"Ey inananlar! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha iyidirler." (Hucurat, 11)
İnsanî bir tereddüt hep olmalı. Sahabe mesleği bu. Hz. Ömer'den ders aldığımız birşey. Hani o mübarek demiş: "Herkes cehenneme girse, yalnız bir kişi cennetlik olsa, umut ederim ki, ben olayım. Herkes cennete gitse, bir kişi cehennemlik olsa, korkarım ki, ben olayım." Öyle birşey. Seviyorum böyle bir tereddüt yaşamayı. Çünkü korkuyorum akıbetinden emin olanlardan. Bu eminlik, rivayetlerde endişe edilmesi gereken birşey olarak naklediliyor. Hepimizin bahtı Allah'ın elinde ne de olsa. Takdir onun elinde. Ve o, kişi ile kalbi arasına giren. Ve o, kalpleri istediği gibi evirip çevirebilen... Onun böylesine tasarrufundayken herşeyimiz ve biz; bizim dediğimiz amellerin bile ne derece ihlaslı olduğunu tesbit edemezken, nasıl emin olalım kendi akıbetimizden ve karşımızdakinin akıbetinden? Nasıl bu kadar kesin konuşalım? Risk alalım?
Dünyayı konuşmak başka, ahireti konuşmak başka. Âlem-i şahadeti konuşmak başka, âlem-i gaybı konuşmak başka. Delili konuşmak başka, zannı konuşmak başka. Levh-i mahfuza nazarı çıkan var mı aramızda? Ya amel defterine nazarı yetişeni? Mizandan sonraki akıbetinin ne olacağını ve şu an yaptığı işin rıza dairesinde mi, yoksa içine bir riya, bir ucb, bir fahr karışmakla abes dairesinde mi yer aldığını hangimiz kesin bir şekilde bilir? Ancak ümid edebilir.
Kendimiz için bile. Kendimizi en çok bildiğimiz halde. Ancak ümid edebiliriz. Ağzımızdan giren gıdanın vücudumuzda nerelere gideceğini kontrol edemediğimiz gibi, yaptığımız amellerin de hangi deftere, kaç sevapla (veya ıskalanmışsa kaç günahla) yazılacağını nereden bilebiliriz?
Bu yüzden severim sahabe tereddüdünü. Amellerinden emin olmamayı. Hz. Hanzala'nın, Hz. Ebu Bekir'i yakalayıp "Galiba ben münafık oldum" deyişini. O tereddüt ile yaşadığı halde meleklerin yıkadığı bir şehit oluşunu. Severim bunları. Çünkü bunlar bize insan olduğumuzu hatırlatan şeylerdir. Yanılabileceğimizi. Hem kendi yanılmamız da sınırlamasın endişelerimizi. Yanımızdakiler de yanılabilir. Onlar hakkında konuşurken daha bir mütereddit olunmalıdır. Zira ayet der: “Rabbim, şeytanın kışkırtmasından sana sığınırım ve onların benim yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.” Müminin imtihanı bitmez, şeytandan Allah'a sığınmakla. Ya kendisi selametteyken yanındakiler, emrindekiler, dost sandıkları gaflette bulunuyorlarsa?
Bu yüzden ehl-i sünnetin, ehl-i musavvibenin lanet bahsinde durdukları yeri çok beğenirim. Bediüzzaman'dan almışımdır bunun dersini. Zaten ehl-i sünneti de, musavvibenin duruşunu da o bana ders vermiştir. Şöyle der Bediüzzaman ilgili yerde:
"Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelamın büyük allamesi olan Sadeddin-i Taftazani, 'Yezide lanet caizdir' demiş; fakat 'Lanet vaciptir' dememiş. 'Hayırdır ve sevabı vardır' dememiş. Çünkü, hem Kur'ân'ı, hem Peygamberi, hem bütün Sahabelerin kudsi sohbetlerini inkar eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şeran bir adam, hiç mel'unları hatıra getirmeyip lanet etmese, hiçbir zararı yok. Çünkü, zem ve lanet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i salihte dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena... "
Sonra hayatını düşünürüm Bediüzzaman'ın. Kendisine büyük zulümler etmiş savcılara, valilere, idarecilere bile beddua etmeyişini. Masumların yüzü suyu hürmetine vazgeçişini. Anlarım ki; ehl-i sünnet mesleğinin bir yanı da vicdan ve merhamettir. Kuvve-i akliyeyi, kuvve-i gadabiyenin eline vermemektir. Ki, kuvve-i gadabiyenin İslamî kullanımı da Resul-ü Ekrem'in hayatı üzerinden şöyle anlatır:
"Meselâ (...) kuvve-i gadabiyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan korkaklık ve tehevvürden münezzeh olarak, kuvve-i gadabiyenin medar-ı istikameti ve hadd-i vasatı olan şecaat-i kudsiye ile kuvve-i gadabiyesi hareket etmekle beraber; kuvve-i şeheviyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan humud ve fücurdan musaffâ olarak, o kuvvenin medar-ı istikameti olan iffette, kuvve-i şeheviyesi daima iffeti, âzamî masumiyet derecesinde rehber ittihaz etmiştir."
Başta insanî bir tereddütten bahsetmiştim ya. İşte o insanî tereddüt, şecaat-i kudsiyenin bir gereğidir. Tehevvür (çılgınlık), cesaret değildir çünkü. Bir sarhoşluktur. Bir meczup, öyle şeyler söyleyebilir ki; siz, aklınız elinizdeyken onları söyleyemezsiniz. Bir deli öyle şeylere cesaret edebilir ki, siz aklınız başınızda olarak ona teşebbüs edemezsiniz. Çünkü aklınız, insafınız ve vicdanınız tutar ellerinizden. "Gitme!" der. "Gitme kardeşim, orası rıza dairesine girmeyebilir. Seni veya bir başkasını incitebilir." Belki de biraz bu yüzden hadis-i şerif bize şüpheli olanlardan kaçınmayı tavsiye eder. Şüpheli olanı, yani kesin bilinmeyeni, bizim için gayb olanı. Birisi size 'eğer...' diye başlayan sonuçları tehlikeli bir dua tenbihlese, eğer bu gayba dairse, tereddüt edersiniz.
Amel defterinde, ind-i İlahî'de, levh-i mahfuzda yazılı olan, nazarı oraya kadar çıkabilenlerin ancak emin olabilecekleri şeylerde lanetleşmek de böyledir. Evet, Kur'an'da tel'in vardır. Fakat arkasında vahyin olduğu bir Resule, gaybı bildiren Allah tarafından sağlanmış bir eminlikle, hem de küfrü kesin olan bir kavme (Necranlılara) karşı emredilmiştir. Müminler mabeyninde tel'inin kullanılmasına emir yoktur. Cevaz verilemez ve revacı sağlanamaz. Meslek haline getirilemez.
Görüyorsunuz, Yezid konusunda bile ehl-i sünnet uleması ne kadar hassastır! Hz. Ali, iki ehl-i İslam ordu karşı karşıyayken "Bizden de ölenler şehit, onlardan da..." derken ne kadar hassastır. Buna rağmen yine de lanet etmek, hadi edildi bir hata olarak, fıkıhta onu destekleyecek deliller aramak, nasıl bed bir çığır açmaktır! Hem nasıl bir tereddütsüzlüktür ki; rıza dairesi nazarında ve kontrolündeymiş gibi kendi sevenlerini de mahvedebilecek bir duaya tüm tarafların amin demesi istenmektedir?
Kaldı ki, muhatabı da (günahkâr olsa bile) mümindir bu duanın. Muhatabı tekfir etmeye hiçbir delil yoktur. Buna rağmen bu rahatlık, kesinlikle ve kesinlikle, sahabe mesleği değildir. Dengeli bir idrakin ürünü değildir... Allah ümmetin içinde lanetleşmelerden bizi korusun. Ömer bin Abdülaziz gibi, Emeviyenin hutbelerde âdet haline getirdiği ehl-i beyt lanetine dur diyebilecek âlimler ve yöneticiler yetiştirsin. Yeni lanetler inşa edenleri değil. Bize de yanlışa yanlış diyebilecek gücü versin. Amin.
26 Aralık 2013 Perşembe
22 Aralık 2013 Pazar
Fitne, mümkün olmayanı isteme sanatıdır.
“Hey bedbahtlar! Risale-i Nur'un gerçi siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan ‘anarşiliği’ ve üstü olan ‘istibdad-ı mutlakı’ esasıyla bozar, reddeder.” (Bediüzzaman Said Nursî, Şualar)
Şener Aktürk'ün Türkiye'nin Kimlikleri'nde okuduğum çok güzel bir sözü var. Diyor ki: "Siyaset, mümkün olanın sanatıdır." Anladığımca izah edersem: Siyaset, eğer birşey mümkünse ve uygulanabilirliği varsa, ilgilenmelidir. Yoksa üzerinde durmasına bile gerek yoktur. Ütopyalar, düşlenirken ne kadar tatlı olsalar da, sahada uygulanabilirlikleri sıkıntılı olduğundan bahs-i siyasetten hariçte tutulmalıdırlar. Çünkü yüzyüze olduğumuz realitelere rağmen onları gerçekleştirmeye çalışmak, çoğu zaman, mevcut durumun da daha kötüsüne götürür bizi. Ne de olsa su, sırf biz öyle istiyoruz diye, on derecede kaynamaz. Yerçekimi gökçekimine dönüşmez, ateş söndürmez vs.
Dünya tarihi de sanıyorum bunun örnekleriyle dolu. Mutlak bir eşitlik anlayışıyla yola çıkan ideolojilerin sahadayken nasıl totaliter rejimlere dönüştükleri, üstün ırkı oluşturmak için yola çıkanların nasıl ırklarına en büyük kaybı yaşattıkları hepimizin malumu. Bediüzzaman'ın ifadeleriyle meseleyi ele alırsak, açılan çığırların beşerin fıtratında ve âlemin nizamında da bir yeri/uyumu olması lazım. Hepimiz kainat projesinin parçalarıyız. Yalnızken güzel olmamız yetmiyor, beraberken de güzel olmamız lazım. Zaten beraberken güzelsek yalnızlığımız da bir güzellik ifade ediyor. Yoksa kainatın düzenini de bozuyoruz.
Şu sıralar gündeme dair yaşanan tartışmalarda da bu nüansın ıskalandığını görüyorum. Evet, hepimiz, hiç kötülük olmayan ve günahın işlemediği bir âlem düşleyebiliriz. Bu serbest. Fakat diğer taraftan nass-ı Kur'an'la da bildiğimiz, şeytanın kıyamete kadar aldığı bir izin, bir mühlet var. O, bizimle uğraşmaya devam edecek. Nefsimiz, içimizde bir yerde onu can kulağıyla dinleyecek. Ve her birimiz o günah batağına (boylu boyunca dalmasak da) eteklerimizi batırıp çıkaracağız. Bizim şeytandan farkımız: Tevbeyi Yaşayanlar kitabının önsözünde Metin Karabaşoğlu'nunda dikkatimizi çektiği gibi 'günah işlemememiz' değil. Hz. Âdem gibi günahımızı itiraf edip tevbe ile ondan dönebilmemiz. Bunu başarabiliyorsak, hakikat-i insaniyenin sırrına mazharız.
Peygamberler hariç hiçbir fert yok ki, hakkında günah işlememiştir garantisi olsun. Elbette böylesi bir fıtratta yaratılan insanın bulunduğu her yerde bu türden günahlar, düşmeler, kaymalar olacaktır. Zaten Cenab-ı Hakkın da bizi değerlendiriş tarzı, amellerimiz mizana konduğunda günahsız olmamız şeklinde değildir. Hasenemiz, seyyiatımızdan; yani iyiliğimiz, kötülüğümüzden fazlaysa Cenab-ı Hakkın gözünde kıymetliyizdir. Kıymetimiz bu ziyadeliğin oranı arttıkça artar, inşaallah.
Düşünün; daha Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın devrinde bile onun günahtan beri giysisini çekiştirerek "Adaletli ol!" deme gafletinde bulunabilenler çıkmıştır. Eşi, iftiraya uğramıştır. Onun vefatından sonra Hz. Osman gibi bir hayâ timsalini "Kendi akrabalarına kıyak geçiyor!" diye başlayan bir fitnede şehit etmişlerdir. Hz. Ali, yine böyle siyasete dair bir meselede şehit edilmiştir. Aşere-i Mübeşşerinin büyük bir kısmı, böyle yanlış arayışların şehidi, kurbanı olmuştur. Hatta diyebiliriz ki: İslam tarihinin hiçbir döneminde tam ve kusursuz görülen bir iktidar olmamıştır. Her iktidar, kendisini adaletsizlikle suçlayan muhalifleriyle mücadele etmiştir.
Bu meselenin itikadî bir yanı da var. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat mabeyninde 'ayrılanlar' olarak isimlendirilen mutezile de, günah ve iman arasında kurdukları sağlıksız bağıntı yüzünden, çoğu karışıklığın altından ismi çıkanlardır. Büyük günah işleyenlerin imandan çıkmış olacağı üzerine geliştirilen, Kur'an'ın ve sünnetin ruhuna aykırı bu argüman, daha sonraları her alana yayılmış ve tekfir ekolleri gelişmiştir. Halbuki ehl-i sünnetin itikadında şirk haricindeki günahların imanla bir bağlantısı yoktur. Bunlar ayak kaymaları, gaflet anlarıdır. Tevbe kapısı açıktır. Ve mümin, günahkâra değil, günahın kendisine düşmandır.
