10 Mart 2017 Cuma

Mustafa Öztürk'ün Bediüzzaman'a İşaratü'l-İ'caz hakkında ettiği iftira üzerine...

Ebubekir Sifil Hoca'nın tercüme ve derlemesini yaptığı, Semerkant Yayınları'ndan çıkan, "Böyle Seslendiler" isminde şeker-bal bir kitap var. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ve Hulefa-i Raşidîn'in hutbelerinden oluşuyor. Okuduğum günden beri başucu kitabım gibi birşey oldu. Ara ara tekrar bakıp o hikmetli cümleleri kendime hatırlatıyorum. İşte, orada, Hz. Ömer'in (r.a.) hutbelerine ayrılan kısımda, pek hoşuma giden bir cümle var. Diyor ki Hz. Ömer efendim: "Müslüman kardeşinden sâdır olan bir sözü, en güzel şekilde tevil edebildiğin sürece, şerre ve kötülüğe yorma."

Okuyanlar hatırlayacaktır. Bediüzzaman'ın metinlerinde de sık rastlanır aynı nasihate. Bunlardan birisi Mesnevî-i Nuriye'sindedir. Kulluğa zarar veren dört hastalığı teşhis-tedavi sadedinde der ki mürşidim: "Dördüncü hastalık: 'Sû-i zan'dır. Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise maddî ve mânevî içtimaiyatı zedeler."

Peki, bunu böyle anlatır da, uygulamaz mı Bediüzzaman? Elbette uygular. Eserlerinde bu uygulamanın yeraldığı birçok bahis görürüz. En sevdiklerimden birisi, talebelerinden Re'fet ağabeyin, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri'ne (k.s.) dair sorduğu suale cevabıdır: "İkinci sualin: İbrahim Hakkı, 'Cû' İsm-i Âzamdır' demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren mânâsızdır. Belki de yanlıştır. Fakat ism-i Rahmân madem çoklara nisbeten İsm-i Âzam vazifesini görüyor. Mânevî ve maddî cû' ve açlık, o İsm-i Âzamın vesile-i vüsulü olduğuna işareten, mecazî olarak, 'Cû' İsm-i Âzamdır, yani bir İsm-i Âzama bir vesiledir' denilebilir."

Sair ehl-i sünnet ve'l-cemaat ulemasının eserlerine baktığımızda da bir ahlak olarak bu tutumun onlara yerleştiğini görürüz. Seleflerinden kendilerine nakledilen bir sözü, eğer ilk akla gelen manası o kişinin şanına muhalifse, tevil veya tefsir ile anlamaya çalışırlar. Hemen suizan ve suitevil yoluna gitmezler. Kem bir hükme varmazlar. Amelini ahlakıyla tartarlar. Fiilini hayatıyla ölçerler. Eğer ahlakı, kendisinden o sözün veya tavrın (zâhirinin) beklenmeyeceği bir ahlaksa, aslında ne demek veya yapmak istediğini anlama mesaisine koyulurlar. Dinî metinlere aşina olanlar bu anlama çabalarının birçok misaline şahit olmuşlardır. Örnekler vererek yazıyı uzatmak istemiyorum.

Bırakınız ulemamızı, salih avamımız bile, bu ahlaka sıpsıkı bağlıdır. Kendilerine 'iyi bildikleri' kişilere dair iletilen kötü söz ve halleri hemen alıp bağrına basmaz salihlerimiz. Ya ne yapar? Öncelikle "Aslı var mı?" diye tahkik eder. Tahkik ettikten sonra, eğer iyiye tefsiri veya tevili mümkünse, tefsir ve tevil ederler. Bediüzzaman'ın "Güzel gören güzel düşünür..." sözüyle haber verdiği sırrın bir vechi de budur belki: Güzel bakmaya kastetmiş kişiler ancak güzel manalar çıkarırlar. Kastı suizan olanlar ise ancak aradıkları kemliği bulurlar.

İşte, Mustafa Öztürk'ün gündeme getirdiğini işittiğim, Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da geçen bir ifadesine dair tartışmaların da en nihayet buna dayandığı kanaatindeyim. Öncelikle üzerinde konuşulan o ifadeyi nakledelim. Bakara sûresindeki 25. ayetin tefsiri sadedinde der ki mürşidim: "'Minhâ min semaratin' denilmektense 'min semeratiha' denilmiş olsaydı daha muhtasar ve daha güzel olurdu. Fakat mezkûr suallerden iki suale cevap olduğundan 'minha' ayrı, 'min semaratin' ayrı söylemek icap etmiştir."

Öztürk'ün kitabını (Din Sermayesinden İktidar Devşirmek: FETÖ) bizzat görmedim. Bana nakledilen bilgiyse şöyle: Öztürk, burada, Bediüzzaman'ın 'ilahî kelama ayar vermeye çalıştığını' yani "Öyle değil de böyle olsa daha güzel olurdu!" dediğini ifade ediyor. Ben böyle bir iftiradan mürşidim ve eserleri adına Allah'a sığınırım. O da, eserleri de, eserlerini tercüme eden âlim kardeşi Abdülmecid ağabey de, böyle bir iftiranın eteklerine dokunmayacağı pâk ve salih kimselerdir. Hem nur talebeleri adına da teberri ederim ki, şu ifadeyi bu şekilde anlayan, Mustafa Öztürk'ten önce, bir tane insan yoktur. Bu tamamen Öztürk'ün ehl-i sünnet ve'l-cemaat âlimlerine dair sahip olduğu suizannın bir neticesidir.

Zira okuyanlar bilirler ki: Bediüzzaman, o eserde, itiraz edilebilecek noktaları dillendirerek Kur'an'ın belagatındaki mucizeliği ortaya koyar. Yani muhtemel sualleri veya itirazları da anar ve onlara da cevap verir. (Kelam ulemasının eserlerinde bu ispat metoduna sık rastlanır.) Burada da yaptığı, belagat ehlince veya ilmince dile getirilmesi muhtemel bir itirazı anıp cevabını vermektir. Meseleyi bundan farklı bir şekilde anlayan bir tane insan çıkmamıştır Mustafa Öztürk'e kadar. Ki, kendisi de, suizan ve önyargılarını bir kenara bırakarak İşaratü'l-İ'caz'ın tamamını okusa, benzeri 'anış ve cevaplayışlara' sıklıkla rastlayacaktır. Hadi, üşenmeyelim, bir tanesini biz alıntılayalım:

"Evet, durub-u emsâl, malûm kaidelerdendir. Daha kısa ve muhtasar olan masdar-ı 'darbe' üzerine 'en yadribe'nin fiil sigasıyla tercihan zikredilmesi, itirazlarının menşei bizzat temsil olmayıp, 'bağuzate'nin hakareti olduğuna işarettir. Çünkü temsiller haddizatında kıymetli olup, itirazlara mahal değildirler."

