3 Mayıs 2017 Çarşamba

Sevilmek neden iyi gelir?

Ötekilerin tesiri geçicidir. Şunların tesiri değiştiricidir. Hakverdiğim şeyler beni daha kesin bir şekilde etkiler. Çünkü değiştirirler. Ben son zamanlarda böyle düşünüyorum: Birşeyin bizi değiştireceğini 'ona hakvermemizden' anlarız. İçimizdeki çığırtkan amigosu, söylenilenin bizdeki bir açlığa karşılık geldiğini ve muhtemelen uzun bir süre kursağımızda kalacağını, heyecanıyla ve onla meşguliyetiyle haber verir. Yaşanılan, yaşamaktan memnun kalmadığımız birşey de olsa, eğer bizi değiştirecekse, ona içimizde bir yerde hakveririz. Bize yaşattığı şeyin bir parçasını üzerimize alınırız. Alınmadığımız hiçbirşey bizi değiştirmez.

Kitabın da beni en çok etkileyen, dolayısıyla hakverdiğim, cümlesiydi. Dilek Emir, Tek Kişilik Kahvaltı'da, diyordu ki: "Birden sevmeye başlıyorsun kendini, biri seni sevmeye başlayınca." Ben de bu cümlenin bir açlığımı doyurduğunu hissettim. İçimdeki bir taşın yerine oturduğunu sessizce işittim. Bu huzurun bende daha uzun konaklamasını istedim. His gibi gelip geçen birşey olmaması için aklımla peşine düştüm. Sezilen 'bazen'dir bilinen 'herzaman'dır. Tefekkür sezilenin 'bilinen' kılınmasıdır. Bir sezgi avıdır. Kafesinizdeki kuş göktekinden daha uzun bir süre sizin olur. Hangi şartlarda tekrar ettiği bilinen 'kanun-fiil' size 'tesadüf-fiil'lerden daha çok eşlik eder. Birşeyin nizamının kavranması, bir açıdan, tekrarının sağlama alınmasıdır. Tefekkür de ibadetleri sağlama alır.

Sadede dönelim: Bu neden böyle oluyordu? İnsan kendi kemaline neden yalnızca kendisi inanarak mutlu olmuyordu? Kendisine inanmıyor muydu? Kendi şahitliği benliğine yetmiyor muydu? Mutlaka bununla ilgili tarafları vardı. İslam hukukunda, çoğu meselede, birşeyin isbatı için 'iki şahit' gerekirdi. Demek insanın tek kaldığında güvenilmez bir yanı da vardı. Öyle ki, kendisinin sevilecek birisi olduğu konusunda bile, ötekisinin şahitliğine açlık duyuyordu.

Sonra bunu, Kur'an'da, Cenab-ı Hakkın kendisinin şahitliğini dile getirdiği ayetlerle birlikte düşündüm. Allah'ın 'şahit olarak yettiğini' haber verdiği her yerde aslında bu açlığıma bir şifa bulunduğunu farkettim. Kulların takdiri bana sırtını döndüğünde, yaptığımın doğru olduğuna hâlâ inanabilmek için, Rabbim bana kendisini hatırlatıyordu. Bu ilacı da yarama çaldım. 'Elhamdülillah' dedim. Fakat durmadım. Yoluma devam ettim.

Mustafa Ulusoy abinin Aynalar Koridorunda Aşk'ta dile getirdiği 'başkalarının kalbinde varolma' sırrı geldi hatırıma. Diyordu ki orada Mustafa abi: "Erkek arkadaşının kalbinde bir yerinin olması, onda varolma duygusu uyandırmıştı. Aşkla sanki yeniden hayat bulmuştu. Aşkla sanki kendini, varlığını kazanmıştı. Önceden hissedemediği kendini hissetmeye, dokunamadığı hayata dokunmaya başlamıştı. Ayakları yerden kesilmişti, uçuyordu. 'O beni seviyor anne, seviyor! Anlıyor musun, beni seviyor!'"

Demek: Şahit olunmak da bir çeşit varlık. İnsan nasıl konuşarak, yazarak, savaşarak, soluyarak, büyüyerek, tadarak, hareket ederek, üreterek varoluyorsa şahit olundukça da varoluyor. Ve bize şahit olunması, aslında, bir kişinin kalbinde daha varolmamız. Orijinalinden hariç bir beden daha kazanmamız. Bir aynaya daha sahip olma. Bir kalpçik genişlik daha kazanma. Evimize bir oda eklenmiş gibi. Varlığımızın arttığını hissediyoruz bu şahitliklerle. Doğrulandıkça başka kalplerde 'hakverilmiş' bedenler kazanıyoruz. Yalanlandıkça bu bedenler yitiriliyor. Küsüldükçe bizi rahatsız eden acı bundan. Varlığımızın eksildiğini hissediyoruz. Bu bize yokoluşu çağrıştırıyor. Yokolmaktan korkuyoruz.

Sonra bir kapı daha açıldı içimde. "Güzel şeyleri anmak insanı neden mutlu eder?" diye düşündüm. Şöyle bir kanaate vardım en nihayet: Andığımız şeylere de bir dahlimiz var. Şahit olduğumuz hiçbir parça büsbütün ötemizde değil. Şahitlik bir nevi varoluş akrabalığı. Bir şekilde dahil olduğumuzu hissettiğimiz güzellikleri anmak bize kendimizi iyi hissettiriyor. Çocukluğumuzun güzel anıları, okul yılları, ilk aşkımız veya ilk kitabımız... Bütün bu güzelliklerde anmakla yüreğimizde tazelenen şey, aslında, varlığına (şahit olmakla olsun) dahil olduğumuz şeyin güzelliğinin bize de bulaşması. Mürşidim şöyle diyor bir yerde:

"İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir. İşte, bunun gibi, ben de, sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur'ân-ı Kerîmin hakaikinden telemmu' etmiş şualardır."

Duha sûresinde "Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an!" denilerek haber verilen tahdis-i nimet hakikati, Bediüzzaman'ın bize izah ettiği tarafıyla, böyledir. Bu şunu da haber verir sanki bize: Biz, sadece elimizden çıkanlarla (bütüne sahip olduklarımızla) değil, üzerimizden gerçekleşen güzelliklerle de (parçası olduklarımızla da) mutlu oluruz. Hem bu meselenin şöyle bir tarafı da var: Elimizden çıkanlar da hakikatte üzerimizden geçenlerdir. İnsanın gücü fiil yaratmaya yetmez. Amma iradesi bir fiilin parçası olmaya yeter. Demek: Her mutluluğumuzun özünde bir güzelliğe dahil edilmenin/olmanın sevinci var.