Şimdi sizi 100 yıl kadar öncesine, 1908 yılında ilanının ardından Bediüzzaman'ın, Doğudaki aşiretler içinde dolaşarak Meşrutiyeti anlattığı bir esere götürmek istiyorum: Münazarat'a... Orada Bediüzzaman, siyasi dairede meşruiyete dair üretilen böylesi argümanlara bakınız nasıl ifadelerle cevap veriyor: "Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiâtına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir."
Yani bireyleri günah işlemeye müsait bir fıtratta yaratılmış insanlardan oluşan bir hükümet günahtan tamamıyla masum olamaz. O zaman buradaki ölçü, Cenab-ı Hakkın bizim hayırlılarımızı seçtiği ölçü olmalıdır: Hasenat, seyyiattan çoksa, o birey veya hükümet hayırlıdır. Yok, seyyiesi hasenatından çoksa, hayırsızdır. Hayırlılık genele bakar, küllîdir. Şer, cüzî olaylarla ilintilidir. Peki, metnin devamında Bediüzzaman böylesi muhal bir mükemmellik hayal ederek, oradan bir fitne devşirenlere ne diyor, isterseniz okuyalım:
"Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sureti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türkler nazarlarında dahi, mel'un, anarşist ve iğtişaşcı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır."
Görüyorsunuz ya, ne kadar acı: Bediüzzaman, bu hayalperestlerin mesleklerini anarşi, ihtilal ve fesat olarak niteliyor. Hatta hayallerinin neticesi tahrip bile olsa, bundan kaçınmazlar diyor. Çünkü muhalefetlerini meşru/insaflı bir zeminde tutamıyorlar. Zaten Beyanat ve Tenvirler'de de cerbezeyi tarif ederken yine topluluğun zihniyet kodlarına işaret eder Bediüzzaman:
"Evet, maatteessüf, daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vuku zarûri gibidir. Eskiden daha berbatı vardı. Fakat, şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devası âsândır. Hem de, büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galip etmektir. (...) İşte şu cerbezenin tavr-ı acîbi; zaman ve mekanda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder."
Belki gündelik olaylara bağlamak yanlış birşey; ama dayanamıyorum, yapacağım. Birbirinden farklı üç davayı, içine bin iftira katıp bir cerbeze ile 'hükümetin tek işi yolsuzluk' şeklinde sunmak, buradan iktidarı devirmeye yol aramak, ne denli ayakları tutar bir davranış şeklidir? Hem birkaç ferde mahsus bir hadiseyi, dallandırıp oradan hükümetin meşruiyetine ve hatta imanına kadar çıkacak olumsuz yorumlar yapmak ne kadar insaflı ve masum bir tavırdır? Ben bugünlerde bunları çok sorguluyorum. Çünkü geçtiğimiz on yıla baksanız, bu hükümet adına bin hayır görürsünüz. Fakat ehl-i cerbeze/mugalata, bugünlerde, yalnız seyyieye baktırarak ve o bir seyyieyi sümbüllendirerek ehl-i imanı kandırmaya çalışıyorlar. Fakat, inanıyorum ki, tutmayacak. Zira nazarımda fitne; mümkün olmayanı isteme sanatıdır. Madem Bediüzzaman ile başladık, yine Bediüzzaman ile umudumuzu ifade edelim:
"Millet uyanmış; mugalâta ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telâkki olunan hayalin ömrü kısadır. (...) Feveran eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve mugalâtalar dağılacaktır. Ve hakikat meydana çıkacaktır, inşaallah."
Şener Aktürk'ün Türkiye'nin Kimlikleri'nde okuduğum çok güzel bir sözü var. Diyor ki: "Siyaset, mümkün olanın sanatıdır." Anladığımca izah edersem: Siyaset, eğer birşey mümkünse ve uygulanabilirliği varsa, ilgilenmelidir. Yoksa üzerinde durmasına bile gerek yoktur. Ütopyalar, düşlenirken ne kadar tatlı olsalar da, sahada uygulanabilirlikleri sıkıntılı olduğundan bahs-i siyasetten hariçte tutulmalıdırlar. Çünkü yüzyüze olduğumuz realitelere rağmen onları gerçekleştirmeye çalışmak, çoğu zaman, mevcut durumun da daha kötüsüne götürür bizi. Ne de olsa su, sırf biz öyle istiyoruz diye, on derecede kaynamaz. Yerçekimi gökçekimine dönüşmez, ateş söndürmez vs.
Dünya tarihi de sanıyorum bunun örnekleriyle dolu. Mutlak bir eşitlik anlayışıyla yola çıkan ideolojilerin sahadayken nasıl totaliter rejimlere dönüştükleri, üstün ırkı oluşturmak için yola çıkanların nasıl ırklarına en büyük kaybı yaşattıkları hepimizin malumu. Bediüzzaman'ın ifadeleriyle meseleyi ele alırsak, açılan çığırların beşerin fıtratında ve âlemin nizamında da bir yeri/uyumu olması lazım. Hepimiz kainat projesinin parçalarıyız. Yalnızken güzel olmamız yetmiyor, beraberken de güzel olmamız lazım. Zaten beraberken güzelsek yalnızlığımız da bir güzellik ifade ediyor. Yoksa kainatın düzenini de bozuyoruz.
Şu sıralar gündeme dair yaşanan tartışmalarda da bu nüansın ıskalandığını görüyorum. Evet, hepimiz, hiç kötülük olmayan ve günahın işlemediği bir âlem düşleyebiliriz. Bu serbest. Fakat diğer taraftan nass-ı Kur'an'la da bildiğimiz, şeytanın kıyamete kadar aldığı bir izin, bir mühlet var. O, bizimle uğraşmaya devam edecek. Nefsimiz, içimizde bir yerde onu can kulağıyla dinleyecek. Ve her birimiz o günah batağına (boylu boyunca dalmasak da) eteklerimizi batırıp çıkaracağız. Bizim şeytandan farkımız: Tevbeyi Yaşayanlar kitabının önsözünde Metin Karabaşoğlu'nunda dikkatimizi çektiği gibi 'günah işlemememiz' değil. Hz. Âdem gibi günahımızı itiraf edip tevbe ile ondan dönebilmemiz. Bunu başarabiliyorsak, hakikat-i insaniyenin sırrına mazharız.
Peygamberler hariç hiçbir fert yok ki, hakkında günah işlememiştir garantisi olsun. Elbette böylesi bir fıtratta yaratılan insanın bulunduğu her yerde bu türden günahlar, düşmeler, kaymalar olacaktır. Zaten Cenab-ı Hakkın da bizi değerlendiriş tarzı, amellerimiz mizana konduğunda günahsız olmamız şeklinde değildir. Hasenemiz, seyyiatımızdan; yani iyiliğimiz, kötülüğümüzden fazlaysa Cenab-ı Hakkın gözünde kıymetliyizdir. Kıymetimiz bu ziyadeliğin oranı arttıkça artar, inşaallah.
Düşünün; daha Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın devrinde bile onun günahtan beri giysisini çekiştirerek "Adaletli ol!" deme gafletinde bulunabilenler çıkmıştır. Eşi, iftiraya uğramıştır. Onun vefatından sonra Hz. Osman gibi bir hayâ timsalini "Kendi akrabalarına kıyak geçiyor!" diye başlayan bir fitnede şehit etmişlerdir. Hz. Ali, yine böyle siyasete dair bir meselede şehit edilmiştir. Aşere-i Mübeşşerinin büyük bir kısmı, böyle yanlış arayışların şehidi, kurbanı olmuştur. Hatta diyebiliriz ki: İslam tarihinin hiçbir döneminde tam ve kusursuz görülen bir iktidar olmamıştır. Her iktidar, kendisini adaletsizlikle suçlayan muhalifleriyle mücadele etmiştir.
Bu meselenin itikadî bir yanı da var. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat mabeyninde 'ayrılanlar' olarak isimlendirilen mutezile de, günah ve iman arasında kurdukları sağlıksız bağıntı yüzünden, çoğu karışıklığın altından ismi çıkanlardır. Büyük günah işleyenlerin imandan çıkmış olacağı üzerine geliştirilen, Kur'an'ın ve sünnetin ruhuna aykırı bu argüman, daha sonraları her alana yayılmış ve tekfir ekolleri gelişmiştir. Halbuki ehl-i sünnetin itikadında şirk haricindeki günahların imanla bir bağlantısı yoktur. Bunlar ayak kaymaları, gaflet anlarıdır. Tevbe kapısı açıktır. Ve mümin, günahkâra değil, günahın kendisine düşmandır.
Şimdi sizi 100 yıl kadar öncesine, 1908 yılında ilanının ardından Bediüzzaman'ın, Doğudaki aşiretler içinde dolaşarak Meşrutiyeti anlattığı bir esere götürmek istiyorum: Münazarat'a... Orada Bediüzzaman, siyasi dairede meşruiyete dair üretilen böylesi argümanlara bakınız nasıl ifadelerle cevap veriyor: "Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiâtına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir."
Yani bireyleri günah işlemeye müsait bir fıtratta yaratılmış insanlardan oluşan bir hükümet günahtan tamamıyla masum olamaz. O zaman buradaki ölçü, Cenab-ı Hakkın bizim hayırlılarımızı seçtiği ölçü olmalıdır: Hasenat, seyyiattan çoksa, o birey veya hükümet hayırlıdır. Yok, seyyiesi hasenatından çoksa, hayırsızdır. Hayırlılık genele bakar, küllîdir. Şer, cüzî olaylarla ilintilidir. Peki, metnin devamında Bediüzzaman böylesi muhal bir mükemmellik hayal ederek, oradan bir fitne devşirenlere ne diyor, isterseniz okuyalım:
"Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sureti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türkler nazarlarında dahi, mel'un, anarşist ve iğtişaşcı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır."
Görüyorsunuz ya, ne kadar acı: Bediüzzaman, bu hayalperestlerin mesleklerini anarşi, ihtilal ve fesat olarak niteliyor. Hatta hayallerinin neticesi tahrip bile olsa, bundan kaçınmazlar diyor. Çünkü muhalefetlerini meşru/insaflı bir zeminde tutamıyorlar. Zaten Beyanat ve Tenvirler'de de cerbezeyi tarif ederken yine topluluğun zihniyet kodlarına işaret eder Bediüzzaman:
"Evet, maatteessüf, daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vuku zarûri gibidir. Eskiden daha berbatı vardı. Fakat, şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devası âsândır. Hem de, büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galip etmektir. (...) İşte şu cerbezenin tavr-ı acîbi; zaman ve mekanda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder."
Belki gündelik olaylara bağlamak yanlış birşey; ama dayanamıyorum, yapacağım. Birbirinden farklı üç davayı, içine bin iftira katıp bir cerbeze ile 'hükümetin tek işi yolsuzluk' şeklinde sunmak, buradan iktidarı devirmeye yol aramak, ne denli ayakları tutar bir davranış şeklidir? Hem birkaç ferde mahsus bir hadiseyi, dallandırıp oradan hükümetin meşruiyetine ve hatta imanına kadar çıkacak olumsuz yorumlar yapmak ne kadar insaflı ve masum bir tavırdır? Ben bugünlerde bunları çok sorguluyorum. Çünkü geçtiğimiz on yıla baksanız, bu hükümet adına bin hayır görürsünüz. Fakat ehl-i cerbeze/mugalata, bugünlerde, yalnız seyyieye baktırarak ve o bir seyyieyi sümbüllendirerek ehl-i imanı kandırmaya çalışıyorlar. Fakat, inanıyorum ki, tutmayacak. Zira nazarımda fitne; mümkün olmayanı isteme sanatıdır. Madem Bediüzzaman ile başladık, yine Bediüzzaman ile umudumuzu ifade edelim:
"Millet uyanmış; mugalâta ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telâkki olunan hayalin ömrü kısadır. (...) Feveran eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve mugalâtalar dağılacaktır. Ve hakikat meydana çıkacaktır, inşaallah."
16 Aralık 2013 Pazartesi
İçimizdeki İslamafobya
Belki Osmanlı'nın son dönemini de dahil edebileceğimiz bir süreçte, inşa edilmeye çalışılan bir korku var: İrtica korkusu. Bence bu inşa, 'bizi geri bırakanın din olduğu' telkiniyle başlıyor. Daha sonra, devr-i sabıkta, resmi politika haline getiriliyor. Sonrası, din üzerinde baskı dönemi. Onun kamusal alanlardan dışlanmasıyla başlayan yolculuk, evler basılıp dinî eserler toplanacak kadar, hatta meşhur 163. maddeye kadar ilerletiliyor. Yürütülen çalışmaların kalplerden sevgisini atamadığı kesin. Fakat diğer taraftan, toplumun bir kesiminde, hatta bir kısım dindarda bile başarıyla oluşturdukları bir endişe var: "Ülkenin başına dindarlar geçerse..." Her sınandığında, bu tarz endişe dersini almış olanlar, söylemlerinde açık vermeye başlıyorlar.
Ben bunun en büyük kırılmasının Siyasal İslam ile; dindar, ama siyasete temas etmemeye çalışan kesimler arasında yaşandığını düşünüyorum. Çünkü bu iki kesim, Siyasal İslam'ın iktidarda olduğu her dönemde, bazı söylemlerde karşı karşıya gelebiliyorlar. Belki bu, söylenen şeyden ziyade söyleme üslûbuyla da ilgili. Fakat bunun da ötesinde; bence başarıyla inşa edilmiş bir endişe var; iktidar dindar olursa, dindarlaştırmaya çalışır, ülkeye de karmaşa hâkim olur endişesi.
