25 Mayıs 2017 Perşembe

Siyaset dışı kişilere/alanlara neden ihtiyaç var?

Okuyanlar hatırlayacaklar. Buna dair daha evvel de yazdım. Fakat şu mesele, dilimin kestiği öyle tatlı bir şeker ki, ne kadar bahsetsem az geliyor. "Zikrullah veya kelimat-ı mübareke dediğimiz şeylerin tekrarının veya Kur'an gibi kudsî metinlerin kıraatinin veya salih âlimlerin eserlerinin tefekkürünün insana en özünde kattığı şey nedir?" diye kendime sorduğumda şu cevabı buluyorum: "Onlar parçaya bütünün anlamını hatırlatıyorlar." Evet, şuurunda olalım/olmayalım, Allah'ı çeşitli şekillerde zikretmekle kazandığımız kemal budur. Parça kesret/çokluk âleminin dağınıklıklarından, karışıklıklarından, kalbî ve ruhî yüklerinden bütünün anlamını zikrederek kurtulur. Bu nasıl olur? Bu 'büyük resme bakmanın rahatlatıcılığı' ile olur. İnsan, zorlu bir süreçle karşılaştığında, o sürecin kendisinde yaptığı yıpranmalara, yaşattığı sapmalara ve hissettirdiği acılara sürecin anlamını ve neticesini anarak karşı koyar.

Askerlik yapanlar nasıl sürecin geçiciliğini hatırlayarak/hatırlatarak yaşadıkları sıkıntılara karşı koymaya çalışıyorlarsa; evlilik sürecine giren insanlar da benzeri şekilde o sürecin 'süreçte yaşananlardan aşkın' anlamını hatırda tutarak (veya birbirlerine hatırlatarak) aşmaya çalışıyorlar. Biraz daha ilerleyelim. Bir hastanın tedavi süreci boyunca kendisine telkin ettiği de budur. Çevresi de ona bunu telkin eder. Bir çocuk iğne vurulurken ebeveyninin söylediği dahi budur. "Geçti yavrum, bak, hemen geçti!"

Birşeyin geçiciliği, ancak, onun parçası olduğu bütünün amacı/mahiyeti üzerinden ispatlanır. Uçağın yolculuk sırasında yaşadığı sarsıntıyı aşmak, o sarsıntının binlerce kez benzeri şekilde yaşandığını, fakat yine de menzile ulaşıldığını hatırda tutmakla olur. Pastanın pişmemiş yerini ısıranın isyanı, tamamının, hatta ekseriyetinin öyle olmadığı hatırlatılmakla tedavi edilir.

Demek: Bütünü hatırda tutmak parçayı rahatlatıyor. Bütünün anlamını hatırda tutmak parçayı yaşadıklarına karşı daha dayanıklı kılıyor. Bu gözle bakılırsa görülecektir: Mürşidimin Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi veya Çocuk Taziyenamesi gibi eserlerinde yaptığı da budur. Bu aslında Kur'an ve sünnetin bize öğütlediği bakış açısıdır. Bu zamandan geriye doğru gittiğinizde, her dönemin mehdi-misal mürşidlerinin, dönemlerinde yaşanan fitnelere karşı benzer bir tedavi yolunu tuttuğunu görürsünüz. Bu bir tarikat usûlü çerçevesinde ve zikrin tekidi ile de olabilir; bir eserin telifi, neşri ve etrafında oluşturulan sohbet halkaları şeklinde de olabilir. İkisinde de yapılmaya çalışılan önce 'hıfz' sonra 'hatırlatma'dır.

Moğolların fitnesi döneminde İslam âlimlerinin yazdığı ve etrafında büyük halkaların/ekollerin oluştuğu eserlere bakın veya daha ilerisine/gerisine gidin, fitneye karşı direnişin hep bu şekilde yapıldığını görürsünüz: "Asıl amacı koru ve hatırla!" Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) 'Ridde fitnesi' ile mücadelesinin hemen ardından Kur'an'ın bir mushafta hıfzı için attığı mübarek adımdan tutun, Hz. Ömer b. Abdülaziz'in (r.a.) hadislerin hıfzı için sergilediği gayrete kadar; İmam Gazalî'nin (r.a.) kendi döneminde bâtıl fırkalara karşı eserleriyle verdiği mücadeleden tutun, Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'la yapmaya çalıştığı şeye kadar; böylesi bütün örnekler gösterir ki: Müslümanlar bir fitne karşısında bütünün anlamını ellerinden geldiğince hıfzederek ve birbirlerine ellerinden geldiğince hatırlatarak ayakta dururlar. Parçalarda boğulmaktan böyle korunurlar.

Bediüzzaman'ın tarikatlere verdiği önemin ardında yatan sır da budur ki, şu metinde, kendisini bize güzellikle okutur:

"Daire-i takvâdan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreplerin ve tarikat namını haksız olarak kendine takanların seyyiâtıyla tarikat mahkûm olamaz. Tarikatin dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarikatler olduğu gibi, âlem-i küfrün ve siyaset-i Hıristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müthiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kale-i İslâmiyeden bir kalesidir. Merkez-i hilâfet olan İstanbul'u beş yüz elli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beş yüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde Allah Allah diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır. İşte, ey akılsız hamiyetfuruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarikatin, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz."

Bugün biz de böylesi bir açlığı çekiyoruz. Siyasetin dışında kalmış, ruhumuza nefes aldıracak, dünyanın dağdağasında boğulmaktan kalbimizi kurtaracak bir alan arıyoruz. Hakikat dersi için toplandığımız meclislerde, ardına düştüğümüz kişilerde, yürüdüğümüz yollarda bile siyasetin işgalini yaşıyoruz.

