27 Aralık 2020 Pazar

Tutma, ey Cibali Baba, çünkü mücahid güllesidir!

Bugün twitterda bir sualle karşılaştım. Aslında bir sual değildi. Cevaptı. Daha doğrusu: Sual cevabını da dayatıyordu. Malumunuz: Eğer bir sual cevabını da öğretiyorsa ona 'merak'tan çok 'mühendislik' gözüyle bakmak gerekir. Ne mühendisliği? İnsan mühendisliği. Düşünce mühendisliği. Sosyal mühendislik. Yani arkadaşım bu bir nevi sufle vermektir. "Bu soruya şu şekilde cevap vereceksin ha. Sakın başka cevap arama. Hadi bakalım koyunum. Bu da sana yeni oyunum..." tarzı bir endoktrinasyondur. Basit zihinlere çabuk tesir eder. Fakat kendi 'acaba'larınızı üretebilen bir beyne sahipseniz böylesi dayatmalara cevabınız şöyle olur: "Cevabın burada aranması gerektiği ne belli? Belki de bu sorunun başka bir cevabı vardır ha? Ne dersin?"

Evet. Herkes aynı kaval sesinin peşine düşmüş gidiyor: "Din istismarcıları yüzünden bu toplumda deizm-ateizm artıyor bla bla..." Kavala kim üflüyor? Soran yok. Azıcık daha kurcalasanız, mesela, deseniz: "Kim efendim o istismarcılar?" Hemen ehl-i sünnet ulemayı saymaya başlıyorlar. "Yahu, ötekiler de kitap satıyor, seminer veriyor, program program geziyorlar?" deyu soracak olsanız, el-Aman. Sakın. Aaaa! Nasıl böyle birşey dersiniz? Hiç onların yaptığı ile şunlarınki bir mi? İslamoğlu'nun, Özdil'in, Saymaz'ın sattığı ile Cübbeli Hoca'nın sattığı eşitlenir mi? Cık, cık, cık. Sizin meseleyi anlayamadığınız hemen belli oluyor canım.

Yani efendim, bu ülkede, ömür verdikleri ihtisas alanları üzerinden geçimini sağlamaya cür'et eden (başka nasıl kazanacaklarsa) sadece 'ehl-i sünnet uleması' oluyor. Ne doktorlar doktorluktan, ne fizikçiler fizikten, ne akademisyenler akademisyenlikten, ne de bilmem kim bilmem neyden para kazanmıyor. Yok. Hayır. No. Hepsi eğitimlerini Allah yoluna, vatan uğruna, halkın rızasına adamış (hey maşaallah) geceleri çöplerden topladıkları çürük meyveleri yerken, ah bu gelenekçiler, yağlı pilavları götürüyorlar. Yalnız götürmekle kalsalar efendim, bir de halkı 'kutuplaştırıp' duruyorlar, 'din jandarmalığı' yapıyorlar. Yaaa!

Halbuki, bakınız, Bediüzzaman Hazretleri Osmanlı'nın son döneminden bugüne 'bir bütün olarak' yaşadığımız şu hazin bozulmayı nereye bağlıyor: "Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur'ân'ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mâzisini dehşetli lekedar, belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikati verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz."

Dur bakalım. Aaa! Mürşidim bugünkü bozulmanın "Geliyorum!" seslerini daha evvelden mi okumuş? Galiba öyle. Peki esbabını neye bağlamış? 'Din istirmarcılarına' öyle değil mi? Hatta belki Cübbeli Hoca'yı falan görünüşüyle bile tarif etmiştir. Yehu! Ne? Kendisinin görünüşü de mi onlara benziyordu? Yapma yahu! Ah. Of. Püf. Kimi suçlayacağız peki? Hürriyetçileri mi? Ne? Olamaz! Modern zamandayız. Böyle suçlamaları kaldıramayız. Özgürlüğün kötülük getirebileceğini 'bazı' takyidiyle dahi inanamayız. Üf. Tüh. Peh. Neyse. Biz yine suçu 'gelenekçilere' atacağız dostum. Cübbeyi-sarığı-sakallıyı suçlayacağız. Onları dövmek kolay çünkü:

"Batsın kutuplaşma. Yansın din jandarmaları. İslam'ın sınırlarını hatırlatanlar kaybolsun! Bu dinde herşeyin caiz olmadığı zikredenler kahrolsun! Hârim-i İslam yolgeçen hanına dönsün. Ancak bu yumuşaklıktır ensemizi seküler tokatlardan kurtaracak. Belki teslim olursak tecavüze uğramayız."

Acaba? Acaba uğramaz mıyız? Yahut da teslim oluşun kendisi zaten bizatihi tecavüz mukaddimesi midir? Arkadaşlar, ben, böylesi arızalı tutumların şöyle bir yanlış kanaatten kaynaklandığını düşünüyorum: İslam'da cihadın bittiği sanılıyor. Hayır. Asla. İslam'da cihad bitmez arkadaşlar. Kıyamet kopana kadar bu cihad devam edecek. Maddisi olmazsa manevisi olacak. Tebliği olmazsa tedbiri olacak. Fakat imtihan sürüp gidecek. Kur'an'da, sünnette, kısacası dinde, 'yakîn gelinceye kadar' sınanacağımız hiçbir hususta bu kavga bitmeyecek. Yalnız yöntemler-usûller-şekiller değişecek. Beden ne kadar değişse de ruhu bâki kalacak.

Aleyhissalatuvesselam bu dinin 'tenzili' için cihad etti. Hz. Ebubekir radyallahuanh dönemindeki irtidat hâdiselerine karşı 'tevil' cihadında bulundu. Ömer radyallahuanh ile Osman radyallahuanh hidayetin tüm dünya coğrafyasına ulaşması uğrunda 'tebliğ' cihadı ettiler. Sonra yine bulutlanmalar oldu. Şah-ı Merdan Ali radyallahuanh meydana çıktı. Yine bir 'tevil' cihadı başladı vs... (Allah cümlesini hayırlarla mükâfatlandırsın.) Büyük resimde görünense şuydu: Evet. Bu ümmetin bir daha 'tenzil' için cihad etmesine gerek yoktu. Allah dinini tamamlamıştı. Vahiy bitmişti. Ancak 'tebliğ' ve 'tevil' cihadları kıyamete kadar sürecekti. Dört Halife döneminde bu cihadların varolması 'kıyamete kadar da süreceklerinin' belirtisiydi. Çünkü sahabe tecrübesi bu ümmetin hayatının özeti gibidir. Misal-i musağğarıdır. Her hususta rehberidir.

Gerçi sonraki dönemlerde daha belirgin bir 'görev paylaşımı' olduğu söylenebilir. Mesela: Cihadın maddisinden sorumlular başkalarıdır. Ordudur. Manevisinden sorumlu başkalarıdır. Ulemadır. O manevi cihad içinde 'mübelliğ' görevi başkalarındadır. 'Murabıt' görevi başkalarındadır. Yani, kimisi yeni toprak kazanırlar, kimisi sınırları korurlar. 'Kazanma' mesleğindekiler nisbeten yumuşakçadır. 'Koruyucuların' üslûbu uyarıcıdır. 'Kazanma mesleği'nde gidenler muhataplarına karşı 'tolere edici' tavırlar takınırlar. Fakat 'koruyucular' sapmalar konusunda cidden hassastırlar. Çünkü mücadele verdikleri alan dinin, akidenin, amelin 'seleften tevarüs ettiği kemalde/saflıkta muhafazası'dır. Elbette müdebbir hali mübelliğden başkadır.

Denî bir misal olmakla birlikte şöyle diyebiliriz: Bir AVM'nin, güvenliği başka hassasiyetler gösterir, pazarlamacısı başka hassasiyetler gösterir. Pazarlamacı ister ki: Hasbelkader birşey alabilecek herkes içeri dolsun. Gönlünce takılsın. Canı sıkılmasın. Sıkılmasın ki satışlar da iyi olsun. Bereketlensin. Fakat güvenlik böyle davranamaz. O satıştan ziyade asayişten sorumludur. Elbette herkesi içeri almaz. Üzerlerini arar. Tavırlarına karşı daha dikkatli olur. Bazen aykırı davranışlarda gördüklerini cebirle dışarı atar. Onun hali öyledir. Bunun hali böyledir. Ve bu ikisi birarada olmazsa AVM'de denge sağlanmaz. İstikamet ikisinin de olmasındadır. Bu tıpkı insandaki 'kuvve-i şeheviye' ile 'kuvve-i gadabiye' dengesine benzer. Her neyse...

Nihat Hatipoğlu Hoca'nın Ebubekir Sifil Hoca'ya yaptığı eleştirileri okurken de bu misal hatırıma geldi. Öncelikle: Kim ki İslam'ın saadetine sa'yederse onun duacısıyım. Lakin Ebubekir Sifil Hoca'ya eleştirisinde Nihat Hoca'nın cidden hataya düştüğünü düşünüyorum. Ebubekir Hoca murabıttır. Sizse mübelliğsiniz. Mesleğinize sa'y edebilirsiniz. Fakat istikametin tek öğesi sanırsanız fena aldanırsınız. Hatta sizin programlarınızı takip eden bir yakınım şöyle bir yargıda bulunmuştu: "Nihat Hoca'ya 'Şu-bu helal mi?' diye birşey soruyorlar. O kadar çok laf çeviriyor ki... Bitirdiğinde bence kimse yargısından emin olamıyor. Soru olduğu gibi kalıyor. Ne tam 'helal' diyebiliyor ne de tam 'haram' diyebiliyor. Herkes istediğini alıyor."

Konu dallandı-budaklandı. Toparlamayı deneyeyim: Mübelliğler murabıtları 'kutuplaştırmakla' suçlarlarsa kıvamımız kaçar. Özdil güler. Öz-bir kardeşin ağlar. Kimin akidesi kimin cebinde belli olmaz. Mübelliğ işine bakıp murabıtın mesleğine hürmet duymalıdır. Bu sınırlar bekçisiz kalırsa düşmanın nerelere hücum ettiğini kimse göremez. Mübelliğ hiç sezemez. Hele ki ahirzamanda! Ebubekir Hoca ve emsali, Allah onları hayırla mükâfatlandırsın, bir sınır nöbeti tutuyorlar. Düşmanın uyumadığı yerlerde onlar da göz kırpmıyorlar. Nöbetçinin tavrı elbette teşrifatçı tavrı gibi olmaz. Haşin olur. Celal görünür. Nihat Hoca eğer hasma uyup ordusunun sınır karakollarına savaş açarsa hârim-i ismetini telef eder. Cenab-ı Hak cümle ulemamızın gözlerini istikamete açsın. Murabıtta 'dikkat'i mübelliğde 'rikkat'i eksik etmesin. Âmin. Âmin.

23 Aralık 2020 Çarşamba

İslam uleması dünyayı 'tepsi şeklinde' mi sanıyordu?

Karşılaştıysanız bazılarını işitmişsinizdir mutlaka. 'Müslüman evrimciler'in bazı klişeleri var. Hangisiyle konuşsanız sözü mutlaka oralara getiriyor. Hepbir kaynaktan ezber yaptıklarını tezahürleriyle gösteriyor. İşte bu yazıda içlerinden birisine bir parça dokunmak istiyorum. Nedir? 'Dünyanın küreviyeti' ile 'evrim' arasında kurulan benzerliktir. Hülasa edeyim: İddia odur ki: Müslümanlar yüzyıllar boyunca 'dünyanın tepsi şeklinde olduğuna' iman etmişler. Âlimleri tefsirlerinde böyle yazmışlar. Fıkıhçıları böyle hükümlerini açıklamışlar. Vaizleri hep bunu nasihat etmişler. İş böyle sürüp gitmiş. Ta ki Batı 'medeniyet' olana kadar. Sonra bizimkiler bakmışlar ki: Ooo! Batılılar dünyanın küreviyetini çok feci isbat ediyorlar. Buna karşı mücadele etmek mümkün değil. Hemen geri basmışlar. "Ne yaptık yahu biz!" demişler. Tevbe-billah etmişler. Bilimin affına sığınmışlar. O zamana kadar 'satıh' şeklinde anladıkları ayetleri de silbaştan 'küre'ye çevirmişler. Masalın, pardon, iddianın özeti böyle...

Mâzisi ne kadar derindir bilmiyorum. Ancak mâzisi olduğunu mürşidimin Muhakemat'ta bu iddiayı ele almasından anlıyorum. Demek evrimciler de bu işi yeni baştan konuşmuyorlar. Zaten bu minvalde her ne iddiaya rastlasanız arkasını oryantalistlerin metinlerinde bulursunuz. Onlardır İslam âlemine en ışıltılı çağlarını dahi "İslam'ın ortaçağı" diye yutturan. İslam milletini kendi geçmişiyle kavgalı/küs bir hale getiren. Hurafelerinin kendilerine ettiğini "din-i mübîn-i İslam'ın ehl-i İslam'a ettiği" diye semtimizde yediren. Satan. Sattıran. Hasbelkader tezgâhlarından geçen bir müslüman genç öyle feleğini şaşırır ki: Engizisyonu kendi 'kadılar heyeti' diye akleder. Papa'yı 'müçtehid imamlar'ından birisi sanır. Hristiyan dünyanın dine/bilime bakışını da öz-bir bilâd-ı İslamiye'nin dine/bilime bakışı zanneder. Yani İslam tarihiyle Batı tarihini karıştırır. Şaşıbeş olur.