Burada da görüldüğü gibi; Bediüzzaman, muhtemel kullanımlar içinde Kur'an'ın seçtiği yolun neden 'seçimlerin en hikmetlisi olduğunu' ifade ve isbat sadedinde söylemektedir böyle şeyleri. Başka bir amacı, hele hele (hâşâ) Cenab-ı Hakka belagat öğretme amacı, yoktur. Aksine; ehl-i belagata, Kur'an'ın belagatindeki mucizeliği gösterme gayretidir ona bu metinleri yazdıran. Allah insaf ve iz'an versin. Bediüzzaman'ın Kur'an'a ayar vermek gibi birşey yaptığına/yapabileceğine hayatını veya eserlerini bilen kim ihtimal verebilir?

Kaldı ki; şu eser, şimdiye kadar milyonlarca kişinin eline ulaşmıştır. Ulemasıyla veya avamıyla milyonlarca kişi şu eseri okumuş veya dersini dinlemiştir. Öztürk gelinceye kadar bir tane de mi iman ve idrak sahibi kimse çıkmamıştır da itiraz etmemiştir? Ümmete malolmuş böyle bir metne şu iftirayı yapmak, dolayısıyla, onu okumuş ve takdir etmiş bütün müslümanlara da bir iftira ve saldırı değil midir? Ben böyle şeyleri gördükçe kötü ahlakın salt ilimle giderilebilir birşey olmadığına kanaat getiriyorum. Demek 'adam' olunmadan 'bilimadamı' da olunmuyor. Allah bizi istikametten ayırmasın.

8 Mart 2017 Çarşamba

Sultan Abdülhamid 'masum imam' mıydı?

Mesele giderek daha tatsız bir hal alıyor. Ben de hakkında yazmak mecburiyetinde kalıyorum. Öncelikle şunu aklımızda/kalbimizde tutmamız lazım: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat itikadında, ki bizim imanımız istikametin o olduğu üzerinedir, nebilerden başka kimsenin ismeti yoktur. Bir insanın kalbinin güzelliği, ahlakının temizliği, hamiyetinin yüceliği, zekasının parlaklığı, nesebinin paklığı gibi şeyler bir tarafa; biz, nebilerden başka her beşerin şaşar/şaşabilir olduğuna inanırız. Bu nedenle de birisi "Falanca hata yapmış!" dediğinde "Neeee?" diye bağırarak şok yaşamayız. Muhatabımızı hemen 'yalancılıkla' da suçlamayız. Ne yaparız peki? Tahkik ederiz. "Dediği doğru mudur?" diye bir sağlama yaparız. Bunu yaparken de, sorguladığımız, suçlanan kişinin 'hata yapabilir' oluşu değildir. 'Bize nakledilen hatayı hakikaten yapıp yapmadığı'dır. Böylece o kişi hakkında adaletle hükmederiz. Yani; ne tahkik etmeden hataya inanırız, ne de masumiyeti tahkik etmemek gerektiğine.

Bu, bizde böyledir, ama şiada böyle değildir. Şia, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan sonra, pâk nesebinden gelen oniki imamın da masumiyetine inanır. Bu yüzden onlara muhalif olmak (veya onlara atfedilerek nakledilen şia inancına aykırı olmak) kişiyi küfre götürecek kadar büyük bir suçtur şiada. 'Masum imam' kavramlaştırmasıyla bilinen bu meseleyi tafsil etmeyeceğim. Fakat bu sapkınlığından ötürü şianın; sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin büyüklerine nasıl çirkin suçlamalar yaptığı malumdur. Masum imamlara, değil muhalif olmak, destek vermeyen veya istedikleri şekilde katılmayan sahabe efendilerimiz bile şianın gözünde merduddur. Allah onları ıslah eylesin.

Gariptir, bugünlerde de, merhum Sultan Abdülhamid Han'ın mağduriyeti zemininde birçok âlime böyle bir saldırı yapılıyor. 31 Mart Vakası ve sonrasında yaşananlar üzerinden, öncesinde Sultan Abdülhamid'e eleştiride bulunmuş herkes aynı darağacına asılıyor ve 'ya hain, ya ahmak, yahut da kafir' ilan ediliyor. Evet, şaşırmayın, hakikaten oluyor bu. Sultan Abdülhamid merhumun da insanlar içinde sadece bir insan olduğu (ve hatta siyasiler içinde sadece bir siyasi olduğu) unutularak 'masum imam' gibi savunusu yapılıyor.

Hasbelkader istibdadını eleştirmiş kim varsa, dediği isabet etsin veya etmesin, doğru olsun veya olmasın, tarihsel gerçeklerle uyuşsun veya uyuşmasın, hainler zümresine ilhak olunuyorlar. Üstelik bu insanlar öyle sen-ben gibi sıradan kişiler de değiller. Çoğu bugün kıratında adam yetiştirilemeyen âlimler.

Ama kime laf anlatacaksınız? Şu tarz Abdülhamidciliğin meselenin bu tarafına baktığı yok ki. Bu âlimlerin sayısı ne kadar çok veya kıratları ne kadar yüksek ayarda olursa olsun, hatta Abdülhamid eleştirilerinde o dönem ulemasının icmaı hasıl olsun, hepsini bir hamlede kapı dışarı ederler de Abdülhamid'i sevenlerden (o seven velev fâsık olsun) başkasını almazlar. Mehmet Akif merhum olsun, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhum olsun veya Bediüzzaman olsun, umurlarında değildir. DAİŞ'inki gibi keskin bir tekfir veya tahkir bıçağı ellerindedir. Çalıverirler önlerine gelenin boğazına.

Hani denilir ya: "İslamın şartı beştir. Altıncısı haddini bilmektir." İşte, bu altıncıda ayarını tutturamayınca, bir tane 'hata yapması gayet mümkün' ve 'eleştirilmesi gayet doğal' siyasetçi üzerinden bin tane 'ümmetin gözbebeği' ve 'hayatları hamiyetlerinin şahidi' olan âlim kesilir-biçilir hale gelir.

Fakat bu noktada şu ihtimali dışarda bırakmayalım: Bu insanlar içinde muhalefetinde ifrat etmiş isimler olabilir. Yaptıkları eleştirinin üslûbunda hata bulunanlar olabilir. Bunlar mümkündür. Çünkü bu insanlar da, en az Sultan Abdülhamid kadar, beşerdir ve şaşabilirler. Ancak meselenin bu yanına dair hiçbir kollamada/sağlamada/araştırmada bulunmadan, eleştiride bulunmuş kim varsa kolundan tutup hamiyet ve hatta İslamiyet kapısının dışına koymak, bu kesinlikle modern zamanların elim bir had bilmezliğidir.

Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra yaşananlar üzerinden öncesinde yapılan eleştirilerin haksızlığına hükmetmek ise tam bir anakronizmdir. Meseleyi zihinlerinize yaklaştırmak için şöyle bir örnek vereceğim: Bugün de bir kısım âlimimiz/aydınımız Erdoğan'ı kimi icraatlarından dolayı eleştirmiyor mu? Elcevap: Evet, eleştiriyor. 15 Temmuz'dan önce de bunu yapmıyorlar mıydı? Elcevap: Evet, yapıyorlardı. Nitekim; Erdoğan'ın "Ne sünniyim ne şiiyim!" sözü üzerine ehl-i sünnet ulema tarafından getirilen bir dizi (bence de haklı) eleştiri oldu. Yine İsrail'le yapılan anlaşma ve Mavi Marmara davasında gelinen nokta üzerinden Erdoğan'a İslamcı camia tarafından birçok eleştiri yapıldı. Hatta bu eleştiriler bizzat Erdoğan'ın rahatsız olacağı seviyeye kadar vardı da sert bir açıklama yaptı. Şimdi, bütün bu eleştirilerin ardından, 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı ve Erdoğan (Allah korusun) baştan indirilseydi, öncesinde yapılan bu eleştirilere hainlik, ahmaklık veya kafirlik damgası vurulabilir miydi? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!

Bununla yüzleşelim. Çünkü sonraya bakıp önceye hükümler çıkarmak doğru ise pekala denilebilir ki: Nasıl ki bu âlimler/aydınlar Sultan Abdülhamid'i eleştirerek 31 Mart'ın yaşanmasına zemin hazırladılar ve sebep oldular; 15 Temmuz'dan önce Erdoğan'ı eleştirenler de 15 Temmuz'un yaşanmasına zemin hazırladılar ve sebep oldular. Bu rahatlıkla söylenebilir. Aynı mantıkla aynı suçlama bugün de birilerine yapılabilir. O zaman da 'hık-mık' etmeden "Evet!" diyebilecek miyiz? Ben, ilk kısımda cüretkâr olan yaftalamacıların, şu ikinci kısımda mütereddit olacaklarına kaniyim. Çünkü bu sefer listede kendi isimleri de olacak. Hem de yukarılarda bir yerlerde...

Hasılı: Arkadaşlar, böylesi meselelerde en istikametli duruş olarak, mürşidimin de Risale-i Nur'da andığı, Hz. Ömer b. Abdülaziz'e (r.a.) atfedilen şu sözü salık veririm: "Allah, onların kanlarına ellerimizi bulaştırmadı, biz de dillerimizi bulaştırmayalım." Ömer b. Abdülaziz (r.a.) bu sözü sahabe arasında gerçekleşen savaşlar ve fitneler hakkında söylemiştir. Şu sese kulak verelim. Selefimiz bizi hayra çağırıyor. Altından kalkamayacağımız meseleler hakkında çene çalmamayı tavsiye ediyor. Şu tavsiyeyi dinleyelim. Zira yarın Mehmet Akif merhum ile Abdülhamid merhum, dünyadaki kavgaları dünyada bırakmış olarak, kolkola cennete girer de, biz, dilimizde onların etleriyle kanları, arkalarından öylece bakakalırız. Allah bizi istikametten ayırmasın.

7 Mart 2017 Salı

Erdoğan'ı nereye koyacağız?

Bu soruyla da yüzleşmek lazım: Yaşanan onca şeyden sonra Erdoğan'ı nereye koyacağız? Yönetimde olduğu dönem boyunca başımıza gelenler, onun kararlılığına sahip birisinin, krizlerin aşılmasında çok önemli bir konuma sahip olduğunu gösterdi. Görmezden gelenlerin nasıl başarabildiğini bilmiyorum ama ben yapamıyorum. Fıtratla/hakikatle savaşmak gibi geliyor. Gezi'den tutun 15 Temmuz'a kadar, yaşanan her toplumsal veya siyasi krizde, çıkıp ekrana birşeyler söylemesini bekledim/bekliyorum. Bir meselede sebatla direndiğini görmek o meseleye dair derdimin/stresimin yüzde yetmişini alıp götürüyor.

Şu da var: Ondan başka kim konuşsa tırı-vırı geliyor. Konuşmalarını/susmalarını bir sayıyorum. Bir sıkıntı olduğunda sözlerinin arkasında durmazlar gibi hissediyorum. (O kişi hemtarafım da olsa düşüncem değişmiyor.) Yüzlerinde aynı gücü görmüyorum. Herkeste bir esneme payı var gibi. Biraz üzerlerine gidilse 'acaba' diyecekler gibi. Sarsılacaklar/karıştıracaklar gibi. Ancak Erdoğan, belki biraz da tecrübe ettiklerimize binaen, öyle gelmiyor.

Hayat sözün delilidir. Kişinin kelamı karakteriyle tartılır. Karakterini ise hayatı gösterir. Yüzyıllık Parantez isimli kitabında Etyen Mahçupyan Bediüzzaman hakkında şunları söyler: "Bediüzzaman, kendi yaşantısıyla hayata damgasını vurmuş olan biri. Sözlerinden daha önemli olan şey belki yaşantısı ve orada gösterdiği sebat, irade ve tutarlılık. Öyle bir hayatı olmasaydı, bugün fikirleri bu kadar kıymetli ve anlamlı geliyor olmayabilirdi diye düşünüyorum. Çünkü fikirler sonuçta her zaman birden fazla insan tarafından söylenirler. (...) Dolayısıyla bunu belirli bir hayat tarzıyla tamamladığınız ve bunu kendinize sembolleştirdiğiniz zaman bir mesaj verebiliyorsa, referans olma şansınız ortaya çıkıyor. Bediüzzaman bunu yaptı ve bunu yapmasıyla da binlerce, milyonlarca insanın bu rejim altında ayakta kalmasını sağladı."

Bediüzzaman da belagata dair izahlarında şöyle birşeye dikkat çeker: "Kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Ediplerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma."