Buradan da zikrullahın kalpte yarattığı hoşnutluğa ve Kur'an'daki "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" sırrına bir kapı buldum. Galiba Allah'ı anmakla bizi mutlu eden şey de, aslında, sonsuz güzellikteki yaratışının bir parçası olduğumuzu hissetmekle yaşadığımız sevinç. Onu anmakla mü'minlerin zevklenmesi, kalplerinin coşkuya gelmesi, en avamımızın bile adının sıkça anıldığı yerlerde huzur bulması böyle bir derinlikten kaynaklanıyor.

Bu şekilde kendi güzelliğimize de inanıyoruz. Bu tekrarla buna imanımızı da hatırlıyoruz. Fakat şu noktaya ayrıca dikkat: Biz 'bizzat olarak' değil 'bir güzelliğin parçası olarak' güzeliz. Dair olmakla güzeliz. Dolayısıyla güzeliz. Çünkü bizi o yarattı. Bizi güzel esmasının tecellileriyle kuşattı. Yaratmasıyla ve kuşatmasıyla güzeliz. Hem yaratması ve kuşatması ilgisinin delili. İlgisi de sevgisinin delili. Zikri ile meşgul olunca bu yüzden mutlu oluyoruz. Hem kendimizi sevmeye başlıyoruz. Hayatımızdan razı oluyoruz. Huzur buluyoruz. Çünkü farkediyoruz: Birisi bizi çok seviyor.

1 Mayıs 2017 Pazartesi

Seküler tesbihler...

Biriktirmek açlığımızdır. Bize 'gitmiyormuşuz gibi' hissettirir. Faniliği daha az tatmanın yolunu bizimle beraber gidenlerin bir kısmını yanımızda taşımakta ararız. Yolun kolayı kendimdir. Kendimden başlayayım: Küçükken sakızlardan çıkan araba veya futbolcu fotoğraflarını biriktirirdim. Büyüyünce de çok değişmedim. Fotoğraf çekmeyi değil, fakat, güzel bulduklarımı biriktirmeyi severim. Onları farklı açılardan görmeyi, düşünmeyi ve paylaşmayı severim.

Aynısını kitaplarda geçen güzel cümleler için de yaparım. Onları da biriktirmeye çalışırım. Haklarında yazmaya çalışırım. Hafızamda tutmaya çalışırım. Eskiden beğendiğim filmleri de biriktirmeyi denerdim. Günlük tutmaya da çalıştım. Komik hatıralarımı öyküleştirmeyi de denedim. Denemeler de yazdım. Duygularımı taze tutabilmek için şiir de karaladım. Şimdi aktaramadığım daha farklı şeyler de vardır mutlaka. Ben fanilikten canı çok yanan bir insanım. Kalmak için daha fazlasını da yapmışımdır. Bundan eminim.

Fakat, burnum sınırlarıma sürtüle sürtüle yaralanarak ve mürşidim beni irşad ede ede şifalanarak, bir noktada şunun ayrımına vardım: Tutmaya çalışmak sadece bir yanılsama. İnsan hakikatte hiçbirşeyi tutamıyor. Hiçbirşeye sahip olamıyor. Çünkü hem kendisi gidiyor hem tuttuğu onu terkediyor. Bediüzzaman'ın 'hareket halindeki bir trenden uzanarak dikenli yemişleri koparmaya çalışan kişi' örneğinde olduğu gibi: Ayrılıktan ellerimiz parçalanıyor. Bu kalp kırıklıkları, yoksunluklar, özlemler, küskünlükler, iç çekmeler, 'keşke'ler kaçınılmaz. İmkansızı istemenin bedelini ödüyoruz ve kabul etmezsek daha ödeyeceğiz de. Tıpkı Patti Smith'in M Treni'nde dediği gibi:

"Sahip olamayacağımız şeyleri istiyoruz. Belli bir anı, sesi, duyguyu yeniden yaşamanın yollarını arıyoruz. Annemin sesini duymak istiyorum. Çocuklarımı çocuk halleriyle görmek istiyorum. Küçücük eller, çevik ayaklar. Herşey değişiyor. Oğlan büyüdü, baba öldü, kız benden uzun, kötü bir rüyadan dolayı ağlıyor. Lütfen sonsuza dek kalın, diyorum tanıdığım şeylere. Gitmeyin. Büyümeyin."

İlginçtir: Smith, aynı kitapta, yanından ayırmadığı fotoğraf makinesini birkaç kez 'tesbih' olarak isimlendiriyor. "Sabırsız kederimi bir kenara bırakmayı, bir işe yaramayı ve belki 'Polaroid tesbihimi' süsleyecek bir-iki kare çekmeyi umdum." Yine ilginçtir: Benzer birşeyi Kirpinin Zarafeti'nde Muriel Barbery uzaktan kumanda için söylüyor: "Uzaktan kumanda denen şu laik tesbih sayesinde zaman zaman geriye dönüyorum." Verilmek istenen mesajda bir kardeşlik var. Herkesin tesbihi eşyayı tutmaya çalıştığı şeydir. Tutacaklarımıza tesbih deriz biz. Kim ne ile varlığı durdurmaya, tutmaya, saklamaya ve sonsuzlaştırmaya çalışıyorsa onu tesbih olarak isimlendiriyor.

Smith, gittiği her yerin, her önemli bulduğu şeyin fotoğrafını çekmeye çalışıyor. Kirpinin Zarafeti'ndeki kapıcı kadın televizyon ve sinema vasıtasıyla geçmişle bağ kurma çabası içinde. Nilüfer Kuyaş da Serbest Düşüş'te çocuklarının sürekli fotoğrafını çeken ebeveynler hakkında benzer şeyler söylüyor. Hatta bir yerde diyor: "Bakmak olayı kabul edilir kılmıyor. Gerçeklik kabul edilemez olduğunda bakarak eziliriz, nazarla eziliriz. Gerçeklik karşısında ezilmeyeceğini kanıtlamak için fotoğraf çekmeyi seviyor Şirin."