Peki bu konuda Bediüzzaman ne der? Bediüzzaman'ın dediği zihni Batı'dan gelen muktesebatla bulanmamış, kendi pınarının suyunu başkasının petşişesinden içmeye tenezzül etmemiş, şaşırmamış-şaşırtmamış bir Ehl-i Sünnet âliminin dediğidir. Yani? Yani müslümanların arzın küreviyetini inkâr ettiği yalandır. Böyle inkârlara sapanlar yanlış mehazlara dayanmaktadırlar. Uzatmayalım. Yerinden alalım:

"Senin munsıf olan zihnine malûmdur ki: Küreviyet-i arz ve yerin yuvarlaklığına, muhakkikîn-i İslâm—eğerçi ittifak-ı sükûtuyla olsa—ittifak etmişlerdir. Eğer bir şüphen varsa, Makasıd ve Mevafık'a git. Maksada vukuf ve ıttıla peyda edeceksin ve göreceksin: Sa'd (Sa'd-ı Taftazanî'yi kastediyor) ve Seyyid (Seyyid Şerif-i Cürcanî'yi kastediyor), top gibi küreyi ellerinde tutmuşlar, her tarafına temaşa ediyorlar. Eğer o kapı sana açılamadı; Mefatîhü'l-Gayb olan, İmam-ı Râzî'nin geniş olan tefsirine gir ve serir-i tedriste o dâhî imamın halka-i dersinde otur, dersini dinle.

Eğer onunla mutmain olamadın; arzı, küreviyet kabına sığıştıramadın. İbrahim Hakkı'nın arkasına düş, Hüccetü'l-İslâm olan İmam-ı Gazâlî'nin yanına git, fetva iste. De ki: 'Küreviyette müşâhhat var mıdır?' Elbette diyecek: 'Kabul etmezsen müşâhhat vardır.' Zira, tâ zamanından beri şöyle bir fetva göndermiş: 'Kim küreviyet-i arz gibi burhan-ı kat'iyle sabit olan bir emri, dine himayet bahanesiyle inkâr ve reddetse, dine cinayet-i azîm etmiş olur. Zira bu sadakat değil, hıyanettir.'

Eğer ümmîsin, fetvayı okuyamıyorsun; bizim hem-asrımız ve fikren biraderimiz olan Hüseyn-i Cisrî'nin sözünü dinle. Zira, yüksek sesle münkir-i küreviyeti tehdit ettiği gibi, hakikat kuvvetiyle pervasız olarak der: 'Kim dine istinadla, himayet yolunda müdevveriyet-i arzı inkâr ederse, sadîk-ı ahmaktır, adüvv-ü şedidden daha ziyade zarar vermiş olur.'

Eğer bu yüksek sesle senin yatmış olan fikr-i hakikatin uykudan kalkmadıysa ve gözün de açılamadı; İbni Hümam ve Fahrü'l-İslâm gibi zâtların ellerini tut, İmam-ı Şafiî'ye git, istiftâ et. De ki: 'Şeriatta vardır: Bir vakitte beş vaktin namazı kılınır. Hem de bir kavim vardır, yatsı namazlarının vakti bazı vakitte yoktur. Hem de bir kavim vardır, güneş çok günlerde gurub ve çok gecelerde tulû etmez. Nasıl oruç tutacaklar?' Hem de istifsar et ki: 'Şartın târif-i şer'îsi olan, sair erkâna mukarin olan şeydir. Nasıl namazda şart olan istikbal-i kıbleye intibak eder? Halbuki, yalnız kıyam ve yarı kuudda mukarenet vardır.' 

Emin ol, İmam-ı Şafiî mesele-i ûlâyı şarktan ve garptan geçen dairenin müdevveriyetiyle tasvir edecektir. İkinci ve üçüncü meseleyi dahi, cenuptan şimale mümted olan dairenin mukavvesiyetiyle tatbik edecektir. Burhan-ı aklî gibi cevap verecektir. Hem de kıble meselesinde diyecek: 'Kıble ve Kâbe öyle bir amud-u nurânîdir ki, semavatı Arşa kadar takmış ve nazm edip, küre-i arzın tabakatını ferşe kadar delerek kâinatın muntazam bir amud-u nurânîsi olmuştur. Eğer gıtâ ve perde keşfolunsa, hatt-ı şâkul ile senin gözünün şuâsı, namazın herbir hareketinde ayn-ı kıbleyle temas ve musafaha edecektir.'"

Bakınız, metin boyunca Bediüzzaman Hazretleri İslam tarihini bir süvari süratiyle katederek, isimden isime atlayarak, ilimden ilime geçerek, âlimden âlime örnek vererek şunu göstermektedir: Dünyanın küreviyeti İslam âlimlerinin zaten söylediği birşeydir. Bu noktada müslümanlara yapılan saldırı haksızdır. Eğer hata ile aksini savunanlar varsa onlar şâzdır. Azdır. Birazdır. Onların durumuna bakılarak, cadde-i kübra orası sanrılanarak, İslam ulemasının hakkaniyeti töhmet altında bırakılamaz.

Bir de şöyle ikinci bir sıkıntı var: Arzın küreviyeti müşahedat açısından nasıl olup da evrimle eşitlenebilir? Biz dünyanın küre şeklinde olduğunu hergün görüyoruz. Hergün küre şeklinde bir dünyaya uyanıyoruz. Yani delillerini her an hazır buluyoruz. Test edebiliriz. Evrimin böyle bir sabitelik durumu var mı Allah aşkına? Evrimle asıl kastedilen 'türden türe geçiş' bağlamında soruyorum: Yaşadığı dünyada türden türe geçen bir canlıya şahit olanımız var mı? Ne bileyim, eşekten aslan doğduğuna, kaplumbağa yavrusunun kuş olduğuna, balığın kertenkeleye dönüştüğüne, izlediği Marvel filmleri dışında, şahit olan var mı? Hal böyleyken bu durum nasıl dünyanın küreviyeti ile eşitlenebilir? O nerede? Bu nerede? Hergün kalkılan dünya nerede? Bir gece yatılan rüya nerede? Ondaki kesinlik nerede? Bundaki 'mış gibi' taklit nerede? Neyse, uzatmayayım dostlar, meramımı anlatabildim sanıyorum. Cenab-ı Hak cümlemizi hidayetinden ayırmasın. Ahirzaman fitnesine şaşırtmasın. Âmin.

18 Aralık 2020 Cuma

Bizim mahalleye neler oluyor?

"Bence yol ikidir: Mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver'e, Venizelos ile beraber Said Halim'e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir." Münazarat'tan.

Bir askerlik anısıyla başlayayım. Fakat önce kışladaki düzenimizi azıcık çıtlatmam gerek. Efendim, biz, üçü hizmet ve biri de muhafız bölüğü olmak üzere, dört bölük aynı albaya bağlıydık. Bu bölüklerden üçü aynı binada kalırdı. Benim dahil olduğum üçüncü hizmet bölüğüyse başka bir binada ikamet ederdi. Neyse, gel zaman git zaman, muhafızdan birisi karıştığı bazı olaylardan dolayı bizim bölüğe yollandı. Bu arkadaşın, eğer muhafızda kalırsa, başına birşeyler gelmesinden korkuluyordu. Sonra, nasıl olduysa bu durum unutuldu, yeni alınan kararla bütün birliklerin aynı binada komutanlık saatine katılması emredildi. Doğrusu aradan bir parça da zaman geçtiği için kimse endişelenmedi. Toparlandık gittik.

Tabii 'komutanlık saati' denilen derse gidilir gidilmez başlanmaz. Öncesinde isteksiz askerler ağır ağır kantinde toplanırlar. Fakat o da ne! Biz kantine gidince pek de isteksiz olmayan askerlerle karşılaştık. Sonra anlaşıldı ki bunların istekleri komutanlık saatine değilmiş. Muhafız birliğinden malum arkadaşı almaya gelmişler. Kendi bölgelerine götürüp hınçlarını alacaklar. Tabii bizim bölüğün kabadayıları da bu işi izzet-i nefislerine sığdıramadılar. "Siz kimsiniz lan bölüğümüzden adam alıyorsunuz!" diye başlayan diyalog birkaç dakika içinde kavgaya dönüştü. Kantinde sandalyeler havada uçuşmaya başladı. 

Hülasa: Muhafız birliğinin komutanı gelip olayları durdurdu. Ancak bizim çavuştan da kendi bölüğünden kavgaya karışanları teslim etmesini istedi. Bizim çavuşsa, normalde kendisinden beklenmeyen bir aslanlıkla, çünkü hiç öyle birisi değildi, 'böyle birşey yapmayacağını, komutasındaki askerlere cezayı ancak kendi komutanlarının verebileceğini' söyledi. Yediği tokada rağmen de tavrından dönmedi. Muhafızın komutanı da bir-iki daha küfrettikten sonra, baktı mesafe alamıyor, üstelemedi. Bizi kendi bölüğümüze dehdehledi. 

Ertesi gün içtimada bölük komutanımız dünkü kavganın sorumlularının tek tek karşısına dizilmelerini emretti. Önce çavuş çıktı. Sonra kavgaya karışan erler çıktı. Sonra da 'kavganın yüzünden çıktığı' arkadaş çıktı. Komutan sordu. Dinledi. Doğrusu ben arkadaşların kesin bir ceza alacağını düşündüm izlerken. "En azından birer tokat yerler!" diye tahayyül ettim. Fakat, arkadaşım, hiç sandığım gibi değil. Bambaşka birşey oldu. "Aferin aslanlarım!" dedi komutan. "Bu çocuk it de olsa artık kapımızın itidir. Cezasını biz veririz. Başkasına teslim etmeyiz. Gözlerinizden öpüyorum. Varolun. Bir daha olursa aynısını yapın. Arkanızdayım."

Bu mevzu bana Bediüzzaman Hazretlerinin 'kardeşlik hukukunu' üzerinden anlattığı aşiretleri anımsattı. Yerinden alıntılayayım: "Medar-ı ibret bir hikâye: Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dahilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi." Devamında verdiği dersse işte tam bugün hatırlanması gereken cinstendi: "İşte, ey mü'minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? (...) Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal'an, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kal'a-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl." 

En son Ebubekir Sofuoğlu Hoca vakasında da aynı soruyu sordum kendime: Bizim mahalleye neler oluyor? Neden karşı mahallenin saldırılarında kendi öz-bir kardeşini dövmekten zevk alan grupları-bireyleri var? Nasıl bu kadar ağız suyu akıtılarak bu işler yapılabiliyor? Doğrusu ben de Bediüzzaman'ın verdiğinden isabetli bir cevap bulamadım. Bulamıyorum. Galiba 'ahirzaman müslümanı' askerini başkalarıyla birlikte dövmekten keyif alıyor. Mahallesinin şuuruna, ahlakına, kardeşliğine, izzet-i nefsine sahip değil. Hatta öylesine de şehvetle peşindeki bu işin 'kardeşinin hakikaten ne söylediğine' dönüp bakmıyor bile. Bu fecaat durum, tıpkı yukarıdaki metnin devamında mürşidimin dediği gibi, Deccal'e-Süfyan'a karşı mağlubiyetimizin hiç sonlanmamasına sebep oluyor. Çünkü bizim bölüğün bir kısmı karşı tarafın gönüllü askerleridir. Düşmanına karşı düşmanıyla hücum eden elbette ikbal elde edemez. Cephelerimizin bu kadar sık düşmesinin sebebi de budur. Sayı azlığından kaybediyor değiliz. Fakat halimize bakan 'aynı bölüğün askerleri' de demez. Halimiz şuncadır arkadaşım.

13 Aralık 2020 Pazar

Yağmur duası kimlere batıyor?

Yağmur, güle yağar gül kokutur, küle yağar kül kokutur. Güneş, laleye değer ballandırır, lâşeye değer çormanlaştırır. İşaratü'l-İ'caz'da mürşidim de 'Allahın verdiği misallerle ancak fâsıkları saptırması' izahında der ki: "Fısk sebebiyle, fâsıklar hakkında nûr nâra, ziya zulmete inkılâp eder. Evet, şemsin ziyasıyla, pis maddeler taaffün eder, kokar, berbat olur..." Aslında hidayet vesilesi neyin özüne inilse böylesi bir 'ayırıcı mahiyete' sahip olduğu görülür arkadaşım. Yani: İnsanlardan bir kısmı onunla dalalete giderler. Diğer bir kısmı da istikametlerini bulurlar. Fakat dikkat edelim: Buradaki sapma hidayet vesilesinin yapısından kaynaklanmamaktadır. Ya? Muhatabın onu kullanma şekli önplana çıkmaktadır. Yani, etkiyle oluşacak tepkiyi 'tepki veren' seçer, belirler.

Peki kullanma şeklini ne belirler? 1) Arayışlar. 2) Sakınışlar. 3) Arzular. Yahut da Bediüzzaman'ın izahına eklediği kuvveler bahsine atıf yapalım: 1) Neye aklettiğimiz. 2) Neyden sakındığımız. 3) Neyi arzuladığımız. Yani: 1) Kuvve-i akliye. 2) Kuvve-i gadabiye. 3) Kuvve-i şeheviye. Bu üç kuvvede sahip olduğumuz alışkanlıklar hasbelkader bize uğrayan delillere/ayetlere nasıl muamele ettiğimizi de şekillendirir. Sınıflandırır. Hidayet elbette Allah'tandır. Fakat insan da alışkanlıklarıyla bu hidayetin 'çağrıcısı' veya 'kovucusu' olur. Gül kokmak isteyen gülleşerek bekler. Kül kokmak isteyen külleşmeye bakar. Lalenin de intizarında bir duası vardır, lâşenin de.