Bazıları, devanın da burada olduğunu, hatta İslam âleminin ancak böyle bir yerden ayağa kalkacağını söylüyor. Diyorlar ki: "Siyasi meseleleri konuşa konuşa kemalimizi bulacağız(!)" Onlara katılmıyorum. Çünkü siyaset parçadır. Hem de sorunlu bir parçadır. Ona dair konuşulanlar parçaya dair konuşmalardır. Parçalar hakkında konuşmak bizi parçalar. Bütün hakkında konuşmak bizi bütünler. Uhuvvet Risalesi'nin verdiği derstir bu: Bir, bir, bir'ler birleştirir. İttihad-ı İslam'ın saklı olduğu yer parça değil bütündür. Bize yalnız 'Allah' denilen alanlar gerek. 'Nur görünümlü topuzlara' veya 'topuz görünümlü nurlara' ihtiyacımız yok. Bu noktada, hangi meslek veya meşrepte olursak olalım, zikrullahın ihyasına mesai sarfetmeliyiz. Dinî faaliyet yürüttüğümüz yerlere parçanın dilini sokmamalıyız. Direnmeliyiz. Işığa çağıran olmadığında artmak mümkün olmaz çünkü. İnsanlar nura gelir topuza gelmezler.

24 Mayıs 2017 Çarşamba

Konu sen değilsin

Parıltı ne de çabuk ölüyor. Kelebeklerden bile çabuk. Belki de varlık sahasında gördüğümüz ölümlerin en çabuğu. Birşey, bir an parıldıyor, sonra o parlaklığı yokoluyor. Tamam, bu, o şeyin büsbütün öldüğü anlamına gelmiyor her zaman, fakat yine de bir yanıyla ölüm bu. Değişim de bir tür ölümdür. Öncekinin ölüp sonrakinin dirilişidir. Bu bir haşirdir. Ânın ahiretidir sonrası. İnsan yarını da yaşayabilen bir dündür. Fakat dünü, ne bugününün, ne de yarınının aynısıdır. Değiştiği zaman da onda birşeyler ölmüş oluyor. Öncekini öldürüp-defnedip sonrakine dönüşmüş-yeşermiş oluyor. 

Parlaklık, biraz da bu nedenle, varlıkta en sık ve açık şahit olduğumuz gidişlerden birisi. Her parlayan şey solar. Her canlı renk matlaşır. Her ışıldayan söner. Herşey ilk halinden taviz vere vere son halini bulur. Eksilirken olgunlaşır. Daha azı olmakla daha fazlası olur. Heyecanlar diner. Sıcaklar soğur. Hevesler körelir. Arzular azalır. Ateşler söner. Acı bile alışkanlık olur. Elbette, yıldızların doğup sönüşüne şahit olmak, şu kısacık ömürlerimizle mümkün değil. Fakat bir su kabarcığında yansıyan güneşin, o minicik şirin pırıltının, o yepyeni heyecanın sönüp gittiğini görmek pek kolay. Hatta pek sık. Belki biraz da bu yüzden, mürşidim, fena ile ilgili verdiği derslerin çoğunda onu misal olarak kullanıyor:

"Nasıl ki, güneşe karşı cereyan eden bir nehrin yüzünde kabarcıklar parlar, gider. Gelenler aynı parlamayı gösterip, taife taife arkasında parlayıp, sönüp gider. Bu sönmek, parlamak vaziyetiyle, yüksek, daimî bir güneşin devamına delâlet ederler. Öyle de, şu mevcudat-ı seyyaredeki hayat ve mevtin değişmeleri ve münavebeleri, bir Hayy-ı Bâkînin bekà ve devamına şehadet ederler..."

Demek: Bizdeki değişimler de 'değişmeyenin' delilidir. Biz çiçek gibi solarız ki hiç solmayan bilinsin. Gözler onu arasın. Kalpler onu arzulasın. Bizde varolan güzelliklerin gelip geçiciliği, fakat güzelliğin kalıcılığı, biz onu yitirirken başka güzellerin yüzlerinde hayatını neşeyle devam ettirebilmesi, enerjisini bizden almadığını gösterir. Ateşli bir alna konulmak için suya batırılan bezler, ıslaklıklarını zamanla yitirirler, fakat su ıslatıcılığını yitirmez. Bezlerin değişmesi, ıslanıp kuruması, batırılıp çıkarılması, suyun ıslatılıcılığına zarar vermez. Islaklar kurumamak için suya muhtaçtırlar amma su ıslak kalmak için onlara muhtaç değildir. Çünkü şunların ıslaklığı 'arızî'ye suyun ki ise 'zatî'ye misaldir.

J. M. Coetzee Yavaş Adam'da diyor ki: "Eski bir oyun hamuru. Kiremit kırmızısı, yaprak yeşili, gök mavisi hamurlar içiçe geçmiş, donuk mora dönüşmüşler. Neden parlaklıklar donuklaşıyor da donukluklar parlaklaşmıyor, diye merak ediyor. Kırmızının, mavinin ve yeşilin morluktan yumurtadan çıkarcasına çıkmaları, geri gelmeleri için ne yapmalı?"

Yine benzer bir tefekküre de Lydia Millet'ın Benim Mutlu Hayatım'ında rastlıyoruz: "Gitgide görünmez olduğumu farketmiştim. Daha doğrusu yarı saydam olduğumu. Bu hadiseyi izlemek ilginçti. Yaşlandıkça erkeklerin gözüne daha az battığımı gözlemlemiştim yakın zamanda. İnsanın yüzü bir kuşun tüyleriyle aynı görevi görüyor gibi geliyordu bana. İnsanlar gençken muhteşem oluyor ama sonra solmaya başlıyor. Böylece yaşlandıkça görünürlükleri azalıyor insanların. En azından daha genç olanlarına kıyasla. Cilt kırışınca düzlemler ışığı eskisi gibi hemen yansıtmıyor ve yüzün parlaklığı azalıyor."

Dr. Strange filminde Tilda Swinson ile Benedict Cumberbatch'in aralarında geçen diyaloğu ders almamız için belki de bu yitirişler: "- Kibir ve korku en basit ve önemli dersi öğrenmekten seni alıkoyuyor. - Neymiş o? - Konu sen değilsin."