Bir çocuğun oyuncak tabancayla size "Dur, yoksa ateş ederim!" demesiyle; kamuflajlı bir askerin "Dur, yoksa ateş ederim!" demesi arasında fark vardır. Yine cephe hattında "Yere yatın!" diye bağrılmasıyla bir kumsalda "Yere yatın!" diye bağırılması arasında fark vardır. Yine yabancı birisinin size "Sen bana karışamazsın!" demesiyle evladınızın demesi arasında büyükçe bir fark vardır. Bunlar, sözün kendisinde bir değişiklik olmadan, söyleyen-söylenen-makam üzerinde meydana gelen değişimlerdir. Ve bu değişiklikler sözün tesirini/anlamını etkiler.

Erdoğan'a dair söylediğim şeylerin bu pencereden anlaşılabileceğini düşünüyorum. Kabul edin veya etmeyin. Sevin veya sevmeyin. Allah, ona, sözüne (en azından sevenleri açısından) delil olabilecek bir hayat yaşattı. Büyük badireler atlattık ve bu badireler atlatılırken belanın defedilmesine katkısı büyük oldu. Bütün bunlar görmezden gelinemez gibi geliyor bana... O zaman sorumuzu yineleyelim: Erdoğan nereye konulacak? Nereden nereye kadar 'vazgeçilir' ve nereden nereye kadar 'vazgeçilmez' olacak? 'Onu önemsemek' ve 'onu tabulaştırmamak' arasındaki çizgi ne şekilde çekilecek?

Sorularımız cebimizde kalsın. Ben şimdi sizi Bediüzzaman'ın başka bir metnine götürmek istiyorum. Mesnevî-i Nuriye'de 'reis' ile 'mürşid' arasında bir ilgi kuruyor mürşidim. Daha doğrusu: Reis, üstad ve mürşid örneklemeleri üzerinden sebeplere bakışta, özellikle böylesi irade sahibi sebeplere bakışta, bir incelik öğretiyor. Diyor ki mesela mürşid hakkında:

"Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve mâkes olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ, hararet ve ziya sana bir âyine vasıtasıyla gelir. Sen de, güneşe karşı minnettar olmaya bedel, âyineyi masdar telâkki edip, güneşi unutup, ona minnettar olmak divaneliktir. Evet, âyine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenâb-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır."

Mezkûr meseleyi anlamaya bir kapı görüyorum burada. "Evet, ayine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır..." Aynayı güneşe eş koşmamak lazım, tamam, ama güneş adına aynayı kırmakta da bir hüner yok. Aynalık yapanın, aynalık yaptığı şey adına kırılması değil, muhafazası lazımdır. Ancak yansıttığına perde olmasından korkulmalı ve kollanmalıdır. Ki, ilgili metnin hemen öncesindeki 'üstad' ve 'reis' örneklemeleri de bize bunu öğretiyor:

"Nasıl ki bir cemaatin malı bir adama verilse zulüm olur. Veya cemaate ait vakıfları bir adam zaptetse zulmeder. Öyle de, cemaatin sa'yleriyle hâsıl olan bir neticeyi veya cemaatin haseneleriyle terettüp eden bir şerefi, bir fazileti o cemaatin reisine veya üstadına vermek hem cemaate, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünkü enâniyeti okşar, gurura sevk eder. Kendini kapıcı iken padişah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir şirk-i hafîye yol açar. Evet, bir kaleyi fetheden bir taburun ganimetini ve muzafferiyet ve şerefini, binbaşısı alamaz. Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek gerektir."

Demek istikametli duruş böyle olmalı. Daire-i itikat ile daire-i esbap birbirinden ayrılmalı. Peki bunu başarmak için ne yapalım? Ne onu hepten görmezden gelelim ne de herşeyi ona verelim. Aynalık yaptığı şeyler adına kıymetli bulalım ve bu niyetle/bunu yaptıkça muhafazasına çalışalım. Çünkü onun muhafazası aynasında yansıyanların da muhafazasıdır. Oradan elimize geçen nimetlerin de muhafazasıdır. Ama, sakın sakın, bunu yaparken onu ışığın kaynağı olarak da görmeyelim. Çünkü ışığın sahibi o değildir. Bediüzzaman'ın 'iradeli sebeplere' bakışta gösterdiği şu istikamet, sanıyorum, bugün de en az dün olduğu kadar gerekli ve öğretici. Hem ifratları ve tefritleri önleyici.

Mürşid, üstad veya reis... Her biri üzerinden yansıyıp gelenlerle değerlenir. Değerleri bizzat değildir. Ama değersiz de değillerdir. Esbaba müracaatın da hikmette yeri var. Aynaya edilen nasihatler de ışık içindir. Aynaya edilen iltifatlar da ışık içindir. Aynaya edilen dualar da ışık içindir. Ve, evet, aynaya ihtiyacımız var. Çünkü ayna da, tıpkı yansıttığı ışık gibi, Allah'ın hediyesidir. Toprak da, tıpkı üzerinde bitenler gibi, Allah'ın hediyesidir. Koyun da, tıpkı ondan sağılan süt gibi, Allah'ın bir hediyesidir. Öyle ya, meyveyi ağaçtan bilmemek tevhid, ama ağacın bakımını yapmak bir dua. Allah onu da istiyor şunu da. Belki buradan Bediüzzaman'ın şu cümlesini de anlamaya bir kapı buluyoruz: "Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz."

6 Mart 2017 Pazartesi

Din siyasetten büyüktür

Referandum yaklaşıyor. Kimsenin kimseyi dinleyesi yok. Fakat yine de, öyle olduğuna inandığım birşeye, öyle olmasını önemsediğim için dikkatinizi çekmek istiyorum. Şuradan başlayayım: Bediüzzaman'ın mektuplarında hatırlattığı birşey var. "Mesâil-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir." Yani dinî meseleleri 'kavga ederek' konuşmak helal değildir. Müzakere edebilirsiniz. İstişare edebilirsiniz. Sual-cevap yapabilirsiniz. Hatta, insaflı bir şekilde, itiraz da edebilirsiniz. Ancak, tarafların bulunduğu yeri, hakikati karşı tarafta görse bile, korumaya kararlı olduğu bir düzlemde imanî/İslamî meseleleri konuşamazsınız.

Hem konuşmamalısınız. Çünkü böyle bir hak savunusu, velev sizin savunduğunuz taraf haklı olsun, karşınızdakini yanınıza çekmez. Amacı 'galip gelmek' olabilir fakat 'hakkı galip getirmek' olmaz. (Hakkın insandaki asıl galibiyeti olan muhatabın kalbini/aklını hakka kazandırmaz.) Muhatabınızın yanlıştaki ısrarını arttırır. Aklî olan bir meseleye duygu da bindirir. Muarızınız, kendi haline bırakılsa belki döneceği bir yanlıştan, sizin yüzünüzden dönmez olur. Yanlışının bağnazı ve bağımlısı olur. Muteriz iken hasım olur.