Mevzuyu gündemdeki bir meseleye de bağlayabiliriz. Hangisine? Yağmur duası bahsine. Evet. Diyanet'in, bin maşaallah, camilerde yağmur duası yaptırması yine bazı aydınlarımıza(!) acayip dert oldu. Niçin? Yukarıda konuştuklarımız ekseninde cevaplarsak: Alışkanlıklarına ters geldiği için. Bir İbrahim Halilullah olup putlarına sataştığı için. Nasıl bir alışkanlık bu bahsettiğimiz? Defterlerini şöyle bir yerden açalım: Ahirzaman fitnesinin tek dünyalı zihinlerde oluşturduğu en kesif düşünsel alışkanlık determinizmdir. Hatta bu hususta bugünün sekülerleri geçmişin en putperest kavimlerden daha (ş)aşkın bir imana sahiptir. Yani, en mazinin müşrik kavimleri dahi, putlarına dua ederken fiziksel meselelerin fizikötesi yanları bulunduğuna iman ederler. İlah tasavvurlarındaki hatalara rağmen madde ötesine bugünkü kadar körelmiş değillerdir. Ancak elbette tevhidî bir ıslaha muhtaçtırlar.

Fakat bugünün müşrikleri putlarının sayısını sebepler-sonuçlar, nedenler-neticeler, etkiler-tepkiler sayısına çıkardıkça öteye açık kalmış son kapıları da kapatmışlardır. Mezkûr çöküşün ilk tezahürü 'haddini bilmekle ilgili sorunlar'dır. Zira metafiziğin varlığı reddedildikçe fiziksel olanın tehevvürü artar. Zincirini koparmış bir canavar gibi sağa-sola saldırır. Firavun misali "Sizin en büyük ilahınız değil miyim!" deme cüretini gösterir. Öyle ya: Madem yalnızca madde vardır. Madem ki herşey sebep-sonuç ilişkilerinden ibarettir. Madem ki her tepkiyi yaratan etkidir. Öyleyse "Onlar ki gayba iman ederler!" ufkuna açık olabilme ihtimali kalmamıştır. Böyle bir alanın varlığına iman kalmadığında ise insana had bildirecek sınırlar yokolur.

Ene Risalesi'nin bize öğretti birşey de sanki şudur: İnsanlık tarihi iki temel temayülün üzerine şekilleniyor: 1) Kimileri, hem kevnî hem kelamî ayetleri, 'hadlerini bilmek için' okuyor. 2) Kimileriyse aynı ayetleri 'hadsizliklerini göstermek için' kullanıyor. İşte bugünün 'yağmur duası' tartışmaları da böylesi bir zeminden besleniyor. Değil yalnızca duaya, Allah'a bile determinist evren tahayyüllerinde yer bırakmayan densizler, sebep ile sonuç arasındaki tevhidî sonsuzluğa racon kesiyorlar. Yok. Daha fazlası. Bir de alay ediyorlar. Halbuki duaya gösterdikleri müstehzi tavırda Allah'a karşı hissettikleri kibrin izleri okunuyor. Azgınlıkları istiğnaya işaret ediyor.

Bizse duanın yaptığı işi biliyoruz. Yağmurdan önce yağdırdığı nice rahmetleri kalbimizde hissediyoruz. İstediğimiz verilmeden ve dahi verilmese de verilenleri görüyoruz. Tıpkı Bediüzzaman gibi diyoruz mesela: "Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki: Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder." Veya yine yağmur duası bahside dediğini hatırlıyoruz:

"Nasıl ki güneşin gurubu akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz açılması ve ne kadar devam etmesi müneccim hesabıyla muayyen olan ay ve güneşin husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi yağmursuzluk dahi yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; dua ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına iltica eder. Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def' olunmazsa, denilmeyecek ki: 'Dua kabul olmadı.' Belki denilecek ki: 'Duanın vakti kaza olmadı.' Eğer Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle belâyı ref etse nurun alâ nur, o vakit dua vakti biter, kaza olur."

Yani arkadaşım gerilimin özü yine alışkanlıklarımızda saklanıyor. İmanları gereğince herşeyin Allah'tan olduğunu bilenler, kalpleri buna alışanlar, dua etmekten sıkılmıyorlar. Çünkü bu sayede, zaten hep hatırlarında tutmaları gereken, hadlerini anımsıyorlar. Gafletlerinden utanıyorlar. İsteklerinin gerçekleşmesinden bağımsız ibadet ediyorlar. Yoksunluklarını dahi hidayetlerinin vesilesi kılıyorlar. Yükseliyorlar. Diğer bir kısım talihsizse duaya çağrılınca hiddetleniyor. Çünkü sebeplerden ötede bir yaratıcılık ummaya alışık değiller. Duayı başka türlü anlamaya da açık değiller. Çünkü başka türlü bir faydanın vücuduna da inanıyor değiller. Gafletleri nefislerine yerleşip fısk olmuş. Arayış olmuş, sakınış olmuş, arzu olmuş. Fısklarından başkası huzursuzluk olmuş. Onlara da yağmurdan kül kokusu kalıyor. Misaller, dualar, ayetler hep fâsıkları saptırıyor. Dileyelim de Rahman u Rahim bizi onlardan eylemesin arkadaşım. Âmin.

12 Aralık 2020 Cumartesi

İlahiyatın (t)adı yok

Allah selamet versin. Bence Cübbeli Ahmed Hoca bu konuda en isabetli tesbiti yapmıştı. Demişti ki: Bizim Mustafa Öztürk'ün 'fikir özgürlüğü' ile bir işimiz yok. Ya? İşgal ettiği makamın kaldıramayacağı şeyleri konuşmasından rahatsızlığımız var. Yoksa gidip ateist üniversitesinde istediğini anlatabilir. Orada kimse de ona karışmaz. Öyle ya: Bu dinin kâfirleri, vahy-i mübareğin insanlığa ilk teşrif ettiği günlerden beri, 'insan sözü' olduğunu yönünde yalan beyan ediyorlar. Müslümanlar da onlara gerekli cevapları veriyorlar. Hatta Kur'an-ı Hakîm bizzat kendisi cevap veriyor. "İddianızda samimiyseniz benzerimi getirin!" diyor. Yani, bu açıdan bakılacak olursa, biz Kur'an hakkındaki bu tarz iftiralara/iddialara yabancı değiliz. Bunları göğüsleyemeyecek de değiliz. Fakat Öztürk vakasında yeni birşey var. Nedir? Kurdun gövdeye girmesidir. Esas endişemiz budur.

Bediüzzaman Hazretleri Mektubat'ta diyor ki: "Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesâili takliden kabul ederler. Hatta kuvvetli bir hakikati zaif bir adamın elinde zaif görür ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse kıymettar telâkki eder." Herhalde derdimizi üzerinden anlatabileceğimiz en veciz metinlerden birisi de budur arkadaşlar. Nasıl? Açalım: Yani biz bu hususta Öztürk'ün dillendirdiği herzelerden korkmuyoruz. Ya? Öztürk'ün bu martavalları işgal ettiği makamdan okumasından korkuyoruz. Çünkü, yarı aydınların sanrılarının aksine, bu ülkenin mü'min halkının ilahiyat fakültelerine 'atari salonu' gözüyle bakmadığını biliyoruz. Ne gözle bakıyorlar peki? Dinin öğrenileceği yer olarak bakıyorlar. Çoluğuna-çocuğuna 14 asırlık pâk mirasın aktarılacağı medrese olarak bakıyorlar. Öyle baktıkları için de temkin göstermiyorlar. Aldıklarını mihenge vurmuyorlar.

Üstelik oraya gelen öğrencilerin durumu da bundan ileri değil. Bu gençlerin kaçında acaba dinin içerisi-dışarısı tam hatlarıyla belirgin? Nasıl olabilir? Belirgin olsa zaten oraya ne ihtiyaçları var? Bu çocuklar ilahiyat fakültelerine alelekser ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasını ders almak için geliyorlar. Çünkü sünni oğlu sünni oğlu sünni bir hanedanda yetişmişler. Elhamdülillah. Türkiye'de yaşayıp da mutezilî, haricî, mürcî vs. bid'a ekolleri ders almak için ilahiyat okumaya gelen var mı? Varsa da ekserin ne kadarıdır? Kaçta kaçına düşer? Belki yüzbinde bir de değildir. Çoğunluğun amacıysa istikametli ehl-i sünnet akidesini, fıkhını, ilmini vs. ders almaktır. Onlar oraya bu niyetle gitmişken karşılarına Öztürk ve benzerleri çıkarılırsa ne olur? Bu çocuklara altın diye bakır satılmış olunmaz mı? Değil mi? Çünkü daha sarraf olmamışlar. Bakırı altından ayırmayı anlamamışlar.

Öztürk ve benzerlerine bu nedenle ilahiyat içinde yer verilmemelidir. Orası sabah erken kalkanın dinde darbeye hazırlandığı kışlaya dönmemelidir. Veriliyorsa da sonra "İmam ateist çıktı!" gibi mizahlara(!) şaşırılmamalıdır. Zira bunların tezgâhlarından geçeceklerin, samimi bir itikad-ilim sahibi olmak yerine, yığınla hevayla-şüpheyle mezun olacakları kesindir. Önerimiz: Artık bu fakültelerin itikadî misyonlarını belirginleştirmeleridir. Eğer ehl-i sünnet umdelerini altüst etme gibi bir misyon edinmiş fakülte varsa açıkça ilan etmesi yerinde olur. Hatta öyleleri Cübbeli Hoca'nın da işaret ettiği gibi adını 'ateist, deist, müşrik, modernist... ilahiyat fakültesi' şeklinde koyabilir. Hiç değil, belki, bazı uyanık talebeler-veliler kendilerini sakınırlar. Diyanet de onlardan atama yapmamada dikkatli davranabilir. Yoksa Allah'ın ismiyle oturduğu sofrada domuz kaşıklayan hacı amcaya döneceklerdir. Bal yerine zehir alacaklardır. Sonra talebelerini de zehirleyeceklerdir. Evet. Bizim için bid'a'nın anlamı zehirdir. Onu yayanın da ismi 'ulema-i su'dur. Şu şudur. Bu da budur. Mezhebi genişlere duyrulur.

9 Aralık 2020 Çarşamba

Allah'ın Webo kadar hatırı yok mu?

Böyle şeylerin yaşanmasına insan sevinmez ya. Fakat tam yerine rastgeldi. Gökte ararken yerde bulundu. Yok. Özür. Dünde ararken günde bulundu. Neden bahsediyorum? İki şeyden. Birincisi: PSG-Başakşehir maçında yaşanan tatsızlıktan. İkincisi: Hasan Ali Toptaş ile başlayıp başka isimlere de sıçrayan taciz iddialarından. Aslında ikincisini anmayacaktım. Çünkü iftiraya maruz kalıp-kalmadığını bilmiyordum. Ancak beyan ettiği özür metnine bakınca anmanın bu açıdan sakınca oluşturmayacağına kanaatine vardım. Onları bağlayacağım vakıa ise daha eski bir olaydır. Evet. Başlıktan düğümü çözmüştünüz zaten: Mustafa Öztürk'ün Kur'an'ın insan sözü olduğu yönündeki iddiası/iftirası üzerine yaşananları konuşacağız yine. Yani kendisinin uğradığı 'linç'in meşruiyetini savunacağız.

Benim bu konuda karnımda hiç ağrı yok arkadaşlar. İlk yazımdan itibaren de belirtmiştim. Çerçeve içinde kalındıktan sonra 'kalbindeki iman yalan olmayan' her müslümanın geleceği bir gayretin sonucuydu yaşananlar. Yani, çoluğumuza-çocuğumuza Allah'ı-Kur'an'ı-Peygamberi öğretsin diye beklediğimiz bir ilahiyat hocası, bizzat kendi alanında dinin altını oyuyordu. Öğrencilerinin aklını bulandırıyordu. İtikatlarını bozuyordu. Üstelik bunu da neredeyse Velid bin Muğire alaycılığıyla yapıyordu. Hoş, hocanın(!) kırdığı fındıkların ilki bu değildi ya, neyse. Ama en boyasını dökeni buydu. Ne sandınız. Allah elbette Kitabına düşman olanı rezil eder. Kendisinin vakt-i merhunu da o günmüş.

İlk yazımda da işaret etmiştim: Bu mevzuda karın ağrısı çekenlerin çoğunun sancısı başka hastalıkların tezahürüdür. Gazıdır. Kabızlığıdır. Sözgelimi: Mevzuun arşı titreten yanını boşverip "Canım, Mustafa Öztürk hususi bir sohbette dilegetirmiş, böyle sohbetleri yayınlayıp lince sebep olmak çok yanlış. Asıl konunun bu yanına bakmalı..." deyu, mü'minlere "Canbaza bak canbaza!" çeken zümrenin rahatsızlığı özünde 'linç'ten değildir. Ya? Bu alanda 'artık rahat at koşturamama korkusu'ndandır. Neden böyle söyledim? Açayım. Birincisi: Görüntülerin gizli kaydedilmediği bizzat Öztürk'ün çekimin sonunda kamerayı selamlamasıyla sabittir. İkincisi: Çünkü bu lince kızanların kendileri de birçok benzerine maaliftihar katılmışlardır. Şu sosyalmedyada kırk kardeşiz. Kırkımız da birbirimizi biliriz. Kıvırmaya gerek yok. Hatta işte daha bugün yaşanan iki mevzuda da o kimseleri linçlere dahil olmuş olarak müşahede ettik. Bütün o bize okudukları mavalları, pardon, hassasiyetleri unuttular. Gerek Romen hakemin hususi olarak Webo'ya söylediği ırkçı ifadeleri, gerekse Hasan Ali Toptaş'ın hususi ortamlarda birçok bayana karşı takındığı uygusuz tavırları konuştular, gocunmadılar, alınmadılar.

Birinci linçlerinden dolayı Romen hakemin meslek hayatı bitti. Haketti mi? Haketti. İkinci linçlerinden dolayı da muhtemelen Hasan Ali Toptaş'ın yazarlık kariyeri bitecek. Çünkü, şimdiden kitaplarının basılıp yayınlanmamasını, hatta basılmış kısmının da toplanıp satıştan çıkarılmasını talep eder oldular. Twitter'da gezinirken yayınevlerine baskı yapmaya çalışan yüzlerce mesaja denk geldim. Bunlar sadece tek mecrada rastlananlar. Daha kimbilir nerelerde ne kıyametler kopuyordur. Nereye bağlanacağınıysa göreceğiz.

