başlık altında toplayabiliriz. Ama nihayetinde, sapkın olsun mü'min olsun, her insanın varoluşu veyahut varoluşunun huzura kavuşması, 'amele' ve 'imana' bakar. Hiçkimse hiçbirşey yapmadan hayatta kalamaz ve hiçbir amaca hizmet etmeyen şeyleri de yapmak istemez.
Anlamlı olmaya açız. Ruhumuz ekmekten daha çok eylem ve anlam arıyor. Yüce bir amaç için yapıldığına inanmadığımız fiilerimiz zamanla omuzlarımızda biriken yüklere dönüşür. Amaç fiilin canıdır. Yahut da şöyle söyleyelim: İman amelin canıdır. O fiilin yalnız olmadığını, bir iman/amaç kardeşliğiyle-kanunuyla kendisiyle bitmeyecek bir silsileye bağlandığını hisseder insan yüce birşeye inanmakla. Bu onun sonsuzluk arzusunun zorunlu kıldığı bir çabadır. Allah bizi bir bütünün parçası olmaya müptela yaratmıştır.
Konuyu daha fazla dağıtmadan sadede geleyim: Bize hayvan olmadığımızı hissettiren şu 'kutsanası boşluğu' yaşatan nedir? İşte, bence o boşluk, Bediüzzaman'ın yukarıda altını çizdiği bu boşluktur: "(...) sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var." Evet, hakikaten var bu. Ve biz bu boşluğu hissettiğimiz/sezdiğimiz için huzurlu olamıyoruz. Ağaçtan elmayı, bebekten gülücüğü, anneden şefkati, arıdan balı, böcekten ipeği, buluttan yağmuru, sevgiliden aşkı... Bunların hepsini alırken aslında aldıklarımızın verdiklerini yaratamayacaklarını seziyoruz. Bu bizi huzursuz kılıyor. Hatta bazen almaya alışık olduklarımızın vermeyi kesmesi bu sebep-sonuç arasındaki mesafeyi daha şiddetli hissettiriyor. Bir dostun yüzünü asması neden huzursuz eder? Bir yârin ilgisizliği kalbi neden cehenneme çevirir? Çünkü hatırlanan boşluktur. Onlar sonuçları olan şeyleri yaratmaktan çok uzaktırlar.
Kutsanası insanî boşluk hayvan olmadığımızı hatırlatarak kararsızlığımızı coşturuyor. Bu kararsızlık bizi yeni arayışlara itiyor. Ve biz, bu arayışlar sayesinde, Alak sûresinin ifadesiyle 'bizi azgınlaştıracak istiğnadan' kurtularak, insanlaşıyoruz. Yani; vahyin esmaü'l-hüsna ile öğrettiği, sırtımızı yaslayacak duvarların, elimizi koyacak mekanların, tutunacak kulpların bilgisidir. Esmayı bilmek hayatta tutunacak daha çok kulba sahip olmaktır. Fiilleri sönmeyen ve yokolmayan anlamlarla bağlamaktır. Kur'an'ın kendisini 'sapasağlam bir kulp' olarak tarif etmesi içinde esmanın bize kattığı bu dengenin payı büyük. En nihayet demem o ki: Düşüyoruz arkadaşım. Tutunmamız gerek. Hayvandan en büyük farkımız: O düşmüyor. Biz düşüyoruz. Ne mutlu düştüğünü farkedene...
Bu bahsi seviyorum. Zira nicedir aradığım bir cevabı da içinde saklıyor. Durun, durun! Acele etmeyelim. Cevaptan önce soruyu zikredelim: İnsana Allah'ı aratan nedir? Bir dakika. Bu çok çabuk oldu. Daha öncesine gidelim: İnsanı varolduğu gibi varolmaktan, varolagelmekten, varolagitmekten alıkoyan nedir? Yaşamak neden yetmemektedir insanoğluna? Neden yaşamın anlamına dair bir mesaiyi/arayışı kaçınılmaz bulmaktadır? Veyahut en net şekliyle ortaya koyalım sorumuzu: "İnsan neden hayvan gibi yaşayamıyor?"
Yese, içse, yatsa... Uyansa, eğlense, uyusa... Neden bütün bunlar insana yetmiyor? Neden daha fazlasını arıyor? Bence bütün bu soruların cevabı olan 'kutsanası insanî kararsızlığın' el-esmaü'l-hüsna ile yukarıdaki gibi bir ilgisi var. İnsan hayvandan farklı olarak esmayı sezecek şekilde yaratılmış. Daha evvel de 'tutunmak' ile ilgili yazılarımda bu konuya dokunmuştum: İnsan boşluktadır. Yaşamak düşmektir. (Neden rüyalarımızda sıkça düşeriz?) Ayet-i celilenin ifadesiyle ahsen-i takvimde (en güzel kıvamda) yaratılıp esfele's-safiline (aşağıların en aşağısına) inerken yaşadığı düşme hissini gidermeye çalışır her türlü çabasıyla. Çünkü ayetin devamında haber verilen şeyin bu düşmeyi durduracağını bilir: "İman edenler ve salih ameller işleyenler müstesna..."
İman etmek ve salih amel işlemek... Bu ikisinden başka yol yoktur tutunmak için. Çevresini anlamlandırdığı ölçüde anlamdan duvarlara, mekanlara ve huzura ulaşır. Hayvan gibi sadece 'yapmak için yapmak' yetmez insanoğluna. O fiilin bir de amacı olmalıdır. Amaçlarının yüceliğinde inandıkça hayatında da bir lezzet hasıl olur. Fiilden alınan lezzet genelde nefsîdir. Amaçtan alınan lezzet ruhîdir.
Bazıları kendini sahte anlamlarla ve imanlarla kandırır. Tüm bâtıl akideleri bu başlık altında toplayabiliriz. Bazıları da kendini sahte amellerle ve çabalarla yanıltır. Fiillerin lezzetiyle ruhun açlığını bastırır(!) Bütün yıkıcılıkları, sefahati ve eğlentileri bu başlık altında toplayabiliriz. Ama nihayetinde, sapkın olsun mü'min olsun, her insanın varoluşu veyahut varoluşunun huzura kavuşması, 'amele' ve 'imana' bakar. Hiçkimse hiçbirşey yapmadan hayatta kalamaz ve hiçbir amaca hizmet etmeyen şeyleri de yapmak istemez.
Anlamlı olmaya açız. Ruhumuz ekmekten daha çok eylem ve anlam arıyor. Yüce bir amaç için yapıldığına inanmadığımız fiilerimiz zamanla omuzlarımızda biriken yüklere dönüşür. Amaç fiilin canıdır. Yahut da şöyle söyleyelim: İman amelin canıdır. O fiilin yalnız olmadığını, bir iman/amaç kardeşliğiyle-kanunuyla kendisiyle bitmeyecek bir silsileye bağlandığını hisseder insan yüce birşeye inanmakla. Bu onun sonsuzluk arzusunun zorunlu kıldığı bir çabadır. Allah bizi bir bütünün parçası olmaya müptela yaratmıştır.