İşte, biraz da bu nedenle, siyasi meselelerin, kendileriyle doğrudan ilgili olmayan dinî argümanlarla tartışılması tehlikelidir. Tartışmayı dine ve dini tartışmaya çeker. Tuttuğu safı siyasi bağnazlığından dolayı terkedemeyen kişi, dinî olanı o tarafa meyleder görse bile, durumu olgunlukla kabullenmeyebilir. Çıkamadığı çukur nedeniyle çukuruna inmeyen dine de düşman olabilir.

Bu tıpkı, hasmının evinde annesini gören çocuğun, hasmıyla birlikte annesine de düşman olması gibidir. Anne bu düşmanlığı elbette haketmez. Hakedecek suçu yoktur. Ancak hasma duyulan öfke bu apaçık masumiyeti bastırır. "Senin onun yanında ne işin vardı?" isyanı ortaya çıkarır. Suçlamaların bini bir para olur. Annenin kalbi, belki bir daha eski halini alamayacak şekilde, kırılır. Evladın kini, belki bir daha sönmeyecek şekilde, alevlenir. Şu da var: Bu bir ailede olsa yalnız aileyi yıkar. Ama ya annenin yerinde İslam varsa? O zaman ne olur şu evlada? Bu nedenle 'münakaşa sûretinde bahis' hastalığına müptela siyasî meselelere dinî argümanların meze yapılması doğru olmaz.

Peki, bir mü'min, sünnet-i seniyyenin ve Kur'an'ın bütün hayatına oluşturduğu rehberliğe (ve buna duyduğu sarsılmaz inanca) rağmen, hayatından herhangi bir parçayı dinin anlam dünyasının dışında nasıl tutabilir? Nasıl ona bakarken dinî delilleri görmezden gelebilir? Nasıl Asr-ı Saaddet'ten veya selef-i salihîn döneminden ışık tutacak referans nakiller aramaz? Nasıl onları aklına getirmez veya kullanmaz? Ben, bu yazıda, şu konuya değinmek istiyorum.

Bu meselede istikameti şöyle bir duruşta gördüm: Bir insan, kanaatini oluştururken, dilediği kadar böyle referanslardan istifade eder ve etmelidir de. Kendi dünyasında bunu böyle anlamlandırabilir ve anlamlandırmalıdır da. Ancak kendisinden muhatabına geçişte meseleye bakışı değişmelidir. Kendi kanaatini isbat için kullandığı bu tür referansları, o kişi kendisinden nasihat istemediği sürece, başkasının kanaatini/itirazını boğmak için kullanmamalıdır.

Muhatabı mütehayyir ise, ikna için böyle şeyleri (onları menfaatinin aracı kılmaktan Allah'a sığınarak) kullanabilir. Bunu, hakkı bulmasına yardımcı olmak veya en azından kendi haklılığını ona anlatmak (değil münakaşa ile savunmak) için yapabilir. Fakat muarızını dinin dışında kalmaya mahkûm için şunu yapamaz. Yani: Kanaatlerinin dayanağını belirtmek için kullanabilir. Fakat muhatabını esir almak için yapmaz. Tutmak için yapabilir. Fakat dışlamak için yapmaz. Merhamet ile yapabilir. Fakat nefret ile yapmaz.

Bediüzzaman'ın Demokrat Parti hükümeti hakkında kullandığı "(...) madem o Demokrat Partisi, meslek itibarıyla öteki iki cereyan-ı azîmenin durmasında ve def etmesinde mecburî vazifeleri olmasından, bu vatana ve İslâmiyete büyük bir fâidesi dokunabilir. Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil, belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız oldukları için, onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz'î bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebep oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz..." gibi ifadeleri de böyle bir düzlemde anlaşılır.

Sen, kendi adına, hayrın falanca partide veya filanca kanaatte olacağına kanaat getirebilirsin. Allah mübarek etsin. Senden nasihat isteyenlere de böyle anlatabilirsin. Allah mübarek etsin. Fakat muarızının sesini boğmak için "Eğer benden değilsen Kur'an'ın menfaatini istemiyorsun!" diyemezsin. Hak namına 'umutla' istenebilirsin ama 'itikatla' hakkı inhisarın altına alamazsın. Yalnız kendi malın yapamazsın. Din siyasetten büyüktür. Onun gaga ve kursağına sığmaz. Onun malı olamaz. İslam, kervanımızdaki hazinenin tamamıdır. Kervandaki her deve taşınmasına yardım eder de bir deve bütün hazineyi kaldıramaz. "Bu benim sayemde taşınıyor!" diyemez. Allah bizi istikametten ayırmasın.

3 Mart 2017 Cuma

Ehl-i Sünnet hiçbir baltaya sap olmaz

"Risale-i Nur şakirtleri, tam ihtiyatla beraber, bir taarruz olduğu vakitte münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl-i ilim ve imansa, dost olsunlar, 'Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i imanla kardeşiz' deyip yatıştırsınlar." Asa-yı Musa'dan...

Bu da yeni yeni tanıştığımız bir arıza türü: Dinin bir parçasıyla diğer parçasını dövme. Birçok versiyonu var. Kur'an ile hadisi dövmeye çalışanlar var. Tasavvuf ile fıkhı dövmeye çalışanlar var. Fıkıh ile tasavvufu dövmeye çalışanlar var. Hadis ile fıkhı dövmeye çalışanlar var. Tefsir ile fıkhı dövmeye çalışanlar var. Var, var, varoğlu var. Tabii 'dinle dayak atmaya çalışanlar' bu kadar çoğalınca çeşitli tuhaflıklar/zıtlıklar da kaçınılmaz bir şekilde yaşanıyor. Örneğin: Bir dönem tarikatlerin İslam'ı geri bıraktığını (hatta şeriatın dışına çıktıklarını) söyleyenler, bir bakıyorsunuz, gün geliyor tasavvuf adına İslam'ın diğer parçalarına saldırıyorlar. Kur'an adına bir dönem hadislere saldıranlar, bir bakıyorsunuz, hadislerin daha doğru/doğrudan bir şekilde uygulanması adına(!) fıkha saldırıyorlar.