Efendim, görüyorsunuz ya, mevzu 'hukuk-u ibâd' olunca kimsenin böyle mevzulara ses çıkarası, "Ama hususiydi o!" diyesi, "Nasıl serrişte edersiniz?" diye gücenesi gelmiyor. Fakat 'hukukullah' oldu mu ver gözüne! Kur'an'a insan sözü mü diyorsunuz? Deyin gitsin. Hadisleri mi inkâr ediyorsunuz. Edin gitsin. Öyle inanmanın küfür olduğu bir meselede gençleri mi zehirliyorsunuz? Zehirleyin gitsin. Liberal alışımlı hiçbir gönlün bunlara takıldığı yok. Hatta bir de beğeniyorlar. "Üniversitelerde fikir özgürlüğü..." falan. Romen hakemin fikir özgürlüğü yok mu? Yok. O ayrı. Onun yaptığı hukuka aykırıymış. Bugün birisi bana öyle yazmıştı. Peki, aga, Kur'an'a insan sözü demek itikada-fıkha aykırı değil mi? Müslümanın asıl sorumlu olduğu hukuk, hem de öncelikli olarak, 'hukukullah' değil mi?

Deriz, deriz de kardeşlerim, yine Ehl-i Sünnet müslümanlar birbirimizi işitiriz. Mezhebi genişler endişelerimizi işitmezler. Onların yanında Cenab-ı Hakkın hatırı Webo'nun hatırı kadar yoktur. #Blacklivesmatter'dır da #müslümanitikadıtırttır. Hasan Ali Toptaş vakıasına #MeToo çekerler de bize çektikleri #Yuh-Tüü! ayarında kalır. Eh, ne yapalım, onların sahipleri lobileriyse bizim de sahibimiz Allah'tır. Yakub aleyhisselamın ders verdiği gibi hüznümüzü Ona arzederiz. O elbette dini için dertlenenleri boşvermez. Bana sorarsanız asıl sakınılması gereken linç de budur. Öyle ya. Meleklerin linç ettiğini artık hangi sosyalmedya çalışması düzeltir? Kaç para eder? O ulu günde Rahman u Rahim olan Rabbimizin ayaklarımızı sırattan kaydırmamasını dileriz. Âmin. Âmin. Âmin.

5 Aralık 2020 Cumartesi

Mustafa Öztürk'ü linç etmek yanlış mıydı? (3)

"Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki benimle konuşan şeytandır."

15. Söz'ün Zeyli'nden.


Mustafa Öztürk'i kimileri bir 'ilim adamı' sayabilir. Ancak bence 'tarihselcilik' üzerinden harcadığı mesai 'ilim' değildir. Ya? Tastamam 'cerbeze'dir. Çünkü şu çok temel ayrımı kasten-inatla ıskalamaktadır: Öznenin nesneyi muhatap alması 'öznenin nesne türünden olmasını' zaruri kılmaz. Peki neyi zaruri kılar? Öznenin nesneyi kuşatabilmesini zaruri kılar. Hep verdiğim misaldir: Ben bir yaşındaki yeğenimle kimi bebekçe ifadeler üzerinden iletişim kurarım. Pek güzel anlaşırım da. Fakat bir insan o sözlerimi önüne alıp beni tartmaya mizan olarak kullansa çok kolay akıl sağlığımın yokluğuna hükmeder. Zira o sözlerde benim büyüklüğümü kuşatmak yoktur. Ne vardır peki? Benim 'bebeklerle iletişim yeteneğimi ortaya çıkaracak' yönler vardır. Bunu görmek için de sadece 'söz'e bakmak yetmez. 'Muhatab'a da nazar etmek gerekir. Gerektiği yerde muhataba bakmayan hem 'hakkımdaki' hem de 'sözün hakikati hakkındaki' hükümlerinde hata eder.

Bu nedenle Bediüzzaman Öztürkgilleri isabetle teşhis ettiği o muhteşem paragrafın âhiri şöyle getirir: "(...) muhatabın hissine-fehmine uygun olan bir üslûbun mizan ve mirsadıyla mütekellime bakan elbette dalâlete düşer." Bir İngilizle konuşmak için İngiliz ırkından olmak zorunlu olmadığı gibi Cenab-ı Hakkın bizimle konuşması da Kur'an'ı da beşer kelamı saymaya mecbur etmez. İşte, arkadaşlar, biraz da noktadan hareketle derim ki: Öztürk'ün yıllardır savunageldiği argümanlar 'mantığa' değil 'cerbezeye' dayanmaktadır. Yaptığı da 'ilim' değildir. Ağdalı üslûbu seçmesinin nedeni de budur. Delille yapamadığını üslûpla başarmaya çalışmaktadır.

Üstelik yeni birşey de değildir. Furkan'ı hatırlayalım: Orada müşrikler de Aleyhissalatuvesselamın 'insanîliği' veya Kur'an'ın nüzûlünün 'zamana yayılmış olması' gibi hususlar üzerinden benzeri 'beşerîlik' iddialarında bulunurlar. Evet. "Ona gökten bir kitap indirilmeli değil miydi?" veya "Peygamber olarak bir melek gelmeli değil miydi?" manasındaki itirazları hep aynı 'şüphe uyandırma arzusuna' dönüktür. Bir farkla: Onlar Mustafa Öztürk gibi 'belagat zevkinden yoksun' olmadıkları için Kur'an'ın bu yönüyle 'beşerîliği' iddiasında bulunamazlar. Hatta harikalığını 'sihir' gibi ifadelerle açıklamaya çalışırlar. Fakat nüzûl sürecinin, tabir-i caizse, kitap telifi sürecine benzerliği üzerinden, yani vahyin peyderpey gelişi üzerinden, yine bir cerbeze kapısı kollarlar. Tek seferde, belki de meleklerin kanatları üzerinde, insanüstü bir şekilde gelmesi gerektiğini ifade ederler. (Onlara göre Allah ancak böyle konuşur.) Yahut da, diğer bir kısım ayetlerde olduğu gibi, elçinin neden meleklerden değil de insandan olduğunu masaya yatırırlar. Sözde masaya yatırırlar. Özde yaptıkları cerbezedir. Cevap arıyor değillerdir.


Zaman değişir, ifadeler değişir, ama hakikatler değişmez. Evet. Biz aslında Asr-ı Saadet'in farklı sûretlerde tekrarını yaşamaktan öteye gidemiyoruz. Belki kendi çağımıza göre sanjanı değişiyor mevzuun. ('Vahyin mahiyeti' falan gibi başlıklar altında üstüne azıcık fıstık serpiliyor.) Yoksa özü hep aynı kalıyor. Başkalaşmıyor. Bizde olmayansa şu: Bediüzzaman misal ehl-i sünnet uleması gibi 'bizimle konuşanın şeytan olduğunu' tayin edemiyoruz. Açık yüreklilikle mevzuun adını koyamıyoruz. (Liberal gönlümüz elvermiyor.) Veya, Allah hepsinden razı olsun, sahabe kadar salabetli duramıyoruz. Öyle ya: Onlar asla Ebu Cehil'in, Ebu Leheb'in veya bir başkasının argümantasyonu üzerinden Kur'an'ı tartmaya kalkmazlardı. Bir ilahiyat fakültesinde tefsir kürsüsünü onlara vermezlerdi. Hoca yetiştirme işini böylelere bırakmazlardı. Biz şaşkınız. Bırakıyoruz. Hatta, bırakınız bırakmayı, hasbelkader "Yahu nereye gidiyoruz?" diye soranların ensesine de çöküyoruz. Ellerimizle Mushaf-ı Mübareği yırtacak İbrahim Atabey'ler yetiştiriyoruz.

Değil mi ama: İnsan Kur'an'ı 'Allah sözü' olarak bilirse yırtmaya cüret edebilir mi? Saygısızlık edebilir mi? Hükümlerini inkâra kalkışabilir mi? Bağlayıcılığını sorgulayabilir mi? Ama onu bir parça beşerîleştirdiniz mi, yani öğrencilerinizin kalbinde/kafasında 'manen yırtılmasını' sağladınız mı, artık demeyin keyfinize! Artık lafzullahın başına herşey gelebilir. Ne de olsa insanîdir. İnsandan bilinmiştir. İnsan da insanın kurdudur. Başına getirmedik bırakmazlar. Cenab-ı Hak bu fitne-i ahirzamanın karanlığından cümle mü'min gözlerini muhafaza eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.

3 Aralık 2020 Perşembe

Mustafa Öztürk'ü linç etmek yanlış mıydı? (2)

Yazılarımın ikincisinde itiraz edeceğim argüman 'üniversitelerin hürriyet, tartışma ve açıkgörüşlülük yeri olmakla Mustafa Öztürk'e gadretmenin yanlışlığı' üzerine olacak. Öncelikle yine mürşidimin bir metnine uğramak istiyorum. Muhakemat'ta diyor ki o: 

"Mesail iki kısımdır. Birisinde telâhuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasıl ki maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün lâzımdır. Kısm-ı diğerîde esas itibarıyla telâhuk ve teavün tesirsizdir. Bin de bir de birdir. Nasıl ki hariçte bir uçurum üzerinde atlamak veyahut bir dar yerde geçmekte küll ve küll-ü vahid birdir. Teavün fayda vermez. Bu kıyasa binaen fünunun bir kısmı büyük taşın kaldırılması gibi teavüne muhtaçtır. Bunların ekserî ulûm-u maddiyedendir. Diğer bir kısmı ikinci misale benzer. Tekemmülü def'î yahut def'î gibi olur. Bu ise ağlebi mâneviyat veya ulûm-u İlâhiyedendir. Lâkin, eğer çendan telâhuk-u efkâr bu kısm-ı sâninin mahiyetini tağyir ve tekmil ve tezyid edemezse de, burhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir."

Bu metin bize ne anlatıyor? Bu metin bize özünde 'bilim' ile 'dinin' yapısal bir ayrımını haber veriyor. Nedir o ayrım? Bilim tedricen gelişen birşeydir. Üç yüzyıl önceki fizikle bugünkü fizik bilimi elbette aynı düzeyde değildir. Bugünün fiziğinin geçmişe kıyasla pekçok yeni şeyden haberdar olmuştur. İleride daha fazlasından olacaktır da. Ancak aynı şey din hususunda geçerli değildir. Ulûm-u ilâhiye def'î olarak tekemmül eder. Sözgelimi: Hâtemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselam bir gelir, kendinden önceki marifeti bir ömürde, beşerin nübüvvetsiz yüzbin yılda aşamayacağı bir noktaya çıkarır. Bu bir sırr-ı akrebiyettir. Ötekisi kurbiyettir. Peki dinî ilimlerde hiç mi gelişme olmaz? Finaldeki cümle bu mevzuun çerçevesini de çiziyor: "Lâkin, eğer çendan telâhuk-u efkâr bu kısm-ı sâninin mahiyetini tağyir ve tekmil ve tezyid edemezse de, burhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir." Mürşidimin başka bir yerdeki ifadesine uğrarsak: 'Dava' konusunda dine yeni birşey eklenmez. Fakat 'dava içinde burhan' noktasında içerik artımı sağlanabilir.

Misalle açmaya çalışalım: Allah'ın varlığı konusunda itikad umdelerinde bir artım yapmak mümkün müdür? Yani vardır, daha vardır, daha daha vardır... vs. gibi bir artış olabilir mi? Yahut 'Yoktur!' demekle dinle ileriye gidilmiş sayılınabilir mi? el-Cevap: Olamaz. Sayılınamaz. Fakat Allah'ın varlığını isbat etmede yeni deliller geliştirilebilir. Sözgelimi: Dün hiç hesapta olmayan bigbangi bugün bir delil olarak kullanabilirsiniz. Kelam âlimlerinin hudus-imkân türünden delillendirmeleri de böyledir. Yani temel umdeye bir ekleme-çıkarma-değişiklik yapamazsınız. Ya? Ancak onların sübûtuna veya içeriğine dair malumatlar/marifetler üretebilirsiniz. Çünkü siz vahiyle münasebette naklin önüne geçemezsiniz. Din nakildir. Öncelikle nakildir. Akıl bu naklin anlaşılmasına sarfedilir.

Bu nedenle üniversiteler isterlerse kuantumu, isterlerse karadelikleri, isterlerse bilmem hangi sistemi tartışabilirler de tedricen gelişmeyen din ilimlerini böylesi tartışma konusu yapamazlar. Çünkü tartışarak ondan ileriye varamazlar. Tedrici ilimlerin tartışılması telahuk-u efkâr içindir. Yani tartışma görünümlü bir nevi yardımlaşmadır. Hürriyet elbette burada lazımdır. Ancak, dinin temel itikadî umdeleri, değil onlara burhan-marifet üretmek niyetiyle, bizzat cerhetmek niyetiyle tartışma konusu yapılırsa, hafazallah, varılacak yer esfel-i sâfilîn olur. Daha ileriye gidilmez. Ancak geriye düşülür.

Bu yüzden Mustafa Öztürk'ün tartışmaya açtığı konu, daha doğrusu baya-epey karşısına geçip mücadele verdiği husus, yani Kur'an'ın hem lafız hem manaca Allah'tan geldiği meselesi, üniversitelerin üzerine serbestçe kalem oynatabileceği bir alan değildir. Biz müslümanlar itikadî açıdan böyle bir özgürlük tanımıyoruz. Böyle bir tedrisle yetişecek ilahiyatçıdan da dalaletinden başka beklemiyoruz. Ancak, bize hoca olmamak ve hoca olacakları yetiştirmemek kaydıyla, zaten cümle küfür ehlinin yaptığı gibi, İslam aleyhinde argümanlarını yumurtlamaya devam edebilir. Biz de onun cevabını veririz. Ama böylesinin ne kendisini ne talebesi önümüzde hoca olarak görmek istemeyiz. Kur'an'a beşer kelamı diyen adamın hakiki müslümanlıkla ne ilişkisi vardır? Kaldı ki hocalıkla bir ilişkisi olsun.