Konuyu daha fazla dağıtmadan sadede geleyim: Bize hayvan olmadığımızı hissettiren şu 'kutsanası boşluğu' yaşatan nedir? İşte, bence o boşluk, Bediüzzaman'ın yukarıda altını çizdiği bu boşluktur: "(...) sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var." Evet, hakikaten var bu. Ve biz bu boşluğu hissettiğimiz/sezdiğimiz için huzurlu olamıyoruz. Ağaçtan elmayı, bebekten gülücüğü, anneden şefkati, arıdan balı, böcekten ipeği, buluttan yağmuru, sevgiliden aşkı... Bunların hepsini alırken aslında aldıklarımızın verdiklerini yaratamayacaklarını seziyoruz. Bu bizi huzursuz kılıyor. Hatta bazen almaya alışık olduklarımızın vermeyi kesmesi bu sebep-sonuç arasındaki mesafeyi daha şiddetli hissettiriyor. Bir dostun yüzünü asması neden huzursuz eder? Bir yârin ilgisizliği kalbi neden cehenneme çevirir? Çünkü hatırlanan boşluktur. Onlar sonuçları olan şeyleri yaratmaktan çok uzaktırlar.
Kutsanası insanî boşluk hayvan olmadığımızı hatırlatarak kararsızlığımızı coşturuyor. Bu kararsızlık bizi yeni arayışlara itiyor. Ve biz, bu arayışlar sayesinde, Alak sûresinin ifadesiyle 'bizi azgınlaştıracak istiğnadan' kurtularak, insanlaşıyoruz. Yani; vahyin esmaü'l-hüsna ile öğrettiği, sırtımızı yaslayacak duvarların, elimizi koyacak mekanların, tutunacak kulpların bilgisidir. Esmayı bilmek hayatta tutunacak daha çok kulba sahip olmaktır. Fiilleri sönmeyen ve yokolmayan anlamlarla bağlamaktır. Kur'an'ın kendisini 'sapasağlam bir kulp' olarak tarif etmesi içinde esmanın bize kattığı bu dengenin payı büyük. En nihayet demem o ki: Düşüyoruz arkadaşım. Tutunmamız gerek. Hayvandan en büyük farkımız: O düşmüyor. Biz düşüyoruz. Ne mutlu düştüğünü farkedene...
23 Ağustos 2016 Salı
Yoksa Ahmed, Nouman Ali Khan'ı kıskanıyor mu? (2)
Daha önce de belirttiğim birşeyin altını tekrar çizmem gerek: Ben Numan Ali Han'ı çok bilmiyorum. İnternette denk gelen birkaç videosu dışında dinleyicisi olmadım. O yüzden şahsı veya itikadı hakkında yapacağım hiçbir tesbit isabetli olmaz ve yapmayacağım da zaten. Ancak hadis-i şerif sırrınca şuna inanıyorum: "Acele şeytandandır. Teenni ise Rahman'dandır." Bu yüzden özellikle muasırlarımlarımdan dinlediğim/okuduğum herkese karşı bir teenni sahibiyim. Bildiğim kadarıyla ehl-i sünnet mizanlarıyla sözlerini tartmaya meyyalim. Tartmadan yapılacak bir intisabın, en son örneğini FETÖ'de gördüğümüz şekilde, nasıl acı sonuçları olabileceğini biliyorum. Bu yüzden 'acaba' demekten vazgeçemiyorum.
Hem mürşidim, bizzat kendisini mevzubahis ederek, bana şöyle demiş: "Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."
Hem yine demiş: "Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesâili takliden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakikati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki eder."
Ben de bu sözlerden ders alarak kulağıma gelen seslere karşı teenni ediyorum. Halkın teveccühünün ondan yana olması endişemi azaltmıyor. Özellikle 'aniden çok muteber olan' isimler hakkında teennim ziyadeleşiyor. Kısa sürede büyük başarılar elde edenlere karşı endişelerim artıyor. Neden böyle oluyor? Çünkü biliyorum: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın İslam'ı yayması zorluklarla dolu 23 yıldır. Ama Müseyleme'nin koca koca kitleleri irtidat ettirmesi birkaç aylık hâdisedir. Yine mürşidimin dediği gibi: 'On senede yapılan bir sarayın bir dakikada harap olması...' mümkündür. Mesleği yıkmak olanın yapmak olanlara nazaran daha tumtraklı görünmesi, daha çok göze batması, daha faal telakki edilmesi mümkündür.
Teenni, parçada hızlı olana değil, bütünde haklı olana şartlanmaktır. Acele işe neden şer/şeytan karışır? Çünkü Muhakemat'ta dendiği gibi 'hayır külli, şer cüzi'dir. Çünkü acele edildiğinde muhatap olunan varlığın bütünü değil parçasıdır. Teenni sizi zamansal boyutta, zihinsel boyutta, kavramsal boyutta daha çok beklemeye zorlar ve parçasıyla muhatap olduğunuzun bütünüyle de muhatap olmayı sağlar. Hem Mevlana'nın (k.s.) körler ve fil örneğinde, hem Bediüzzaman'ın (k.s.) gavvas ve hazine örneğinde dikkatimizi çektiği şey aynıdır: Parçayla muhatap olanın bir gözü de teenniyle bütünü aramazsa hükmünün yanlış olması kaçınılmazdır.
"Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer. Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakikî rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır. Hattâ, bazan inkâr ve tâtile kadar giderler. Hükema-yı işrâkıyyunun kitaplarını ve sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudâtına itimad eden mutasavvıfînin kitaplarını teemmül eden, bu hükmümüzü bilâşüphe tasdik eder. Demek, hakaik-ı Kur'âniyenin cinsinden ve Kur'ân'ın dersinden aldıkları halde—çünkü Kur'ân değiller—böyle nâkıs geliyor."
Peki, 'hızlı büyümek' konusundaki endişelerim nereden geliyor? Öncelikle FETÖ'den geliyor. Bilindiği gibi FETÖ, ortaya çıkış süreciyle yayılış süreci arasında korkunç bir hızın bulunduğu, dehşetli bir yapıydı. 70'lerde Nurculardan ayrıldıktan sonra, bırakın Türkiye'yi, dünyanın her bir köşesine yayılmaları birkaç on yıldan fazla sürmedi. Bediüzzaman'ın 1926'larda Yeni Said dönemiyle başlayan hayatından 2000'lere kadar devam eden nurcu geleneğe mensup bütün cemaatleri toplasanız FETÖ'cüler kadar çok değillerdi. Hatta neredeyse Türkiye'deki bütün dinî grupları geçtiler sayı çokluğunda... (İmkanlar açısından ise kesinlikle geçtiler.) Bu korkunç başarı da hem onların hem de bakanların başını döndürdü. Muvaffakiyetleri ihlasların delili sanıldı ve sayıldı. Sürece şahit olan herkes bu sözümü tasdik eder. Halbuki 5. Şua'da irdelenen rivayetlerin çoğu bizi 'az zamanda çok ve büyük işler yapanlara' karşı uyarıyordu:
"Rivayetlerde var ki; 'Deccalın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür.' (...) İkinci te'vili ise: Hem Büyük Deccalın, hem İslâm Deccalının üç devre-i istibdatları mânâsında üç eyyam var. 'Bir günü, bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üç yüz sene yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede, otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır...' diye, gayet yüksek bir belâğatla ümmetine haber vermiş."