O zaman mürşidimin 6. Söz'de dile getirdiği şu soruyu insanlığın ortak açlığı olarak zikredebiliriz: "Madem herşey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak, acaba bâkîye tebdil edip ibkà etmek çaresi yok mu?" Hepimiz elimizde kendimize özel tesbihlerle buna çalışıyoruz aslında. Bu sorunun cevabını olumlu bir şekilde verebilmek, bizi, tesbihlere muhtaç ediyor. Tesbihler anları saklama araçları. Ben futbolcu kartlarını biriktirirken buna çalışıyordum. Yığınla birikmiş kitap sayfası da bunun çabasıydı. Yazmak da bunu amaçlıyordu aslında. Facebook, twitter, instagram, selfie vs... Her biri benim için birer tesbihti ve bu tesbihler aracılığıyla anları tutmaya çalıştım.

Peki ellerinde tesbihle kelimat-ı mübarekeyi zikredenler ne yapmaya çalışıyorlar? Yani 'Allah' diyenler, 'Elhamdülillah' çekenler, 'Subhanallah' söyleyenler? Onların neyin fotoğrafını çekiyor? Sanırım bunun cevabı da bir nebze Nilüfer Kuyaş'ta: "Sonsuz sayıda yokoluş anı görüyor. Durdurmak için hiçbirşey yapamaz. Yapabileceği tek şey sonsuz sayıda varoluş anı hatırlamak. Allah'ın isimlerini saymak gibi."

Evet, tesbih çekenler de anlarını tutmaya çalışıyorlar, ama bu tutuş 'anı kendi malları kılmaya çalışarak' değil. Anı yanlarında tutmaya çalışarak değil. Asıl sahibine bırakarak bir tutuş. Zaten onun olanı, onun olduğunu anmakla, ona emanet bırakma. Anı görüntüleyerek, yazarak, arşivleyerek değil 'üzerine sonsuz olanın adını anarak' saklama. 6. Söz'ün bize anlattığı o muazzam hakikat! Evet, tutmanın bir çaresi var, o da şöyle: "Emaneti sahib-i hakikisine satmak." Çünkü mülkü fani kılan senin ona sahip çıkışın. Asıl sahibine bıraktıkça eskimesine engel olacaksın. Sınırlarından kurtulunca korktuğun kayıtlardan da kurtulacak.

28 Nisan 2017 Cuma

Tevbe nasıl iyileştirir?

Mürşidim bir yerde diyor ki: "Zaaf gururun madenidir." Ben bu ifadeyi, Virginia Woolf'ün Pazartesi ya da Salı'da söylediği, "Bizi aldatan bizi kurtarır!" cümlesiyle beraber anlamayı tercih ediyorum. Hakikaten de tüm 'gururlanmaların' yani 'aldanışların' özünde bir 'zaaftan kurtulma arzusu' vardır. Bizdeki kullanımları her ne kadar kelimeyi 'kibir/büyüklenme' manasına doğru kaydırsa da Arapçada 'gurur' aslında 'aldanma' demektir. Ve bu pencereden bakınca şunu söylemek mümkündür: Kibir hiç kuşkusuz bir aldanıştır. Benliğini aslında olduğundan üstün/aşkın birşey sanmak veya sanrılamaktır. Fakat, dikkat edelim, bu aynı zamanda bir anlam daraltmasıdır. Çünkü her aldanış kibir değildir. Daha doğrusu: Aldanış sadece kibirden ibaret değildir. İnsan kendisi hakkında kibirden farklı şekillerde de aldanır.

Zayıflığımızın sancıdığı her konuda kendimizi aldatma ihtiyacı duyarız. Bu, aynı zamanda, 'kendimize rağmen yaşamaya devam etmemizin' tek yoludur. Varoluşundan itibaren kusursuzu aramaya müptela kılınmış insan, sadece başkalarındaki arızalara değil, kendisindeki kırışıklıklara da dayanamaz. Kendisindeki kusurlara bakarak Allah'ı tenzih etmesi için verilmiş yetisiyle yanlış adreste oyalanmasının sonucudur bu. O bıçak üzerinde işlemeye başladığında canı öyle acır ki, şifanın tek yolunu, kendisini tenzih etmekte görür.

Bu bir iyileşme değil sürekli bir anestezidir. Diş ağrısını bir ömür asprinle giderme çabasıdır. Çünkü hakikat-i halde bunu başaramaz. Hayatının her köşesinde fondan düşmeyen bir müzik ona kusurlarını hatırlatır. Çarptığı her duvar, ayağına takılan her taş, gördüğü her vefasızlık, seçtiği her yanlış şık, geç kaldığı her buluşma, aldatıldığı her alışveriş... ona aslında kusurlu olduğunu fısıldar. Buna rağmen anesteziden vazgeçmek istemez. Acısıyla yüzleşmeye cesaret edemez. Peki ne yapar? Zaafından gururla kaçar. Kendisini aldatarak kendisini kurtarır. Kusurunu kabul etmektense onu inkar eder veya tevil eder veya görmezden gelir veya ondan dolayı kendisini değil başkalarını suçlar.

Kibrin kelime üzerinde bir anlam daraltmasına neden olabileceğini bu eşikten bakarak söyledim. Kendimizdeki kusuru kabul etmeden bahaneler ürettiğimiz, başkalarını suçladığımız veya tevil ile kendimizi kurtarma arayışına girdiğimiz her olayda aslında bir 'gururlanma' yaşarız. Ebeveyni ile yaşadığı sorunlarda kusuru tamamen onlarda gören ergen de, onlarla yaşadığı sorunlarda suçu tastamam çocuklarına yükleyen ebeveyn de bir 'gururlanma' yaşar. Fakat bu gururlanma kibir türünden değildir. Tenzih türündendir. İnsanın kendisini tenzih etmesinin dolayısıyla bir kibir olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bunun hayata her aksedişinin kibir şeklinde olduğunu söylemek yanlıştır.