Üniversiteyi bu anlamda bir hürriyet mekanı görenler herhalde dinlerini bilmiyorlar. Yahut da yeniden dinlerine müşteri olmak istiyorlar. Eğer üniversiteler bu meslek üzere dini ele alacaklarsa, Allah şerlerinden hepimiz saklasın, gelecek nesiller bizzat hocalardan-ilahiyatçılardan imanlarını korumaya çalışacaklar demektir. Ne diyelim? Kışı yaza çevirmek Cenab-ı Hakkın kudretinden hariç değil. Bizi rahmetinden uzakta koymasın. Âmin. Âmin.


Mustafa Öztürk'ü linç etmek yanlış mıydı? (1)

Bediüzzaman Hazretlerinin 'mutezile' ile 'ehl-i sünnet' arasındaki bir farklılığa işaret ettiği şurası bana çok yol açıcı görünür: "(...) Bu gibi vesvese ehl-i i'tizâle lâyıktır. Çünkü onlar derler: 'Medar-ı teklif olan ef'al ve eşya, kendi zâtında, âhiret itibarıyla ya hüsnü var, sonra o hüsne binaen emredilmiş; veya kubhu var, sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh zâtîdir; emir ve nehy-i İlâhî ona tâbidir.' (...) Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: 'Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur.' Demek emirle güzellik, nehiyle çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh, mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder." 

Yani Ehl-i Sünnet olan bizler iman ederiz ki: Birşeyin güzelliği-çirkinliği emr-i ilahîye tâbidir. Allah yasaklarsa çirkindir. Yapılmasını emrederse güzeldir. Bu nedenle zina haramken nikah helaldir. Hatta ibadettir. Cinayet haramken cihad helaldir. Hatta ibadettir. Hülasa: Amellerin durumu, eylemin kendisinden ziyade, Kur'an ve sünnetle bize tevarüs eden fıkha bağlıdır. O fıkhın tayin ettiği sınırlarla ilgilidir. Aynı fiilin helal olduğu yerler de vardır. Haram olduğu yerler de vardır. Müslüman amellerinde böyle bir ayrım gözetir. Bu kısma yaşarken hepimiz şahit olduğumuzdan uzatmıyorum. Hemen asıl itiraz noktama geçmek istiyorum:

Bugünlerde toptancı bir cerbezeye çokça kapılıyoruz. Sözgelimi: Mustafa Öztürk'ün hâdisesi üzerinden konuşursak. Müslümanların ona haklı olarak gösterdiği tepkiyi 'linç' başlığı altında, aynı eylemin her türeviyle eşitleyip, 'tukaka' etmeye yatkın bir kitle var. Halbuki, yukarıda altını çizmeye çalıştığım gibi, biz eyleme böyle iman etmeyiz. Masum bir insanın iftirayla veya hain bir tecessüsle veyahut başka bir mağduriyetle 'linç' edilmesi başkadır; hakedenin hakettiği tepkiyi görmesi başkadır. Bunlar sırf eylemin kendisi üzerinden eşitlenemez. Hepsi aynı kategoriye sokulamaz.

Ya? Yine emr-i ilahiye ve nehy-i ilahiye bakılır. Yapılan emr-i ilahiye uygun düşüyorsa güzeldir. Nehy-i ilahiye uygun düşüyorsa kötüdür. Yazdıklarında sınırı aşmış olanların gadri kendilerini bağlar. Ancak ben Mustafa Öztürk olayına kuşbakışı baktığımda herhangi bir 'şeriat dışı' davranış görmüyorum. Zaten 'tarihselcilik' illetiyle gittiği yol belli bir profesöre, hamiyet-i diniyeden kaynaklanan bir gayretle, dindarane bir uhuvvetle tepki gösterildi-gösteriliyor. Böyle bir tepkiyi eliyle-diliyle-kalbiyle sıkı sıkıya tutmak imanın gereğidir. Zemini sosyalmedya olur, medya olur, başka bir yer olur, ama lazımdır. Bu nedenle 'linç' başlığı altında başka haksız uygulamalarla eşitlenemez. Bu haklı tepki böyle bir manipülasyonla pasifize edilemez. Üstelik şöyle ikinci bir durum daha var:

Bu 'linç' hâdisesini karalayanların çoğu başka zeminlerde 'linç'leri haklı birer davranış olarak görüyorlar. Evet. Çoğu o tagların altında yazıyorlar. Mesela: Liberal camiadan bu lince tepki gösterenler herhangi bir devlet erkanının benzeri bir duruma maruz kaldığı hangi noktada tepki koydular? Bilakis. Tepki koymadıkları gibi parçası da oldular. Tepki gösterenlerle beraber tepki gösterdiler. Haklı-haksız. İşin bu kısmını umursamayanları da biliyoruz. Hülasa kardeşlerim: Bu cerbezeyi yemeyelim. Mustafa Öztürk olayında yapılan şey bence hem dünyada hem ahirette yüzünüzü ak edecek bir tutumdur. Siz hamiyet-i diniyenizle 'buğzunuzu' ortaya koydunuz. İfrat edenlerin ifrat hesabı ayrı. Ama büyük çoğunluğunuz sadece hakkın peşindeydiniz. Lütfen böyle eylem üzerinden hüsün-kubuh eşitleyicilerine kapılmayın. Pasifliği omuzlamayın. Amma istikameti de elden bırakmayın. Tevfik her vakit Allah'tandır. Hamdımızı da yalnız Ona ederiz. Âmin.

23 Kasım 2020 Pazartesi

Konu başkasıymış gibi yaşamayı bırakmalıyız

Geçenlerde yine A'râf sûresini okurken İblis'in kıssasına takıldım. Kulluk yolunda ayağı ilk takılanın 'takılma öyküsü' benim de kafama takıldı. Arkadaşım, insan dışında her neye takılırsa, aslında içinde bir yere takılıyor. Bir daha gördüm bunu. Anladım. İblis'in takıldığının da Âdem aleyhisselam değil 'kendi yanlış varlık algısı' olduğunu sezdim. Belki benim de bu kıssaya takılmamın sebebi başka bir takıntıydı. Çünkü benim de topraktan yaratıldığını düşünüp ateşimin üstünlüğünden(!) dolayı isyan ettiğim hiyerarşiler vardı. Göremediğim değerler vardı. Edemediğim secdeler vardı. Kuşatamadığım hikmetler vardı. Kovulduğum makamlar vardı. Kur'an'da her anlatılan bir parça da kendi hikâyem olduğunu yeniden hatırladım. Halbuki mürşidim bunu ta 20. Söz'ünde ders vermişti: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor."

Dünya varolalıberi düşen her nesnenin yerçekimi kanunundan bir hissesi vardır. Hiçbirisi kendileri hakkında söylenmiş 'düstur-u küllî' ve 'kanun-u umumî'lerin tesirinden hariçte değildir. Benim de imtihan edilen bir yaratılmış olmak hasebiyle hem Âdem aleyhisselamın hem de İblis'in yaşadıklarından almam gereken dersler var. Dönmem gereken düşüşler var. Teşhis etmem gereken hastalıklar var. Sarmam gereken yaralar var. Keşfetmem gereken kusurlarım var. Var, var, varoğlu var. Ancak Kur'an'la ve sünnetle böyle muhatap olmak için anlatılanların 'benim hikâyem de' olduğunu sezebilmeliyim. İşte, mürşidim, 20. Söz'ünde bunu öğretiyor. Ben de, eğer iyi bir talebeysem, aldığım bu dersi her menzilde tekrar etmeliyim.

A'râf sûresinin 12. ayetinin kısa bir mealinde deniliyor: "Allah buyurdu: 'Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir?' (İblis): 'Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın' dedi." Bunu diyen biraz da ben değil miyim? Nerede diyorum peki? Yaratılana razı olmadığım her yerde söylüyorum. Her hasedimin arkasında bu hüküm var. Dilimi "Maşaallah!" demekten alıkoyduğum her yerde bu iddiaya sığınıyorum. "Böyle olmamalıydı!" diyorum içimde bir yerlerde. "O koltuk benim hakkımdı. O ilgiyi ben görmeliydim. O yâr bana varmalıydı. Böyle olmamalıydı." O yüzden belki de "Allah ne güzel dilemiş!" diye içimi teskin etmediğim her yerde 'nazar etme tehlikesi' yaşatıyorum. Ve bu yüzden Aleyhissalatuvesselam Efendim, çok beğendiğim şeylerde, böyle bir hatırlatmayı kendime hemencecik yapmamı emrediyor. Onun öyle olmasını Allah diledi. Maşaallah. Ne güzel diledi O.

Her "Maşaallah!" attığın bir tokattır aynı zamanda. Kime? İçine. Kendi şeytanına. Semadan ta kalbime kadar uzanan recmü'l-şeyatîn kanununun bir ferdidir yaşadığın. Gökte melekler onları taşlar. Yerde mücahidler cihad eder. Kalbimde şeytanımla ben uğraşırım. Cihad her katmanda mütemadiyen sürer. Hatta gece "Aman uyuyayım!" dersen uykun neden tersine kaçar? Bunun cevabı da Bediüzzaman'a göre aynı kanunla alakalıdır: "Şu hâdisâtın sırrı şudur ki: Nasıl ki bir ekmeğin vücudu, tarla, harman, değirmen, fırına terettüp eder. Öyle de tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareket etmediği için, o tertipli eşyadaki mânevî basamakları müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz..." Maksada çıkamaz? Burası mühim. Çünkü şu düşüşün İblis'in düşüşüyle bir arkadaşlığı var. A'râf sûresi 13'ün kısa bir mealine bakıyoruz bu sefer: "Allah: Öyle ise, 'İn oradan! Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın!' buyurdu."

Hırsın, kıskançlığın, hasedin ve kibrin neticesi her zaman böyle değil midir? Olana rızasını yitirenin içinde büyüyen itiraz, eylemlerinden önce, psikolojisini etkiler. Ahlakını kemirir. Hased hâsidin amelinden önce içini yakar. Platonik âşıkların maşuklarının her iltifatını kendi üzerlerine alınması gibi hâdis de hased ettiğinin gördüğü her iltifatı kendine hakaret sayar. Dahası: Düşmanlarının sayısı kendi hiyerarşisine hakvermeyenler sayısınca büyür. Ateşi üstün görmeyen yanmalıdır. Fakat ne tuhaf. Yanan kendisi olur: "Hırs ile aculiyet sebeb-i haybettir. Zira mürettep basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden, harîs muvaffak olamaz. Olsa da, tertib-i câlisi bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan, ye'se düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır." Evet. İçindeki kötülük öyle büyümüştür ki ulaştığından da artık bir lezzet alamaz. Ancak haklılığını isbat etmek için mücadele etmeyi de bırakmaz.

A'râf sûresi 14'te bu durum kısa bir mealiyle şöyle haber veriliyor: "İblis: Bana, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver, dedi." Mühletini de aldı. Sonrasında vaadettiği birçok şeyi de başardı. Ancak bu İblis'in asıl yanılgısını düzeltmedi. Mağlubiyetini zafere dönüştürmedi. Cenab-ı Hak ondan Âdem aleyhisselama secde etmesini istediğinde neslinden gelecek hiçkimsenin sapmayacağı yönünde bir vaadde bulunmamıştı. İblis konuyu yanlış anladı. Yahut da anlamak arzuladı. Secde edilen Âdem aleyhisselamın şahsı değildi sadece. Âdemiyetin potansiyeliydi. Ki bu da Âdem aleyhisselamın şahsî tecrübesinden ziyade hakikat-i Muhammediye aleyhissalatuvesselama bakıyordu. O hakikati yaratan Hakîm-i Mutlakın hikmetine dayanıyordu. Hak Teala âdemiyetin 'elmas olabilme ihtimalini' nazarlarımıza veriyordu. İblis 'kömür olabilme yollarına' dikkati çekiyordu. Kendisine verilen son dersi bu yüzden kavramadı: "Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!" Evet. Başkasını kömür etmekle kemale eremezsin. Başkalarını yanacak hale getirmek ancak yanıcılığını arttırır. Onlarla beraber sen de yanarsın.

Halbuki tevekkül de sabrın bir çeşididir: "Cenâb-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada, bir merdivenin basamakları gibi bir tertip vazetmiş. Sabırsız adam, teennî ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır, maksut damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir. Sabır ise müşkülâtın anahtarıdır. (...) Demek, Cenâb-ı Hakkın inâyet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir." İblis'in mahrumiyetinde bu sırrın da dersi vardır. Damından düşmüştür. Makamından kovulmuştur. Çünkü kesin hükme varmakta acele etmiştir. Çünkü basamakları atlamıştır. Çünkü öğrenmek istememiştir. İman ettiği kem hiyerarşinin haksızlığını görmeyi beklememiştir. Melekler gibi sırrın dersini alıncaya kadar merakla tevekkül edememiştir. Talip olmadığından talebe de olamamıştır. Kaybetmiştir.

"Bir zat, bir biçareyi bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. (...) hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp, şükretmeyerek, yukarıya bakar. 'Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım! Niçin o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil?' deyip şekvâya başlarsa, ne kadar bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır. Öyle de, bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp yüksek bir derece-i nimet kazandığı halde, bazı arızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû-i ihtiyarıyla veya sû-i istimaliyle elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekvâ etmek, sabırsızlık göstermek, 'Aman, ne yaptım, böyle başıma geldi?' diye rububiyet-i İlâhiyeyi tenkit etmek gibi bir hâlet, maddî hastalıktan daha musibetli, mânevî bir hastalıktır. Kırılmış elle döğüşmek gibi şikâyetiyle hastalığını ziyadeleştirir."