Hem yine diğer bazı rivayetler fitnenin yayılış hızındaki korkunçluğa dikkat çekiyor gibiydi: "Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar..."
Şimdi ben diyorum ki: Numan Ali Han'ı tanımadan/bilmeden ehl-i dalalet olmakla suçlarsam bu benim hatam olur. Bundan ve benzerlerinden Allah'a sığınırım. Hiçbir metnimde bunu demedim. Demem de... Ancak Numan Ali Han'ın gördüğü itibardan/ilgiden dolayı ona karşı teenniyi terkederseniz bu da sizin hatanız olur. Ehl-i ilim olanınız ilmiyle zaten onun sözlerinden kömür ile elması ayırır, ama ehl-i ilim olmayanların mezkûr teenniyi yitirmemesi gerekir. Çünkü teenniyi yitiren 'burhan' ile değil, 'kazıye-i makbule' ile çalışmaya başlar. Kazıye-i makbule ise en nihayet işte FETÖ fitnesinde olduğu gibi 'kişinin inanılmış muteberliğinden başka delil aramayan' adanmış robotlar ordusu çıkarır ortaya. Bir tek Numan Ali Han için geçerli değil bahsettiğim teenni. Bütün 'yabancı' daî ve âlimler için geçerli. (Aliya İzzetbegoviç'i severiz, ama mehdiyi inkâr etmesine katılmayız mesela.) Her gün internette birileri fenomen oluyor. Eğer itikadımızı veya amelimizi selef-i salihinin eline değil de internet fenomenlerinin ellerine bırakırsak mahvolduğumuzun resmidir, vesselam.
Hem mürşidim, bizzat kendisini mevzubahis ederek, bana şöyle demiş: "Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."
Hem yine demiş: "Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesâili takliden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakikati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki eder."
Ben de bu sözlerden ders alarak kulağıma gelen seslere karşı teenni ediyorum. Halkın teveccühünün ondan yana olması endişemi azaltmıyor. Özellikle 'aniden çok muteber olan' isimler hakkında teennim ziyadeleşiyor. Kısa sürede büyük başarılar elde edenlere karşı endişelerim artıyor. Neden böyle oluyor? Çünkü biliyorum: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın İslam'ı yayması zorluklarla dolu 23 yıldır. Ama Müseyleme'nin koca koca kitleleri irtidat ettirmesi birkaç aylık hâdisedir. Yine mürşidimin dediği gibi: 'On senede yapılan bir sarayın bir dakikada harap olması...' mümkündür. Mesleği yıkmak olanın yapmak olanlara nazaran daha tumtraklı görünmesi, daha çok göze batması, daha faal telakki edilmesi mümkündür.
Teenni, parçada hızlı olana değil, bütünde haklı olana şartlanmaktır. Acele işe neden şer/şeytan karışır? Çünkü Muhakemat'ta dendiği gibi 'hayır külli, şer cüzi'dir. Çünkü acele edildiğinde muhatap olunan varlığın bütünü değil parçasıdır. Teenni sizi zamansal boyutta, zihinsel boyutta, kavramsal boyutta daha çok beklemeye zorlar ve parçasıyla muhatap olduğunuzun bütünüyle de muhatap olmayı sağlar. Hem Mevlana'nın (k.s.) körler ve fil örneğinde, hem Bediüzzaman'ın (k.s.) gavvas ve hazine örneğinde dikkatimizi çektiği şey aynıdır: Parçayla muhatap olanın bir gözü de teenniyle bütünü aramazsa hükmünün yanlış olması kaçınılmazdır.
"Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer. Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakikî rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır. Hattâ, bazan inkâr ve tâtile kadar giderler. Hükema-yı işrâkıyyunun kitaplarını ve sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudâtına itimad eden mutasavvıfînin kitaplarını teemmül eden, bu hükmümüzü bilâşüphe tasdik eder. Demek, hakaik-ı Kur'âniyenin cinsinden ve Kur'ân'ın dersinden aldıkları halde—çünkü Kur'ân değiller—böyle nâkıs geliyor."
Peki, 'hızlı büyümek' konusundaki endişelerim nereden geliyor? Öncelikle FETÖ'den geliyor. Bilindiği gibi FETÖ, ortaya çıkış süreciyle yayılış süreci arasında korkunç bir hızın bulunduğu, dehşetli bir yapıydı. 70'lerde Nurculardan ayrıldıktan sonra, bırakın Türkiye'yi, dünyanın her bir köşesine yayılmaları birkaç on yıldan fazla sürmedi. Bediüzzaman'ın 1926'larda Yeni Said dönemiyle başlayan hayatından 2000'lere kadar devam eden nurcu geleneğe mensup bütün cemaatleri toplasanız FETÖ'cüler kadar çok değillerdi. Hatta neredeyse Türkiye'deki bütün dinî grupları geçtiler sayı çokluğunda... (İmkanlar açısından ise kesinlikle geçtiler.) Bu korkunç başarı da hem onların hem de bakanların başını döndürdü. Muvaffakiyetleri ihlasların delili sanıldı ve sayıldı. Sürece şahit olan herkes bu sözümü tasdik eder. Halbuki 5. Şua'da irdelenen rivayetlerin çoğu bizi 'az zamanda çok ve büyük işler yapanlara' karşı uyarıyordu:
"Rivayetlerde var ki; 'Deccalın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür.' (...) İkinci te'vili ise: Hem Büyük Deccalın, hem İslâm Deccalının üç devre-i istibdatları mânâsında üç eyyam var. 'Bir günü, bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üç yüz sene yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede, otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır...' diye, gayet yüksek bir belâğatla ümmetine haber vermiş."
Hem yine diğer bazı rivayetler fitnenin yayılış hızındaki korkunçluğa dikkat çekiyor gibiydi: "Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar..."
Şimdi ben diyorum ki: Numan Ali Han'ı tanımadan/bilmeden ehl-i dalalet olmakla suçlarsam bu benim hatam olur. Bundan ve benzerlerinden Allah'a sığınırım. Hiçbir metnimde bunu demedim. Demem de... Ancak Numan Ali Han'ın gördüğü itibardan/ilgiden dolayı ona karşı teenniyi terkederseniz bu da sizin hatanız olur. Ehl-i ilim olanınız ilmiyle zaten onun sözlerinden kömür ile elması ayırır, ama ehl-i ilim olmayanların mezkûr teenniyi yitirmemesi gerekir. Çünkü teenniyi yitiren 'burhan' ile değil, 'kazıye-i makbule' ile çalışmaya başlar. Kazıye-i makbule ise en nihayet işte FETÖ fitnesinde olduğu gibi 'kişinin inanılmış muteberliğinden başka delil aramayan' adanmış robotlar ordusu çıkarır ortaya. Bir tek Numan Ali Han için geçerli değil bahsettiğim teenni. Bütün 'yabancı' daî ve âlimler için geçerli. (Aliya İzzetbegoviç'i severiz, ama mehdiyi inkâr etmesine katılmayız mesela.) Her gün internette birileri fenomen oluyor. Eğer itikadımızı veya amelimizi selef-i salihinin eline değil de internet fenomenlerinin ellerine bırakırsak mahvolduğumuzun resmidir, vesselam.