Bunun yakın zamandaki örneği; bence, Erdoğan'ın öğrenci evleri hakkında söylediği sözler ve buna karşı bir kısım dindarların dahi koyduğu tavır. (Diktatör diyenler bile oldu.) Bundan önce de içkiye dair yeni uygulamalarda böyle eleştiriler olmuştu Erdoğan'a. (Ben de yapmıştım.) Halbuki bu insanlarla birebir konuşsanız, tamamı 'ideal toplum' tariflerinde böylesi olumsuzlukların (itikatları böyle görmelerini emrediyor çünkü) olmamasını düşlüyorlar. Fakat yine de iktidar sahibi hükümetin böyle şeyleri dile getirmemesi gerektiğinde hemfikirler. Hatta bırakın iktidar sahiplerinin, kanaat önderlerinin bile açıktan böyle telkinatlarda bulunmasını istemiyorlar. 'Toplumsal huzuru bozmak, ihtilaf vermek' gibi görüyorlar.
Burada bir nefes alalım. Şimdi sizi 1922'ye götürmek istiyorum. Bediüzzaman Said Nursî'nin defaatle davet edilerek ancak geldiği İlk Meclis'e ve orada yaptığı konuşmaya. Konuşmanın temasını ne oluşturuyor biliyor musunuz? Namaz. Evet, namaz. Peki, sonrasında neler yaşanıyor biliyor musunuz? Bir gerilim oluyor, Mustafa Kemal'le Bediüzzaman arasında hem de. Orada, Mustafa Kemal'in konuşmaya başlarken kurduğu cümle ise şöyle naklediliyor: “Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz." Yani dinî telkinatın veya kaygıların ihtilaf sebebi sayılması yeni birşey değil. O zamanlardan beri işlenen bir konu.
Konuşmanın geri kalan kısmı da namaz ve idarecilerin dindar olmasının önemi üzerine şekillenmiş durumda. Hatta metnin 'rabian' kısmında Bediüzzaman, Beytüşşebab'tan verdiği bir örnekle idarecilerinin dindar olmamasının toplumun dindar bir kesiminde itaatsizlik sebebi sayılabileceğinin altını çiziyor.
Bu kısım bana ayrıca manidar geliyor şimdi, zira benzer bir konuya değinen bir kitap okudum bugünlerde. Şener Aktürk'e ait, Etkileşim Yayınları'ndan çıkan Türkiye'nin Kimlikleri isimli eser. Eserde, öncelikle Osmanlı analiz edilirken, İslam'ın gayrimüslim haklarına yer verişinin getirdiği hoşgörünün, Osmanlı hoşgörüsü olarak adlandırılmasının eksik olacağı belirtiliyor. Hatta dönemin bir diğer İslam imparatorluğu Babürşah'lar üzerinden yapılan mukayeseyle bu çok kültürlülüğün İslam'ın zenginliği olduğu belirtiliyor.
Kitapta anlatılan harika şeyler var, hassaten Batı'da yükselen İslamafobya üzerine söyledikleri. Fakat ben özellikle 6. ve 7. bölümlere dair konuşmak istiyorum. Bugün 'Kürt açılımı' olarak tesmiye ettiğimiz sürecin neden İslamcı geleneğe sahip bir iktidar döneminde yaşandığını (ve neden daha evvel yaşanmadığını) analiz ediyor Şener Aktürk bu bölümlerde.
Evvela, bu yeni kimlik siyasetinin AB ile bağlanmasının ne kadar yanlış olduğunu incelemeleriyle ortaya koyan Aktürk, daha sonra İslamcı geleneğin Kürt halkıyla olan kuvvetli bağını, seçimlerde aldığı oy oranlarıyla ifade ediyor. Hatta Anadolu'nun batı bölgelerinde neredeyse silindiği zamanlarda bile doğuda destek bulduğunu ortaya koyuyor. Bu, İslamcı geleneğin hem ümmet çizgisindeki söylemiyle hem de daha çok temasta olması nedeniyle Kürtlerin haklarına karşı daha duyarlı olmasını tetikliyor.
Yani benim anladığım, yeni konjonktürde, Türkiye'de dindarlık bir özgürlük öğüten değil, özgürlük üreten. Çünkü geleneğinde de çok kültürlülük var ve İslamcılık, belki yeniden bu yönünü keşfediyor. Öcü olmadığını gösteriyor. Fakat maalesef, yazının başında da belirtiğim gibi, bizde çok başarılı bir şekilde inşa edilmiş bir korku var. Bir ezber bu. Belki İslam'a yönelik bir özgüven eksikliği.
Bir iktidar, o iktidarın bir kısmı kendini dindar olarak görüyor ve öyle tarif ediyorsa eğer, bu kötü birşey mi? Yoksa bunun birleştirici ve özgürleştirici yönü görülüp desteklenmeli mi? Bence İslam da, müslümanlar da geçmişteki hoşgörülü duruşlarıyla daha fazla güveni hakediyor.
Ben bunun en büyük kırılmasının Siyasal İslam ile; dindar, ama siyasete temas etmemeye çalışan kesimler arasında yaşandığını düşünüyorum. Çünkü bu iki kesim, Siyasal İslam'ın iktidarda olduğu her dönemde, bazı söylemlerde karşı karşıya gelebiliyorlar. Belki bu, söylenen şeyden ziyade söyleme üslûbuyla da ilgili. Fakat bunun da ötesinde; bence başarıyla inşa edilmiş bir endişe var; iktidar dindar olursa, dindarlaştırmaya çalışır, ülkeye de karmaşa hâkim olur endişesi.
Bunun yakın zamandaki örneği; bence, Erdoğan'ın öğrenci evleri hakkında söylediği sözler ve buna karşı bir kısım dindarların dahi koyduğu tavır. (Diktatör diyenler bile oldu.) Bundan önce de içkiye dair yeni uygulamalarda böyle eleştiriler olmuştu Erdoğan'a. (Ben de yapmıştım.) Halbuki bu insanlarla birebir konuşsanız, tamamı 'ideal toplum' tariflerinde böylesi olumsuzlukların (itikatları böyle görmelerini emrediyor çünkü) olmamasını düşlüyorlar. Fakat yine de iktidar sahibi hükümetin böyle şeyleri dile getirmemesi gerektiğinde hemfikirler. Hatta bırakın iktidar sahiplerinin, kanaat önderlerinin bile açıktan böyle telkinatlarda bulunmasını istemiyorlar. 'Toplumsal huzuru bozmak, ihtilaf vermek' gibi görüyorlar.
Burada bir nefes alalım. Şimdi sizi 1922'ye götürmek istiyorum. Bediüzzaman Said Nursî'nin defaatle davet edilerek ancak geldiği İlk Meclis'e ve orada yaptığı konuşmaya. Konuşmanın temasını ne oluşturuyor biliyor musunuz? Namaz. Evet, namaz. Peki, sonrasında neler yaşanıyor biliyor musunuz? Bir gerilim oluyor, Mustafa Kemal'le Bediüzzaman arasında hem de. Orada, Mustafa Kemal'in konuşmaya başlarken kurduğu cümle ise şöyle naklediliyor: “Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz." Yani dinî telkinatın veya kaygıların ihtilaf sebebi sayılması yeni birşey değil. O zamanlardan beri işlenen bir konu.
Konuşmanın geri kalan kısmı da namaz ve idarecilerin dindar olmasının önemi üzerine şekillenmiş durumda. Hatta metnin 'rabian' kısmında Bediüzzaman, Beytüşşebab'tan verdiği bir örnekle idarecilerinin dindar olmamasının toplumun dindar bir kesiminde itaatsizlik sebebi sayılabileceğinin altını çiziyor.
Bu kısım bana ayrıca manidar geliyor şimdi, zira benzer bir konuya değinen bir kitap okudum bugünlerde. Şener Aktürk'e ait, Etkileşim Yayınları'ndan çıkan Türkiye'nin Kimlikleri isimli eser. Eserde, öncelikle Osmanlı analiz edilirken, İslam'ın gayrimüslim haklarına yer verişinin getirdiği hoşgörünün, Osmanlı hoşgörüsü olarak adlandırılmasının eksik olacağı belirtiliyor. Hatta dönemin bir diğer İslam imparatorluğu Babürşah'lar üzerinden yapılan mukayeseyle bu çok kültürlülüğün İslam'ın zenginliği olduğu belirtiliyor.
Kitapta anlatılan harika şeyler var, hassaten Batı'da yükselen İslamafobya üzerine söyledikleri. Fakat ben özellikle 6. ve 7. bölümlere dair konuşmak istiyorum. Bugün 'Kürt açılımı' olarak tesmiye ettiğimiz sürecin neden İslamcı geleneğe sahip bir iktidar döneminde yaşandığını (ve neden daha evvel yaşanmadığını) analiz ediyor Şener Aktürk bu bölümlerde.
Evvela, bu yeni kimlik siyasetinin AB ile bağlanmasının ne kadar yanlış olduğunu incelemeleriyle ortaya koyan Aktürk, daha sonra İslamcı geleneğin Kürt halkıyla olan kuvvetli bağını, seçimlerde aldığı oy oranlarıyla ifade ediyor. Hatta Anadolu'nun batı bölgelerinde neredeyse silindiği zamanlarda bile doğuda destek bulduğunu ortaya koyuyor. Bu, İslamcı geleneğin hem ümmet çizgisindeki söylemiyle hem de daha çok temasta olması nedeniyle Kürtlerin haklarına karşı daha duyarlı olmasını tetikliyor.
Yani benim anladığım, yeni konjonktürde, Türkiye'de dindarlık bir özgürlük öğüten değil, özgürlük üreten. Çünkü geleneğinde de çok kültürlülük var ve İslamcılık, belki yeniden bu yönünü keşfediyor. Öcü olmadığını gösteriyor. Fakat maalesef, yazının başında da belirtiğim gibi, bizde çok başarılı bir şekilde inşa edilmiş bir korku var. Bir ezber bu. Belki İslam'a yönelik bir özgüven eksikliği.
Bir iktidar, o iktidarın bir kısmı kendini dindar olarak görüyor ve öyle tarif ediyorsa eğer, bu kötü birşey mi? Yoksa bunun birleştirici ve özgürleştirici yönü görülüp desteklenmeli mi? Bence İslam da, müslümanlar da geçmişteki hoşgörülü duruşlarıyla daha fazla güveni hakediyor.
7 Aralık 2013 Cumartesi
Dersaneler kapatılırken sen, sen değilsin
Yıllar önce, eşi yazar olan bir albayla muhabbetimiz olmuştu. (Kendisi şimdi emeklidir. Belki böyle bir yazıda ismi de anılsın istemez, anmayacağım.) O zamanlar ben henüz askerliğimi yapmadığımdan, kendisine zorunlu askerliğin kaldırılabilme ihtimalini sormuştum. Gülümseyerek şöyle cevap vermişti: "Bu ülkede zorunlu askerliğin kalkmasını önce ordu istemez. Neden biliyor musun? Çünkü orada sana birşey yapıyor. Seni üniforma baskısıyla tanıştırıyor. İstersen milletvekili, kaymakam, başbakan ol. Orada, o kamuflajı giyince artık onların kölesisin. İsterse; istikamet verir, yerlerde süründürür, tuvalet temizletir, botlarını boyatır, küfür eder... Ne dilerse, onu yapar. İçselleştirirsin. Sana o üniforma baskısını/korkusunu öğretecek ki; ileride darbe yaparsa, karşı koymaya filan çalışma. Zorunlu askerlik bir beyin yıkamadır aslında, bir endoktrinasyon şeklidir. Bu yüzden ordu, kaldırılmasına izin vermez."
O muhabbetin üzerinden yıllar geçti. Bugün bambaşka tartışmalar içindeyiz. Dersaneleri konuşuyoruz mesela. Kaldırılmalarını veya yollarına devam etmelerini. Bazılarımız, çok ateşli bir şekilde devam etmesi gerektiğini savunuyorlar. Hatta neredeyse dersaneye dair herşeyi kutsuyorlar. Bir kısmı insaflı, can yakmadan konuşuyor. Ama bir kısmı var, şeddat. Sırf dersanelere yan gözle baktı diye, dün kardeşim dediğini sırat köprüsü üzerinde tekmeleyip cehenneme atabilir. Eğer siz de nur talebeliğinin hakkını vermeye çalışan birisiyseniz, tarafsız kalamıyorsunuz. Size yüzlercesi tarafından söylenen; "İktidar yalakası! Güce tapan! Çakma nurcu!" gibi yaftalamaları kenara itiyor ve dine birçok hizmeti geçmiş, ülkenin demokratikleşmesinde büyük payı olan bir başbakanı/hükümeti savunuyorsunuz.
Konuşan konuşsun, durduğu yerden emin olan gerilemez. Ben de dersane konusunda kimden taraf durduğumu sosyalmecralarda yeterince gösterdim sanırım. Fakat bugün, özelde dersane meselesinin, genelde cemaat/camia'nın işleyişinin Risale-i Nur mesleğinden bir farkı üzerine konuşmak istiyorum. Bu mesele bence çok önemli bir meseledir. Zira yetişen 'ideal mümin' tipinin her yerini saran bir kanserin sebebidir. Tesbitimi şu şekilde özetliyorum: İzzetsiz İslamiyet.