Bugün biz de böylesi kaybedişler yaşıyoruz. Rahman u Rahim'in fazlından bir ihsanı: Tevbemiz var. Âdem aleyhisselam gibi hatamızı itiraf edebiliyoruz. Bununla İblis'ten ayrılıyoruz. Yoksa düşüşümüz kıyamete kadar sürecekti. Kaderi değiştirmek elimizden gelmediği için, razı olmadığımız her hâdisede, göğsümüzde bir karanlık büyüyecekti. Devleşecekti. Belki yalnız bizi değil çevremizdekileri de yutacaktı. Evet. Kabil'in Habil'i niye katlettiğine dikkat et. Bugün de "Ya benimsin ya toprağın!" deyu cinayetler işlenmiyor mu? Yahu daha ne kadar kendi hikâyene bigane kalacaksın? Ne kadar anlatılanın 'sen' olduğundan kaçacaksın? Kur'an, bindörtyüz yıldır uyarıyor, konu başkasıymış gibi yaşamayı bırakmalıyız.

20 Kasım 2020 Cuma

Avcı avını görülmediği yerden vurur

"Bir hükümdarın ordusu ne denli güçlü olursa olsun, yabancı bir ülkeye girebilmek için, o ülke halkının desteğine gereksinmesi vardır." Niccolo Machiavelli, Prens'ten

Mürşidim 21. Söz'ünde diyor ki: "Şu vesvese öyle birşeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder." Hem de ekliyor: "Tanımazsan gelir, tanısan gider." Eyvallah. Bu düğüm çözücü bahis beni A'râf sûresinin 27. ayetine götürüyor arkadaşım. Hani orada kısa bir mealiyle buyruluyor: "O (şeytan) ve yandaşları onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler." İşte bu iki hakikati birbiriyle ilişkilendiriyorum. Çünkü biliyorum: Cehalet de körlüğün bir çeşididir. Algının bozulduğu bir yerdir. Bunu sadece 'gerçekleri görememek' bağlamında da kullanmıyorum arkadaşım. Hayır. Fazlası var. Cehaletin en kötüsü düşmanını sezememektir. Hatta onu dost bilmektir. Belki biraz da bu nedenle Olağan Şüpheliler'de Kevin Spacey'in dilinden denir: "Şeytanın en büyük hilesi tüm dünyayı aslında varolmadığına inandırmakmış." Yine benzeri bir ifade Şeytanın Avukatı'nda Al Pacino'nun ağzından tekrarlanır. Nurcularsa mezkûr manaya tâ Lem'alar'dan aşinadır: "İblis'in en mühim bir desisesi, kendini, kendine tâbi olanlara inkâr ettirmektir."

Yani 'görülmedikleri yerlerden görmek' cümle iblislerin sahip olduğu bir avantaj. Bir strateji. İmtihan sırrı gereği bağışlanmış bir imkan. Hatta bir gelenek. Onlar da tuzaklarını böyle menzillere kuruyorlar. Dikkat edin: Küresel güçlerin 'toplum mühendisliği' çalışmaları da yine aynı taktiksel zemin üzerinden yürütülüyor günümüzde. Felak sûresindeki o sırlı anlatıma dokunursak: 'Düğümlere üfleyenlerin kötülüğü' bizim onları sezemediğimiz yerlerden bünyeyi sarıyor. Aldatıyor. Kandırıyor. Yandırıyor.

Öyle ya: Düğüm nedir? Düğüm iki nesnenin birbirine tutturulduğu kısımdır. Düğümler sayesinde birliktelikler varolurlar. Onların varlığıyla çözülmezler. Ancak düğümler aynı zamanda zaaflardır. Birliktelikler yine en kolay düğümlerinden ayrılır. Bir ilmeği çözmekle koca bir bütünlüğü beraberliğinden edebilirsiniz. Tıpkı bugün sahip olduğumuz toplumsal fayhatları gibidir onlar. Türk-Kürt, Sünni-Alevi vs. birçok ipimiz var bugün de. Bugün de onları birarada tutan düğümlerimiz var. Farklılıklarımızı barıştıran üstkimliklerimiz var. Ancak düğümlere üfleyenler kötülüklerini bu hassasiyetlerle tutuşturmaya çalışıyorlar. Hilelerini üflüyorlar. Öğütlüyorlar. Tetikliyorlar. Manipüle ediyorlar. Kaşıyorlar. Kızıştırıyorlar.

Ben Bediüzzaman'ın "Garp husumeti bâki kalmalı!" derken dikkat çektiği şeyin bir parça da bu olduğu kanaatindeyim. Bu temkinin devamı ancak düğümlerimiz hakkında 'koruyucu bir endişe' sahibi olmamızı sağlayabilecektir. Aksi takdirde, yani şeytanın şeytanlığı unutularak, erişilecek bir kemal yoktur. Şeytana karşı gayet uyanıkken koruyamadığımız zaferi onu göremeyeceğimiz bir yere geçerek elde edeceğimizi düşünen, en hafif ifadesiyle, aptaldır. Yahut da tembel bir devekuşudur. Başını kuma sokmakla hevakâr nefsini aldatmaktadır. Halbuki onun bu sûrette saklanışı(!) sayyad için en kolay avlanıştır.

Bugün liberal siyaset tam da böylesi bir avcılık sezonu geçiriyor. Gittiği ülkelerde öncelikle kendisinden kaçmayı bırakmış evcil devekuşları yetiştiriyor. Sonra bu yarı aydınlar sayesinde diğer devekuşlarının düğümlerine üflüyor. Herşeyin başının hayat olduğunu, hayatsız hiçbir albenili kavramın anlam taşımadığını, toplumun hayatının da ittihadda saklı bulunduğunu unutan basiretsiz bireyler de, çeşitli manipülasyonlar eşliğinde, kendi elleriyle bağlarını çözüyorlar. Bunu yaparken de savundukları davanın adını "Yaşasınlar!" ile haykırıyorlar. Çünkü iyi birşey yaptıklarını sanıyorlar. Çünkü artık İblis'in varlığına inanmıyorlar. Husumetlerini unutmuşlar. Gardlarını bırakmışlar. Bu nedenle de kolay avlanıyorlar.

Arkadaşım, Felak sûresinin en yakın arkadaşı Nâs sûresi ise, Mushaf'a hâtime verirken şöyle bir uyarı yapıyor bizlere: Kalplere vesvese verenlerin şerrinden bütünlüğünüzün sahibine sığının. "İnsanların Rabbine. İnsanların Melikine. İnsanların İlahına..." Evet. Hak Teala dinini tamamladı. İslam kemalini buldu. Fakat imtihan sürüyor. Furkan'ın bu iki sûreyle sonlanması bana bu açıdan da manidar geliyor. İkisi de hiçbirşeyin 'çantada keklik' olmadığını hatırlatır türden çünkü. Güvercin tedirginliğinin hep korunmasını öğütler cinsten. Ve sanki onlar da bir tür husumetin bâki kalması lüzumunu tekrar ediyorlar. "Basiretsizlik etmeyin!" diyorlar. "Siz avcıyı kollama tedirginliğini terkederseniz avlanmaktan kurtulamazsınız."

Yine, A'râf sûresinin 27. ayetinde aktarılan Hz. Âdem ile Havva'nın o şaşkın çıplaklık hissi, 'ummadığı anda-makamda-mekanda-kişide tuzağa düşürülenin hissine' ne çok benzer değil mi arkadaşım? Ve mezkûr ayetin nihayeti aynı sadedde ne güzel söyler: "Şüphesiz biz şeytanları inanmayanların yoldaşları yaptık." Evet. Dininin sana öğrettiği dostluklarda-düşmanlıklarda imanın ne kadar zayıflıyorsa, ne kadar sebatın gevşiyorsa, ne kadar dikkatten düşüyorsan, o kadar şeytana avlaşıyorsun arkadaşım. Yoldaşlaşıyorsun. Arkadaşlaşıyorsun. Çünkü ferasetle göremiyorsun. Evet. Evet. Cennetinden olmak istemiyorsan tıpkı bir maral gibi avcılarına iman et. Hem aczine yaraşır bir şekilde dörtbiryanını rasat et. Yoksa avlanacaksın. Bitirirken Rabbü'l-âlemîn'den dileğim: Seni de beni de böyle cahil davetçilerden eylemesin. Âmin. Âmin.

16 Kasım 2020 Pazartesi

Celal korkutucu güzelliktir

Mürşidim bir yerde "Sahib-i Arş-ı Âzamın, mânevî bir merkez-i âlem ve kalb ve kıble-i kâinat hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkatın tedbirine medar, dört arş-ı İlâhîsi var..." diyor. Bunlardan 'dördüncüsü'nü de "Emir ve irâdenin arşıdır ki unsur-u havadır..." diyerek tesbit ediyor. Ben, "Allahu'l-a'lem!" kaydını unutmadan konuşursam, burada söylenileni bir nebze 'rüzgarın tabiatına bakarak' çözebildiğimi zannediyorum. Sıcağından soğuğuna, esintisinden fırtınasına, melteminden ayazına cümle rüzgarlarda aynı çevik-çalak hizmetin tezahürü var. Yani, sürekli emir bekliyor, hem alıyor ve hem de hemen ittiba ediyor bir ahlakı var rüzgarların. Böyle eliçabuk bir hizmetkârın üzerinden de elbette 'emir' ve 'irade'nin okunması daha kolay oluyor. Hem de zaten onun bu hali, yoğunluğu, mesaisi, telaşı, böyle bir aynalıkta istihdam edildiğini gösteriyor. Sanki. En doğrusunu Sahib-i Arş-ı Âzam bilir.

Yine "İkinci arş, fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur..." diyor Bediüzzaman. Şunun düşündürdüklerini de burada arzetmek belki yazıyı uzatacağından, eteğini öperek, bana sırlı gelen bir ayet-i kerimeye dair konuşmak istiyorum. Ancak, hepten de ümidini kesmeyeyim arkadaşım, belki o ayeti konuşurken bu bahse de değinmiş olacağız. İnşaallah. Evet: A'râf sûresi 57. ayettir peteğinden ballanmak istediğim. Orada bir kısacık mealiyle buyruluyor ki:  "Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O’dur. Nihayet o rüzgârlar ağır bir bulut yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Herhalde bundan ibret alırsınız."

Ayetin bize evvelemirde söylediği açık: Diriliş hakikati kainatta her an yaşanmakta. İnsanoğlu, eğer merak gözünü açıp da bakarsa, zaten haşir hakikatini kainatın her anında müşahade etmekte. Yani: Topraktan yeniden yeniden bedenini kaldıran, yeniden yeniden meyve veren, yeniden yeniden başak çıkaran, yeniden yeniden köklerinden yeşeren canlıları görmekte. Elhamdülillah. Bunlar arzda her an olmakta. Toprak emanet edileni hatırlamakta. 

Düzen eşyanın hafızasıdır. Tekerrür bu hafızanın tezahürüdür. Kur'an'da gösterilen ayetleri tefekkür etmesini bilen her mü'min için, 'haşir' sırf kıyametten sonra yaşanacak insana özgü bir hâdise değil, varlıkta sürekli tekerrür eden kanundur. Kıyametten sonraki dirilişse bu kanunun mâkul, mümkün, hatta beklenir tekrarıdır. Nasıl ki havaya atılan her nesne düşer. Nasıl ki kaynatılan her su buharlaşır. Nasıl ki şartlarına uyulduğuna su üstündekini yüzdürür. Bunlarda dün-bugün-yarın ayrımı gözetilmez. Aynen öyle de şartları oluştuğunda Allah'ın bir emriyle cümle ölüler dirilir. Toprak altındakini unutmaz. Zaten hep dirilmektedir. Haşir Risalesi'nin merkezi/ruhu sayılan Rum sûresinin 50. ayeti aynı 'muhyi'l-mevta' yasasına dikkatimizi çeker: "Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor. İşte bu, ölüleri dirilten Allah'tır. Onun gücü herşeye yeter!" 

Sırası geldi. Analım: Mürşidim arşlardan birincisini şöyle tarif eder: "Biri, hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır." Şimdi üç arşımız tamam oldu. Yani yukarıdaki ayette üç arşa dair de izler bulduk. 1) Rüzgarların müjdeciliğini işittik. 2) Rahmetin gönderilmesine neşelendik. 3) Topraktan meyvelerin çıkarıldığına sevindik. Peki dördüncüsü? Dördüncüsü de ayette geçiyor aslında. Ama üstü biraz daha örtülü şekilde. Nasıl? Meyvelerin olgunlaşması için gereken dördüncü şeyi düşündüğünüzde hemen gülümsüyor. "Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u nurdur." Öyle ya: Işığın bahşı olmadan meyveler pişirilmez ki. Böylece arşlarımız tamam oldu. Dört arşımız birden bir ayet-i kerimenin içine sığdı. Yaş ve kuru ne varsa içinde yazılı olandan ne 'yaş' arşlarımız ne de 'kuru' arşlarımız kaçabildi.