22 Ağustos 2016 Pazartesi
Güzelliğin bedeli...
Aslında hakkında yazacak kadar olgunlaşmadı kafamda. Ama madem sosyalmedyada üzerine müzakerelerde bulunduk, sarf-ı kelam etmek kaçınılmaz oldu. Allahu'l-alem deyip başlayalım. Mürşidimin şöyle bir ifadesi var: "Evet, nasıl ki hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir." İki yerde geçiyor bu ifade. 15. Söz olan "seb'a semavat" bahsinde ve 29. Söz olan "Bekà-i ruh ve melâike ve haşre dairdir..." bahsinde. 15. Söz'de geçişi az bir farkla şöyle: "Evet, hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir..." Her ikisinde de bağlam aynı. Bu sözler meleklerin varlığının isbatı için ortaya konan bir argümanın parçası olarak zikrediliyor. Peki, o argümanın devamı nasıl? İkisini de alıntılayalım.
Önce 15. Söz: "Evet, hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir. Halbuki, ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu haşmetli nezarete ve şu vüs'atli ubûdiyete karşı milyondan birisini ancak yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve mütenevvi vezaife ve ibâdâta, nihayetsiz melâike envâı ve ruhaniyat ecnâsı lâzımdır." Sonra 29. Söz: "Evet, nasıl ki hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir. Öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü san'at içinde gıda-yı ervah ve kut-u kulûb, elbette melâike ve ruhanîlere bakar, gösterir."
Şimdi, benim bu bahislerden hareketle geliştirdiğim tefekküre bakalım: Bana öyle geliyor ki; Allah'tan başka herşeyin güzel olmakla ödediği bir bedel var. Bu belki de güzelliğin onlardaki arızî durumuyla ilgili birşey. (Kalmamasından dolayı farkedilmesine/şahitliğe muhtaçlar.) Ancak güzel olan herşey, güzel olduğu şeyle ilgili bir başka şeye açlık/ihtiyaç duymakla, bedel ödüyor. Her güzellik bir açlıkla birlikte yaratılıyor. Onu arıyor. Onu soruyor. Ona sancıyor. Bazen şuurunda oluyor bazen de olamıyor.
Mesela: Bir bebek, Allah'ın bahşettiği şirinlik ile (şirinlik de bir çeşit güzelliktir) aynı zamanda kendisinin o şirinlik şanınca sevilmeye muhtaç olduğunu hissettiriyor bizlere. Şirinliği ihtiyaç duyduğu şeyin alameti oluyor. Ve yine bir yazar, kendisine verilmiş 'güzel yazma' yeteneğinin istenciyle, takdirini arzuluyor metinlerinin başkalarınca. Yazışındaki özen de bunun alameti oluyor.
Her birimiz, şuurlu sahipleri olarak, bize bahşedilen güzelliğin bedeli olan açlığı omuzluyoruz. Çocuksak ilgi istiyoruz. Yazarsak okunmak istiyoruz. Güzelsek âşık olunmak istiyoruz. Çocuk büyürken güzelliğinde meydana gelen değişim ihtiyaç duyduğu hissediş şeklinin de değiştiğini haber veriyor. Kız çocuğu büyüyor, genç kız oluyor, çevresinin ona karşı hissedişi de güzelliğin rengindeki bu değişimle beraber değişiyor. Çünkü kızın açlığı da değişiyor.
Peki, bu bahsin meleklerle ne ilgisi var? Şöyle bir ilgisi var: Canlılar kendi açlıklarını kendileri hissederler. Peki, cansızların bedelini kim ödeyecek? Onların yüklendiği güzellikten gelen hissediş bedelinin sorumlusu kim olacak? Bence tam da bu noktada melek kardeşler devreye giriyorlar işte. Cansızın canına değmesi gereken her ne varsa müekkel meleğinin canına değiyor. Nasıl söylesem bunu? Bir genç kız güzel bulunmak ister de bir melek güzel bulunmak istemez mi?
Bence ister. O nedenle insanla bu kadar ilgililer zaten. Onlar Cenab-ı Hakka tesbihatlarını sunarken bizler de onları ve sorumlusu/nazırı bulundukları şeyleri güzel bularak sevindiriyoruz. Meleklerin mü'minler için istiğfar ettiklerini, dua ettiklerini, selam ettiklerini, merak ettiklerini bildiren ayetler/hadisler aynı zamanda onların bizimle olan ilgilerine işaret etmiyorlar mı?
İşte bu ilginin kaynağı bence tam da bu hissediştir. Cansızların güzel olmakla yüklendikleri açlık/ihtiyaç bedelini onlar adına müekkel melekleri yüklenir. Ve siz iltifat ettiğinizde çiçeğinizin daha bir coşkuyla açtığını görürsünüz. Ağzınız hoş sözlü ve dualı olduğunda nesneler sanki size kolaylık yüzlerini gösterirler. Onları güzel bulmuşsunuzdur, güzellikle anmışsınızdır, başlarındaki güzelleri sevindirmişsinizdir. Onlar da size gözkırpmazlar da işleriniz rastgider. Bütün bu güzellikler sadedinde belki, mürşidim, Duhân sûresinde geçen "Yer ve gök onlara ağlamadı..." ifadesini tefsir ederken der:
"(...) Mefhum-u sarihiyle ferman ediyor ki, ehl-i dalâletin ölmesiyle, insanla alâkadar olan semâvât ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani, onların ölmesiyle memnun oluyorlar. Ve mefhum-u işarîsiyle ifade ediyor ki; ehl-i hidayetin ölmesiyle semâvât ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını istemiyorlar. Çünkü ehl-i iman ile bütün kâinat alâkadardır, ondan memnundur. Zira iman ile Hâlık-ı Kâinatı bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip hürmet ve muhabbet ederler. Ehl-i dalâlet gibi tahkir ve zımnî adâvet etmezler."
Melek kardeşlerimiz neden düşmanlık etsinler? Sen onları bulunmak istedikleri gibi güzel buldun. Bilfiil olmasa da binniyet buldun. Onların açlıklarını giderdin. Ruh-u tayyibenin gıdası kelime-i tayyibe idi. Sen de onları anılmak istedikleri gibi güzel andın. Örneğin: Denize Rabbisinin sanatı olarak iltifat ettin. Başındaki melek senden hoşnut oldu. Çünkü o denizdi. İsmi deniz değilse de ruh-u denizdi. Üzerine alındı. Ağaçta, taşta, karda, kışta, sıcakta, ayazda, dağda, kırda hep bunu yaşadın. Ahiretteki hukukunuza neden şaşırıyorsun? Bu dünyada gönüllerini aldığın güzeller elbette ahirette seni hoşamedi edecekler, inşaallah.
Önce 15. Söz: "Evet, hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir. Halbuki, ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu haşmetli nezarete ve şu vüs'atli ubûdiyete karşı milyondan birisini ancak yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve mütenevvi vezaife ve ibâdâta, nihayetsiz melâike envâı ve ruhaniyat ecnâsı lâzımdır." Sonra 29. Söz: "Evet, nasıl ki hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir. Öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü san'at içinde gıda-yı ervah ve kut-u kulûb, elbette melâike ve ruhanîlere bakar, gösterir."