Bediüzzaman'ın hayatını az/çok okuyanlar bilirler: Bediüzzaman'ın bütün hayatı izzetin cisimleşmiş şekli gibidir. Medreselerde yaşadığı olaylardan tutun, Miran Reisi Mustafa Paşa'ya kafa tutmasına; Zaptıye Nazırı Şefik Paşa'ya posta koymasından tutun, Rus komutanın önünde ayağa kalkmamasına (ve oradan cumhuriyet devrinde Mustafa Kemal ve benzeri karakterlere karşı ortaya koyduğu duruşa) kadar onun hayatının tarifi; tam bir izzettir. Bediüzzaman, İslama ve müslümanlara yapılanlara karşı 'şiddetsiz bir izzetle' direnmiştir. Onun müsbet hareketinin tarifi de budur bence: Şiddetsiz ama izzetli bir direniş.
Yeni Said döneminde de bu duruşundan taviz vermez. Yüzdeyüz mahvolacağı ihtimaliyle yargılandığı Eskişehir Mahkemesinde ateşli bir şekilde tesettürü savunur. Savunmalarında asla geri adım atmaz. Sünnetten olduğu halde, sarığını asla başından çıkarmaz ve bu noktadaki tehditlere aldırmaz. Sabık devrin idarecilerine tavrını 5. Şua gibi eserlerle apaçık ortaya koyar.
Ama bunların ötesinde, bir noktada daha duruşu harikadır Bediüzzaman'ın. İstiğna mesleğini, ayet-i kerimedeki ifadeyle 'ümmetlerinden ücret istemeyen peygamberlerin' bir mesleği olarak kendine emanet bırakılmış görür. Hayatı boyunca, parasal yardımları kabul etmez. Çok az yer, çok az şeye ihtiyaç duyarak yaşar. Arttırabildikleriyle talebelerine tayınat dağıtır. Ama buna rağmen talebelerini birilerinden yardım istemeye, para dilenmeye, birşeyler toplamaya gönderdiği vaki değildir. Onların da istiğna mesleğiyle yaşamaya devam etmelerini ister.
Bediüzzaman öyle harika bir müslüman tablosu çizer ki, bu şekilde; hâzâ izzettir onun duruşu. Dünya onun elini, kolunu çevirip bükemez. Dünya ile işi minimum seviyededir. Kutsamaz onu. Amaca ulaşmak için zaruriyat haline getirmez. "Akıbet takva sahiplerinindir"den mülhem, süreç müslümanıdır Bediüzzaman. Sonuçların Allah'ın takdiri dairesinde gerçekleşeceğini bilir. Bu yüzden sırf sonuçlara çabuk ulaşayım diye süreçler boyunca eğilip bükülmez. Ne bileyim, işte mesela "Başörtüsü füruattandır" demez Eskişehir Mahkemesinde. İdam edilme ihtimaline karşı savunur onu. Çünkü süreci takvayla atlatmaktır onun düşüncesi. Takvayla sürecin hakkı verildikten sonra, varsın sonuç ele geçmesindir. Asıl akıbet, ahirettedir.
Burada bir nefes alalım. Size kendime dair birşey anlatayım: Ben, Fen Lisesi'ni, camia/cemaat'teki abiler sayesinde kazandım. O zaman bizim ilçeye gelen iki abi vardı. Nazım ve Savaş abiler. İlçemizdeki öğrenci yurdunda bizi sınava hazırlarlardı. Sınavı kazandım. Lisede de epey süre içlerindeydim. Habil ve Adem abileri anımsıyorum isim olarak. Daha nicelerini tanıdım. Hatta bir ara beni Hocaefendi'nin yanına göndermeye karar vermişlerdi. (Adem abinin lise binamıza kadar gelip bana bunu teklif ettiğini hatırlıyorum. Ben seçilmişim. Ama gitmedim.) Bilmiyorum niye? Büyük potansiyel mi görmüşlerdi bende? Neyse, olmadığını daha sonra gösterdim zaten.
Kurban derisi topladım. Zaman gazetesine abone bulma uğraşı içine girdim cami önlerinde. Yurtta saatlerce bulaşık yıkadığımı da hatırlarım. Yerleri süpürdüğümü de. Hatta tadilatı sırasında, inşaatında yardımcı olduğumu da. Bütün bunları yaptım. Fakat o günlerde bana en zor gelen; omuzumda birşeyler taşımak ve çalışmaktan ziyade; insanlardan birşeyler istemekti. Mesela kurban derisi toplamak. Mesela abone dilenmek. Dilenmek dememi mazur görün, ama çok can sıkıcı birşeydi.
Sonra dersaneye de takıldım bir dönem. Baktım ki, eğer parasal durumunuz iyi değilse, yani gariban bir aileden geliyorsanız, oralarda tutunmanın yolu abilerin emir-komuta zincirine girmektir. Yat deyince yatmak, kalk deyince kalkmaktır. Böylece dersanede idare edilirsiniz, indirim veya bursu kazanırsınız. Ama bu burs kesinlikle bedava değildir. Karşılığında onlara tüm mesainizi verirsiniz okul dışındaki. Yapılabilecek her işte sizi de kullanırlar. Siz onlara taze güç kaynağı olursunuz, onlar da size üniversiteyi kazandırırlar.
Bu sırada epey bir şekle girmiş olursunuz. Kurban derisi toplamaya çalışırken kurban kesenleri ikna etmek için taklalar atarsınız. Zaman gazetesine abone bulayım derken yine öyle. Burs ararsınız yakınlarınızda. Himmet toplantılarına bağışçı kazandırmaya çalışırsınız. Sohbete daha çok adam getirmeye gayret edersiniz. Abilerle ilişkiniz de 'itaat' eksenlidir. Ve bu sıkça sınanır. Mesela bir keresinde sabah namazından da önce top oynamaya çağrılırsınız. (Ben yaşadım.) Bir keresinde sırf abi öyle emretti diye yorgansız, döşeksiz; bir battaniye ile zeminde yatmanız istenir. (Ben yaşadım.) Bir keresinde abi sizi evden kovar ve kovunca gittiğiniz için size kızar. (Ben yaşadım.) Çünkü ışık evler, o kovsa bile terkedilmeyecek yerdir.
Namazlarınızı çizelge yapar verirsiniz. Tesbihatınızın hesabını verirsiniz. Kulluğunuz abilerin kontrolü altındadır. Her hafta okuduğunuz Hocafendi kitabının sayfa sayısını rapor edersiniz. Abilerin istemediği kitapları okuyamazsınız. İstemedikleri şeyleri izleyemezsiniz. İsterlerse, isimlerinizi değiştirirler, ailelerinizin bile telefonlarına çıkmazsınız. Abiler size bir üniversite kazandıracak ve orada barınma imkanı sağlayacaklar diye resmen her şekle girersiniz. Dilenirsiniz, öyle/böyle yaparlar onların istediği şekilde yön değiştirirsiniz. Önceki abi ile sonraki abiniz farklı düşünür bir meselede, hemen düşünmeden esnersiniz. Evlerde korkmayı da öğretiler size. Tedbir yapmayı, özgüvensiz ve izzetsiz olmak seviyesinde âdet edinirsiniz. Utanırsınız kimliğinizden neredeyse. Sonra 2008 yılında elinde Risale, otobüste açıktan okuyan birisini "Kardeşim, yanlış yapıyorsun, tedbire uygun değil" diye uyarmak gereği duyarsınız. (Ben yaşadım.)
Yani tam anlamıyla plastik top olursunuz. Bir istişare kararı gelir saldırırsınız birşeye. Başka bir istişare kararı gelir saldırırsınız öbür şeye. Kendiniz sorgulamazsınız. Sorgulayanı sevmezler zaten. Çok soru soran, itiraz eden makbul değildir. Bediüzzaman hasbelkader düşmüş olsa o dersaneye, medreselerde yaşadığı sorunların bin beterini yaşaması işten bile değildir.
İyi şeyler olmuyor mudur? Mutlaka oluyordur. Ama diğer taraftan, izzetli müslüman duruşundan verilen korkunç tavizler de vardır. Küçük ölçekte insanların önünde dilenci ve takiyyeci konumuna gelirsiniz; büyük ölçekte küresel zemindeki hizmetler sekteye uğramasın diye katmerli zalimlerin zalimlerini yüzlerine haykıramazsınız. (Mavi Marmara'ya eyvallah edersiniz mesela.) İzzet uçar gider böylece. Geriye korku kalır. Grup psikolojisi kalır. Abilerin işaretleri kalır. Hocaefendi'nin kerametleri kalır. Onu o kadar yüceltirsiniz ki, o hatasızdır. Hatasız olmasını da dilersiniz içinizden. Çünkü o esnemeleri, rüküşlükleri, izzetsizlikleri, hızlı fikir değişikliklerini, ezilmeyi başka türlü kendinize, vicdanınıza anlatamazsınız. O hatasız olmalıdır ki, yaşamınız tümüyle hata olmasın.
Borçlanırsınız böylece sürekli. Zaten hizmetin/camianın/cemaatin adam kazanma şekli, Bediüzzaman'ın mesleğinde olduğu gibi ikna değildir. Böyle kazanılmış insan belki yüzbinde birdir. Genelde fakir fukara çocuklarını, ama yetenekli çocuklarını, borçlandırarak kazanırlar. Size, siz istemediğiniz halde, o kadar çok iyilik yaparlar ki; artık o iyiliklerin esiri olursunuz. Sonra da bu esaretiniz tam olduysa, yününüzü kırpmaya başlarlar. Nereye giderseniz gidin, hangi mevkide çalışırsanız çalışın, o borç hep sırtınızdadır. Abilere konumuza göre tekmil vermeye devam edersiniz. (MİT krizi biraz bununla alakalıydı.) Çünkü cemaatle ayrı düşmek, size cehenneme gitmekle eş gösterilmiştir. Daireden atılanlara kurtuluş kapısı yoktur. Daire dışında İslam da kalamazsınız. Zaten onların ilişki ağında varsanız, var olamazsınız artık. Bitirirler sizi. Bir banlanırsanız, kimse sizinle iş yapmaz olur. Bu borçlandırmanın üzerine ilave edilmiş ikinci yönetim şekli, yani korkudur.
Neyse, özetle şunu diyecektim aslında: Bugün Erdoğan neden dersaneleri kapatmak istiyor? Bence bunun Erdoğan'ın ve Hocaefendi'nin temsil ettiği müslüman profilleriyle büyük bağlantısı var. Bir tarafta Bediüzzaman gibi bükülmeyi sevmeyen ve zor zamanlarda dik durduğuna âlem şahit bir siyasi karakter; diğer tarafta sınandığı vakitlerde söyleminde büyük açıklar vermiş, ama bunun cemaat içinde dile getirilmesi ve kabullenilmesi yasak bir kanaat önderi. İzzetsiz İslam ve İzzetli İslam. Elbet bir gün içlerinde farkı ortaya koyacaklardı. Sanıyorum bütün bu tartışmaların ötesinde ve içerisinde bu var. İki tarafın da İslam olduğu üzerine hemfikirim. Fakat ne yalan söyleyeyim, ben Bediüzzaman'ı biraz da eğilmediği için seviyorum. Zor zamanlarda bükülmediği için. Oyumu yine Erdoğan'a vereceğim. Kanaat-i şahsiyemdir. Kimseyi bağlamaz. Bu arada, baştaki ordu ve mecburi askerlik örneğimi yazının geri kalanında bir yere koyabildiniz mi?
O muhabbetin üzerinden yıllar geçti. Bugün bambaşka tartışmalar içindeyiz. Dersaneleri konuşuyoruz mesela. Kaldırılmalarını veya yollarına devam etmelerini. Bazılarımız, çok ateşli bir şekilde devam etmesi gerektiğini savunuyorlar. Hatta neredeyse dersaneye dair herşeyi kutsuyorlar. Bir kısmı insaflı, can yakmadan konuşuyor. Ama bir kısmı var, şeddat. Sırf dersanelere yan gözle baktı diye, dün kardeşim dediğini sırat köprüsü üzerinde tekmeleyip cehenneme atabilir. Eğer siz de nur talebeliğinin hakkını vermeye çalışan birisiyseniz, tarafsız kalamıyorsunuz. Size yüzlercesi tarafından söylenen; "İktidar yalakası! Güce tapan! Çakma nurcu!" gibi yaftalamaları kenara itiyor ve dine birçok hizmeti geçmiş, ülkenin demokratikleşmesinde büyük payı olan bir başbakanı/hükümeti savunuyorsunuz.
Konuşan konuşsun, durduğu yerden emin olan gerilemez. Ben de dersane konusunda kimden taraf durduğumu sosyalmecralarda yeterince gösterdim sanırım. Fakat bugün, özelde dersane meselesinin, genelde cemaat/camia'nın işleyişinin Risale-i Nur mesleğinden bir farkı üzerine konuşmak istiyorum. Bu mesele bence çok önemli bir meseledir. Zira yetişen 'ideal mümin' tipinin her yerini saran bir kanserin sebebidir. Tesbitimi şu şekilde özetliyorum: İzzetsiz İslamiyet.