Bu sıralar en çok dayağı da fıkıh yiyor. Neden? Çünkü DAİŞ var. DAİŞ'in ehl-i sünnet fıkhının neresine konulacağı tartışılmadan, düne kadar fıkıh adına tasavvufu dövmekten kolları yorulmuş bazı zevat, 'fıkıh fetişizmi' denilen bir başlık altında karnımıza karnımıza çalışmaya başladılar. Hamiyetlerinden başları dönüyor. Aslında modernizmin 'ilimle' değil 'taktikle' galip gelme çabalarına yabancı değiliz. Bir taraftan, güya Kur'an adına, en sahih hadisleri dahi inkâr ederden; diğer taraftan, Kur'an'da yapacakları herhangi bir 'bükme operasyonu'na fayda sağlayacağını düşündükleri en zayıf hadisleri dahi coşkuyla kullanmaları; yine bir taraftan, ümmetin şu zamana kadar 'imam' diye bildikleri/sevdikleri büyüklerine saldırıp; diğer taraftan, sırf bazı sözleri işlerine yarar şekilde tevil edilebiliyor diye, diğer bazı İslam büyüklerini sitayişlerle anmaları ve daha ince örnek, modernizmin 'ilim' değil 'strateji' olduğunu gözler önüne seriyor.

Yani, kanaatimce, bugünün ehl-i bid'aları hakikate ulaşmak için ilmi araç olarak görmüyorlar, zaten bildiklerini düşündükleri hakikate insanları götürebilmek için çeşitli stratejiler uyguluyorlar. Bir gün nurculara yanaşıyorlar. Bir gün tarikatlere gülücük dağıtıyorlar. Bir gün fıkıhtan makas alıyorlar. Bir gün tasavvufla fıkhı, bir gün fıkıhla tasavvufu, bir gün Kur'an'la hadisleri, bir gün hadislerle tefsirleri dövüyorlar. Kimi yanlarına çekmek o gün kolaysa, onu kandırıp, onunla kardeşlerini dövüyorlar. Yekünden hangi parçayı zayıflatırlarsa neticede bütüne verdirdikleri bir kayıp oluyor bu. Kim kazansa onların işine yarıyor bu kavga.

Peki, İslamî ilimlerden birisinde ihtisas sahibi olan bir âlim, diğer bazı alanlara yönelik eleştiri üretemez mi? Üretebilir. Fakat bunu bir bütünün parçası olduklarının farkında olarak yapar. Saygıyla yapar. Hürmetle yapar. İhtiyatla yapar. Düşmana malzeme vermekten korkarak yapar. Onun gereksizliğini savunmak bir yana, varlığındaki hikmetin ve yaptığı hizmetin altını çizerek yapar. Kim Bediüzzaman'ın Telvihat-ı Tis'a'sının başlarında yeralan methiyelerini okusa, onun tasavvufa nasıl güzel hisler/düşünceler beslediğini görür. Halbuki eserin ahiri istikamet uyarılarıyla doludur.

Ancak, maalesef, şu yeni yetmelerimizin dili bıçak, elleri yumruk, gülüşleri müstehzi, üslûpları alaycı... İslam ağacının üç dalı olan fıkh-ı ekber (akaid), fıkh-ı zahir (fıkıh) ve fıkh-ı batın (tasavvuf) adına yaptıkları saldırılarda diğer dallara öfke var. Akaidsiz fıkıh, fıkıhsız tasavvuf, tasavvufsuz İslam olmayacağını göremiyorlar. Hatta diyebilirim ki: Şu zamanın tasavvufu 'entellektüel meşgale' haline getirmiş bir kesimi var ki, tasavvufu savunurken bile, tasavvuftan bihaber. Fıkhı savunanın bir kısmı da, fıkhın, selef-i salihînden miras kalan edebinden yoksun. Akaide vurgu yapanı da, kimi zaman aynı şekilde, kendisinden başkasına karşı hafife alıcı, örseleyici, yaralayıcı.

Herkes kendi öneminde sarhoş olursa ağacın bütünlüğünü kim savunacak? Bence, işte, asıl savunma tam bu cephede şekilleniyor. Kardeşliği savunmak sadece sosyolojik düzeyde bir dostane ilişki ağını savunmak değildir. İslam dairesinde kardeşliği savunmak ehl-i sünnetin parçası olan herbir dalı bir ağacın tarafgirliğiyle savunmaktır. Parçanızı sevin, ama ağacı daha çok sevin. Dalınızı savunun, ama ağacın diğer dallarına gelen darbelere karşı da, en az kendi dalınız kadar, alıngan olun. Mesleğinize 'Güzeldir' deyin, ama 'Yalnız benimki güzeldir!' demeyin. Size de 'çirkin' diyene karşı direnin, ona da 'çirkin' diyene karşı direnin. Kardeş böyle olunur.

Tasavvufa vurulunca sevinen nurcunun, nurculara vurulunca sevinen mutasavvıfın, fıkha tekme atılınca gülümseyen dervişin, mezheplere vurulunca sevinen ehl-i hadisin, hadislere vurulunca sevinen kelamcının bu meydanda yeri yok. Ben, daha nurculuk diye birşeyin olmadığı bir zamanda, meclis-i mebusana hitap ederken "Zaman cemaat zamanıdır!" diyen Bediüzzaman'ın bunu kastettiğini düşünüyorum. Baltanın ağzı demirden de olsa sapı odundan. Biz, ehl-i sünnet ağacıyız, bizi kesecek hiçbir baltaya sap olmamalıyız.

1 Mart 2017 Çarşamba

Bir acemilik tedavisi olarak namaz

"Onun nesim-i zikrine beden ol ki, hayattar olasın."
Mesnevî-i Nuriye'den.

Belki bu yazı, dolu dolu bir yazı gibi gelmeyecek size, ancak sadece sizin için yazmıyorum. Unutmamak için yazdığım da oluyor. "Bir hikayeyi canlandırmak onu gerçek kılabilecek şekilde yaşamaktır!" der Daniel Quinn İsmail'de. Birşeyleri anlatmak/yazmak da onları akılda (ve belki hayatta) tutmanın güzel bir yoludur. Dile gelmeyen, yani sesten veya harften olsun bir vücuda girmeyen şeyler, varlık sahnesinden çekilmeye meyyal oluyorlar. Zaten bir vücut giymemiş olanın varlık sahasını terketmesi de kolay. Tutmak biraz da bu demek. Tutmak biraz da tutunmak demek.

Daha üst bir vücut sahasından size 'ona tutunasınız diye' bahşedileni kendi vücut sahanızda tutmaya çalışıyorsunuz yazarak. 'Batıp gitmekle' ve 'batıp gidenleri sevmemekle' yaralısınız. Tutunmaya ihtiyacınız var. Ben de tam bu nedenle, aklıma gelen, bence değerli şeyleri not alıyorum. Birazı sizin içinse birazı da benim için. İnsan yazdığına önce kendisi muhtaç değil midir? Yaptığınız hâzâ cömertlik bile olsa, vermekten, verdiğinizden önce siz faydalanmaz mısınız? İyilik yapmak, izi ruhunuzu hiç terketmeyen, bir lezzete sahip olmak sayılmaz mı? (Alan el de veren ele 'veren el' olmayı hediye etmez mi yani?)