Şimdi, benim bu bahislerden hareketle geliştirdiğim tefekküre bakalım: Bana öyle geliyor ki; Allah'tan başka herşeyin güzel olmakla ödediği bir bedel var. Bu belki de güzelliğin onlardaki arızî durumuyla ilgili birşey. (Kalmamasından dolayı farkedilmesine/şahitliğe muhtaçlar.) Ancak güzel olan herşey, güzel olduğu şeyle ilgili bir başka şeye açlık/ihtiyaç duymakla, bedel ödüyor. Her güzellik bir açlıkla birlikte yaratılıyor. Onu arıyor. Onu soruyor. Ona sancıyor. Bazen şuurunda oluyor bazen de olamıyor.
Mesela: Bir bebek, Allah'ın bahşettiği şirinlik ile (şirinlik de bir çeşit güzelliktir) aynı zamanda kendisinin o şirinlik şanınca sevilmeye muhtaç olduğunu hissettiriyor bizlere. Şirinliği ihtiyaç duyduğu şeyin alameti oluyor. Ve yine bir yazar, kendisine verilmiş 'güzel yazma' yeteneğinin istenciyle, takdirini arzuluyor metinlerinin başkalarınca. Yazışındaki özen de bunun alameti oluyor.
Her birimiz, şuurlu sahipleri olarak, bize bahşedilen güzelliğin bedeli olan açlığı omuzluyoruz. Çocuksak ilgi istiyoruz. Yazarsak okunmak istiyoruz. Güzelsek âşık olunmak istiyoruz. Çocuk büyürken güzelliğinde meydana gelen değişim ihtiyaç duyduğu hissediş şeklinin de değiştiğini haber veriyor. Kız çocuğu büyüyor, genç kız oluyor, çevresinin ona karşı hissedişi de güzelliğin rengindeki bu değişimle beraber değişiyor. Çünkü kızın açlığı da değişiyor.
Peki, bu bahsin meleklerle ne ilgisi var? Şöyle bir ilgisi var: Canlılar kendi açlıklarını kendileri hissederler. Peki, cansızların bedelini kim ödeyecek? Onların yüklendiği güzellikten gelen hissediş bedelinin sorumlusu kim olacak? Bence tam da bu noktada melek kardeşler devreye giriyorlar işte. Cansızın canına değmesi gereken her ne varsa müekkel meleğinin canına değiyor. Nasıl söylesem bunu? Bir genç kız güzel bulunmak ister de bir melek güzel bulunmak istemez mi?
Bence ister. O nedenle insanla bu kadar ilgililer zaten. Onlar Cenab-ı Hakka tesbihatlarını sunarken bizler de onları ve sorumlusu/nazırı bulundukları şeyleri güzel bularak sevindiriyoruz. Meleklerin mü'minler için istiğfar ettiklerini, dua ettiklerini, selam ettiklerini, merak ettiklerini bildiren ayetler/hadisler aynı zamanda onların bizimle olan ilgilerine işaret etmiyorlar mı?
İşte bu ilginin kaynağı bence tam da bu hissediştir. Cansızların güzel olmakla yüklendikleri açlık/ihtiyaç bedelini onlar adına müekkel melekleri yüklenir. Ve siz iltifat ettiğinizde çiçeğinizin daha bir coşkuyla açtığını görürsünüz. Ağzınız hoş sözlü ve dualı olduğunda nesneler sanki size kolaylık yüzlerini gösterirler. Onları güzel bulmuşsunuzdur, güzellikle anmışsınızdır, başlarındaki güzelleri sevindirmişsinizdir. Onlar da size gözkırpmazlar da işleriniz rastgider. Bütün bu güzellikler sadedinde belki, mürşidim, Duhân sûresinde geçen "Yer ve gök onlara ağlamadı..." ifadesini tefsir ederken der:
"(...) Mefhum-u sarihiyle ferman ediyor ki, ehl-i dalâletin ölmesiyle, insanla alâkadar olan semâvât ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani, onların ölmesiyle memnun oluyorlar. Ve mefhum-u işarîsiyle ifade ediyor ki; ehl-i hidayetin ölmesiyle semâvât ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını istemiyorlar. Çünkü ehl-i iman ile bütün kâinat alâkadardır, ondan memnundur. Zira iman ile Hâlık-ı Kâinatı bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip hürmet ve muhabbet ederler. Ehl-i dalâlet gibi tahkir ve zımnî adâvet etmezler."
Melek kardeşlerimiz neden düşmanlık etsinler? Sen onları bulunmak istedikleri gibi güzel buldun. Bilfiil olmasa da binniyet buldun. Onların açlıklarını giderdin. Ruh-u tayyibenin gıdası kelime-i tayyibe idi. Sen de onları anılmak istedikleri gibi güzel andın. Örneğin: Denize Rabbisinin sanatı olarak iltifat ettin. Başındaki melek senden hoşnut oldu. Çünkü o denizdi. İsmi deniz değilse de ruh-u denizdi. Üzerine alındı. Ağaçta, taşta, karda, kışta, sıcakta, ayazda, dağda, kırda hep bunu yaşadın. Ahiretteki hukukunuza neden şaşırıyorsun? Bu dünyada gönüllerini aldığın güzeller elbette ahirette seni hoşamedi edecekler, inşaallah.
Yoksa Ahmed, Nouman Ali Khan'ı kıskanıyor mu?
Çok klişe olacak ama böyle başlayalım: İnsan sosyal bir varlıktır. Bir insanın doğduğu coğrafyadan ve o coğrafyadaki hâkim itikadî çizgiden/çizgilerden etkilenmesinden daha doğal birşey yoktur. Bu etkilenmeye dair endişe sahibi olmak da doğaldır. Hele bu insanın konumu talebelikten muallimliğe çıktıkça mezkûr endişenin artması kaçınılmazdır. Zira bu insan 'inandığını sadece kendisi yaşayacak' bir konumda değildir. Başkalarına da 'bildiklerini inandığınca öğretecek'tir. Bu nedenle ehl-i sünnet uleması geçmişten bu yana fikr-i bâtılların hâkim olduğu coğrafyalardan gelen âlimlere veya daîlere/davetçilere karşı müteyakkız davranmışlardır.
Öyle ki; İmam-ı Âzâm Ebu Hanife (r.a.) gibi ehl-i sünnetin surlarından bir âlim bile, bu teyakkuzun tezahürlerinden âzâde olamamıştır. Doğup büyüdüğü coğrafyanın mutezile gibi, mücessime veya müşebbihe gibi bâtıl fırkaların gelişim sahası olması, İmam-ı Âzâm Hazretlerine de bir kısım ehl-i sünnet büyüklerinin temkinle yaklaşmasına neden olmuştur. Bunların içinde bizzat gelerek kendisini sınayanlar bile vardır. Buna dair pekçok örneği Ebubekir Sifil Hoca eserlerinde okurlarına nakleder.