Bediüzzaman'ın hayatını az/çok okuyanlar bilirler: Bediüzzaman'ın bütün hayatı izzetin cisimleşmiş şekli gibidir. Medreselerde yaşadığı olaylardan tutun, Miran Reisi Mustafa Paşa'ya kafa tutmasına; Zaptıye Nazırı Şefik Paşa'ya posta koymasından tutun, Rus komutanın önünde ayağa kalkmamasına (ve oradan cumhuriyet devrinde Mustafa Kemal ve benzeri karakterlere karşı ortaya koyduğu duruşa) kadar onun hayatının tarifi; tam bir izzettir. Bediüzzaman, İslama ve müslümanlara yapılanlara karşı 'şiddetsiz bir izzetle' direnmiştir. Onun müsbet hareketinin tarifi de budur bence: Şiddetsiz ama izzetli bir direniş.
Yeni Said döneminde de bu duruşundan taviz vermez. Yüzdeyüz mahvolacağı ihtimaliyle yargılandığı Eskişehir Mahkemesinde ateşli bir şekilde tesettürü savunur. Savunmalarında asla geri adım atmaz. Sünnetten olduğu halde, sarığını asla başından çıkarmaz ve bu noktadaki tehditlere aldırmaz. Sabık devrin idarecilerine tavrını 5. Şua gibi eserlerle apaçık ortaya koyar.
Ama bunların ötesinde, bir noktada daha duruşu harikadır Bediüzzaman'ın. İstiğna mesleğini, ayet-i kerimedeki ifadeyle 'ümmetlerinden ücret istemeyen peygamberlerin' bir mesleği olarak kendine emanet bırakılmış görür. Hayatı boyunca, parasal yardımları kabul etmez. Çok az yer, çok az şeye ihtiyaç duyarak yaşar. Arttırabildikleriyle talebelerine tayınat dağıtır. Ama buna rağmen talebelerini birilerinden yardım istemeye, para dilenmeye, birşeyler toplamaya gönderdiği vaki değildir. Onların da istiğna mesleğiyle yaşamaya devam etmelerini ister.
Bediüzzaman öyle harika bir müslüman tablosu çizer ki, bu şekilde; hâzâ izzettir onun duruşu. Dünya onun elini, kolunu çevirip bükemez. Dünya ile işi minimum seviyededir. Kutsamaz onu. Amaca ulaşmak için zaruriyat haline getirmez. "Akıbet takva sahiplerinindir"den mülhem, süreç müslümanıdır Bediüzzaman. Sonuçların Allah'ın takdiri dairesinde gerçekleşeceğini bilir. Bu yüzden sırf sonuçlara çabuk ulaşayım diye süreçler boyunca eğilip bükülmez. Ne bileyim, işte mesela "Başörtüsü füruattandır" demez Eskişehir Mahkemesinde. İdam edilme ihtimaline karşı savunur onu. Çünkü süreci takvayla atlatmaktır onun düşüncesi. Takvayla sürecin hakkı verildikten sonra, varsın sonuç ele geçmesindir. Asıl akıbet, ahirettedir.
Burada bir nefes alalım. Size kendime dair birşey anlatayım: Ben, Fen Lisesi'ni, camia/cemaat'teki abiler sayesinde kazandım. O zaman bizim ilçeye gelen iki abi vardı. Nazım ve Savaş abiler. İlçemizdeki öğrenci yurdunda bizi sınava hazırlarlardı. Sınavı kazandım. Lisede de epey süre içlerindeydim. Habil ve Adem abileri anımsıyorum isim olarak. Daha nicelerini tanıdım. Hatta bir ara beni Hocaefendi'nin yanına göndermeye karar vermişlerdi. (Adem abinin lise binamıza kadar gelip bana bunu teklif ettiğini hatırlıyorum. Ben seçilmişim. Ama gitmedim.) Bilmiyorum niye? Büyük potansiyel mi görmüşlerdi bende? Neyse, olmadığını daha sonra gösterdim zaten.
Kurban derisi topladım. Zaman gazetesine abone bulma uğraşı içine girdim cami önlerinde. Yurtta saatlerce bulaşık yıkadığımı da hatırlarım. Yerleri süpürdüğümü de. Hatta tadilatı sırasında, inşaatında yardımcı olduğumu da. Bütün bunları yaptım. Fakat o günlerde bana en zor gelen; omuzumda birşeyler taşımak ve çalışmaktan ziyade; insanlardan birşeyler istemekti. Mesela kurban derisi toplamak. Mesela abone dilenmek. Dilenmek dememi mazur görün, ama çok can sıkıcı birşeydi.
Sonra dersaneye de takıldım bir dönem. Baktım ki, eğer parasal durumunuz iyi değilse, yani gariban bir aileden geliyorsanız, oralarda tutunmanın yolu abilerin emir-komuta zincirine girmektir. Yat deyince yatmak, kalk deyince kalkmaktır. Böylece dersanede idare edilirsiniz, indirim veya bursu kazanırsınız. Ama bu burs kesinlikle bedava değildir. Karşılığında onlara tüm mesainizi verirsiniz okul dışındaki. Yapılabilecek her işte sizi de kullanırlar. Siz onlara taze güç kaynağı olursunuz, onlar da size üniversiteyi kazandırırlar.
Bu sırada epey bir şekle girmiş olursunuz. Kurban derisi toplamaya çalışırken kurban kesenleri ikna etmek için taklalar atarsınız. Zaman gazetesine abone bulayım derken yine öyle. Burs ararsınız yakınlarınızda. Himmet toplantılarına bağışçı kazandırmaya çalışırsınız. Sohbete daha çok adam getirmeye gayret edersiniz. Abilerle ilişkiniz de 'itaat' eksenlidir. Ve bu sıkça sınanır. Mesela bir keresinde sabah namazından da önce top oynamaya çağrılırsınız. (Ben yaşadım.) Bir keresinde sırf abi öyle emretti diye yorgansız, döşeksiz; bir battaniye ile zeminde yatmanız istenir. (Ben yaşadım.) Bir keresinde abi sizi evden kovar ve kovunca gittiğiniz için size kızar. (Ben yaşadım.) Çünkü ışık evler, o kovsa bile terkedilmeyecek yerdir.
Namazlarınızı çizelge yapar verirsiniz. Tesbihatınızın hesabını verirsiniz. Kulluğunuz abilerin kontrolü altındadır. Her hafta okuduğunuz Hocafendi kitabının sayfa sayısını rapor edersiniz. Abilerin istemediği kitapları okuyamazsınız. İstemedikleri şeyleri izleyemezsiniz. İsterlerse, isimlerinizi değiştirirler, ailelerinizin bile telefonlarına çıkmazsınız. Abiler size bir üniversite kazandıracak ve orada barınma imkanı sağlayacaklar diye resmen her şekle girersiniz. Dilenirsiniz, öyle/böyle yaparlar onların istediği şekilde yön değiştirirsiniz. Önceki abi ile sonraki abiniz farklı düşünür bir meselede, hemen düşünmeden esnersiniz. Evlerde korkmayı da öğretiler size. Tedbir yapmayı, özgüvensiz ve izzetsiz olmak seviyesinde âdet edinirsiniz. Utanırsınız kimliğinizden neredeyse. Sonra 2008 yılında elinde Risale, otobüste açıktan okuyan birisini "Kardeşim, yanlış yapıyorsun, tedbire uygun değil" diye uyarmak gereği duyarsınız. (Ben yaşadım.)
Yani tam anlamıyla plastik top olursunuz. Bir istişare kararı gelir saldırırsınız birşeye. Başka bir istişare kararı gelir saldırırsınız öbür şeye. Kendiniz sorgulamazsınız. Sorgulayanı sevmezler zaten. Çok soru soran, itiraz eden makbul değildir. Bediüzzaman hasbelkader düşmüş olsa o dersaneye, medreselerde yaşadığı sorunların bin beterini yaşaması işten bile değildir.
İyi şeyler olmuyor mudur? Mutlaka oluyordur. Ama diğer taraftan, izzetli müslüman duruşundan verilen korkunç tavizler de vardır. Küçük ölçekte insanların önünde dilenci ve takiyyeci konumuna gelirsiniz; büyük ölçekte küresel zemindeki hizmetler sekteye uğramasın diye katmerli zalimlerin zalimlerini yüzlerine haykıramazsınız. (Mavi Marmara'ya eyvallah edersiniz mesela.) İzzet uçar gider böylece. Geriye korku kalır. Grup psikolojisi kalır. Abilerin işaretleri kalır. Hocaefendi'nin kerametleri kalır. Onu o kadar yüceltirsiniz ki, o hatasızdır. Hatasız olmasını da dilersiniz içinizden. Çünkü o esnemeleri, rüküşlükleri, izzetsizlikleri, hızlı fikir değişikliklerini, ezilmeyi başka türlü kendinize, vicdanınıza anlatamazsınız. O hatasız olmalıdır ki, yaşamınız tümüyle hata olmasın.
Borçlanırsınız böylece sürekli. Zaten hizmetin/camianın/cemaatin adam kazanma şekli, Bediüzzaman'ın mesleğinde olduğu gibi ikna değildir. Böyle kazanılmış insan belki yüzbinde birdir. Genelde fakir fukara çocuklarını, ama yetenekli çocuklarını, borçlandırarak kazanırlar. Size, siz istemediğiniz halde, o kadar çok iyilik yaparlar ki; artık o iyiliklerin esiri olursunuz. Sonra da bu esaretiniz tam olduysa, yününüzü kırpmaya başlarlar. Nereye giderseniz gidin, hangi mevkide çalışırsanız çalışın, o borç hep sırtınızdadır. Abilere konumuza göre tekmil vermeye devam edersiniz. (MİT krizi biraz bununla alakalıydı.) Çünkü cemaatle ayrı düşmek, size cehenneme gitmekle eş gösterilmiştir. Daireden atılanlara kurtuluş kapısı yoktur. Daire dışında İslam da kalamazsınız. Zaten onların ilişki ağında varsanız, var olamazsınız artık. Bitirirler sizi. Bir banlanırsanız, kimse sizinle iş yapmaz olur. Bu borçlandırmanın üzerine ilave edilmiş ikinci yönetim şekli, yani korkudur.
Neyse, özetle şunu diyecektim aslında: Bugün Erdoğan neden dersaneleri kapatmak istiyor? Bence bunun Erdoğan'ın ve Hocaefendi'nin temsil ettiği müslüman profilleriyle büyük bağlantısı var. Bir tarafta Bediüzzaman gibi bükülmeyi sevmeyen ve zor zamanlarda dik durduğuna âlem şahit bir siyasi karakter; diğer tarafta sınandığı vakitlerde söyleminde büyük açıklar vermiş, ama bunun cemaat içinde dile getirilmesi ve kabullenilmesi yasak bir kanaat önderi. İzzetsiz İslam ve İzzetli İslam. Elbet bir gün içlerinde farkı ortaya koyacaklardı. Sanıyorum bütün bu tartışmaların ötesinde ve içerisinde bu var. İki tarafın da İslam olduğu üzerine hemfikirim. Fakat ne yalan söyleyeyim, ben Bediüzzaman'ı biraz da eğilmediği için seviyorum. Zor zamanlarda bükülmediği için. Oyumu yine Erdoğan'a vereceğim. Kanaat-i şahsiyemdir. Kimseyi bağlamaz. Bu arada, baştaki ordu ve mecburi askerlik örneğimi yazının geri kalanında bir yere koyabildiniz mi?
10 Kasım 2013 Pazar
Neden Hrant Dink?
"Irkçılık, değer yargılarımızı ne kadar etkiler?" 1996 yapımı Öldürme Zamanı (A Time to Kill) filminin gündemimize soktuğu en sağlam soru buydu. Çok sayıda ünlü oyuncuyu kadrosunda barındıran film, savunma avukatının mahkemede yaptığı konuşma ile meşhurdu. Siyahi bir kız çocuğunun ırkçı beyazların saldırısına uğramasının ardından yaşananları aktaran filmde, Matthew McConaughey'in canlandırdığı avukat, küçük kızın başına gelenleri aktardıktan sonra, sözlerini şöyle sonlandırıyordu: "Şimdi o çocuğun beyaz bir kız çocuğu olduğunu düşünün."
Bediüzzaman'ın Kur'an kıssalarına bakışta vurguladığı birşey var: Onları sadece kıssa olarak görmemeyi, içlerinde küllî düsturların aramayı öğütlüyor sıklıkla. 20. Söz'de en açık ifadesini bulan bu hakikat, sair sözlerde de (özellikle Kur'an'daki tekraratın hikmetinin anlatıldığı yerlerde) vurgulanıyor. 20. Söz'deki şekliyse şöyle: "(...) bil ki, Kur'ân-ı Hakîm'de bâzı hâdisât-ı tarihiye sûretinde zikredilen cüz'î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır."
Başka bir yerde bu küllî düsturların miktarını makam sayısınca da arttırıyor: "Demek tekerrür zannedilen, hakikatte tekerrür değildir. (...) o ayrı ayrı hikmetleri, nükteleri, gayeleri ifade eden tekrarlı kelamlar, yalnız ibarece, lafızca birbirine benzedikleri için tekrar zannedilir. Hatta kıssa-i Musa, çok meziyetleri ve hikmetleri müştemildir. Her makamda o makama münasip bir vecihle zikredilmesi, ayn-ı belagattir."
Yani kıssa-yı Musa hangi sûrede, hangi makamda geçiyorsa; oraya münasip bir küllî düsturu anlatıyor bizlere. Bir tane değil, çok tane. Kıssa aynı olsa da her yerde dersi farklı. (Burada parantez içi bir bilgi daha vereyim: Hz. Musa aleyhisselamın kıssası Kur'an'da en çok tekrar edilen kıssadır.)