Evet, konu biz değiliz, konu biz olmadığımız için vurgu üzerimizde fazla oyalanmıyor. Bir ve, bir da, bir ile, bir ki kadar varız bu cümlede. Daha büyük birşeye işaret etmek için varız. O büyük anlam kainat çapında haykırılırken, her nasıl oluyorsa, ses bize de uğruyor, bizim varlığımız da dillendiriliyor.

Biz de parlıyoruz. Biz de güzelleşiyoruz. Biz de yaşıyoruz. Gülüyoruz, koşuyoruz, seviyoruz ve arzuluyoruz. Sonra cümle anlam için ve anlam içinde akmaya devam ederken ses bizi ağır ağır terkediyor. Zayıflıyoruz. Parlaklığımız azalıyor. Gözden düşüyoruz. Çünkü konu biz değiliz. Konu bizim üzerimizden yine bize anlatılan bir güzellik. Biz duyulmaz olacağız ki cümle hecemizde takılıp kalmasın. Bütün güzelliğiyle kurulmaya devam etsin. Kendi parlaklığımızdan güneşin güzelliği ile vazgeçiyoruz. Çünkü o güzel yansımalarından daha güzel.

Yitirdiklerinle belki böyle düşünerek barışabilirsin arkadaşım. Yitirdiklerini yitirmeseydin yalnız kendin olarak kalacaktın. Küçük bir çıra ateşi gibi yanacaktın. Çıranı ocağa atmakla daha büyük bir ateşin parçası oldun. Yandın. Yaktın. Yakıldın. O ateş hiç sönmeyecek. O sönmedikçe sen de sönmezsin.

20 Mayıs 2017 Cumartesi

Okunmamış su var mı?

"Resim kendinden önce varolanın üzerine kuruludur." Rauda Jamis, Aşk ve Acı: Frida Kahlo'dan.

Amerikalı yazar Kurt Vonnegut'un Kedi Beşiği isminde bir romanı var. Belki daha önce duyanlar olmuştur. Belki okuyanlarınız da vardır. Ama ben, her her ihtimale karşı, azıcık kitaptan bahsetmek istiyorum. Einsteinvarî müthiş keşifler yapmış bir bilimadamının hayat öyküsünü araştıran Amerikalı gazetecinin süreç boyunca yaşadıkları, en nihayet, dünyanın sonunu getirmesiyle neticeleniyor. Dünyanın sonunu nasıl getiriyor peki? 'Buz-dokuz' ismindeki bir silahı, istemeden de olsa, harekete geçirmesiyle. Peki 'buz-dokuz' nasıl bir mantıkla çalışıyor? İşte, kitabın en ilginç kısmı burası, burayı kitaptan alıntılayalım:

"Kastettiği minik bir istenmeyen kristal şeması taneciğiymiş. Tanrı bilir, nereden çıkıp gelen bu tohum, atomlara yeni bir dizilme, kilitlenme, kristalleşme, donma biçimi öğretiyormuş. 'Bir kez daha adliye bahçesindeki top güllelerini veya sandıktaki portakalları düşünün' dedi Dr. Breed. Sonra en alttaki güllelerin ya da portakalların diziliş biçiminin üzerlerindeki sıraların nasıl dizilip kilitleneceğini belirleyişini anlamama yardım etti. 'En alt sıra, üste koyulacak her top güllesinin ya da portakalın nasıl davranacağını belirleyen tohumdur, üsttekiler sonsuz sayıda olsa bile. (....) Farzedelim ki, suyun mümkün birçok kristalleşme, yani donma biçimi var. Yine farzedelim ki, üstünde paten kaydığımız ve içeceklere koyduğumuz buz, birkaç farklı buz tipinden biri ve adı buz-bir. Farzedelim, su, dünyada her zaman buz-bir şeklinde donmuyor..."

İşte, kurgu silahımız buz-dokuz, suyun, her zaman alışık olduğumuz şekliyle donmaya mecbur olmadığı ve farklı şekillerde de buz olmaya yönlendirilebileceği/öğretilebileceği teorisine dayanıyor. Öyle ki, bu yeni donma şekli, sıfırın altında bir sıcaklığa inmeye de ihtiyaç duymuyor. Oda sıcaklığında da katılaşabiliyor ve erimeden kalabiliyor. Onunla temas eden her su taneciği de aynı şekilde buz olmayı öğreniyorlar. Tıpkı bir bulaşıcı hastalık gibi. 'Bulaşıcı bir yeni fizik yasası.' Suyun binlerce yıllık ahlakı, bu yeni yasaya göre kristalleşmiş tek bir zerreyle dahi temas ederse, bozuluyor. Böylesi hastalıklı bir taneciğin okyanusa düştüğünü hayal edin. Evet, işte, finale birazcık yaklaştınız. Ateşle temas eden bir benzin damlasının okyanus büyüklüğünde bir benzin denizine yanmayı öğretebilmesi ve hatta bu sonucu tetiklemesi gibi.

Mizahî öğelerle de dolu bu 'yarı ciddi-yarı şaka' bilimkurgu romanın okurlarına (belki sadece bana) sordurduğu ise şu: Hakikaten de, suya, binlerce ihtimal içinden sadece bu şekilde buz olmayı kim öğretiyor? Kim dayatıyor? Neden fizik yasaları 'çok ihtimalli' değil? Tesadüflerden(!) meydana geldiği savunulan bir âlemde yasasızlık veya düzensizlik daha mantıklı olmaz mıydı? İlm-i Kelam'ın Cenab-ı Hakkın varlığını isbatta kullandıkları 'imkan delilini' izah eden şu yerde, mürşidim, sanırım bunun cevabını da veriyor:

"Görüyoruz ki, herşey, küllî ve cüz'î bulunsun, büyük ve küçük olsun, Arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcut, mahsus bir zât ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlarla dünyaya gönderiliyor. Halbuki, o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek; hem, sûretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve fârikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olan eşhasın miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem, sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit bulunan o masnua o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek; hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahlûka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz'î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânâtı adedince, tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe'n Ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğine ve en büyük birşey, en küçük birşey gibi Ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler."