Kaybettiğimize en çok üzülmemiz gereken hassasiyetlerden birisi de bu: Biz, karşılaştığımız bir âlimi veya daîyi itikadının sıhhati yönüyle sınamıyoruz. Ya? Etrafında kaç kişinin toplandığıyla, cemaatinin ne kadar büyük olduğuyla veya kaç televizyon kanalında gezdiğiyle yargılıyoruz. Eğer bunlarda bir başarı varsa o âlim veya daî gözümüzde 'tadından yenmez' oluyor. (Bu yönüyle FETÖ fitnesinin verdiği dersin dahi yeterince anlaşılmadığını düşünüyorum ben.) Bugün bile hâlâ internette videosu çok tık almış, yayınevinde kitabı kapış kapış olmuş, seminerinde salonlar tıklım tıklım dolmuş, televizyonda programı rating rekorları kırmış insanlar makbul. Peki ya asıl sınanması gereken? Onu dile getiren var mı? Çok az.
Numan Ali Han'ın Türkiye ziyareti öncesinde dile getirdiğim endişeler de bununla ilgili. Ben Numan'ı çok izlemiş/okumuş birisi değilim. Hakkında yargıda bulunamam. Ama sevenlerinden kaçı onun ehl-i sünnet itikadına bağlılığı noktasında bir merak/sınama sahibidir, bilmiyorum.
Bunu neden önemsiyorum? Çünkü Numan Ali Han bir Daru'l-Harp çocuğudur. Daru'l-Harp'te yaşayan bir müslüman İslam'ın azınlıkta/zayıf olduğu bir toplumda büyür. Zayıf olan güçlü olana meyletmeye meyyaldir. Bu yüzden Daru'l-Harp'te yaşayan bir müslümanın seküler bir toplumdan etkilenme ihtimali Daru'l-İslam'a kıyasla daha fazladır. Bugün 'modernist/reformist/ehl-i bid'a birçok akımın Batı topraklarında büyüyen (veya hayatının bir devresinde oraya gitmiş-gelmiş-kalmış) isimlerce İslam topraklarına yayılması bu noktada bizi bir teyakkuza sokmalı değil midir? Ben gördüğüm örneklerin bu temkin için yettiğini düşünüyorum.
Numan Ali Han bize destek olmaya geldiyse, hoşgeldi. Elbette dünya coğrafyasında ilgi gören bir ismin kardeşlerine vereceği destek önemlidir. Ancak bütün bunlar yaşanırken Batı'da makbul olanlara karşı göstermemiz gereken temkini yitirmememiz gerekir. Bunun da bir adım ötesinde: Daru'l-İslam'ın dinini öğrenmesi gereken yer kendi topraklarıdır. Kendi toprağının özsuyu ile beslenmiş âlimleridir. Bu noktada, Daru'l-Harp'te muteber olana itibar gösterme bizi dolaylı yoldan bir Batı etkilenmişliği içinde bırakacaktır. Keyfiyetin kemiyete üstünlüğünü bari bu sefer hatırdan çıkarmayalım. Numan Ali Han'ın doldurduğu salon Elmalılı Hamdi Yazır'ın veya Zahid el-Kevserî'nin veya Bediüzzaman Said Nursî'nin asıl süt emmemiz gereken memeler olduğunu unutturmasın. Endişem özetle budur.
Öyle ki; İmam-ı Âzâm Ebu Hanife (r.a.) gibi ehl-i sünnetin surlarından bir âlim bile, bu teyakkuzun tezahürlerinden âzâde olamamıştır. Doğup büyüdüğü coğrafyanın mutezile gibi, mücessime veya müşebbihe gibi bâtıl fırkaların gelişim sahası olması, İmam-ı Âzâm Hazretlerine de bir kısım ehl-i sünnet büyüklerinin temkinle yaklaşmasına neden olmuştur. Bunların içinde bizzat gelerek kendisini sınayanlar bile vardır. Buna dair pekçok örneği Ebubekir Sifil Hoca eserlerinde okurlarına nakleder.
Kaybettiğimize en çok üzülmemiz gereken hassasiyetlerden birisi de bu: Biz, karşılaştığımız bir âlimi veya daîyi itikadının sıhhati yönüyle sınamıyoruz. Ya? Etrafında kaç kişinin toplandığıyla, cemaatinin ne kadar büyük olduğuyla veya kaç televizyon kanalında gezdiğiyle yargılıyoruz. Eğer bunlarda bir başarı varsa o âlim veya daî gözümüzde 'tadından yenmez' oluyor. (Bu yönüyle FETÖ fitnesinin verdiği dersin dahi yeterince anlaşılmadığını düşünüyorum ben.) Bugün bile hâlâ internette videosu çok tık almış, yayınevinde kitabı kapış kapış olmuş, seminerinde salonlar tıklım tıklım dolmuş, televizyonda programı rating rekorları kırmış insanlar makbul. Peki ya asıl sınanması gereken? Onu dile getiren var mı? Çok az.
Numan Ali Han'ın Türkiye ziyareti öncesinde dile getirdiğim endişeler de bununla ilgili. Ben Numan'ı çok izlemiş/okumuş birisi değilim. Hakkında yargıda bulunamam. Ama sevenlerinden kaçı onun ehl-i sünnet itikadına bağlılığı noktasında bir merak/sınama sahibidir, bilmiyorum.
Bunu neden önemsiyorum? Çünkü Numan Ali Han bir Daru'l-Harp çocuğudur. Daru'l-Harp'te yaşayan bir müslüman İslam'ın azınlıkta/zayıf olduğu bir toplumda büyür. Zayıf olan güçlü olana meyletmeye meyyaldir. Bu yüzden Daru'l-Harp'te yaşayan bir müslümanın seküler bir toplumdan etkilenme ihtimali Daru'l-İslam'a kıyasla daha fazladır. Bugün 'modernist/reformist/ehl-i bid'a birçok akımın Batı topraklarında büyüyen (veya hayatının bir devresinde oraya gitmiş-gelmiş-kalmış) isimlerce İslam topraklarına yayılması bu noktada bizi bir teyakkuza sokmalı değil midir? Ben gördüğüm örneklerin bu temkin için yettiğini düşünüyorum.
Numan Ali Han bize destek olmaya geldiyse, hoşgeldi. Elbette dünya coğrafyasında ilgi gören bir ismin kardeşlerine vereceği destek önemlidir. Ancak bütün bunlar yaşanırken Batı'da makbul olanlara karşı göstermemiz gereken temkini yitirmememiz gerekir. Bunun da bir adım ötesinde: Daru'l-İslam'ın dinini öğrenmesi gereken yer kendi topraklarıdır. Kendi toprağının özsuyu ile beslenmiş âlimleridir. Bu noktada, Daru'l-Harp'te muteber olana itibar gösterme bizi dolaylı yoldan bir Batı etkilenmişliği içinde bırakacaktır. Keyfiyetin kemiyete üstünlüğünü bari bu sefer hatırdan çıkarmayalım. Numan Ali Han'ın doldurduğu salon Elmalılı Hamdi Yazır'ın veya Zahid el-Kevserî'nin veya Bediüzzaman Said Nursî'nin asıl süt emmemiz gereken memeler olduğunu unutturmasın. Endişem özetle budur.
19 Ağustos 2016 Cuma
Siyer neden önemli?
Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatı kalbimizin yumuşaklığıdır. (Buna tüm zerrelerimle yemin ederim.) Onunla muhatap, onunla haşır neşir, onunla meşgul oldukça yumuşar kalbimiz. Neden? Çünkü dinin insan tarafını silsile-i nübüvvetin hâtemi olarak o temsil eder. İslam bir insana ne yapar? İman bir insanı nasıl duygulandırır? Şeriat bir insanın kalbine, yüzüne ve davranışlarına nasıl yansır? Bunların tamamı aleyhissalatuvesselamın gönülçelen varlığıyla dünyamıza dahil olmuştur.
Kur'an-ı Hakîm mürşiddir, evet. Fakat Kur'an bir kitaptır. Bir kitabın yüzü olmaz, kalbi olmaz, gözyaşı olmaz, yorgunluğu olmaz, hüznü olmaz. Bir kitap evladını kaybetmez, hasta olmaz, harpte yaralanmaz, sırtında taş taşımaz, amcasını Uhud'da şehit vermez, kızını evlendirmez, sahabesiyle şakalaşmaz. Bize olan ona da olmaz. Bu nedenle 'onda olan bize dahil olmaz.' Bütün bu açılardan baktığımızda Kur'an'ın işaret ettiği 'insan gibi insanın' ne olduğunu biz ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığının şahitliğiyle anlayabiliriz. Çünkü o, Kur'an'da vurgulandığı üzere, 'içimizden biri'dir. Bize olan ona da olmuştur. Veya ona olan bize de olacaktır.
Onun 'içimizden biri' oluşu Kur'an'ın hayatımıza nüzulü veya bir ahlak olarak hayata dahil oluşu sürecini de hızlandırır. Neden böyle olur? Çünkü ahlak sözden fazla tesir eder. Yanlış anlaşılmasın: Ahlak 'sözsüzlük' değildir. Ahlak, söz ve sözden fazlasıdır. Sözün pratiğidir. Ahlak, sözün hayatla sınanıp yine de ayakta kalmasıdır. Sözün yaşamla sağlamasıdır. Dilden çıkana kalbin de inandığını ancak ahlakla anlarız biz. Dil-i mübarekinden bize ulaşana imanının tam olduğunu hayat-ı mübarekinden okuruz:
Şeriatın 'fıtrat dengesinde' yaşanması sünnet-i seniyyenin veya siyerin fonksiyonunu inkârla imkansız hale gelir. Çünkü âlem-i insaniyetin denge taşı yerinden çekildiğinde diğer taşların hiçbirisi norm olanı vermez. Herkes ifrata yatkın olan yanıyla ifrata, tefrite yatkın olan yanıyla tefrite koşarak yaşamaya başlar dini. Hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dindeki fonksiyonunu azaltan veya ona duyulması gereken hürmeti yitirmeye başlayan her ekol yavaş yavaş varlığa karşı saygısını ve sevgisini de yitirir. Çünkü onun dindeki fonksiyonunu azaltmak veya ona lazım gelen hürmeti makaslamak dinin içinden canı almaktır. Mü'minleri cansızlaştırmaktır. Canı olmayan ne canlıya ne cansıza merhamet eder. Merhamet önce bir öteki farkındalığıdır. Cansız ötekini farketmez ki, merhamet etsin?
Şeriatın içinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı çekenler dinin içinden merhameti de çekerler. Bugün şiddete en meyyal grupların Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dindeki fonksiyonunu azaltmış ekoller içinden çıkması tesadüf değildir. Bu nedenle bizim bugün konuşmamız gereken ümmet tarafından sakal-ı şerife gösterilen hürmet değil, Mescid-i Nebevî yanında bombalı eylem yapacak kadar o mübareğe karşı yitirilen saygıdır. Sakal-ı şerife hürmet gösterenden kimseye zarar gelmez. Çünkü o Allah Resulü aleyhissalatuvesselam üzerinden insana, canlıya ve varlığa saygı göstermesini öğrenmiştir. Asıl korkulması gereken: Dinin içinden nübüvveti cımbızlamakla kendine ve dine nasıl bir kötülük ettiğini farketmeyenlerin durumudur. Bunlar Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı çekip almakla aslında takipçilerinden canlarını alıyorlar. Kendilerini ve onları bu yolla duygusuz, saygısız, insafsız, merhametsiz robotlar haline getirdiklerini farkedemiyorlar.
Bu noktada belki bazılarınızın aklına Kur'an'daki peygamber kıssaları gelebilir. Onların, sünnet-i seniyye olmadan da, dinin insanî yanını anlatmaya güçleri yetmez midir? Kolaylıkla diyebilirim ki: Yetmezdir. Zira onlarda, bir bütün şeklinde, doğumundan ölümüne bir insan görmeyiz. Hayatının her detayı bu kadar kayıt altında ve ortada bir siyer bulmayız. O kıssalar ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığını bilmekle tesir edici olabilirler. Çünkü öyle insanların gerçekten yaşadığını bize ilk söyleyen siyer-i nebevîdir. Onun hayatının kapısından girer ve onun dersiyle kıssaların mümkünlüğüne iman ederiz. Mürşidim bir metninde bu noktaya isabetle dikkat çeker:
Bugün de, sözde Kur'an adına, sünnet-i seniyyenin ve siyer-i nebevîyenin dindeki fonksiyonunu azaltmaya yeltenen bazı kendini bilmez ahmakların geldiği nokta, 'tarihselcilik' iddiasıyla Kur'an'daki kıssaları 'mitoloji' diye tasvir etmektir. Yani demek istemektedirler ki: O olaylar aslında yaşanmamıştır. Cenab-ı Hak veya Allah Resulü aleyhissalatuvesselam o kıssaları 'meşhur hikayeler' oldukları için insanlara anlatmışlardır. İşte onları böyle ahmaklığın nihayet mertebesine götüren aslında Allah Resulü aleyhissalatuvesselama karşı yitirdikleri hürmettir. Bu hürmeti yitirmelerinin ardından da onun dindeki 'olmazsa olmaz' fonksiyonunu azaltmaya ve hatta inkâra kalkışmışlardır.
Bunun bir adım ardındaki tehlike ise 'dinden canın çekilmesi'dir. Şeriattan insan fıtratının ve melekî yanların ayıklanmasıdır. Mü'minlerin kalplerinin birbirlerine ve başkalarına karşı alabildiğine sertleşmesidir. Siyer üzerinden elde ettiğimiz ahlakın ve o ahlakın bütün güzel öğelerinin bizden uzaklaşmasıdır. Halbuki Allah Resulü aleyhissalatuvesselama hürmetini yitiren aslında asl-ı insana olan hürmetini yitirir. Canlıya, cansıza, topyekûn varlığa muhabbetini yitirir. Belki biraz da bu yüzden o mübareğin ism-i mübareği anıldığında dahi salavat getiririz biz. Çünkü biliriz: Ona saygımızı yitirirsek, bizi, kendi kalpsizliğimizden kimse kurtaramaz.