Ben bu kıssa dersini ilk Kenan Demirtaş abiden aldığım için onun bir örneğini unutamam. Newton'un başına elma düşmesi hadisesiyle bu meseleyi izah eden Kenan abi, şöyle demişti o zamanlar: "Nasıl ki, Newton'un başına elma düşmesi, sadece bir elma düşmesinden ibaret değildir; yani kıssanın içini bilen hemen aklına yerçekimi kanununu getirir; öyle de Kur'an kıssaları da böyle küllî kanunların uçları hükmünde, her zaman ve her yerde geçerli dersleri saklarlar içlerinde."
Ben de Kur'an'a hep bu açıyla bakmaya çalışıyorum o dersten sonra. Bugünlerde okuduğum Müminûn sûresi de bana—belki sırf öyle baktığım için—bir güzel yüzünü daha gösterdi. Yine anlatılan kıssa-yı Musa'ydı. Kardeşi Harun'la, Firavun'a gittikten sonra, Firavun kavminin haklarında söyledikleri aktarılıyordu. Şöyle diyordu 47. ayeti: "Bu yüzden, 'Kavimleri bize köle iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız?' dediler."
Daha önce de bu konu hakkında bir yazı yazdım. Okuyanlar bilirler. Hz. Musa ve Firavun'un kıssasında ırkçılık ve ulus-devlet zihin kodları bağlamında büyük dersler olduğunu düşünüyorum ben. Burada da duydukları hakikati reddeden bir kavmin, bunu reddediş gerekçesinin altı çiziliyor adeta: 'Kavimleri bize köle iken...' Adeta, muhatap oldukları mürşidlerin ait oldukları kavmin, o dönemde kendi kast sistemlerinde aşağıda olmasını, onların hakikatsizliklerine bir delil olarak anıyorlar. Ki bilirsiniz: O dönemde İsrailoğulları, Mısırlıların köleleri hükmünde alt bir sınıf idiler.
Ne ilginçtir ki; Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın Mekke'de başlayan tebliği de şirk önderleri tarafından yine sırf bu gerekçelerle inkâr edilmişti. Velid gibi, Ebu Cehil gibi bazılarının, peygamberliğini reddetmedikleri, ancak kendilerine değil de Haşimoğulları'nın yetimine nübüvvetin gelmesini kaldıramadıklarını rivayet edilir.
Galiba kendini üst gören kavimlerin, milletlerin uğradığı imtihanlardan birisi de budur: Aşağıda gördükleri kavimlerin içinden çıkan mürşidlerle irşad edilme. Tarih boyunca görülmüştür ki, üst sınıflar(!) bu imtihanı aşmakta zorlanmışlardır. Çünkü, Ene Risalesi'ndeki ifadesiyle; "(...) nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder." Sırf kendi milletinden olduğu için haksızı savunurken, yine kendi milletinden olmadığı için haklıyı haksız bulur. Hatta Allah'ı bile sırf kendi kavminin hakkını gözetmediğini düşündüğü için haksızlıkla suçlayabilir.
Şualar'daki mahkeme savunmalarında da Bediüzzaman, o zamanın Firavunları tarafından kimliği üzerinden geliştirilen benzeri iddiaları anar ve onlara cevaplar verir: "(...) bütün âsârıyla İslâmiyetin uhuvvetine ve Müslümanların birbirine muhabbetine çalışan (...) bir adam hakkında, sâbık vali resmî lisanla ihanet için propaganda yapmak ve dostlarını ürkütmek için 'O Kürttür, siz Türksünüz. O Şâfiîdir, siz Hanefîsiniz' deyip, herkesi ürkütüp ondan çekindirmeye çalışması (...) hangi kanun buna müsaade eder?"
Demek ki; başta sorduğumuz "Irkçılık, değer yargılarımızı ne kadar etkiler?" sorusu, aslında Kur'an'ın bize her zaman nefsimize sormamızı teklif ettiği ve cevabı "Evet, etkiler..." ise bununla mücadele etmemizi salık verdiği birşeydir. Ki, zikrettiğimiz sûrenin, aynı sayfadaki ilk ayeti şöyle der: "Hiçbir ümmet, kendi ecelinin önüne geçemez, onu geciktiremez de..." Yani insanlar gibi ümmetler de, milletler de ölümlüdür. Ölümün herkesi insan olmak zemininde eşitlediği bir dünyada, üstünlük hangi bulanık aklın iddiasıdır?
Belki bazılarına tuhaf bir bağlantı gibi gelebilir, ama yine Firavunane asabiyetlerin arttığı ve deşildiği bir dönemde, başka birisinin değil de Hrant Dink'in öldürülmesi bu noktada manidardır. Çünkü Hrant Dink, aynı zihniyet için sadece 'doğruyu söyleyen birisi' değil; aynı zamanda 'aşağı görülen bir milletten doğruyu söyleyen birisi'dir.
Hepimiz Türkiyeliyiz. Ve biliyoruz ki; bu topraklarda Ermeni demek, bir zamanlar bir hakaret etme şekli olarak kullanılırdı. (Belki bazıları için halen öyle.) Şimdi utanarak andığım bu hatıralar, Kur'an'a bakarken bazı bazı kurşun yemiş gibi sarsılmama neden oluyor. Biz bu kafada kalırsak, İsrailoğullarını aşağılayan kavm-i Firavun'dan ne farkımız olur? Matthew McConaughey'in o cümlesi, farklı versiyonlarıyla hepimiz için geçerli. Herkes elini kalbinin üzerine koysun ve kendi cümlesini düşünsün.
Bediüzzaman'ın Kur'an kıssalarına bakışta vurguladığı birşey var: Onları sadece kıssa olarak görmemeyi, içlerinde küllî düsturların aramayı öğütlüyor sıklıkla. 20. Söz'de en açık ifadesini bulan bu hakikat, sair sözlerde de (özellikle Kur'an'daki tekraratın hikmetinin anlatıldığı yerlerde) vurgulanıyor. 20. Söz'deki şekliyse şöyle: "(...) bil ki, Kur'ân-ı Hakîm'de bâzı hâdisât-ı tarihiye sûretinde zikredilen cüz'î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır."
Başka bir yerde bu küllî düsturların miktarını makam sayısınca da arttırıyor: "Demek tekerrür zannedilen, hakikatte tekerrür değildir. (...) o ayrı ayrı hikmetleri, nükteleri, gayeleri ifade eden tekrarlı kelamlar, yalnız ibarece, lafızca birbirine benzedikleri için tekrar zannedilir. Hatta kıssa-i Musa, çok meziyetleri ve hikmetleri müştemildir. Her makamda o makama münasip bir vecihle zikredilmesi, ayn-ı belagattir."
Yani kıssa-yı Musa hangi sûrede, hangi makamda geçiyorsa; oraya münasip bir küllî düsturu anlatıyor bizlere. Bir tane değil, çok tane. Kıssa aynı olsa da her yerde dersi farklı. (Burada parantez içi bir bilgi daha vereyim: Hz. Musa aleyhisselamın kıssası Kur'an'da en çok tekrar edilen kıssadır.)
Ben bu kıssa dersini ilk Kenan Demirtaş abiden aldığım için onun bir örneğini unutamam. Newton'un başına elma düşmesi hadisesiyle bu meseleyi izah eden Kenan abi, şöyle demişti o zamanlar: "Nasıl ki, Newton'un başına elma düşmesi, sadece bir elma düşmesinden ibaret değildir; yani kıssanın içini bilen hemen aklına yerçekimi kanununu getirir; öyle de Kur'an kıssaları da böyle küllî kanunların uçları hükmünde, her zaman ve her yerde geçerli dersleri saklarlar içlerinde."
Ben de Kur'an'a hep bu açıyla bakmaya çalışıyorum o dersten sonra. Bugünlerde okuduğum Müminûn sûresi de bana—belki sırf öyle baktığım için—bir güzel yüzünü daha gösterdi. Yine anlatılan kıssa-yı Musa'ydı. Kardeşi Harun'la, Firavun'a gittikten sonra, Firavun kavminin haklarında söyledikleri aktarılıyordu. Şöyle diyordu 47. ayeti: "Bu yüzden, 'Kavimleri bize köle iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız?' dediler."
Daha önce de bu konu hakkında bir yazı yazdım. Okuyanlar bilirler. Hz. Musa ve Firavun'un kıssasında ırkçılık ve ulus-devlet zihin kodları bağlamında büyük dersler olduğunu düşünüyorum ben. Burada da duydukları hakikati reddeden bir kavmin, bunu reddediş gerekçesinin altı çiziliyor adeta: 'Kavimleri bize köle iken...' Adeta, muhatap oldukları mürşidlerin ait oldukları kavmin, o dönemde kendi kast sistemlerinde aşağıda olmasını, onların hakikatsizliklerine bir delil olarak anıyorlar. Ki bilirsiniz: O dönemde İsrailoğulları, Mısırlıların köleleri hükmünde alt bir sınıf idiler.
Ne ilginçtir ki; Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın Mekke'de başlayan tebliği de şirk önderleri tarafından yine sırf bu gerekçelerle inkâr edilmişti. Velid gibi, Ebu Cehil gibi bazılarının, peygamberliğini reddetmedikleri, ancak kendilerine değil de Haşimoğulları'nın yetimine nübüvvetin gelmesini kaldıramadıklarını rivayet edilir.
Galiba kendini üst gören kavimlerin, milletlerin uğradığı imtihanlardan birisi de budur: Aşağıda gördükleri kavimlerin içinden çıkan mürşidlerle irşad edilme. Tarih boyunca görülmüştür ki, üst sınıflar(!) bu imtihanı aşmakta zorlanmışlardır. Çünkü, Ene Risalesi'ndeki ifadesiyle; "(...) nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder." Sırf kendi milletinden olduğu için haksızı savunurken, yine kendi milletinden olmadığı için haklıyı haksız bulur. Hatta Allah'ı bile sırf kendi kavminin hakkını gözetmediğini düşündüğü için haksızlıkla suçlayabilir.
Şualar'daki mahkeme savunmalarında da Bediüzzaman, o zamanın Firavunları tarafından kimliği üzerinden geliştirilen benzeri iddiaları anar ve onlara cevaplar verir: "(...) bütün âsârıyla İslâmiyetin uhuvvetine ve Müslümanların birbirine muhabbetine çalışan (...) bir adam hakkında, sâbık vali resmî lisanla ihanet için propaganda yapmak ve dostlarını ürkütmek için 'O Kürttür, siz Türksünüz. O Şâfiîdir, siz Hanefîsiniz' deyip, herkesi ürkütüp ondan çekindirmeye çalışması (...) hangi kanun buna müsaade eder?"
Demek ki; başta sorduğumuz "Irkçılık, değer yargılarımızı ne kadar etkiler?" sorusu, aslında Kur'an'ın bize her zaman nefsimize sormamızı teklif ettiği ve cevabı "Evet, etkiler..." ise bununla mücadele etmemizi salık verdiği birşeydir. Ki, zikrettiğimiz sûrenin, aynı sayfadaki ilk ayeti şöyle der: "Hiçbir ümmet, kendi ecelinin önüne geçemez, onu geciktiremez de..." Yani insanlar gibi ümmetler de, milletler de ölümlüdür. Ölümün herkesi insan olmak zemininde eşitlediği bir dünyada, üstünlük hangi bulanık aklın iddiasıdır?
Belki bazılarına tuhaf bir bağlantı gibi gelebilir, ama yine Firavunane asabiyetlerin arttığı ve deşildiği bir dönemde, başka birisinin değil de Hrant Dink'in öldürülmesi bu noktada manidardır. Çünkü Hrant Dink, aynı zihniyet için sadece 'doğruyu söyleyen birisi' değil; aynı zamanda 'aşağı görülen bir milletten doğruyu söyleyen birisi'dir.
Hepimiz Türkiyeliyiz. Ve biliyoruz ki; bu topraklarda Ermeni demek, bir zamanlar bir hakaret etme şekli olarak kullanılırdı. (Belki bazıları için halen öyle.) Şimdi utanarak andığım bu hatıralar, Kur'an'a bakarken bazı bazı kurşun yemiş gibi sarsılmama neden oluyor. Biz bu kafada kalırsak, İsrailoğullarını aşağılayan kavm-i Firavun'dan ne farkımız olur? Matthew McConaughey'in o cümlesi, farklı versiyonlarıyla hepimiz için geçerli. Herkes elini kalbinin üzerine koysun ve kendi cümlesini düşünsün.
6 Kasım 2013 Çarşamba
Zerre Risalesi'ni neden okumalıyız?
"Modern felsefe, termodinamiğin ikinci kanunu altında enkaza dönmüştür." (William Inge)
Matrix (1999) filmini anımsarsınız. Eğilenin kaşık mı, insan mı olduğu üzerine; daha doğrusu ‘eşyayı/varlığı idrakin’ insanın düşünce yapısını ne denli etkileyebileceği üzerine örnek bir filmdi. Sanıyorum ben gibi çokları ilk izleyişlerinde anlamadıkları üzerine yakınmışlardır. Bu yüzden, genelde Matrix izleyicisi, filmi en aşağı iki kez izlemiştir. Ben—abartısız—yedi kez izledim. Her izleyişimde de yeni şeyler çıkardım kendimce.