Kısaltamadım. Tamamı bir cümle çünkü. Her neyse... Devam edelim: Kaderin bir yüzü de bu noktaya bakıyor aslında. Varolmanın şahid olduğumuz şekli, sonsuz sayıda varolma ihtimalinden sadece birisi, aklımız da görüyor bunu. Bırakınız, en temelde atomların alabilecekleri halleri, gözümüzün yüzümüzde tutacağı yerin dahi sonsuz sayıda ihtimali var. Birçok yerde olabilecekken, mürşidimin yukarıda ifade buyurduğu gibi, 'hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek' şeklinde en doğru yerde bulunması bunun bir emirle gerçekleştiğini, kaderî bir planının olduğunu ve ona göre şekillendiğini gösteriyor.

Yani, Kedi Beşiği'nde dendiği gibi, en alt sırada yeralan portakallar veya gülleler değil devamındaki sonsuzluğu yönlendiren. Bütün sıralara öyle dizilmelerini emreden bir emredici var. Bir kader var. Bir kanun düzenliliğinde böyle emrettiği için, biz onu 'devamlı böyle emredilen' olarak, yani 'kanun' olarak okuyoruz. Fakat ne gariptir ki; insanoğlu, tek tek emirlere fail ararken, düzenlilik seviyesine çıkmış emirleri 'kanun koyucudan beriymiş gibi' yansıtabiliyor. Mutfağındaki demlikte çay bulsa, 'birisinin çay yapmayı irade etmiş' olduğunu çıkarıyor da, su her zaman sıfır derecede donsa, onu faili bulunmaktan âzât ediyor.

Bu ahmaklığı biraz açarsak şunu ekleyebiliriz: Dünya yaratıldığından beri her sabah mutfağımızda çay bulunsaydı, bunu failsiz kabul edebilirdik, sıkıntı olmazdı. Adına da 'çay çekim kanunu' falan derdik. Ancak annemizin evde olmadığı günlerde çay bulunmuyorsa, o halde yapanı annedir, faillidir, inanmak zorundayız. Böyle bir kafanın Allah'a inanması için de Allah'ın varolmadığı bir zamana/alana ihtiyacı var. Zira ancak böyle kıyas yapabilir. Fakat ne ilginçtir ki, Allah'ın olmadığı bir an olursa, zaten o Allah olamaz. Onu varlığa tekrar çıkaran her neyse (çünkü o yokolmuştu) o ilah olur. (Allah'ın bir sıfatı da Kıdem'dir.) Hem, Allah'ın varolmadığı bir an olursa, biz de o an varolamayız. Onun yaratmadığı bir anda yaratığı olan bizler de varlıkta kalamaz ve yokoluruz. Uzun sözün kısası: Böyle birşeyi yaşayıp, şahit olup, kıyaslamalar yapmamız her şekilde mümkün değildir.

Bu meselenin birinci tarafıydı. Şimdi bir de duaya bakan tarafına dokunmak istiyorum: Bazı insanlarda 'okunmuş su' veya 'okunmuş şeker' veya 'okunmuş herhangi birşey' üzerine bir alaycılık hasıl oldu. Bu evvelden de vardı belki. Fakat son zamanlarda daha bir şiddetlendi sanki. Bu insanlar, anladığım kadarıyla, maddenin tavrının 'üzerine söylenmiş hiçbir kelimeyle/emirle' değişemeyeceğini düşünüyorlar. Buna daha bu zemindeyken katılmak mümkün değil. Çünkü biz biliyoruz ki, 'ses veya görüntü kaydı almak' dediğimiz hadise, tastamam sesin veya görüntünün nesneleri etkilediği ilkesine dayanıyor. Hatta bilimadamları diyorlar ki: Her ses çevresindeki nesnelerde kendine has izler bırakıyor. Eğer bir gün bu izleri okuyabilmenin yolunu bulursak, yüzlerce yıl önce söylenmiş sözleri dahi, tarihî eserlerin üzerinden dinleyebiliriz.

Biraz daha ilerisine gidenler 'iyi sözlerin' veya 'kötü sözlerin' nesneler üzerinde farklı tesirler ortaya çıkardığını söylüyorlar. 'Suyun hafızası' deneyleri veya bitkiler üzerine yapılan benzer deneyler yakınlarında söylenen kelimelerin veya çıkarılan seslerin nesneleri etkilediğinin ikinci bir delili. Bir üçüncü delilimiz, bizzat kendimiziz, çünkü biz de çevremizdeki seslerden etkileniyoruz. İltifatlar mutlu ettiği gibi hakaretler mutsuz ediyor. Bunu salt 'anlama yetisi' ile açıklamak bir kaçış aslında. Öyle ya! Anlamanın özünde ne var? Anlamak da nihayetinde bir etki okuması değil midir? Kurşun sesinden sonra canı acıyan insan vurulduğunu nasıl anlar? Bizi inciten sözler belki fiziksel olarak da bizde kem tesirler bıraktığı için onları duyduğumuzda üzülüyoruz. Yani hissettiğimiz hüzün bedenimizin/ruhumuzun bize verdiği bir mesaj. "Bunları dinlemeye devam etme! Bizi kötü etkiliyor. Canımız acıyor."

Acı sahnelerle dolu fotoğrafların arasında oturun veya neşeli sahnelerin resmedildiği fotoğraflar arasında takılın. Her ikisinin de sizi psikolojik olarak etkilediğine şahit olursunuz. Hatta kişisel gelişim kitaplarında sıkça yeralan 'aynanın karşısına geçip kendini motive etme' egzersizleri dahi yine kelimelerin bize yaptığı etkiyi anlatıyor. Nihayetinde gelmek istediğim nokta şu: Sesler 'kulaklı' şeyleri etkilediği gibi 'kulaksız' şeyleri de etkiliyor. Çünkü kulak sadece etkinin şeklini şuurlandırıyor. Etkilenip-etkilenmeyeceğimizi belirlemiyor.