Tevbenin koruyuculuğu tam da bu noktada devreye girer. Tevbe, velev ki tevbe-i nasuh olmasa (yani ilgili olduğu günahtan tastamam kurtulmak başarılamasa da) ortaya koyduğu pişmanlık, itiraf ve istiğfar ile doğrunun hayatlarımıza maruz kalmasını engeller. 'Doğrunun hayatlarımıza maruz kalması' ne demektir? Bu arıza, Hz. Ömer'e (r.a.) atfen de işittiğim, şu meşhur kelam-ı kibarın ifade ettiği gibidir: "İnandığınız gibi yaşamazsınız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız." Evet, inandığı gibi yaşamayan, 'yaşadığına inanmamak' veya 'inanmadan yaşamak' katlanılır olmadığı için, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Zira, fıtratı tarafından kulağına sürekli doğru seçenek fısıldanan, vicdan ve akıl sahibi bir insan için 'yalanı yaşamak' mümkün değildir.

Dolayısıyla biz de yalanı 'doğru olduğuna inanarak' yaşanılır kılarız. Kendimizi aldatarak kendimize katlanırız. "Çok âşığın var diyorlar./ Yalan de yeter bana..." diyen şarkının bize haber verdiği halet-i ruhiye de budur. Hadis-i şeriflerde veya ehl-i sünnet ve'l-cemaat büyüklerinden bize ulaşan nasihatlerde 'tekrar tekrar tevbe edilmesi' konusunda yapılan yoğun tahşidat/vurgu, sadece güzel bir âdetin yerine getirilmesi gibi değil, hakikatin korunması için de gözetilmesi gereken bir hassasiyettir. Hakikat hakikat kaldığı sürece oraya varabilme umudu vardır. Ama hakikat tahrişe maruz kaldığında gidilecek yer kalmaz. Kalpler mühürlenir. Çünkü sahipleri tarafından tanımlar yanlış karşılıklarla mühürlenmiştir.

Özetle şunu demek istiyorum: Tevbe ettiğin sürece, en azından, kem hayatından pâk hakikati korursun. Tevbeyi bıraktığın zaman, hakikat hayatına, imanın günahına, ahlakın hatalarına maruz kalmaya başlar. İtiraf, istiğfar veya en azından kabul edilmeyen zaaf bulaşıcıdır. Senden sana, senden senin daha derin katmanlarına, fiilinden ahlakına, ahlakından imanına ve (senin nazarında) suçu olmayan başkalarına bulaşır. Bu madeni 'gurur'a değil 'tevbe'ye işlettirelim. Bediüzzaman'ın, 1. Lem'a'da, Hz. Yunus'un (a.s.) "Ben nefsime zulmettim!" itirafını da içeren duasını ve 2. Lem'a'da Hz. Eyyub (a.s.) duası üzerinden "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var!" hakikatini anlatmasını tesadüf olarak görmemeli. Bu sıralanış bize itiraf ve tevbenin küfre karşı nasıl bir duvar olduğunu da öğretiyor. Allahu'l-alem.

25 Nisan 2017 Salı

Kapıyı açık bırakmak da sünnettir

Buna dair daha evvel de karalamalarım olmuştu: Ben, bir mürşidin 'malumatıyla' değil 'yaşanmışlığıyla' mürşid olduğunu düşünüyorum. Bilgili olmakla bilgelik arasındaki fark da bu. (Gözlüklü Şirin'i Şirin Baba'dan ayıran şey.) Bilgenin hayatı okuyuşu tecrübesi üzerindendir. Tüm duyularının katılımıyla elde ettiği bir deneyimi sizinle paylaşır. Kendisinin de içinde piştiği bir ateşten size haber verir. Bilim adamı böyle yapmaz. Bilim adamı duyduğu, okuduğu, incelediği veya deneylediği şeyleri paylaşır. Deneylemek ile deneyim arasında da, bencileyin, bir ayrım yapacağım şimdi: Deney, ötenizde, sizin duygusal bir etkilenişle dahil olmadığınız bir düzlemde gerçekleşen tecrübedir. Ötekinin tecrübesidir. Deneyim ise sizin de dahil olduğunuz bir süreçte yaşanır. Bir misalle daha açık hale getirmeye çalışırsak: Suyun yüz derecede kaynadığını bir düzenek üzerinden tecrübe etmek deneydir. Kaynar suya elinizi değdirdiğinizde kendi üzerinizden yaşadığınız acı bir deneyimdir.

Miracın irşad açısından bize verdiği derslerden birisi de budur. Kanaatimce; miraç, Mürşid-i Ekmel aleyhissalatuvesselamın irşad zirvesidir. Daha doğrusu: Mürşidliğin zirvesidir. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, miraç yolculuğu içinde, insanlara ders verdiği hakikatleri bizzat deneyimlemiş, ayet-i kerimenin ifadesiyle; "Rabbinin ayetlerinin en büyüklerini görmüştü." Sonra da bizzat deneyimlediği o hakikatleri bizlere ders vermek üzere geri dönmüştü.

Bu noktada 'velayetin' ve 'risaletin' bir nüansına da dikkat çekmek istiyorum. Veli, kurbiyet sırrıyla gider, ama deneyimlediği şeyi geri dönüp istikametle anlatabilmesi garanti değildir. Nebevî irşad, yani geri dönüp istikametle anlatmak, bir akrebiyettir. Onların gölgelerine girdikçe kazanılır. Nitekim bu türden 'hadi olup muhdi olmayan' veliler çoklukla mevcuttur. Keşfe dair tahkikler de bize bunu söyler. Gördüğü hakikat olsa da bunu ifade ederken hata yapabilir veli. Ancak bir peygamber, deneyimlediği şeyde, yine ilgili ayetin verdiği haberle, şaşmaz ve şaşırtmaz. Onlar yaşadıklarını istikametle anlatma hususiyetine sahiptirler. Nitekim mürşidim bu sadedde diyor ki:

"İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar."

'Velayetle gitmek' ve 'risaletle dönmek' bize bu noktada önemli bir dersi veriyor gibi. Fakat burada yine bir sıçrama yapalım. Bediüzzaman o cümleyi şu ifadeyle tamamlıyor: 've kapıyı da açık bırakmış.' Ben, kapının açık kalmasını, velayetle gidenin risaletle dönmesiyle çok ilgili görüyorum. Gittiği yolun kapısını açık bırakabilen, ancak o tecrübî bilgiyi istikametle aktarabilendir. Yukarıyla ilişkilendirirsek: Bir insanın 'bilge' veya 'mürşid' olması, ancak gittiği yolun başkaları için de açık kalmasını sağlamakla mümkün olur. Yaşadıkları üzerinden bir hidayet caddesi ortaya koyamayanın mürşidliğinden bahsedilemez.