Bu filmin, bendeki tesirinden öte, çevremde de enteresan etkilerini gördüm. Mesela; filmin konusundan çok etkilenip yakınındaki hocaefendilere; “Hocam, algıladığımız herşey, Matrix filmindeki gibi hayal olabilir mi?” diye soranları duydum. Bundan başka; “O film insanın itikadını kötü etkileyebiliyormuş!” diye filme gidilmemesini tavsiye edenleri gördüm. Abartmıyorum inanın, filmdeki ‘eşya/varlık algısından’ böylesine endişe duyanlar vardı. Bir de eline kaşık alıp nazar ederek bükmeye çalışanlar oldu ayrıca. Tabii onlar görece masum çabalardı.
Matrix bizi öylece beklesin biraz. Daha başka birşey anlatayım: Birkaç yıl önce, Cern deneylerinin netameli zamanlarında, İlim ve Kültür Vakfının bir seminerine gitmiştim. (2011'di sanırım.) Seminerin konusu, Cern’dü. Bir saate yakın Cern’de yapılmak istenen ve bunun ‘eşya algımıza’ katacakları anlatıldı. Kendi adıma, çok istifade ettiğimi belirtmeliyim.
Ama soru/cevap faslı başladığında semineri dinleyenlerden büyük bir kısmının bu büyük deneyi küçümsediklerini gördüm. Hatta içlerinden “Tanrı parçacığı bulacaklarmış. Peh! Bulacaklar da ne olacak sanki?” diyenler oldu. (Hatta söz alanlardan birisi tarafından enfüsî tefekkür övülerek, bu tarz afakî tefekkürler neredeyse aşağılandı.) Soru işaretleriyle bitirdiğim o geceyi, daha sonra Bediüzzaman’ın Emirdağ Lahikası’ndaki bir ifadesiyle anladım. Diyordu ki orada Üstad:
“(...) Evet, nasıl ki ehl-i tarikat, seyr-i enfüsî ve afakî ile marifet-i İlahiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolunu enfüside, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar. Aynen öyle de, yüksek ehl-i hakikat dahi, marifet ve tasavvur değil, belki ondan çok ali ve kıymetli olan İman ve tasdikte, iki cadde ile hareket etmişler...”
Buranın devamında Bediüzzaman her iki mesleğin de tarifini yapıyor ve o mesleğe yönelik telif ettiği eserleri söylüyordu. Mesela; afakî tefekkürün ifadesi Ayetü’l-Kübra iken; enfüsî tefekkürün bir ürünü, Ene Risalesi’ydi. Ancak Bediüzzaman da enfüsî olan tefekkürün sırr-ı akrebiyete baktığını ifade ile daha üst bir tefekkür şekli olduğunun altını çiziyordu. Fakat dikkat: Afakîyi ötelemeden, ona dair şeyler de telif etmeyi ihmal etmeden...
Sanıyorum, Bediüzzaman’ın bu iki tefekkür şeklini (birden) neden önemsediğini, yalnız birisinden neden gitmediğini sonunda anladım. İki şey vesile oldu bunu anlamama. Bir kitap ve bir seminer. Kitapla başlayalım: Geçtiğimiz hafta Caner Taslaman’ın Modern Bilim, Felsefe ve Tanrı: Entropi, İzafiyet, Kuantum, Beden-Ruh Dualizmi isimli kitabını okudum. O kitapta Taslaman Hoca, tekrar be tekrar birşeye dikkat çekiyordu aslında:
Fiziğin (afakî tefekkürün) atladığı her eşik, çıkardığı her yeni teori; bir diğer ucuyla felsefeye ve teolojiye (enfüsî olana) de dokunuyor; birşeylerin anlaşılmasında veya inkârında bir dayanak haline geliyordu. Hatta—mesela 138. sayfada—Kant ve dönemi filozoflarının felsefelerini inşa ederken Newton fiziğinden ne denli etkilendikleri aktarılıyordu okurlara. Başka bir yerde "Determinist evrende boşluk yoktur. (...) Bu tip bir evrende Tanrının müdahalesinin nasıl gerçekleştiği sorunu karşımıza çıkar..." diyerek determinizmin tetiklediği inanç sorunlarına parmak basılıyordu. Yine Einstein’in izafiyet teorisini bulmasıyla bunun yaratılış, zaman ve kader noktasında ne büyük idrak kolaylıkları sağladığı, ne tür sorularımıza cevap verebildiğini anlatılıyordu.
Tam da bu kitabı okuduğum hafta, Metin Karabaşoğlu abinin Ekim ayı Karakalem seminerine katıldım. O seminerin konusu da Bediüzzaman’ın güzel bakmak mesleği ile ilintiliydi. Bu kavramdan hareketle bütün külliyatı tarayan Metin abi, bize güzel bakmanın farklı yöntemlerini ve şekillerini gösterdi. Hatta en nihayet vardığımız sonuç (bencileyin) şu oldu:
“Bir insan varlıkla ilişkisinde sorunlar/kavgalar varsa, onun mutlaka Allah’la ilişkisinde de sorunlar vardır. Allah’la imanî düzlemde kurulmuş tam ve sorunsuz bir ilişki, varlığa da/kadere de güzel bakmayı ve onunla da kavgasız yaşamayı beraberinde getirir. Nitekim İslam büyüklerinin hayatları da bu ‘zaten güzel olanı, güzel görme’ mesleğinin delillerini oluşturur.”
Bu sonuçla birlikte benim afakî tefekküre bakışım da değişti. Ona daha fazla saygı ve ihtiyaç duymaya başladım. Hatta bu noktadan hareketle Bediüzzaman’ın Zerre Risalesi, Ayetü’l-Kübra ve Münacaat Risalesi gibi eşyadan marifet çıkarma üzerine yazılmış eserlerinin önemini kavradım. Eğer eşya algısı/afakî tefekkür bu denli insanın enfüsünü etkiliyorsa; Caner Taslaman'ın dikkat çektiği şekilde teolojik karşılıkları varsa; elbette yalnızca enfüsî tefekkürde kalmamak; afakî tefekkürü de yapmak gerekirdi. Ve belki Metin abinin sık sık naklettiği şu hadis-i şerifin sırrı da buydu: "Allahım, bana eşyanın hakikatini göster."
Fakat Mesnevi’deki bir nüas dikkatimiz çekiyordu burada da: “Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilatlı, afakî tefekkürde ise icmalî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır...” Yani afakta icmalî/bütüncül bakmalı; enfüste ise derinlere dalınmalıydı. Ancak yine de ikisi birden lazımdı bize. Birisini küçük görmek, diğerindeki marifeti övmek, eksik algıyı doğuruyordu. O zaman da izlediği bir filmin ardından şüphelere düşenler oluyordu elbette. Çünkü kevn ve kalp, birbirinin aynasıydı.
Matrix (1999) filmini anımsarsınız. Eğilenin kaşık mı, insan mı olduğu üzerine; daha doğrusu ‘eşyayı/varlığı idrakin’ insanın düşünce yapısını ne denli etkileyebileceği üzerine örnek bir filmdi. Sanıyorum ben gibi çokları ilk izleyişlerinde anlamadıkları üzerine yakınmışlardır. Bu yüzden, genelde Matrix izleyicisi, filmi en aşağı iki kez izlemiştir. Ben—abartısız—yedi kez izledim. Her izleyişimde de yeni şeyler çıkardım kendimce.
Bu filmin, bendeki tesirinden öte, çevremde de enteresan etkilerini gördüm. Mesela; filmin konusundan çok etkilenip yakınındaki hocaefendilere; “Hocam, algıladığımız herşey, Matrix filmindeki gibi hayal olabilir mi?” diye soranları duydum. Bundan başka; “O film insanın itikadını kötü etkileyebiliyormuş!” diye filme gidilmemesini tavsiye edenleri gördüm. Abartmıyorum inanın, filmdeki ‘eşya/varlık algısından’ böylesine endişe duyanlar vardı. Bir de eline kaşık alıp nazar ederek bükmeye çalışanlar oldu ayrıca. Tabii onlar görece masum çabalardı.
Matrix bizi öylece beklesin biraz. Daha başka birşey anlatayım: Birkaç yıl önce, Cern deneylerinin netameli zamanlarında, İlim ve Kültür Vakfının bir seminerine gitmiştim. (2011'di sanırım.) Seminerin konusu, Cern’dü. Bir saate yakın Cern’de yapılmak istenen ve bunun ‘eşya algımıza’ katacakları anlatıldı. Kendi adıma, çok istifade ettiğimi belirtmeliyim.
Ama soru/cevap faslı başladığında semineri dinleyenlerden büyük bir kısmının bu büyük deneyi küçümsediklerini gördüm. Hatta içlerinden “Tanrı parçacığı bulacaklarmış. Peh! Bulacaklar da ne olacak sanki?” diyenler oldu. (Hatta söz alanlardan birisi tarafından enfüsî tefekkür övülerek, bu tarz afakî tefekkürler neredeyse aşağılandı.) Soru işaretleriyle bitirdiğim o geceyi, daha sonra Bediüzzaman’ın Emirdağ Lahikası’ndaki bir ifadesiyle anladım. Diyordu ki orada Üstad:
“(...) Evet, nasıl ki ehl-i tarikat, seyr-i enfüsî ve afakî ile marifet-i İlahiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolunu enfüside, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar. Aynen öyle de, yüksek ehl-i hakikat dahi, marifet ve tasavvur değil, belki ondan çok ali ve kıymetli olan İman ve tasdikte, iki cadde ile hareket etmişler...”
Buranın devamında Bediüzzaman her iki mesleğin de tarifini yapıyor ve o mesleğe yönelik telif ettiği eserleri söylüyordu. Mesela; afakî tefekkürün ifadesi Ayetü’l-Kübra iken; enfüsî tefekkürün bir ürünü, Ene Risalesi’ydi. Ancak Bediüzzaman da enfüsî olan tefekkürün sırr-ı akrebiyete baktığını ifade ile daha üst bir tefekkür şekli olduğunun altını çiziyordu. Fakat dikkat: Afakîyi ötelemeden, ona dair şeyler de telif etmeyi ihmal etmeden...
Sanıyorum, Bediüzzaman’ın bu iki tefekkür şeklini (birden) neden önemsediğini, yalnız birisinden neden gitmediğini sonunda anladım. İki şey vesile oldu bunu anlamama. Bir kitap ve bir seminer. Kitapla başlayalım: Geçtiğimiz hafta Caner Taslaman’ın Modern Bilim, Felsefe ve Tanrı: Entropi, İzafiyet, Kuantum, Beden-Ruh Dualizmi isimli kitabını okudum. O kitapta Taslaman Hoca, tekrar be tekrar birşeye dikkat çekiyordu aslında:
Fiziğin (afakî tefekkürün) atladığı her eşik, çıkardığı her yeni teori; bir diğer ucuyla felsefeye ve teolojiye (enfüsî olana) de dokunuyor; birşeylerin anlaşılmasında veya inkârında bir dayanak haline geliyordu. Hatta—mesela 138. sayfada—Kant ve dönemi filozoflarının felsefelerini inşa ederken Newton fiziğinden ne denli etkilendikleri aktarılıyordu okurlara. Başka bir yerde "Determinist evrende boşluk yoktur. (...) Bu tip bir evrende Tanrının müdahalesinin nasıl gerçekleştiği sorunu karşımıza çıkar..." diyerek determinizmin tetiklediği inanç sorunlarına parmak basılıyordu. Yine Einstein’in izafiyet teorisini bulmasıyla bunun yaratılış, zaman ve kader noktasında ne büyük idrak kolaylıkları sağladığı, ne tür sorularımıza cevap verebildiğini anlatılıyordu.
Tam da bu kitabı okuduğum hafta, Metin Karabaşoğlu abinin Ekim ayı Karakalem seminerine katıldım. O seminerin konusu da Bediüzzaman’ın güzel bakmak mesleği ile ilintiliydi. Bu kavramdan hareketle bütün külliyatı tarayan Metin abi, bize güzel bakmanın farklı yöntemlerini ve şekillerini gösterdi. Hatta en nihayet vardığımız sonuç (bencileyin) şu oldu:
“Bir insan varlıkla ilişkisinde sorunlar/kavgalar varsa, onun mutlaka Allah’la ilişkisinde de sorunlar vardır. Allah’la imanî düzlemde kurulmuş tam ve sorunsuz bir ilişki, varlığa da/kadere de güzel bakmayı ve onunla da kavgasız yaşamayı beraberinde getirir. Nitekim İslam büyüklerinin hayatları da bu ‘zaten güzel olanı, güzel görme’ mesleğinin delillerini oluşturur.”
Bu sonuçla birlikte benim afakî tefekküre bakışım da değişti. Ona daha fazla saygı ve ihtiyaç duymaya başladım. Hatta bu noktadan hareketle Bediüzzaman’ın Zerre Risalesi, Ayetü’l-Kübra ve Münacaat Risalesi gibi eşyadan marifet çıkarma üzerine yazılmış eserlerinin önemini kavradım. Eğer eşya algısı/afakî tefekkür bu denli insanın enfüsünü etkiliyorsa; Caner Taslaman'ın dikkat çektiği şekilde teolojik karşılıkları varsa; elbette yalnızca enfüsî tefekkürde kalmamak; afakî tefekkürü de yapmak gerekirdi. Ve belki Metin abinin sık sık naklettiği şu hadis-i şerifin sırrı da buydu: "Allahım, bana eşyanın hakikatini göster."
Fakat Mesnevi’deki bir nüas dikkatimiz çekiyordu burada da: “Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilatlı, afakî tefekkürde ise icmalî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır...” Yani afakta icmalî/bütüncül bakmalı; enfüste ise derinlere dalınmalıydı. Ancak yine de ikisi birden lazımdı bize. Birisini küçük görmek, diğerindeki marifeti övmek, eksik algıyı doğuruyordu. O zaman da izlediği bir filmin ardından şüphelere düşenler oluyordu elbette. Çünkü kevn ve kalp, birbirinin aynasıydı.