Aynanın karşısında güzel sözler söyleyince hayatının değişeceğine veya evrene mesaj vermiş olacağına inanan âkillerimiz, neden, kainatın üzerine kurulduğu anlam yanında anılınca, bunun nesnelere tesir edeceğine inanmıyorlar? Bizim 'okuma' saydığımız kelimat-ı mübarekenin veya Kur'an'ın veya duanın veya esmaü'l-hüsnanın, anlam ve değer olarak, aynanın karşısında kendine kurum kurum söylediğin 'İyisin, hoşsun, bomba gibisin!' gibi sözlerden geri kalır yanı var mı? Hâşâ, o altı boş kelimelerin bedeline, kelimat-ı mübareke, kainatın asıl anlamını sembolize ediyorlar ve hatta deruhte ediyorlar.

Sen, bir nesnenin üzerine Kur'an okuduğun zaman, bütün evrenin üzerine yaratıldığı anlamı zikrediyorsun. Az şey midir? Tüm kainatı yaratan bir Allah'ı ve isimlerini anıyorsun. Az şey midir? Buradan çıkan maddi veya manevi dalgaların o nesneye tesir etmeyeceğini nasıl söylersin? Kim söyleyebilir? O sözü dinlemiş bir su/şeker teberrüken yense veya içilse hiçbir hayırlı etkisinin olmayacağına nasıl ihtimal verirsin? Nasıl verilebilir? Belki senin zerrelerin de, üzerine mübarek ağızlardan, mübarek vakitlerde, mübarek sözlerin söylendiği zerrelerle temas ettiğinde ahlakını değiştirir? Belki tutuşmuş o zerrelerden bir nebze yanmayı öğrenirler? Belki her an oluyor da bu! Ne biliyorsun?

Dua bizi ve hayatımızı ve hatta dua ettiklerimizin hayatını değiştirir/değiştirebilir. İmkan kapısı açıktır. Bunu, hem Cenab-ı Hak, o duaları kabul ettiği ve sonuçlarını yarattığı için de yapar; hem o iyi 'eylemelerin' bizim müşahade edebildiğimiz/edemediğimiz dalgaları, izleri, tesirleri olduğu için de yapar. Allah şanı nasıl dilerse öyle bir hayrı yaratır. Oluşturduğumuz dalgaların nerelere kadar gittiğini biz tesbit edemeyiz. Söylediğimiz sözlerin, yazdığımız cümlelerin, yaptığımız fiilerin zamana uzanmış kelebek etkileri olduğunu kabul ediyoruz, mantıklı buluyoruz, bu akıllıca geliyor. Dualarımızın da olabilir.

Son olarak demek istiyorum ki: Modernistler varlığa bakışta müslümanların materyalistleridir. Maddeye bakışlarındaki ruhsuzluk onlarınkinin tıpkısının aynısıdır. Öyle ya! Kur'an'da herşeyin Allah'ı tesbih ettiğini okuyan bir mü'min için okunmamış bir nesne var mıdır?

18 Mayıs 2017 Perşembe

İnsanlığın sürümü nasıl yükselir?

"Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiğinde aya, onu açığa çıkarttığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu yapıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir." (Şems sûresi, 1-10)

Şöyle bir yerden başlayalım: Matrix'te, Carrie-Anne Moss'un canlandırdığı Trinity karakterinin, filmin hemen başlarında polise attığı bir tekme var. Kameranın ânın etrafında döndüğü bir sahne. İlk kez bu filmde kullanıldı sanıyorum o teknik. Her neyse... İşte ben o sahneyi görene kadar hiç öyle bir hayal kurmamıştım. Yani öyle bir hayal kurulabileceğini aklımın ucundan bile geçirmemiştim. O filmden sonra ancak böyle hayaller kurmaya başladım. Sonra düşündüm: Filmlerde kullanılan tekniklerin insanlara hayal kurma konusunda öğrettiği/dayattığı pekçok şey var. Sinema döneminin çocukları kesinlikle kendilerinden önceki insanlar gibi hayal kurmuyorlar. İyi veya kötü. Sinema onlara hayal kurmanın farklı yollarını öğretti. Belki bazılarını da unutturdu.

'Orijinallik' bence 'yoktan yaratılış'la en yakın teması sağladığımız yer. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Orijinal birşeyin malzemesi terkip gibi dursa da, yani bir yerlerden toplansa veya başka şeylerden elde edilse de, onun aldığı son hal, vardığı yeni varlık, işte bunun öncesi yoktur. Bu bir yoktan yaratılıştır.

Sizden önce farkedilmemiş bir manayı ilk kez sizin farkettiğinizi hayal edin. Daha önce edilmemiş bir tefekkürün mütefekkiri siz olun. Sizden evvel yazılmamış türden bir şiir kaleminizden çıksın. Bir roman yazılsın. Bir kurgu oluşturulsun. Söylenmemiş bir sözünüz olsun. Bunların her biri bir yanıyla yoktan yaratılışlardır. Bu dünyayı (ve dolayısıyla sizi) aşan işlerdir. Çünkü; aldıkları son halin, ondan kopyalanacak, yani birebir taklidi yapılacak öncesi yoktur. Başınızı kaldırınca şu resim genişler. Tıpkı her yeni günün/gecenin bir diğerinin hem benzeri hem de bir başkası olması gibi. Yahut da dünyaya gelen her çocuğun diğerlerinin hem benzeri hem de bir başkası olması gibi.

Mürşidim bu sadedde der ki: "Evet, Kadîr-i Mutlakın iki tarzda, hem ibdâ', hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek, en kolay, en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin envâ-ı zîhayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı 'Yoğu var edemez!' diyen adam, yok olmalı!"