Demek iyilik (iyilikten muradımız amel-i salihtir) yapmak da kalbe geleni cisme büründürmektir. Allah'ın gönlünüze 'hissediş' veya aklınıza 'biliş' olarak bağışladığı güzellikleri iyiliklerle/fiillerle cisme büründürürsünüz. Kalbinize şefkat bağışlanır. Yavrunuzu kucağınıza alırsınız. Kalbinize aşk bağışlanır. Onunla bir çift göze tutunursunuz. O zaman tutarsınız işte. Hem melekler defterlerinde tutarlar. O iyilik sizi bırakmaz. O tadış sizi bırakmaz. O bir çift göz sizi ölünceye kadar bırakmaz. Tıpkı kurbanın bir omuzundan başka herşeyinin fakirlere dağıtıldığını duyan Efendimiz aleyhissalatuvesselamın Aişe annemize (r.anha) dediği gibi: "Desene omuzundan gayrısı bize kaldı."

Evet, iyilik olan kaldı, olamayan gitti. Peki biz neye 'iyilik' diyoruz? Bence iyilik demekle kastettiğimiz daha çok 'bizden ötesinin varlığına yarayan' şeyler. Yolda gördüğünüz bir dilenciye para vermekle duyduğunuz ferahlık, aslında, parçanın bütüne ettiği hizmetle duyduğu ferahlıktır. Yardıma muhtaç insanlara ulaştıkça, benliğiniz, sadece kendisi için varolmadığını sezdiği için ferahlar. Tatmin olur. Kalpler ancak bütünlüğün anlamını zikrederek tatmin olur.

Tevhidî bütünlük, üzerine yaratılmış olduğumuz ve vicdanımızda bu 'üzerineliğin' sorumluluğunu hissettiğimiz bir bütünlüktür. Biz müstakil yaratılmışlıklar/parçalar değiliz. Bir büyük 'Ol'un içindeki küçük 'ol'larız. Bütün varlığı yokluktan çağıran 'kün' emrinin içindeki 'kün'cükleriz. Vahidiyetin gölgesinde halkedilmiş olmamız, parçamızı, bütünden haberdar kılıyor. Fıtratımız ve fıtrat-ı zişuur olan vicdanımız bizi uyuma çağırıyor.

Yalnız uyuma mı? Bütünün varlığına katkıda bulunmaya da çağırıyor. Anne çocuğunun hayatını korumak için neden çabalıyorsa, bir çevreci de, tabiatın üzerine yaratılmış olduğu düzeni korumaya o yüzden çabalıyor. O bütünün kendisiyle irtibatlı ve kendisinin o bütünlükten sorumlu olduğunu hissediyor. İşte ben de tam bu noktada size 5. Söz'deki şu paragrafı hatırlatmak istiyorum:

"Seferberlikte, bir taburda, biri muallem, vazifeperver, diğeri acemî, nefisperver iki asker beraber bulunuyordu. Vazifeperver nefer talime ve cihada dikkat eder, erzak ve tayınatını hiç düşünmezdi. Çünkü, anlamış ki, onu beslemek ve cihazatını vermek, hasta olsa tedavi etmek, hatta indelhâce lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi talim ve cihaddır. Fakat bazı erzak ve cihazat işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir. Ona sorulsa, 'Ne yapıyorsun?' 'Devletin angaryasını çekiyorum' der. Demiyor, 'Nafakam için çalışıyorum.' Diğer şikemperver ve acemi nefer ise, talime ve harbe dikkat etmezdi. 'O devlet işidir, bana ne?' derdi. Daim nafakasını düşünüp onun peşinde dolaşır, taburu terk eder, çarşıya gider, alışveriş ederdi. Birgün, muallem arkadaşı ona dedi: 'Birader, asıl vazifen talim ve muharebedir. Sen onun için buraya getirilmişsin. Padişaha itimad et; o seni aç bırakmaz. O onun vazifesidir. Hem sen âciz ve fakirsin; her yerde kendini beslettiremezsin. Hem mücahede ve seferberlik zamanıdır. Hem sana âsidir der, ceza verirler. Evet, iki vazife peşimizde görünüyor. Biri padişahın vazifesidir; bazan biz onun angaryasını çekeriz ki, bizi beslemektir. Diğeri bizim vazifemizdir; padişah bize teshilât ile yardım eder ki, talim ve harptir.'"

Seferberlik nedir? Acemilik nedir? Angarya nedir? Talim ve harp nedir? Hepsini tek tek konuşmaya bu yazı yetmez. Fakat şu kadarcık dokunmak istiyorum kendimce: Seferberlik bütünün anlamıdır. Ve bu sözde de onu temsil eder. Kainattaki şu koplike düzen, sürekli faaliyet, hiç durmayan çalışma ve dönüşüm tıpkı bir seferberlik gibidir. Kainat bir amaç uğruna çalışan bir fabrika gibidir. Fakat onun içindeki bazı parçaların, mesela bizim, ayrıca bütün (parçasının bütünlüğü) olduklarına dair bir şuurları vardır.

Bu yetenek onlara bir hikmete binaen verilmiştir. Ve parça acemi olduğunda telaşlanır. Bir yerin acemisini, bütünün içinde, kendi menfaatini sürekli kollamasından, hem kendi adına cidden korkmasından, hem kendisini fazla kaptırmasından anlarsınız. Bir işyerine yeni başlayan elemanlar tecrübelilere göre işe daha farklı bir vurguyla sarılırlar. Tecrübelilerin (muallem ve vazifeperverlerin) aldırmadıkları şeylere dahi büyük dikkat gösterirler. Daha fazla şeyden korkar, daha fazla şey için endişelenir, daha fazla şey için gerilirler. İşyerinin, maaşları veya öğle yemeklerini düzenli verdiğini bilen bir işçi, bir dahaki ay için (veya o günün öğle yemeği için) acemi kadar telaşlanmaz. Ama o telaşlanır. Çünkü bütünle uyumunu tamamlamamıştır. Henüz sisteme adapte olamamıştır. Tecrübesi arttıkça vurgusu değişir.