Mürşidim aynı ifadeyi bir başka yerde şöyle kullanıyor: "Hem onun terbiyesi ve irşadı ve nur-u şeriatiyle kemal bulan bütün evliya ve asfiyanın sultanı ve üstadıdır. Öyle ise, onların sırr-ı kerametlerini ve icmâkârâne tasdiklerini ve tahkiklerinin kuvvetini câmidir. Çünkü onlar üstadlarının açtığı ve kapıyı açık bıraktığı yolda gitmişler, hakikati bulmuşlar. Öyle ise, onların bütün kerametleri ve tahkikatları ve icmâları, o mukaddes üstadlarının sıdk ve hakkaniyeti için bir nokta-i istinad temin eder." Demek açık bıraktığınız yoldan gelenlerin selameti, kerameti veya hakikati sizin de deliliniz haline gelebiliyor. Fakat bir yer daha var ki, orada Bediüzzaman, mezkûr ifadeyi çok değişik bir makamda kullanıyor:

"Fakat ilim itibarıyla insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer'an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim. Lâkin o hizmet, ya hayat-ı içtimaiye ve dünyeviyeye ait olacak. O ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez. Onun için, o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selâmetli olan, imana hizmet cihetini tercih ettim. Kendi nefsime kazandığım hakaik-i imaniyeyi ve nefsimde tecrübe ettiğim mânevî ilâçları, sair insanların eline geçmek için, o kapıyı açık bırakıyorum. Belki Cenâb-ı Hak bu hizmeti kabul eder ve eski günahıma kefaret yapar."

Demek: 'Nefiste tecrübe etmek' de bir küçük miraçtır. Yazmak da 'kapıyı açık bırakmak'tır. Belki, hadis-i şerifte bize haber verilen, 'hakiki âlimleri peygamberlerin varisleri kılan sır' da budur. Yani; bu ümmetin istikametli âlimleri de, tıpkı Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın onlara ders verdiği gibi, gittikleri marifet yolunun kapısını, kendi zamanlarında veya sonralarında, arkalarından gelecek insanlara açık bırakabilirler ve bırakmışlardır. Hatta şöyle söyleyelim: Gittiğimiz güzel yolların kapısını açık bırakmak da sünnettir. Âlimlerimizi, ümmetin fitneye düştüğü her vakitte, hakikat-i İslamiyeyi ders verir eserler yazmaya şevklendiren sır da budur. Ve bizim gibi; onların ayak izlerine yüz sürerek, eteklerinden düşen kırıntıları toplayarak, kervanlarının ardından yalınayak koşarak kalem oynatanları yazmaya iten de budur. Kapıyı açık bırakmanın sünnet olduğunu hissetmemizdir. Elhamdülillah.

24 Nisan 2017 Pazartesi

İyilik ruhun lezzetidir

Birşeyin bize mürşidlik yapması için bizzat kendisinin buna azmetmesi gerekmez. Bazen biz de kast-ı nazarla birşeyi mürşidimiz haline getirebiliriz. Hatta diyebilirim ki:

Onun vesilesiyle ondan ötesini görmeye çalıştığımız herşeyde bir irşad ararız/yaşarız. Bu nesnenin ne söylediği kadar bizim neye açlık duyduğumuzla da ilgilidir. Nazar, duyduğu açlıklarla, kendisine has âlemin renklerini değiştirme yeteneğine sahiptir. Arayışlarıyla, âlemi değil, fakat âlemin ondaki izdüşümlerini etkileyebilir. Bakış açısı sihirbazlıkları yapabilir. Şunu en baştan kabul etmeli: İnsan kendisinde yansıyacaklara karşı nötr yaratılmamıştır. Fıtratı, yaşadıkları, onun bu yaşadıklarını anlamlandırışı, açlıkları, aç olmadığı halde arzuladıkları ve bunlarla bağlantılı olarak geliştirdiği nazarları sayesinde dış dünya ile seçici-geçirken ve hatta bazen seçici-değişken bir bağ kurar.

Serinin (Hayy ve Kayyum neden kardeştir?) önceki yazılarında inşa etmeye çalıştığım varlık algısının üzerinden konuşmaya devam edersem: Duyularımızla ancak eksik boyutta algılayabildiğimiz âlemin aslını gösteren üstboyuta yaklaşabilmek için onda derinleşmemiz gerekir. Derinleşmeden muradımız derinleştiğimiz şeyde daha fazla boğulmamızı sebep olacak bir dalgıçlık değildir. Bunu arzulamıyoruz. Etrafımızdaki eksik boyutlu şeylerin sayısını arttırmak istemiyoruz.

Aksine bundan kaçıyoruz. Eksiklik zatında olanı arttırmak onu tamam yapmaz. Eksiklik miktarında olanı arttırmak onu tamam yapar. Bizse daha başlarken varlığın zatında eksik boyutlu olduğunu söyledik. O yüzden miktarını arttırmamız bize fayda vermez. Bu derinleşme kabuğun ondan daha aşkın birşey murad edilerek arkada bırakılmasıyla mümkündür. Bakılan yine kabuktur, çünkü duyularımız ondan yukarısını göremez, ancak aklın ve kalbin ulaşmaya çalıştığı ardıdır. Çünkü onlar, mürşidimin tabiriyle, "Âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır." Geçiş noktalarıdır.

"Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" buyuran Kur'an'ın dikkatlerimizi çağırdığı hakikat, bir açıdan da, budur bence. Madde olarak, şöhret olarak, zenginlik olarak, tatmışlık olarak, görmüşlük olarak, yaşanmışlık olarak dünyayı arttırmak aslında sadece miktarı arttırmaktır. Onların ardındaki kemal manayı kavramak ise Allah'ın zikrine ulaşmaktır. Allah'ın zikri, şükrü, farkındalığı, marifeti ve imanı kalbi tatmin eder. Ama ona ulaşmamıza vesile olan nesnenin kendisi etmez. Arttırmakla da etmez. Amacı o değildir zaten.