Evet, yokolmalı, çünkü onun varlığı da aslında hiçten bir varlıktır. İnkarı kendisini de ıskalamaz bu yüzden. Bugün Ahmed olup karşınızda birşeyler karalayan şu adamın ondan birebir kopyalanabileceği bir öncesi var mıdır? Cümlelerinin benzerleri vardır ama birebir aynısı var mıdır? Haydi, bunları da geçelim, yaşadığı hayatın birebir aynısı ikinci bir hayat var mıdır?

Hangimiz bize katılan önceliklerden ibaret bir sonralık olduğumuzu söyleyebiliriz? Zaman tekdüze tekrarlardan/aynılıklardan ibaret değildir ki. Hiçbirimizin ebeveynimizin tekrarı değiliz. Onların hayatlarını yaşamıyoruz. Hayatlarını yaşamadığımız gibi insaniyetlerini de birebir yaşatmıyoruz. Özümüze inelim: Anlarımız bile birbirini tutmuyor. Her an başka bir âdem/havva oluyoruz. Biz orijinalliğiz. Farklı simaların, duyguların, seslerin, düşüncelerin ve hislerin orijinalliği...

Robin Sloan 24 Saat Açık Kitapçının Sırrı'nda dikkatimi çekmişti ilk kez: Yeni kavramlar dünyamızda daha önce varolmayan yeni anlamların da varolmasını sağlarlar. Örneğin: 'Özel hayat' kavramı bizden önceki nesillerin tanımadığı bir kavramlaştırmadır. 'Romantizm' yine öyledir. (Benzeri pekçok örnek verilebilir.) Bu kavramların hayatın içinde varoluşu, aynı zamanda, hayattaki karşılıklarının da varolması veya varlıklarının büyümesi anlamlarına gelir. Hatta şu 'yeni kavramlaştırmaların yeni anlamların annesi olduğu' fikri de Robin Sloan'ın farkettirmesiyle benim dünyamda açılan birşeydir.

Bu açıdan nazar edilirse denilebilir ki: Her yeni kavramlaştırma da aslında bir yanıyla yoktan yaratıştır. Zahirde, zaten varolan birşeye isim verilse de, ismin verilmesinden sonra o şeyin sahip olduğu yeni tanım, yeni sûret, soyutluktan somutluğa çıkış; onun yoktan varoluşudur. Çünkü öncesi yoktur. Öncesi olmadığından dolayı bu kavramlaştırma ancak üretilmesinden sonra doğup büyümeye başlar. Onun yavruları sayılabilecek yeni anlamların annesi olur.

Sadece bu da değil. Yeni bir edebî tür/tarz keşfedildiğinde de dünyamıza yeni bir varlık dahil olur. Kitapta söylendiği şekliyle: "Kendi kendine konuşmayı Shakspeare icat etti diyorlar." Montaigne'nın 'deneme' türüyle ortaya çıkışı da bu sadedden sayılabilir. Bu insanlar böyle yazmaya başlayıncaya kadar kimse böyle yazılabildiğini veya düşünülebildiğini bilmemektedir. Veyahut kendinde teşhis edememektedir. Her şekilde, ancak, böyle birşeyin varlığıyla tanışmamızın ardından biz de böyle şeyler yapmaya/yazmaya başlayabiliriz. Sanki bu şekilde tanışıklıklarla bizde bir 'güncelleme' yapılmıştır. Sürümümüz yükseltilmiştir. Hayatımızı değiştiren/etkileyen kitaplarla hikayemiz de buna benzer. Bu açıdan öğrenmeyi de 'insanın kendi sürümünü güncelleme çabası' olarak tarif edebiliriz.

Sahn-ı Seman'da, elyazmalarına dair yaptığı sunumda, Iraklı âlim Mahmud Seyyidoğlu şöyle bir ifade kullanmıştı: "Ne zaman senden önce yapılmamış güzel bir eser yapsan bu ilhamdır." İşte, kanaatimce, ilham bir açıdan da 'insanın sürümünün yükseltilmesi' anlamına geliyor. İlham sayesinde dünyanızda varolan şeyler, daha önce bu dünyada varolmadıklarından dolayı, yoktan yaratılışlardır. Daha doğrusu: Allah'ın ilminden sizin yoksunluğunuza yapılmış bağışlardır. Allah, ilham vasıtasıyla size, kişisel çabalarınızla (kurbiyet) varlığından haberdar olamayacağınız şeyler yaptırır (akrebiyet). Yaptığınız şeyler öncekilerin karışımıdan ibaret olmadığı için, eriştiğiniz o aşkınlık, gayb âleminden size yapılmış bir bağışı haber verir.

Tam da bu noktada, ben, nübüvvetle gelen bilginin de topyekün insanlığın sürümünü yükselttiğini düşünüyorum. Bediüzzaman'ın, gerek vahiyle gelen bilginin insanlığın terakkisindeki rolü sadedinde, gerek peygamber mucizelerinin teknolojik yükselişteki payı hakkında söyledikleri, bana böyle birşeyi düşündürüyor. Peki bu nasıl oluyor? Bu, farkındalıklarımızın, bize yapılan akrebî dokunuş içinde artmasıyla oluyor. Allah, bize, kendisini veya yarattıklarını Kur'an ve sünnet sayesinde öyle güzel öğretiyor ki, bu, bizim kurbiyetle binler yıllar geçse erişemeyeceğimiz bir biliş seviyesine ulaşıyor. O kadar çok kavram, anlam, terkip, söyleniş, yapılış, duygulanış, inanış, düşünüş, okuyuş, arayış, zikrediş vs.'den haberdar ediliyoruz ki vahiyle, bu, tüm insanlık adına tam bir level atlama! Mucizelerin herbiri bir 'olabileceğin' ufkumuza düşürülüş şekli. Tabir-i caizse: İnsanlığın aklına düşürülen karpuz kabukları onlar.