Kur'an-ı Hakîm mürşiddir, evet. Fakat Kur'an bir kitaptır. Bir kitabın yüzü olmaz, kalbi olmaz, gözyaşı olmaz, yorgunluğu olmaz, hüznü olmaz. Bir kitap evladını kaybetmez, hasta olmaz, harpte yaralanmaz, sırtında taş taşımaz, amcasını Uhud'da şehit vermez, kızını evlendirmez, sahabesiyle şakalaşmaz. Bize olan ona da olmaz. Bu nedenle 'onda olan bize dahil olmaz.' Bütün bu açılardan baktığımızda Kur'an'ın işaret ettiği 'insan gibi insanın' ne olduğunu biz ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığının şahitliğiyle anlayabiliriz. Çünkü o, Kur'an'da vurgulandığı üzere, 'içimizden biri'dir. Bize olan ona da olmuştur. Veya ona olan bize de olacaktır.
Onun 'içimizden biri' oluşu Kur'an'ın hayatımıza nüzulü veya bir ahlak olarak hayata dahil oluşu sürecini de hızlandırır. Neden böyle olur? Çünkü ahlak sözden fazla tesir eder. Yanlış anlaşılmasın: Ahlak 'sözsüzlük' değildir. Ahlak, söz ve sözden fazlasıdır. Sözün pratiğidir. Ahlak, sözün hayatla sınanıp yine de ayakta kalmasıdır. Sözün yaşamla sağlamasıdır. Dilden çıkana kalbin de inandığını ancak ahlakla anlarız biz. Dil-i mübarekinden bize ulaşana imanının tam olduğunu hayat-ı mübarekinden okuruz:
"Hem öyle bir itmi'nân ile, bir itimad ile davet eder, tebliğ eder ki, kimseden minnet almaz, hiçbir müşkülâta karşı telâş etmez. Tereddütsüz, kemâl-i samimiyetle ve safvetle ve herkesten evvel kendisi amel edip kabul ederek, getirdiği ahkâmı ilân eder. Buna şahit ise, herkesçe, dost ve düşmanca malûm olan meşhur zühdü ve istiğnâsı ve dünyanın fâni müzeyyenâtına adem-i tenezzülüdür."
Şeriatın 'fıtrat dengesinde' yaşanması sünnet-i seniyyenin veya siyerin fonksiyonunu inkârla imkansız hale gelir. Çünkü âlem-i insaniyetin denge taşı yerinden çekildiğinde diğer taşların hiçbirisi norm olanı vermez. Herkes ifrata yatkın olan yanıyla ifrata, tefrite yatkın olan yanıyla tefrite koşarak yaşamaya başlar dini. Hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dindeki fonksiyonunu azaltan veya ona duyulması gereken hürmeti yitirmeye başlayan her ekol yavaş yavaş varlığa karşı saygısını ve sevgisini de yitirir. Çünkü onun dindeki fonksiyonunu azaltmak veya ona lazım gelen hürmeti makaslamak dinin içinden canı almaktır. Mü'minleri cansızlaştırmaktır. Canı olmayan ne canlıya ne cansıza merhamet eder. Merhamet önce bir öteki farkındalığıdır. Cansız ötekini farketmez ki, merhamet etsin?
Şeriatın içinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı çekenler dinin içinden merhameti de çekerler. Bugün şiddete en meyyal grupların Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dindeki fonksiyonunu azaltmış ekoller içinden çıkması tesadüf değildir. Bu nedenle bizim bugün konuşmamız gereken ümmet tarafından sakal-ı şerife gösterilen hürmet değil, Mescid-i Nebevî yanında bombalı eylem yapacak kadar o mübareğe karşı yitirilen saygıdır. Sakal-ı şerife hürmet gösterenden kimseye zarar gelmez. Çünkü o Allah Resulü aleyhissalatuvesselam üzerinden insana, canlıya ve varlığa saygı göstermesini öğrenmiştir. Asıl korkulması gereken: Dinin içinden nübüvveti cımbızlamakla kendine ve dine nasıl bir kötülük ettiğini farketmeyenlerin durumudur. Bunlar Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı çekip almakla aslında takipçilerinden canlarını alıyorlar. Kendilerini ve onları bu yolla duygusuz, saygısız, insafsız, merhametsiz robotlar haline getirdiklerini farkedemiyorlar.
Bu noktada belki bazılarınızın aklına Kur'an'daki peygamber kıssaları gelebilir. Onların, sünnet-i seniyye olmadan da, dinin insanî yanını anlatmaya güçleri yetmez midir? Kolaylıkla diyebilirim ki: Yetmezdir. Zira onlarda, bir bütün şeklinde, doğumundan ölümüne bir insan görmeyiz. Hayatının her detayı bu kadar kayıt altında ve ortada bir siyer bulmayız. O kıssalar ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığını bilmekle tesir edici olabilirler. Çünkü öyle insanların gerçekten yaşadığını bize ilk söyleyen siyer-i nebevîdir. Onun hayatının kapısından girer ve onun dersiyle kıssaların mümkünlüğüne iman ederiz. Mürşidim bir metninde bu noktaya isabetle dikkat çeker:
"İşte, ey nefsim! Birinci saray, bir Müslümandır. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el'iyâzü billâh, kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemâlâtın yeri ruhunda kalamaz. Hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve lâtifeler karanlığa düşer. Ve kalbinde müthiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup, o tahribat zararını onunla tamir edersin? Halbuki, ecnebiler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir—veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine medar olacak, Hazret-i Mûsâ ve İsâ Aleyhimesselâma bir nevi imanları ve Hâlıklarına bir çeşit itikatları kalabilir."
Bugün de, sözde Kur'an adına, sünnet-i seniyyenin ve siyer-i nebevîyenin dindeki fonksiyonunu azaltmaya yeltenen bazı kendini bilmez ahmakların geldiği nokta, 'tarihselcilik' iddiasıyla Kur'an'daki kıssaları 'mitoloji' diye tasvir etmektir. Yani demek istemektedirler ki: O olaylar aslında yaşanmamıştır. Cenab-ı Hak veya Allah Resulü aleyhissalatuvesselam o kıssaları 'meşhur hikayeler' oldukları için insanlara anlatmışlardır. İşte onları böyle ahmaklığın nihayet mertebesine götüren aslında Allah Resulü aleyhissalatuvesselama karşı yitirdikleri hürmettir. Bu hürmeti yitirmelerinin ardından da onun dindeki 'olmazsa olmaz' fonksiyonunu azaltmaya ve hatta inkâra kalkışmışlardır.
Bunun bir adım ardındaki tehlike ise 'dinden canın çekilmesi'dir. Şeriattan insan fıtratının ve melekî yanların ayıklanmasıdır. Mü'minlerin kalplerinin birbirlerine ve başkalarına karşı alabildiğine sertleşmesidir. Siyer üzerinden elde ettiğimiz ahlakın ve o ahlakın bütün güzel öğelerinin bizden uzaklaşmasıdır. Halbuki Allah Resulü aleyhissalatuvesselama hürmetini yitiren aslında asl-ı insana olan hürmetini yitirir. Canlıya, cansıza, topyekûn varlığa muhabbetini yitirir. Belki biraz da bu yüzden o mübareğin ism-i mübareği anıldığında dahi salavat getiririz biz. Çünkü biliriz: Ona saygımızı yitirirsek, bizi, kendi kalpsizliğimizden kimse kurtaramaz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...