Bunu şöyle bir örnekle daha açıklayıcı hale getirebiliriz: Deniz suyunun kendisi susuzluğu geçirme yönüyle eksiktir. Bu eksiklik zatındadır. Ne kadar deniz suyu içerseniz için susuzluğunuz geçmez. Fakat o deniz suyunu rafine ederek ulaşmanız gereken saf suya varırsanız, evet, o su susuzluğunuzu giderir. Çünkü saf su susuzluğu gidericidir. Zatında bu yönde arıza yoktur.

İşte, bizim şu eksik boyutlu dünya ile ilişkimiz de aslında 'doyurmayacak muhatabiyetlerle' örülüdür. Az önce saf suyun susuzluğumuzu geçirdiğini söyledik. Nereye kadar? Tekrar su içmek zorunda kalmayacak mıyız? Demek: Onun da tatmini deniz suyundan bir adım ileride, daha yavaş, daha uzun, ama geçici. Yemek, acıkmayı bastırsa da, ortadan kaldırmıyor. Kaldı ki: İnsanın dünyadaki eksik boyutlu nesnelerle doyuramadığı duyuları ve duyguları da var. Bunu da felsefe, sanat, estetik veya bilim gibi şeylerle bastırmaya çalışıyor. Ancak bunların hepsi deniz suyuna kıyasla saf su gibidir. Susuzluk geçirici değildir. Susuzluk bastırıcıdır. 'Tatmin edici' değildir 'yatıştırıcı'dır.

Kevser sûresinde de haber verilen 'cennet havuzu' hakkındaki bazı rivayetlerde, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, ondan bir kere içenlerin bir daha susuzluk çekmeyeceğini bildiriyor. Bence bu tarz rivayetler, sadece cennet nimetlerinin büyüklüğünü anlatma noktasında değil, dünyadaki tadışlarımızın ne kadar eksik olduğunu hatırlatma noktasında da önemli. Ve şu da önemli:

Birşeyi bizzat kendisi için tükettiğinizde ondan duyduğunuz yatıştırıcı etki (isterseniz buna geçici tatmin deyin) azalıyor. Fakat vesileliğinin hakkını verdiğinizde, bu vesile kılışın amacıyla doğru orantılı olarak, etkisi uzuyor. Bir sevdiğinizle buluşup yemek yediğinizi düşünün. Yemek burada nedir? Muhabbetin vesilesidir öyle değil mi? Bu yemeğin vesileliğinde yaşanılanların etkisi mi daha uzun sürer, yoksa, sırf karnınızı doyurmak için atıştırdıklarınızın mı? Ben oyumu birincisinden yana kullanıyorum.

Yine cebinizdeki bir miktar parayı düşünün. Sözgelimi: Bu para bir kilo baklava alacak kadar olsun. O parayı bir ihtiyaç sahibine verdiğinizde mi daha uzun süreli bir tatmin yaşarsınız, yoksa, baklava alıp yediğinizde mi? Ben yine oyumu birincisinden yana kullanırım. Çünkü o bir iyiliktir. İyilik ruhun tattığı bir lezzettir. Ruhun tattığı lezzetler, bedenin tattıklarına göre, daha uzun ömürlüdür. Hatta bazen ölümsüzdür. Siz bin yıl yaşasanız yine yüreğinizde kalır.

Demek: Her neyi, sadece kendisi için değil, aşkın amaçlar için yapsak ömrü uzuyor. Tatmin ediciliği artıyor. Bu da o şeyin bizzat kendisini derinleşmeye çalışarak veya onla meşguliyeti arttırarak değil, onu 'ondan ötesini' elde etmenin vesilesi yaparak mümkün oluyor. Belki de bu yüzden Kur'an'da "O takva sahipleri ki gayba iman ederler!" denilerek mü'minler övülüyor.

Çünkü onlar duyuların tattığından ötesine iman etmişler. Şeylerin kendilerinden ibaret olmadıklarını biliyorlar. Ötesini arıyorlar. Ötesine inanıyorlar. Ötesini kolluyorlar. Gözleri aynada değil aynada yakalayabilecekleri aşkın görüntüde. Zaten o takvaları ki, hem aynada takılıp kalmadıklarının delilidir, hem takılıp kalmama eğitimidir. Aynanın 'kendi'liğinden veya 'bizzat'lığından veya 'kusur'larından gelecek zararlardan sakınmayı âdet edinenlerin, aynadaki görüntüyü daha net görmesi/yakalaması normal değil mi? Refleksleri açık çünkü onların... Karıştırmamaya daha yatkınlar.

21 Nisan 2017 Cuma

Arrival'dan hakikat-i Muhammediye'ye (a.s.m.): Varlığın daireselliği üzerine...

"Sonunda hep Ona döndürüleceksiniz."
(Rum sûresi, 11)

2016 yapımı Arrival/Geliş filmi bize Hollywood'un metafiziği zayıf tepelerinden ilginç şeyler söyledi. Bende kalanları özetlersem: Neyin önce neyin sonra olduğu aslında 'ona nereden baktığınızla' ilgili birşeydir. Hayatınızın önce gibi görünen bir detayı sonranızın etkisiyle şekillenmiş olabilir. Sonra gibi görünen bir detayı öncenizi tetiklemiş olabilir. Modern fizik açısından bunun kuşatılabilir bir anlamı yoktur. Çünkü modern fizik determinizme dayanır. Determinizme göre ancak önceler sonraların yaratıcısıdır. Ancak nedenler sonuçların anasıdır. (Teolojilerindeki şirkin izdüşümü bir kastı varlıkta da tahayyül ederler.) Fakat ezel-ebed sahibi ve yarattıklarından aşkın bir Allah'a inandığınızda, yaratılışın her anı, varolduğu bütünle birlikte anlam kazanan ve ancak onlara yaslanmakla ayakta durabilen harflerden ibaret hale gelir.