Çok dağıttım. Toparlayayım. 'İman bir intisabdır' diyen mürşidimin adımlarını takip ederek şöyle birşey hayal etmenizi istiyorum: Ya bizler, her an, tıpkı internetin bulunduğu her yerden ağa bağlanan bilgisayarlar gibi, Allah'a bağlıysak? Ya her yeni marifet çabamız bir sürüm güncellemesiyle ödüllendiriliyorsa? Yani inanmak istediğimiz şey doğrultusunda o inancı destekleyecek şeyin delilleriyle besleniyorsak? İlham dediğimiz şey de bu kesb/kazanma çabasının sonucu olarak haberdar edildiğimiz yeni uygulamalarsa? Yani her an her birimiz Allah'ın yoktan yaratışıyla bir temas halindeysek? Böyle birşeyi hayal ediyorum bugünlerde. En doğrusunu Allah bilir.

Bitirirken son bir not: Baştaki ayetleri de oraya öylesine koymadım ey okuyucu, kaçırırsın diye kendimi ihbar ediyorum. O ayetlerden herbiri, 'fücurun ve takvanın ilhamı' gibi, bir benzersizliği haber veriyor. Her benzersizlik bir yoktan yaratılışın haberi. Böylesi her haber her an süregiden Kayyumiyet bağının işareti. Fakat bunlara dair düşündüklerimi "Hayy ve Kayyum neden kardeştir?" serisinde okuyabilirsin. Bu uzun yazıya rağmen sabrın kaldıysa oraya da bir bak.

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Allah mucizesiz olur mu?

Amerikalı yazar Philip Roth'un "Yahudilerin Dinden Dönüşü" isminde sevdiğim bir öyküsü var. Ozzie (Oscar) isminde yahudi bir çocuğun Haham Binder'la Hz. İsa aleyhisselamın babasız dünyaya gelişi konusunda yaşadığı bir tartışmayı ve sonrasında yaşananları anlatıyor. Aklımda kaldığı kadarıyla ve kendi cümlelerimle özetleyeyim. Haham diyor ki:

"İsa da herkes gibi bir insandır. Tarihî bir kişiliktir. Babasız doğduğu yalandır. İnsan babasız doğamaz. Böyle söyleyenler yalancıdır." Ozzie ise, Haham'ın bu sözlerine, kendilerine daha önce Tevrat'tan öğrettiği birşey üzerinden itiraz eder: "Evreni altı günde yaratmış bir tanrıdan söz ediyoruz. Babasız bir çocuk dünyaya getiremeyeceğini nasıl söyleriz?" Aralarındaki tartışma uzar. Ozzie bir tokat yer. Burnu kanar. Öfkeyle sınıfı terkederken Haham'a şöyle bağırır: "Tanrı hakkında hiçbirşey bilmiyorsun!" Okulun çatısına çıkan Ozzie'nin, intihar etmesini engellemeye çalışan kalabalıkla yaşadığı diyalog, hem güldürücü hem düşündürücüdür. Birazını kitaptan alayım:

"- Haham Binder tanrıya inanıyor musunuz?

- Evet.

- Tanrının herşeye kadir olduğuna inanıyor musunuz?

- Oscar bence...

- Tanrının herşeye kadir olduğuna inandığınızı söyleyin!

- Tanrı herşeye kadirdir!

- Tanrının, cinsel ilişki olmadan da, çocuk yaratabileceğine inandığınızı söyleyin!

- Yaratabilir.

- Söyleyin!

- Tanrı cinsel ilişki olmadan da çocuk yaratabilir.
"

Bu öykü bana mürşidimin aynı sadedde söylediği şu sözleri hatırlattı:

"Nusûs-u kat'iye ile Hazret-i İsa aleyhisselâm pedersiz olduğu kat'iyyeti varken, tenâsüldeki bir kanunun muhâlefetini gayr-ı mümkün telâkki etmekle, vâhî te'vilât ile bu metin ve esaslı hakikati değiştirmeye teşebbüs edenlerin sözüne ehemmiyet verilmez ve ehemmiyete değmez. Çünkü hiçbir kanun yoktur ki, şüzuzları ve nâdirleri bulunmasın ve hâricine çıkmış fertleri bulunmasın. Ve hiçbir kaide-i külliye yoktur ki, hârika fertler ile tahsis edilmesin. Zaman-ı Âdem'den beri bir kanundan hiçbir fert şüzûz etmemek ve hâricine çıkmamak olamaz. Evvelâ, bu kanun-u tenâsül, mebde' itibârıyla, iki yüz bin envâ-ı hayvânâtın mebde'leriyle hark edilmiş ve nihâyet verilmiş. Yani, en evvelki pederleri âdetâ Âdem'leri hükmünde, iki yüz bin o evvelki pederler, kanun-u tenâsülü hark etmişler. Peder ve valideden gelmemişler ve o kanun hâricinde vücud verilmiş."

'Alışıldık oluşları' birer tabu olarak kabul ettiğinizde, bu kabuller, sadece bugününüzü veya bir olayı değil, varlığa topyekün bakışınızı etkiler. Sizi aşkın ve farklı 'oluş'lara körleştirir. Hem Roth'un hem de Bediüzzaman'ın Hz. İsa aleyhisselamın babasız dünyaya gelişi meselesinde dikkatimizi çektikleri budur.