Hepimiz yaşadığımız iş maceralarından bunu biliriz. Eskiden, beraber çalıştığım birisinin, kolilerin üzerine yazdığımız firma isimlerini adeta elyazısı güzelliğinde yazmaya gayret ettiğini hatırlıyorum. Ona bu işi uzattığı ve paketlemeyi geciktirdiği için kızardık. Elyazısının güzelliği içinse takdir edenimiz yoktu. (Müşterilerin de takdir mesajı yazdığını hatırlamıyorum.) Zira işimiz kolilerin müşterilere sevkedilmesiydi. Vurgumuz bunaydı. Firma isimlerinin güzel yazılmasına ihtiyaç veya rağbet yoktu. Hatta, değil isimlerin tamamı, sadece başharfleri bile olsa yetiyordu.

İşte, 5. Söz'de mürşidimin altını isabetle çizdiği gibi, insan da bu dünyanın acemisi olduğunda kendi parçasına ve parçasına önemli/hikmetli gelen şeylere titizleniyor. Varlık amacının kendisi olduğunu sanıyor. Bütüne/bütünün amacına farkındalığı az oluyor. Namazı anlatan bir sözde şu hikayeciğin bize aktarılması elbette tesadüf değil. Namaz bütünün anlamı içindir. Rızık endişesi ise parçanın varlığını devam ettirmesi için. Parça, bütünün önemini görmez olduğunda, topyekûn bir seferberlikte olduklarını unuttuğunda, kendi önem hiyerarşisine ve vurgusuna göre amel etmeye başlar. Hatta kendisinden başka 'ben'lerle savaşmaya, onları kıskanmaya, rakibi gibi görmeye koyulur.

Ancak tevhide imandır bize bütünlüğü öğreten. Namazdır, unuttuğumuz her günde, beş vakit tekrar ile bütünlüğü ve amaçlarını hatırlatan. Bize tutunmamız için bizden aşkın bir anlamı bağışlayan. Namaz kılmayan insan bu hayatın acemisidir. Çünkü bütünün ne için varolduğunu unutmaya başlar. Öyle ya, mürşidim demez mi yine, "Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder." Evet, bütünün amacını unuttukça, parçanın menfaati için onlara zulmedersin. Bencillik de budur zaten.

25 Şubat 2017 Cumartesi

Bediüzzaman neden 'Muhammed-i Arabî' (a.s.m.) diyor?

Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyorum internetten. Bunlardan birisinin (linkini yazının sonunda vereceğim) ahirinde şöyle bir hadis naklediyor Esad Coşan Hocaefendi merhum. Efendimiz aleyhissalatuvesselam Selman-ı Farisî'ye (r.a.) buyuruyor: "Ya Selman, bana kızma, yoksa dininden kopar gidersin." Hz. Selman (r.a.) bu emir karşısında şaşkınlıkla soruyor: "Sana nasıl kızılır ya Resulallah?" Efendimiz aleyhissalatuvesselam cevap veriyor: "Arap kavmine kızarsın. Bana da kızmış olursun." Mezkûr hadisin Tirmizî gibi kaynaklarda da yeralan 'hasen' bir hadis olduğunu nakleden Esad Coşan Hocaefendi, meseleyi bir dönem Türkiye'de ekilmeye çalışılan Arap düşmanlığına getiriyor ve ekliyor: "İmanlı kulun derecesi çok yüksektir. Allah'ın sevdiği kuluna düşmanlık besleyen iflah olmaz."

Merhumun ta 1987'de ettiği bu nasihatlere, sanıyorum, bugün bizim daha çok ihtiyacımız var. Çünkü o zamanlar devlet eliyle ekilmeye çalışılan jeo-politik, ideolojik ve seküler düşmanlığa bedel; bugün, Suriye'de yaşananlar nedeniyle ortaya çıkan sosyolojik sıkıntıdan nemalanmaya çalışan küresel/yerel güçler var. Dün, devletin Batılılaşma idealleri adına halka Arap düşmanlığı öğretilmeye çalışılırken, bugün herkesin gündelik yaşamında birebir karşılaştığı sıkıntılar üzerinden tutuşturulmaya çalışılan bir alev var. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'Farisî bir sahabisine' 1400 yıl önce ettiği şu nasihate, 1400 yıl sonra gelen Türkî veya Kürdî ümmeti olarak, daha çok muhtacız. İslam'ı diğer kavimlere taşıyan 'sancağın ilk taşıyıcılarına' gereken hürmeti beslemek zorundayız.

İlginç birşeydir: Bediüzzaman'ın, Risale-i Nur külliyatı boyunca, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hakkında en sık kullandığı ifade 'Muhammed-i Arabî'dir. Yıllar önce, Allah kendisine afiyet bağışlasın, Abdulhamid Oruç Hoca, Bediüzzaman'ın bu seçiminin o dönem için özellikle yapılmış bir tercih olduğunu ve halka ekilmeye çalışılan Arap düşmanlığını yenebilmek için külliyatta yoğun bir şekilde kullanıldığını ifade etmişti.

Şimdi, mezkûr hadis-i şerifle birlikte düşününce hakikaten de Bediüzzaman'ın şu seçiminin kastî olduğunu anlaşılıyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam nasıl ki Selman-ı Farisî'ye (r.a.) kendisinin de bir Arap olduğunu hatırlatarak 'Arap kavmine düşmanlığın kendisine de düşmanlık anlamına gelebileceğini' öğretiyor; onun bir talebesi olarak Bediüzzaman da, tedrisinde sık sık 'Muhammed-i Arabî' diyerek veya anarak, bu zamanın müslümanlarına aynı hakikati ders veriyor. Yani; Risale-i Nur külliyatında belki öylesine kullanıldığını sandığımızın bu terkibin, aslında 1400 öncesine uzanan şöyle bir hakikati var. Buradaki yankı oradaki sesten besleniyor. ('Allahu'l-alem' kaydıyla ifade etmiş olalım.) Hem Bediüzzaman'ın şu cümleleri de bu fikri desteklemiyor mu?

"Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa'nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâlikiyle beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur'ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur'ân'a dokunur. İslâmiyet ve Kur'ân'a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!"

Agâh (uyanık) olalım abiler ve ablalar! Arap düşmanlığı, hangi argümanın üzerine bina edilirse edilsin, hadis-i şerifin ve mübarek hocalarımızın bize haber verdiği üzere, üzerine ırkçılık hamiyeti giydirilmiş bir İslam düşmanlığıdır. Şu yazı vesilesiyle iki mürşidime de rahmet duaları eder, Cenab-ı Hakk'tan, o güzellerin emsallerini şu muhtaç zamanda kesretle halketmesini niyaz ederim. Âmin.



Esad Coşan Hocaefendi'nin mezkûr dersi için: https://www.youtube.com/watch?v=6cGiZrF0ysY&list=PLFA94D30CDC4B3996&index=7

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...