Her ne kadar siz, yaratılışın içinde yeralarak, cümleyi 'henüz kuruluyor' gibi (Kitab-ı Mübin) görseniz de, aslında o cümle zamandan aşkın bir şekilde çoktan kurulmuştur (İmam-ı Mübin). Tıpkı Mülk sûresinin 14. ayetinde buyrulduğu gibi: "Yaratan bilmez olur mu hiç?" Bilmek yaratışın kudretten ve zamandan aşkın varoluşudur. Hep varolan varlığıdır. Bunun kadere iman ile de bir ilgisi var. Kadere iman ettiğimizde, biz, aslında varlığın şahit olduğumuz kısmını aşan 'zaman üstü yanına' iman etmiş oluruz. Çünkü cümle anlamlıdır. Güzellik, hikmet, rahmet, nizam, sanat, adalet... her biri bu anlamın farklı renkteki delilleridir. Anlam ise, cümleyle aynı anda değil, kurulmasından önce varolan birşeydir. Hadi bunu kusurlu bir örnekle daha anlaşılır kılalım:

Kalınca bir sözlükteki kelimelerin tek tek yazıldığı binlerce kağıtla dolu büyükçe bir kavanoz düşünelim. Determinizme göre; varlık, ancak süreç içinde ve sürecin kendisi tarafından yaratılabileceği için, rastgele çekilen kelimelerin veya karıştırırken kavanozdan düşenlerin oluşturacağı cümlenin ister-istemez anlamlı olacağı iddiasında bulunur. Fakat, kadere iman, kavanozdaki hangi kağıtta hangi kelimenin yazılı olduğunu önceden bilen birisinin seçimleriyle ancak anlamlı cümlelerin kurulabileceğini söyler. Hangisi haklıdır? Tecrübe etmek serbest. Yüz tane kelimeyle deneyelim bunu. Hatta elli kelimeyle. Sanıyorum yapacağımız denemelerin tamamı kadere imanı haklı çıkarır. Evet, anlamlı bir varoluş, ancak anlamın önceden bilinip parçaların ona göre seçilmesi/yaratılması ile mümkündür.

İşte burada kader-yaratılış arasındaki ilişki ile Arrival filminin bize öğütlediği bakış açısı barışıyor. Hatta mezkûr filmin böyle bir dersi neden 'dil' üzerinden verdiği de daha anlaşılır oluyor. Çünkü cümle anlamın en küçük yapıtaşıdır. 'Ol!' demekle irade edilen anlamın sonucudur 'oluveren' şey. Biz anlamlı bir cümleyi kurabilmek için o cümlenin anlamının daha önce zihnimizde/kalbimizde varolmasına muhtacız. O anlamın bütünlük içinde varoluşu ile o bütünlüğe yakışır bir cümle kurabiliriz. Cümlenin sonunda dile gelen anlam, aslında, varlıktaki hiyerarşi açısından cümleden öncedir. Yani; bir açıdan onun tohumu iken, diğer açıdan meyvesidir. Varlıktaki bu dairesellik, en büyük boyutunda kader ile önümüze çıkarken, daha küçük boyutlarda tohum-ağaç-meyve, düşünülen anlam-kurulan cümle-söylenilen anlam, tasarlanan sanat-üretilen eser-gösterilen sanat üzerinden de okunur.

Harflerin kendi başlarına içerdikleri tek anlam kendileridir. Bir kelimenin içinde kendilerinden daha aşkın birşeyler ifade etmeye başlarlar. Sonra bir cümle içinde kelimedeki hallerinden daha aşkın şeyler söylerler. Sonra bir metin içinde söylediklerinin sayısı artar. Fakat anlamın önceden varoluşu, tıpkı Arrival filminde dikkatimizin çekildiği gibi, varlığın sıralamasını da altüst eder. Mürşidimin tabiriyle; varlık, 'tecezzi kabul etmez bir küll'dür. Herşey birbiriyle aynı cümlenin parçaları gibi ilgilidir. Sonra gelen kelimenin varlık amacı, önceki kelimeyle değil sadece, bütün metinle ve metinden önceki anlamla açıklanabilir.

Şunun bir benzerini şiir yazanlarınız çok yaşamıştır: Bazen, en güzel mısra ilk akla gelendir de, şiirin ortalarında veya sonunda yeralır. Şiirin geri kalanı ona göre döşenir. Romancılar da iyi bir son veya kurgu keşfettiklerinde bunu yaparlar. Kurgunun o köşesine veya o şatafatlı sona gelene kadar yazılanlar, aslında, tasarım olarak onlardan sonra varolmuşlardır. Ancak siz romanı elinize aldığınızda önce oraları okursunuz. Arrival gibi filmler ise böylesi öncelik-sonralık ilişkilerinin sinemadaki şeklini gösterirler bize. (Burada yazar ancak filmi izleyenlerin anlayabileceği birşeye atıf yaptı.)

Şimdi bir sıçrama yapalım. Mürşidim miracı andığı bir yerde diyor ki: "Ey müstemi! Şu acip kâinat-ı azîme bir insanın cüz'î mahiyetinden halk olunmasını istib'âd etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (aleyhissalâtüvesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin? İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar..."

Bahis uzun. Haber verdiği döngü harika. Bize 'varlığın dairesel yolculuğunu' hakikat-i Muhammediye üzerinden ders veriyor. 'Levlake levlak...' sırrıyla kulak aşinası olduğumuz birşey bu. Devamında diyor ki mürşidim:

"Hem sabıkan ispat edildiği üzere, şu kâinatın Sânii, birinci işkâlin cevabında gösterilen makàsıd için, şu kâinatı bir saray suretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makàsıdın medarı zât-ı Ahmediye (a.s.m.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni-i Kâinatın nazar-ı inâyetinde olması ve en evvel tecellîsine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü birşeyin neticesi, semeresi evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti ve bütün maksatların medar-ı zuhuru olduğundan, en evvel tecellî-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir."

Birşeyin neticesinin/semeresinin ondan evvel düşünülmesi... Vücuden en ahir olanın manen en evvel oluşu... Bunlar işte benim size yazı boyunca anlatmaya çalıştığım şeyler. Allah'ın ezelî oluşu da aslında bize bunu anlatıyor. Allah, elbette yarattığı zamanın öncesinde bir yerde değil, ondan aşkın. Ressam resminin içinde hapsolmaz. Allah için yaratılış cümlesinin kurulmamış bir yanı yok. Gelecek-geçmiş, öncelik-sonralık, neden-sonuç... Bunlar zamanın parçası olan ve içinde ancak bir miktar varolan bizlerin dertleri, sınırları.

"Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."