31 Ekim 2013 Perşembe
Belki de bütün varlığım bir titreyişten ibaret
Fringe, özellikle ilk sezonlarıyla ilginç bir diziydi. Çok havai şeyler söyledikleri gibi; bazen bilmediğimiz bilimsel detayları da anlatıyorlardı. Hatta bir bölümünde de yaydığı titreşimden hareketle kayıp birisini bulmuşlardı. Meğer her varlık etrafına bir titreşim yayarmış. Hiçbirimizin yaydığı titreşim de diğerine benzemezmiş. Bir nevi parmak izi, ses izi veya retina kalınlığı gibi birşeymiş o da. Tabii günümüz teknolojisinde bu kadar hassas bir titreşim algılayıcı yok. Ama dizide vardı. Ve ilk kez o bölüm vesilesiyle duymuştum Sicim Teorisini.
Sicim Teorisi, ilk kez 1968'de ortaya atılan birşey; 'maddenin temel yapıtaşlarının kalbinde titreşen çok küçük bir enerji iplikçiği' olduğunu savunuyor. İlk kez İtalyan bilim adamı Gabriele Veneziano tarafından ortaya atılmış. Şöyle ifade edeyim en özet: 'Şayet bir atom, güneş sistemi kadar büyültülebilseymiş, titreşen sicimin ancak bir ağaç kadar olacağı' tahmin ediliyormuş. Bilim insanları bu teorinin ispatlanmasının mümkün olmadığını düşünmekle birlikte, en azından bir yerden bir yere titreşerek akan bu sicimlerin/enerji ipliklerinin makro ve mikro âlem arasındaki çelişkilere cevap verebileceğini düşünüyorlar. Yine de hepsi teori işte. İspatlanmış birşey yok.
Benim açımdan meselenin kıymetli kısmı, enerji ve madde arasında Einstein'dan itibaren kurulan bağıntı. Hepimizin lisede ezber ettiği e=mc2 formülü bunun en bilinen ifadesi. Bu formülle birlikte madde ve enerji birbirine kuyruğundan bağlanıyor. Madde yoğunlaşmış enerjiyi ifade ederken, enerji de seyreltilmiş maddeyi ifade ediyor. Enerjinin bir yerden bir yere akan bir hareket olduğunu düşünürseniz o zaman şöyle bir sonuca varıyorsunuz: Madde aslında yoğunlaşmış bir harekât, harekât ise seyreltilmiş bir madde. İzafiyet teorisi ise bunu bir üst boyuta taşıyarak maddeyi de zamana bağlıyor. Eğer ışık hızına çıkabilirseniz, sizin yaşayacağınız birkaç sene dünyanın yüzyıllarına denk gelebilir. Çünkü birşey hızlandıkça, onun için zaman yavaşlar.
Maddenin modern fiziğin yeni yeni keşifleriyle latifleştikçe ben kendimi ism-i Kayyuma daha yaklaşmış hissediyorum. Ancak Allah'ın varlığını devam ettirmesiyle herşeyin varolabildiğini ifade eden Kayyum ismi, Risale-i Nur'da da önemli bir yere sahip. Lem'alar isimli eserinin sonlarına doğru ism-i âzam sırrını içinde saklayan altı ismi izah eden Bediüzzaman; ilk dördü için (Kuddus, Hakem, Adl, Ferd) 'İsm-i Azamın altı nurundan bir nuru...' ifadesini kullanırken, son ikisi için (Hayy, Kayyum) 'İsm-i Âzamın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru...' ifadesini kullanıyor. Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız Risale okumaları sırasında (bu ve benzeri birçok delille) önemine sıklıkla atıf yaptığı Kayyum ismi, sanıyorum çoğu düğümümüzün anahtarı. Kulluk idrakinin de önemli bir parçası, onun tefekkürü...
Aslında bu pencereden bakarsak, Hastalar Risalesi gibi pekçok eser de bize Kayyum isminin sırlarını ders veriyor. Kayyum isminin iki türlü tecellisi; yani var olmalar ve ardından tekrar yok olmalar (ve sonra tekrar var olmalar); esmanın da tamamını (kanaatimce) celal ve cemal yönüyle kuşatmış durumda. Allah'ın, her an varlığını devam ettirmesiyle ancak var olabilen şu varlık, her an fenaya gidiyor ve her an yeniden var oluyor. Varlığımız bu gelmeler ve gitmelerden kaynaklanan bir titreşim yığını gibi. Zerre Risalesi'ndeki ifadesiyle: “Demek, harekât-ı zerrât, o kitabetten, o istinsahtan, mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.” Duruyor sandığımız herşey titreşiyor aslında. "Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezâda muntazam meczubları."
Gelmeler ve gitmeleri biz iki türlü görüyoruz: Cemal veya celal. Gitmeler genelde celal olarak çarpıyor nazarımıza. Gelmeler cemal olarak yansıyor. Hatta cemalî isimler yine sanki ism-i Kayyum'un cemalî yanından dal budak salıp büyüyor. Mesela Şafii ismi, varlığımızın devamını sağlayan tecellisiyle ism-i Kayyum'un bir yansıma çeşidi gibi. Kahhar ismi ise, ism-i Kayyum'un gitmeler/celalî yönünü üzerinde taşıyor.
Bu yönüyle Hastalar Risalesi de bir ism-i Kayyum dersi aynı zamanda. İnsan, ancak Allah'ın Kayyumiyetini idrak ederse; varlığının, onun devam ettirmesiyle ancak devam edebildiğini anlarsa; aczinin idrakini tam sağlayabiliyor. Yoksa, hayatı boyunca hiç hastalanmadığı rivayet edilen Firavun gibi kendisini insandan/kuldan öte görebiliyor. Âlâk sûresinde buyrulduğu gibi: “Ama, insanoğlu kendini müstağni sayarak (ihtiyaçtan uzak görerek) azgınlık eder.”
Bu noktada Zerre Risalesi'nin tedrisi ve anlaşılması, insanın en küçük yapıtaşlarına, yani zerrelerine kadar Allah'a muhtaç olduğunun idraki anlamında kıymetli. Eğer insan, varlık algısını Allah'tan bağımsız ve kendi başına bir fiziksel düzlemde tarif ederse, sonra tekrar Ona muhtaç olduğuna nefsini nasıl ikna edebilir? Hadi hastayken tamam, peki sağlıklıyken?
Zerre Risalesi, ism-i Kayyum penceresinden, şirkin, maddenin en küçük köşesine kadar kovalandığı ve orada insanın elinde yalnızca titreşmekten ibaret bir varlığın kaldığı bir tevhid âlemini sunuyor. Vahdetü'l-Vücut diliyle yokluk değil bu, Vacibü'l-Vücud'a göre çok zayıf bir varlık. Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi veya Zerre Risalesi. Aslında hepsi; Bediüzzaman'ın bize verdiği, ism-i Kayyum dersleri değil mi? Sonuçsa şu: Allah 'sıhhatli ol' demedikçe sıhhatli olamazsın. Allah 'genç ol' demedikçe genç olamazsın. Allah 'ol' demedikçe de, olamazsın.
Sicim Teorisi, ilk kez 1968'de ortaya atılan birşey; 'maddenin temel yapıtaşlarının kalbinde titreşen çok küçük bir enerji iplikçiği' olduğunu savunuyor. İlk kez İtalyan bilim adamı Gabriele Veneziano tarafından ortaya atılmış. Şöyle ifade edeyim en özet: 'Şayet bir atom, güneş sistemi kadar büyültülebilseymiş, titreşen sicimin ancak bir ağaç kadar olacağı' tahmin ediliyormuş. Bilim insanları bu teorinin ispatlanmasının mümkün olmadığını düşünmekle birlikte, en azından bir yerden bir yere titreşerek akan bu sicimlerin/enerji ipliklerinin makro ve mikro âlem arasındaki çelişkilere cevap verebileceğini düşünüyorlar. Yine de hepsi teori işte. İspatlanmış birşey yok.
Benim açımdan meselenin kıymetli kısmı, enerji ve madde arasında Einstein'dan itibaren kurulan bağıntı. Hepimizin lisede ezber ettiği e=mc2 formülü bunun en bilinen ifadesi. Bu formülle birlikte madde ve enerji birbirine kuyruğundan bağlanıyor. Madde yoğunlaşmış enerjiyi ifade ederken, enerji de seyreltilmiş maddeyi ifade ediyor. Enerjinin bir yerden bir yere akan bir hareket olduğunu düşünürseniz o zaman şöyle bir sonuca varıyorsunuz: Madde aslında yoğunlaşmış bir harekât, harekât ise seyreltilmiş bir madde. İzafiyet teorisi ise bunu bir üst boyuta taşıyarak maddeyi de zamana bağlıyor. Eğer ışık hızına çıkabilirseniz, sizin yaşayacağınız birkaç sene dünyanın yüzyıllarına denk gelebilir. Çünkü birşey hızlandıkça, onun için zaman yavaşlar.
Maddenin modern fiziğin yeni yeni keşifleriyle latifleştikçe ben kendimi ism-i Kayyuma daha yaklaşmış hissediyorum. Ancak Allah'ın varlığını devam ettirmesiyle herşeyin varolabildiğini ifade eden Kayyum ismi, Risale-i Nur'da da önemli bir yere sahip. Lem'alar isimli eserinin sonlarına doğru ism-i âzam sırrını içinde saklayan altı ismi izah eden Bediüzzaman; ilk dördü için (Kuddus, Hakem, Adl, Ferd) 'İsm-i Azamın altı nurundan bir nuru...' ifadesini kullanırken, son ikisi için (Hayy, Kayyum) 'İsm-i Âzamın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru...' ifadesini kullanıyor. Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız Risale okumaları sırasında (bu ve benzeri birçok delille) önemine sıklıkla atıf yaptığı Kayyum ismi, sanıyorum çoğu düğümümüzün anahtarı. Kulluk idrakinin de önemli bir parçası, onun tefekkürü...
Aslında bu pencereden bakarsak, Hastalar Risalesi gibi pekçok eser de bize Kayyum isminin sırlarını ders veriyor. Kayyum isminin iki türlü tecellisi; yani var olmalar ve ardından tekrar yok olmalar (ve sonra tekrar var olmalar); esmanın da tamamını (kanaatimce) celal ve cemal yönüyle kuşatmış durumda. Allah'ın, her an varlığını devam ettirmesiyle ancak var olabilen şu varlık, her an fenaya gidiyor ve her an yeniden var oluyor. Varlığımız bu gelmeler ve gitmelerden kaynaklanan bir titreşim yığını gibi. Zerre Risalesi'ndeki ifadesiyle: “Demek, harekât-ı zerrât, o kitabetten, o istinsahtan, mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.” Duruyor sandığımız herşey titreşiyor aslında. "Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezâda muntazam meczubları."
Gelmeler ve gitmeleri biz iki türlü görüyoruz: Cemal veya celal. Gitmeler genelde celal olarak çarpıyor nazarımıza. Gelmeler cemal olarak yansıyor. Hatta cemalî isimler yine sanki ism-i Kayyum'un cemalî yanından dal budak salıp büyüyor. Mesela Şafii ismi, varlığımızın devamını sağlayan tecellisiyle ism-i Kayyum'un bir yansıma çeşidi gibi. Kahhar ismi ise, ism-i Kayyum'un gitmeler/celalî yönünü üzerinde taşıyor.
Bu yönüyle Hastalar Risalesi de bir ism-i Kayyum dersi aynı zamanda. İnsan, ancak Allah'ın Kayyumiyetini idrak ederse; varlığının, onun devam ettirmesiyle ancak devam edebildiğini anlarsa; aczinin idrakini tam sağlayabiliyor. Yoksa, hayatı boyunca hiç hastalanmadığı rivayet edilen Firavun gibi kendisini insandan/kuldan öte görebiliyor. Âlâk sûresinde buyrulduğu gibi: “Ama, insanoğlu kendini müstağni sayarak (ihtiyaçtan uzak görerek) azgınlık eder.”
Bu noktada Zerre Risalesi'nin tedrisi ve anlaşılması, insanın en küçük yapıtaşlarına, yani zerrelerine kadar Allah'a muhtaç olduğunun idraki anlamında kıymetli. Eğer insan, varlık algısını Allah'tan bağımsız ve kendi başına bir fiziksel düzlemde tarif ederse, sonra tekrar Ona muhtaç olduğuna nefsini nasıl ikna edebilir? Hadi hastayken tamam, peki sağlıklıyken?
Zerre Risalesi, ism-i Kayyum penceresinden, şirkin, maddenin en küçük köşesine kadar kovalandığı ve orada insanın elinde yalnızca titreşmekten ibaret bir varlığın kaldığı bir tevhid âlemini sunuyor. Vahdetü'l-Vücut diliyle yokluk değil bu, Vacibü'l-Vücud'a göre çok zayıf bir varlık. Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi veya Zerre Risalesi. Aslında hepsi; Bediüzzaman'ın bize verdiği, ism-i Kayyum dersleri değil mi? Sonuçsa şu: Allah 'sıhhatli ol' demedikçe sıhhatli olamazsın. Allah 'genç ol' demedikçe genç olamazsın. Allah 'ol' demedikçe de, olamazsın.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...