Fakat, arkadaşım, şu 'rüzgarların müjdeciliği' de sanki başka bir kanuna dikkatimizi çağırıyor. Hani yine Kur'an'da buyrulur: Cenab-ı Hak Zülcelal-i ve'l-İkram'dır. Yani celalî tecellilerinin içi ikramlarla doludur. Bunu bize bahsimize misafir olan yağmur da söyler: Gök gürlediği zaman insan işitir: Zülcelal'dir. Yağmur yağdığında hisseder: Ve'l-İkram'dır. Hatta Mesnevî-i Nuriye'de celal-cemal ilişkisine dair ufuk açıcı şu tesbitte bulunulur: "Evet bu cûd-u icad Sâniin vücubundandır. Nevide celâlîdir, fertte cemâlîdir." Misal: İnsan baharda şöyle bir kıra çıkıp koca bir gelincik tarlasıyla karşılaşsa heybetinden irkilir. Güzelliğin türdeki görünüşü şiddetli gelir. O yüzden bazı ârifler derler: Celal korkutucu güzelliktir. Yani tezahürürün şiddeti insanın hayretine sebep olmuştur. Ancak tarlanın içine girilse, tek tek gelincikler görülse, ele alınsa da bakılsa, farkedilir ki: Cemalîdir. Nazenin bir heybeti vardır.

İşte, şimdi diyorum ki arkadaşım, artık hayatımızdaki herşeyi bu tezahürler eşliğinde tefekkür etmeliyiz. Yani rüzgarların soğukluğu/şiddeti arkalarından gelen rahmeti görmemize engel olmasın. Onların o çabuk çabuk hizmetlerindeki gelişigüzellik(!) fehmimizi aldatmasın. Bu işlerde bir düzen var. Bu düzende bir tesbit var. Bu tesbitte bir kanuniyet var. Hayatındaki gelişigüzellikleri(!) ömrünün rüzgarı gibi göremeyenler, ne yazık, rahmeti sezemiyorlar. Gelişigüzellik diyoruz ya, katıldığımızdan değil, kuşatamadığımızdan. Sanatın şekli kitabete vardığında okumanın şekli de bütünü kuşatmaya mecbur olur. Yahut da yine Bediüzzaman'ın o müthiş cümlesine uğramalı: "İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al." 

Ben, rüzgara uğradım da yağmura vardım, sen başka şeylerden yola çıkıp farklı sonuçlara varabilirsin. Ancak her nereyi bu gözle zevketsen balından kaçamazsın. Çünkü bu bal da bir kanuniyettir. Allah rüzgarları müjdeci olarak gönderir. Bugün nasıl bir düzenle hareket ettiğini çözemediğimiz emirler-iradeler yine dizginleri o Rahman u Rahim'in elinde piyadeler. Başka yöne gitmiyorlar. Başka yöne götüremeyecekler. Arşların birbirinden farklı hükümlerini/tezahürlerini karıştırıp rüyalarını zehirleme. Emirlerin çabukluğunu çözemeyip rahmetin varlığını da inkâr etme. Bu ölüler elbette dirilecekler. O vaadinden dönmez. Âmin.

14 Kasım 2020 Cumartesi

Onu unutmak unutkanlığı nasıl arttırır?

Ben de bu mevzuya Mehmet Fatih Kaya Hoca'nın Hadis Usûlünde İhtilat isimli eserini okumakla vâkıf oldum. 'İhtilat' ne demek, merak ettiyseniz, altbaşlığı okuma zamanınız geldi: Râvinin Akıl ve Hâfıza Fonksiyonlarının Zarar Görmesi ve Bunun Rivayetlerine Etkisi. Kitapta ilerledikçe hayretler içinde kaldım. Gıptayla damağımı şaklattım. Hadis ilminin ne denli geniş bir vüsate sahip olduğunu sahiden bilmiyoruz. Bilginin doğru aktarımında gözetilmesi gereken hiçbir detayı ıskalamamış didik didik bir hassasiyet var karşımızda. Üstelik bu hassasiyet kişilerde kalmamış. Usûllere de bağlanmış. Yani sistemleştirilmiş, nizamlaşmış, kaideleri oluşturulmuş. Üzerine kitap telif edilen 'ihtilat'sa bu detaylardan sadece birisi. Ancak yazı 'ihtilat' konusuna dair olmadığından burayı hızlı geçeceğim.

Yazıya lazım olan kısmıyla şu: Bazen, hafıza kuvvetiyle meşhur insanlar dahi, yaşadıkları kimi hâdiseler nedeniyle yeteneklerinde körelebiliyorlar. Sözgelimi: Yaşadıkları acı bir kayıpla, bir kazayla veya bunama gibi rahatsızlıklarla ister istemez nakillerinde hatalar yapabiliyorlar. Hadis âlimleriyse bu insanî durumu görmezden gelmiyorlar. Râvilerini bu yönleriyle de sık sık sınıyorlar. Yani bir kişiden ne duysalar alıp sonrasında onu kendi haline bırakmıyorlar. Ara ara tekrar ziyaret edip daha önce rivayet ettiği hadisleri tekrar rivayet etmesini istiyorlar. Bazen de başkasından duymuş gibi yaparak kendisine haber veriyorlar. Eğer râvi bu hadisleri hatırlayamaz yahut tekrar aktarırken hata yaparsa âlimler onun isminin yanına durumunu anlatır notlar düşüyorlar. Ve bu notları birbirlerine haber vererek yayıyorlar: "(...) tarihe kadar hafızası kuvvetliydi. Fakat bir kaza geçirdi. Ondan sonra rivayet ettiği hadislere güven olmaz..." kabilinden bir güvenlik önlemi alıyorlar. Böylece rivayet ilminin istikametini de layıkınca korumuş bulunuyorlar. Elhamdülillah. Allah herbirine amellerinin ecrini kat kat versin. Âmin. Âmin.

Hafızanın 'yaşanan acı hâdiselerle veya 'büyük korkularla' veyahut 'zorlu süreçlerle' zarar görebildiğine dair yakın tarihimizden de bazı misaller biliyorum. Örneğin: İmam Zahid el-Kevserî Hazretlerinin bir deniz yolculuğu sırasında boğulma tehlikesi geçirdiğini, bu dehşetli tecrübenin ardından "Unutmak nedir bilmiyorum!" dediği hafızasına nisyan arız olmaya başladığını, hayatıyla ilgili eserlerden okuyoruz. Ve Bediüzzaman Hazretlerinin de aynı derecede meşhur belleği hakkında şöyle ifadeler kullandığını biliyoruz: "Hem kuvve-i hafızam musibetler neticesi olarak sönmüştü." 

Psikiyatri uzmanları depresyon dönemlerinde de unutkanlığın arttığını söylüyorlar. Hatta buna 'yalancı bunama' adını veriyorlar. Bense kendimce şöyle bir ilgi kuruyorum: İnsanın unutmak istediklerinin sayısı arttıkça hafızası da zayıflıyor. Arzusu dua yerine geçiyor. Sanki kalbinin bir köşesinden kendine şöyle vird u telkinde bulunuyor: "Unut! Unut! Unut!" Depresyon dönemleri de işte biraz böylesi dönemlerdir. Depresyon geçirenler gündelik yaşamlarında kaldıramadıkları her ne varsa bunları dışarılarında bırakmaya çalışırlar. Etkisizleştirmeye gayret ederler. Bu 'dışarıda bırakma'nın yollarından birisi de unutmaktır. Unutmak bir korunma yoludur. Tecrübeyi bir tür gafletle örterek sessizleştirir. Büyük şoklar yaşayan insanlar da bazen olanları hatırlamazlar. Mürşidim yine bu sadedde bizlere der: "Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir. Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir. Müterâkim olmuş âlâmı unutturur." 

Yine Bediüzzaman Hazretlerinin 'ahirzamanda artan unutkanlık' ile 'harama nazar' arasında (İmam Şafiî rahmetullahi aleyhten nakille) kurduğu bir bağ vardır. Hatta mevzuyu götürüp ahirzamanla ilgili bir hadis-i şerifin ihbar-ı gaybîsiyle de ilişkilendirir. Devamını yerinden okuyalım: "İşte, bu umumî hastalığın tezayüdüyle, hadis-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor: 'Âhir zamanda, hafızların göğsünden Kur'ân nez'ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.' Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur'ân'a bu sû-i nazarla bazılarda set çekilecek, o hadisin tevilini gösterecek." 

Arkadaşım, ben, yukarıda söylediğime benzer bir okumayı burada da yaparım: "Harama nazar etmek de insanda unutmak istediği şeyleri çoğaltır!" derim. Dediğime de şunu eklerim: İnsanın baktığı her güzelliğe karşı içinde 'sahip olma' isteği uyanır. Ancak bu sahiplik elbette hep mümkün değildir. İmkânsızlığın ateşinden bir kıskançlık, hased ve garet dumanı tüter. O şey artık bir yoksunluktur. Bir küçük isyandır. Bir haksızlıktır. Ve insan bunları biriktirerek yaşamak istemez. Fakirliğini çoğaltarak yürümek istemez. Ya ne yapar peki? Unutur. Yahut da unutmayı diler. İster. Arzular. Bunu kendisi farketmese de içine söyler. Tıpkı şok yaşayanların olayın hemen ardından bu unutkanlığa muvaffak olabildikleri gibi o da gıdım gıdım sarsıntılarla bu muvaffakiyet emelini Sahib-i Hakiki'sine bildirir. Cenab-ı Hak da hikmetine binaen bazen tekerrür eden bu duayı kabul eder. Sahibini unutkanlaştırır. Belki depresyonun kaynağı da böylesi bir dua birikimidir. Yani 'müterâkim olmuş âlâm'la ilgilidir.

Buradan da şu ayetin semasına bir merdiven dayayalım istiyorum: Haşir sûresinde kısa bir mealiyle buyruluyor ki: "O kimseler gibi olmayın ki, onlar Allah'ı unutunca, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur. Onlar hep yoldan çıkmış kimselerdir." Ben bu mananın da yukarıdaki konuştuklarımızla alakalı olduğunu düşünmekteyim. Hatırlayalım: Bediüzzaman nisyanın nimet olduğu yer hakkında ne demişti: "Ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir." Sözgelimi: Bir insan ahlaksızlığıyla 'sahip olamadığı şahitlikleri' çoğaltıyorsa, Cenab-ı Hakkın bu insana unutkanlık vermesi, bir yönüyle nimet değil midir? (Allahu'l-a'lem.) Yahut da en azından bu çoğaltımın sonucunda gönlünde biriken sıklet Allah'tan kendisine bir unutkanlık gelmesi için ettiği dua değil midir? Çünkü bu yük ancak unutkanlıkla hafifler. Müterakim olmuş elemler ancak unutularak azaltılır. Gâfil unutkanlığı diler. Fakat biz de unutmayalım ki: Bu nisyan ancak bir devekuşu saadeti sağlar. Evet. Başını sokacak kum kalmadığında gaflet de biter. Sarhoş ayılır. Bu açıdan mezkûr ayetin cümle uykuların açılacağı, gafillerin ayılacağı, kumların dağıtılacağı 'haşir'le müsemma sûrede geçmesi ne kadar düşünülesidir!

Tevbenin gafletten farkı da burada bize gözkırpıyor. Tevbe hafızayı gerekli kılar. Günahını hatırlayan insan tevbeye yatkınlaşır. Pişmanlık hafızasız olamaz. Üstelik bu hatırlamanın mesaisi bir de Allah'la ilgili olmalıdır. Onun marifeti, isimleri, sıfatları, şuunatı akılda-kalpte diri tutulmalıdır. Bu diri tutma sağlanırsa ardından tevbe gelir. Yani, yine ayetin semasına uzanırsak, Allah'ı unutmayanın kendisini unutmaya ihtiyacı kalmaz. Hayatındaki hâdiseleri Onun kemaliyle, kemaldeki isimleriyle, marifetiyle bağlayacağı için koyulması gereken yere bırakacaktır. Ahirete inandığı için, mesela, sevdiklerinin kaybıyla büyük şoklar yaşamayacaktır. Unutuşa ihtiyacı azalacaktır. Hadisin ifadesiyle: Allah'ın ahlakıyla ahlaklanılacaktır. Böylece ahlaksızlığın muhtaç olduğu nisyana gerek kalmayacaktır. 

Şunun da altını çizerek bitirelim: Burada Allah'ın ahlakıyla kastedilen yaratışta gözettiği nizamdır, rahmettir, hikmettir. İnsan, Zülcelali ve'l-İkram'ın yaratışta gözettiği güzelliği kavrarsa, zaten makam-ı huzurda 'huzur'u yaşar. Herşeye doğru anlamları verir. Boşluğun eleminden kurtulur. Böylesi bir makamda unutulması gereken birşey kalmaz ki, âdem, kendisini unutmaya versin! Yine de, arkadaşım, âdemiyetin her şubesi hepimizin zaman zaman uğradığı yerlerdir. İmtihansız kulluk olmaz. O Rahman u Rahim'den bize her imtihanında huzurundan bahşetmesini, gafletinin yalnızlığından uzakta tutmasını, marifetinin ahlakıyla donatmasını dileriz, isteriz, dileniriz. Âmin. Âmin. Âmin.

3 Kasım 2020 Salı

Çav Bella ezandan ne ister?

"Elfâz-ı Kur'âniye ve tesbihât-ı Nebeviyenin lâfızları câmid libas değil, cesedin hayattar cildi gibidir, belki mürur-u zamanla cilt olmuştur. Libas değiştirilir fakat cilt değişse vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfâz-ı mübarekeler mânâ-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez." Sözler'den.

İzleyenler anımsayacaklar: Dr. Strange'de Tilda Swinson (Ancient One) ile Benedict Cumberbatch'in (Dr. Strange) arasında meşhur bir diyalog vardır. "Kibir ve korku en basit ve önemli dersi öğrenmekten seni alıkoyuyor..." der Ancient One. Dr. Strange sorar: "Neymiş o?" Cevap kısadır: "Konu sen değilsin." Aslında cümle manevî öğretilerin tedrisine çalıştığı budur. Konu 'ben' değildir. Bu nedenle âdem merkeze kendisini koymamalıdır. Mesnevî-i Nuriye'deki beyanını alıntılarsak: 

"Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır..." Bunun kabulü lazımdır olgunlaşmanın başlaması için. Çünkü ancak bunu kabulle insan kendisinden öteye yol bulmaya başlar. Nefsin kısırdöngülerinden kurtulur. Tohumundan yukarıya filizini kaldırır. Aksi halde, yine Bediüzzaman'ın söyleyişiyle, "Gaye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenâsi edilse; elbette zihinler enelere dönerler, etrafında gezerler. Ene kuvvetleşiyor, bazan sinirleniyor. Delinmez, tâ 'nahnü' olsun. Enesini sevenler başkalarını sevmezler." Aşkın manevî terbiyedeki rolü de tam bu eşikte bize hikmetini izhar eder. Evet, aşk, kişioğlunda-kızında 'kendi'den 'başkası'na açılan gözdür. Ötenin beriye kattığı zenginliktir. Momentte yaptığı muvaffak kaydırmayla da tekamüle müsaittir. 