Fakat mürşidim elbette benden güzel anlatıyor. Çünkü o, aynı hakikati, güzeller güzeli aleyhissalatuvesselamın örnekliğinde izah ediyor. Onun isminin anıldığı herşey güzelleşir. Çünkü; ism-i şerifi sayesinde, harfimiz, içinde varolduğu cümlenin anlamıyla buluşur. Dairenin iki ucu birbirine kavuşur. Ona çokça salavat getirmemizin bir sırrı da budur. Parça bütünün anlamını hatırlar/hatırlatır. Bu sırrı kavrayamanların, salavat-ı şerifenin faziletini diline dolayanların veya 'Levlake levlak...' tılsımına itiraz edenlerin kulakları çınlasın. İlla gavurlar filmini çekince mi bazı şeylere iman edecekler?

19 Nisan 2017 Çarşamba

Küsmek daha az yarayla yetinmektir

"Herşeyi bütün açıklığıyla görmeye yara mı diyorsunuz siz?" Nietzsche Ağladığında'dan.

Yeterince güçlü değiliz. Olamayız da. Çünkü vazgeçmeyi beceremiyoruz. Arzulayacak kadar güçle donatılmışız ama vazgeçecek kadar güçlü kılınmamışız. Vazgeçmek için dışardan yardıma ihtiyacımız var. Küseriz, o ayrı, ama o bile ilgimizin ve yoksunluğundan gelen yaramızın delilidir. İnsan ancak sevdiğine küser. Varlığına duyduğu umudu/arzuyu kırabilmek ve yoksunluğunun acısını sınırlayabilmek/sabitlemek için küser. Tekrar tekrar yara almaktan korktuğu için küser. Küsmek, yarasızlık değil, daha az yarayla yetinmektir. En azından denemektir yaraların durdurulabilir olup olmadığını.

En çok arzuladığımız şey, bir süre sonra, en büyük zaafımıza dönüşüyor. Kapmaya çalıştığımıza kapılıyoruz. Hırsımız hem gücümüzün hem güçsüzlüğümüzün kaynağı oluyor. Peşinden koştuğumuz karadeliklere çekilmeye başlıyoruz. Elde edebilirsek, karşıladığımız arzu sayısınca, insanlara karşı övünüyoruz. Elde edemezsek, karşılayamadığımız arzu sayısınca, insanlara karşı ajitasyon yapıyoruz. Belki, Allah korusun, isyan da büyütüyoruz bu yoksunluklardan. Acılarımızın üzerine, şifa niyetine, öfke tuzu sürüyoruz.

Fakat nihayetinde övündüklerimiz veya yerindiklerimiz 'karşılanmış arzular' ve 'karşılanmamış arzular'dan daha fazlası değil. Kefenin cebi yok. Bedenin de öyle. Beden ile yaşadıklarımız damağımızdan akıp gider. Ruhla yaşananlar kalır. Ruhun cebi kalbidir. Ondakiler kalıcıdır. Dışımızda olanın bizdeki varlığı ancak hakkındaki duygulanımlarımızdır. Ceset cisme heves eder. Tutabileceğini veya tutunabileceğini sanır. Ama ruh yalnız manayı saklar. Cismin itibarı ruhta bırakacağı izlerin itibarıdır. Çünkü onlar sonsuzdur. Bu açıdan diyebiliriz ki: Asıl varlığımız yoksunluklarımızdır. Çünkü onları unutmayız.

"Kavuşamayınca aşk olur..." diyenler de buna yaslanıyorlar. "Pişmanlık ayraçtır" derken ben de buna yaslanıyorum. Biliyorum. Siz de biliyorsunuz. Hayatı elimize alınca ilk o sayfalar açılıyor. Başımızı yastığa koyunca da öyle. Eskiye dair neye dokunsak yine öyle. Yağmurlu havalarda, pencere önünde, uzun yolculuklarda, zirvelerde, denize bakarken, martılara simit atarken, çocukluğumuzun geçtiği sokaklarda yürürken, hatta aynaya bakarken yine öyle. Belli ki arasına birşeyler bırakılmış. Canımızı yakanlar bize hep sızlatan ayraçlar hediye etmişler. Biz de hayatımızın pişman olduğumuz anlarına, o sayfalar açıldığında canımız daha az yansın diye, 'tevbe' merhemi sürmüşüz.

"Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezâizi terk etmek evlâdır. Çünkü, âkıbetin ya saadettir; saadet ise şu fâni lezâizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasının âkıbetini küfür sâikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezâiz evlâdır. Çünkü, o lezâizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyed ademlerden, adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler o elemlere galebe edemez..." derken mürşidim de yaralarımızı çoğaltmamamızı salık veriyor sanki. Yoketmek mümkün değil ama azaltabilmek mümkün. Azaltmaya bakmalıyız. Çünkü yaralardan kaçış yok. İlla bu kuşa kurşun değecek avcıların arasında uçarken.

Züht, takva ve hatta inzivayı bu perspektiften ele alınca, onları, kırılgan insanların dünyaya karşı giyindikleri zırh gibi de düşünüyorum. Ne kadar az dünyanın fani yüzüyle muhatap olursan o kadar az canın acıyor. O kadar az sarsılıyorsun. O kadar az inciniyorsun. Dünyadan sakınmak aslında yaralarından sakınmaktır. Günahlardan sakınmak yaralayıcılardan sakınmaktır.

Schopenhauer ve Nietzsche gibi insanların 'karamsarlık felsefesi' sakınma güdülerinin bir uzantısı ve kendilerince fikrî dayanaklarından oluşuyor bence. Acıyı överek veya yererek acıyı aşabilmek mümkün mü? Takva imanlı insanın endişesidir. Onlarınkine takva denmez. Belki 'seküler bir takva' bu. Amacı ahiret değil dünyadaki huzur. Dünyadan sakınışı yine dünya için. Yaralarını mantıklı kılarak gerekli tatmini yaşayabileceklerini sanıyorlar. Nietzsche Ağladığında kitabında denildiği gibi: "Ümitsizlik özfarkındalık uğruna ödenmiş bir bedeldir." Veya yine dendiği gibi: "Önce zorunlu olanı istemek ve sonra da istenileni sevmek gerekiyor." Bu teselli değil afyon. Bu dünyadan ibaret kalırsan yaralarını işte böyle kendi kanını içerek iyileştirmeye çalışırsın. Sakın sen bunu yapma!

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...