Müsaittir ama garanti etmez. Bu nedenle tasavvufta aşkın yönlendirilmesi mürşidin ellerine bırakılmıştır. Mürşid, aşkın, herşeyi menfaatine büken enenin çekim kanununa kapılıp bencilliğe yönelmemesi için müridini meşgul eder. Neyle meşgul eder? Yâr-i Hakiki'nin zikriyle. Göğüsten çıkanın tekrar göğse dönüp sahibini boğmaması için yapar bunu. Talebe, Yâr-i Hakiki'nin yâdıyla iştigal ettikçe, aşkına yol-yordam öğretir. Adres gösterir. Onu iter. Kelimat-ı mübareke kabilinden dilde ne kuşanılsa kalp de rağbetine kapılır. Yani dil varlıkta popülariteyi yönetendir. Belki biraz da bu ilgiden dolayı Farsçada dil 'kalp' demektir. Kafadaki dilin göğüstekine hatırlattığı bâki her mana aynı zamanda 'ben'e şu sırrı fısıldar: "Konu sen değilsin. Konu sen değilsin. Konu sen değilsin..."

Evet. Mâide sûresinin 58. ayeti bize kıyamete kadar hükmü sürecek bir kanundan haber verir. Nedir? Kâfirliğin tabiatında 'ezanla alay etmek' vardır. Bu ilk okunduğu zamanlarda olduğu gibi şimdi de aynen câri-vâkidir. Tiynetinde kâfirlik olan ondan rahatsız olur. Çünkü ezanı dinleyen herkes, şuurlu-şuursuz, asıl konunun kendisi olmadığını hatırlar. Yani o günde beş defa hatırlatır: "Konu sen değilsin." İşte bu anımsatıcı-uyandırıcı yanı nedeniyle mülhidlerden 'oyunbozan' muamelesi görür. Johan Huizinga'nın da Homo Ludens'te dikkat çektiği gibi, toplum, hilekâra oyunbozandan daha hoşgörülü davranır. Çünkü hilekâr kurgunun gerçekliğini sınamaz. Eylemiyle oyuna dahil olur. Hatta hilesi oyunu kazanma arzusunun, dolayısıyla kurguya duyduğu inancın, katıksızlığına delildir. Ama oyunbozan yıkıcıdır. İllüzyonu dağıtır. Gözleri açar. Bu nedenle oyunbozanlarla savaşılmaz. Onlarla alay edilir. Uyandırıcı etkilerinden kurtulmanın tek yolu mesajın muhatap alınmamasıdır.

Roman Diliyle İktisat'ta Mustafa Özel Hoca da Faust II'den şöyle bir alıntı yapar: "Lanet olası çan sesleri! Yaralıyor insanı./Alçakça, hain bir mermi gibi./Hatırlatıyor kindar seslerle./Hâkimiyetimin pürüzsüz olmadığını." Ve Faust bütün zenginliğine-gücüne rağmen bu kuleyi yaktırmadıkça mutlu olamaz. Devamını da paylaşalım: "İşte, böyle zenginlik içinde, eksik olan şeyimizi hissederek, en acı ızdıraplarla kıvranıyoruz. Şu küçücük çanın sesi ve o ıhlamurların kokusu, sanki kilisede veya mezarımdaymışım gibi, vücudumu kaplıyor. O herşeyi alteden iradenin kudreti burada, şu kumların üstünde, kırılıyor. O çan çalınca tepem atıyor. Bu karşı koyma ve inat en şerefli başarının zevkini kaçırıyor..." Faust'un çan üzerinden anlattığı derdi, biz, coğrafyamızda ezan sesiyle işitebiliriz.

Evet. Bugün de yerli Faustlar, yani ezandan rahatsız olanlar, minareden 'Çav Bella' duyunca sevinenler çıkıyor. Sayıları eksilmiyor. Belki artıyor. Yaşadıklarımız Asr-ı Saadet'te yaşananlardan ötede değil. Mâide sûresi hâlâ bizimle konuşuyor. Hâlâ dersini tekrarlıyor. Hâlâ bazıları konunun kendileri olmadığını, kainatın hevâları üzerine kurulmadığını, menfaatlerinin âlemin merkezini tutmadığını, oyunlarının 'sadece bir oyun' olduğunu duymak istemiyorlar. Ve yine bu buhranlarını çeşitli alaycılıklarla belli ediyorlar. Bizse müslüman payımıza başka bir ders çıkarıyoruz. Ezanın şear-i İslamiyeden olmasının hikmetini anlıyoruz. Seziyoruz ki: Bu sözler duyan herkese en hakiki özden bahseder. Merkezi hatırlatır. İllüzyonları bozar. Vicdana mecal olur. Fıtratı diri tutar. Bu nedenle gafletine dalmak isteyenlerin kulağı "Kalk!" sesiyle kavgalıdır. Öfke sese değil hatırlattıklarınadır.

28 Ekim 2020 Çarşamba

Ya Muhakemat geleneği savunuyorsa?

"Her asır başında hadisçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi' değil, müttebidirler. Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. (...) Ancak tavr-ı esâsiyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile îfa-i vazife ederler." Şualar'dan.

Birkaç satırcık da olsa şu meseleye değineyim: Bir kısım neo-nurcular Muhakemat'ın 'gelenek eleştirisi' olduğunu söylüyorlar. Bunu söylerken de sapla samanı birbirinden ayıramama arızası yaşıyorlar. Yani, neredeyse reformist/modernist taife kadar bir aymazlıkla, Ehl-i Sünnet'te asıldan-fürûa varolagelen(!) sorunların Bediüzzamanca dillendirildiğini ifade ediyorlar. Hâşâ. Hiç. Hiç böyle değil. Tamam. Muhakemat hakikaten 'tefsir mukaddimesi' olarak müellifinin ilmî yaklaşımını içerir. Mukaddimeler zaten böyle bir geleneğin parçasıdırlar. Onları yazmakla müfessirler, yapacakları tefsirde nasıl bir yol izleyeceklerini, hangi hassasiyetleri gözeteceklerini belirtmiş olurlar. Yani bir nevi hesap verirler. Elbette metinde bir parça tenkid de vardır. Fakat, işte hata da burada başlıyor, bu tenkid nereye yapılmaktadır?

Cevaptan önce hata sahiplerini iki zümreye ayırdığımın altını çizeyim: 1) Bediüzzaman'a sevgilerinden dolayı sapanlar. Evet. Müellifin de bir yerde dediği gibi: "Mübalağa ihtilalcidir!" Muhabbetlerindeki ifrattan dolayı onu yere-göğe sığdıramayanlar, gün geliyor ki, Ehl-i Sünnet'in içine de sığdıramıyorlar. Her tanımı dar buluyorlar. Aidiyetleri zûl sanıyorlar. Sanki daha yukarısını bulabileceklermiş gibi havaya kaldırıyorlar. Elbette Bediüzzaman onların keyfine göre oraya-buraya gidecek değildir. Eserlerinde Ehl-i Sünnet kimliğini gayet açık bir şekilde, hem de mükerreren, belirtmiştir. Lakin, ne yaparsınız ki, muhabbetin de gözü kördür.

Bu kısma bir parça şefkatle bakabiliriz. Nihayetinde niyetleri kötü değil. Hem mevzuyu açıkladığınızda uyanmaları da kolaydır. Zira saptıkları ifratın özünde Ehl-i Sünnet'in bu ümmet için neyi ifade ettiğini bilmemek vardır. Anlayınca aşırılıklarından vazgeçmeleri, yine mürşidlerine duydukları muhabbet hakkı-hatırı için, umulur. İnşaallah. Âmin. Ancak şu ikincilerin arızası daha büyük sıkıntılar içeriyor. Çünkü onlar esasında nurcu değiller. Yok. Böyle söyleyince olmadı. Onlar aslında hem nurcular hem değiller. Nurcular, çünkü eserleri çok okuyorlar, hem de üzerine tefekkür ediyorlar. Değiller, çünkü eserleri müellifin yürüdüğü yol üzere değil, Umberto Eco'nun tabiriyle 'aşırı yorum'lar için istimal ediyorlar. Yani denilebilir ki: Düpedüz metinleri kullanıyorlar. Çoğu zaman zaten vardıkları kanaatleri onda arıyorlar.

Bediüzzaman'ı ait olduğu Ehl-i Sünnet çizgisinden bir kere kopardıkları için metinlerin, özellikle de bir derece muğlak metinlerin, ne anlama gelebileceğinde büyük bir karmaşaya kavuşuyorlar. Kavuşuyorlar çünkü arzuluyorlar. Çünkü karmaşa onlara 'yorumlama' açısından büyük bir özgürlük alanı sağlıyor. (Müteşabih ayetler hakkında düşülen hatanın bir benzerini Risale metinlerine taşımalarına elveriyor.) Hassaten Eski Said dönemi teliflerinin içinden acayip çıkarımlara varılıyor. Muhakemat ise sürecin en mağdurlarından birisi oluyor. Çünkü bu zümre ondaki tenkidi de doğru okuyamıyor. İşine yarayacağını düşündüğü her noktaya teşmil ediyor. Mesela, yazımıza başlarken andığımız gibi, "Bütün bir Ehl-i Sünnet eleştirisidir!" diyor.

Bu zümreden rastladıklarımla ettiğim müzakerelerde-münazaralarda şunu gördüm: Bunların birçoğunun 'metne bizzat kendileri giderek' oluşturdukları bir görüş yok. Ya? Bir abileri var. Nasıl desem? Bir okuma önderleri var. Kanaat önderi gibi birşey. Bu abinin/önderin eşliğinde yaptıkları okumalarda 'metinlerin nasıl anlaşılması gerektiğini' de ders almışlar. Bizatihi metne "Bunu ne kadar söylüyorsun?" diye sormamışlar. Sınamamışlar. Çoğunun böyle bir merakı da yok zaten. Abur-cubur tefekkürü seviyorlar. Bu abilerin okuma şekli 'siyasî' veya 'itikadî' veyahut 'amelî' temayülleri doğruladığı için onunla yeterli tatmini yaşıyorlar. Hatta başkalarının hiç anlamadığı şekillerde anladıkları için elitik bir kibr u sekr hali de hasıl oluyor. 

Örnekle açmaya çalışayım. Sözgelimi: Muhakemat'ın Ehl-i Sünnet eleştirisi olduğunu söyleyenlerden birisine soruyorum: Bana Bediüzzaman'ın "Sünnî usûlünde bu şöyledir. Fakat aslında böyle olması gerekir. Ben böyle düşünüyorum..." tarzı hüküm belirttiği bir yeri/metni nakledebilir misin? Elbette buna cevapları yok. Varsa da işin ucu hep kendi yorumlarına çıkıyor. Metnin aslı böyle anlaşılmayı zaruri kılmıyor. Hatta birkaçına Bediüzzaman'ın Ehl-i Sünnet'e muhalefet ettiğini sandıkları yerlerin esasında usûlün savunusu olduğunu gösterdiğimde afalladılar. Zaten öyledir. Muhakemat Bediüzzaman'ın Ehl-i Sünnet usûlünü savunusudur. Hakikate yaklaşımında, belagata yaklaşımında, akideye yaklaşımında Ehl-i Sünnet mizanlarını parlatarak ulema içinde bu mizanların hakkını veremeyenlere yaptığı ikazâttır.

Yani Bediüzzaman orada "Aman Ehl-i Sünnet usûlünden sapmayalım!" derken bunlar "Bak, gördün mü, nasıl da Ehl-i Sünnet'in sapmalarını söylüyor!" diye anlamaktadırlar. Onu neredeyse reformistler-modernistler sınıfına sokmaktadırlar. Hâşâ. Hiç. Hiç böyle değil. Bunların bu sözleri cahilliklerinden ileri gelmektedir. Ancak cahilliklerini kabullenmeyen cahiller olduklarından tehlikelidirler. Fanuslarından hiç çıkmayanlar için Risale-i Nur'la yanlış bir muhatabiyetin müsebbibi olmaktadırlar. Arızalı insanlar doğurmaktadırlar. Misaller aktararak uzatmak istemiyorum. Birazcık araştırmayla söyleyeceğimden fazlası bulunabilir.

Risale-i Nur adına değil, çünkü onların kemali kendilerindendir, fakat nurcular adına en büyük endişem budur: Metinlerle talipler arasına Ehl-i Sünnet kodları sağlam olmayan bazı abilerin/önderlerin yorumlarının girmesidir. Ve bu yorumların metne muhatabiyetleri köreltmesidir. Kardeşlerime tavsiyem: Risale-i Nur'u Ehl-i Sünnet'ten ötede anlamlandırmak isteyenlerden kaçsınlar. Ve böyle aşırı yorumlar işittiklerinde istimal edilen metni karşılarına alıp kendileri berrak bir zihinle sınasınlar: "Sen gerçekten bunu söylüyor musun?" Ben çok defa sordum. Neredeyse tamamında taşımayı hiç arzu etmedikleri anlamlar yüklenildiğini farkettim. Ne diyelim: Cenab-ı Hak ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin. Âmin. Âmin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...