Varlık algısı, ister istemez, gidip en nihayet sizin Allah tasavvurunuza dayanır. Varlığı nasıl tarif ediyorsanız Allah'ı da ona göre tarif edersiniz. Veya Allah'ı nasıl tarif ediyorsanız varlığı da ona göre tanımlarsınız. Kainatı salt sebep-sonuç ilişkileriyle açıklayan bir materyalizmin teolojik olarak ateizmi meyve vermesi kaçınılmazdır. Varlıkta, Allah'ın dahil olacağı bir alan bırakmayan bir bakış veya okuma biçimi, inanışta da ona alan bırakmamayı doğurur. Bu aynı zamanda şu demektir: Eğer, bir şekilde Allah'a (veya bir parça manasını karşılar birşeye) inanıyorsanız, mucizelere de inanmak zorundasınız. Çünkü bir ilaha inanmak neden-sonuç zincirinde nedeni ve sonucu (kısmen veya tamamen) yaratış görevinden almaktır. Hadi, her teolojide aynı ölçüde görevden alınmıyor olsun, fakat yine de ilah manasının, ona dair marifet ölçüsünde, yaratışta işgal edeceği bir yer olacaktır. Birşeyleri, tabir-i caizse, uhdesine alacaktır.

Bir tanrı varsa mutlaka onun bir görev tanımı olmalıdır. İslam'ın tevhid anlayışı sebepleri ve sonuçları yaratışta tastamam boşa çıkarır. Yerine mutlak manada Allah'ın yaratışını koyar. Şirke imkan bırakmaz. Başka inanışlarda bu belki daha sınırlıdır. Ancak nihayetinde putperestler bile mucizelere inanırlar. Çoktanrılı Yunan, Mısır veya Sümer'de olduğu gibi, birçok mitolojinin içerdiği harikalar, bize bu konuda bir delil teşkil ederler.

Hem dahası da var: Allah'ın herşeye (ama gerçekten herşeye) kadir olduğu mucizeler olmadıktan sonra nasıl anlaşılır? Yani; yaratışında kainatı kuşatan bir nizamla hareket eden Allah'ın, aslında 'külli şeyin kadir' olduğunu, dilerse o nizamdan aşkın yaratışlara sahip olabileceğini, son mertebede bize ne söyler? Hep içinde yaratageldiği (veya bizim hep öylesine şahit olduğumuz) nizamın haricine çıkabilmesi değil mi? Yaratışta gözettiği nizamın onu esir almadığının, sınırlamadığının, kudretinin bir düzen veya süreç içinde kalmaya/yaratmaya mecbur olmayacak derecede aşkın olduğunun delili başka ne olabilir?

Ben bu açıdan mucizeleri ayrıca önemsiyorum. Allah'ın 'herşeye gücü yeten' olduğuna salt kainattaki yaratışına bakarak iman eden insan, aslında, sınırlı bir iman eder. Çünkü Rabbinin yaratışını da sınırlar ve süreçler içinde müşahade etmiştir. Aşkın şeklini bilemez. Suyun, kaynaması için yüz, donması için sıfır dereceye indirilmesi gerektiğine zaruriyat derecesinde inanan bir insan, aslında, Allah'ın 'herşeye gücü yeten' olduğuna inanmaz. Bir müslümanın inandığı gibi inanmaz en azından. Onun inandığı şey: Allah'ın kanunlardan oluşmuş sınırlar içerisinde kalarak çok şeyler yapabildiğidir.

Peki kalıplarında yarattığı kanunlar onun sınırı mıdır? İşte, bu noktada, imanın kemalini İslam'da ve daha genel olarak da mucizelere imanda buluruz. Mucizelere inanmayı bıraktığınız anda, Allah, tasavvurunuzda sınırlanmaya başlar. Sonsuzluğu yara alır. Kerem ve rahmet sahibi Malikimiz, bize mucizeleri göndererek, imanımıza bir kemal penceresi açmıştır. Mucizelerin yaşattığı farkındalıktır ki 've hüve ala külli şeyin kadir' ifadesini yürek dolusu söyletir bizlere. Sonsuz hamdolsun kendisini öğretmek konusunda da cömert olan o Allah'a! Ki her sahte zenginlik söndükten sonra bize kalacak hazine de odur.

16 Mayıs 2017 Salı

Tablo nasıl mutlu olur?

Daha gençken, hakikate dokunduğumuzu sandığımız yıllarda, yok bu yanlış oldu, hakikati kuşattığımızı sandığımız yıllarda, hepimiz dünyayı değiştirmeye çalıştık. Daha büyük şeyler deneyenler de olmuştur, devrimciliğe soyunanlar falan, ben o kadar cüretkâr değildim elbette, ama ben de hayatımda birşeyleri devirmeye çalıştım. Düzenimi kendim belirlemeyi istedim. İlkelerimin(!) hâkimiyetinde bir hayat hayal ettim. Hırslandım, hırpaladım, hırpalandım, savaştım, yarıştım, denedim. Yirmilerimden otuzlarıma çıktığımda ise şunu açıklıkla farkettim: Dünya 'istemekle' değişmediği gibi 'denemekle de' değişmiyor. O kadar çok değişkenle kuşatılmış bir ihtimaller cenneti ki bu alem, eylediğiniz şeyin, amacınızın tam tersi bir sonuçla sizi şaşırtması işten bile değil.

Çok fazla irade var. Çok fazla sizinle birlikte mutlu olması gereken var. Çok fazla âlem var. Bu durum yavaş yavaş sizi içdünyanıza doğru yönlendiriyor. Daha zor olandan, hatta imkansız olandan, bir derece imkanlı gibi görünen daha küçük alana doğru yüzünüzü çeviriyorsunuz. Gerileye gerileye savaşıyorsunuz. Bu küçük alanda mücadele vermenin büyük alanda savaşmaktan sadece 'daha kolay' değil 'daha mantıklı' olduğunu da farkediyorsunuz. Hatta ilerisi: Bu dairede bile değiştiremediğiniz şeylerle barışmayı seçiyorsunuz. En başta dertlerinizle barışmayı. Değiştiremediklerinizle barışmayı. Unutamadıklarınızla barışmayı. Kaçırdığınız trenlerle barışmayı. Hatalarınızla barışmayı...

Bu bir noktadan sonra şöyle bir uyanışı da sağlıyor sanki: Yaşamak dünyada iz bırakmak değil. Yaşamak dünyanın sende güzel bir iz bırakması. Çünkü dünya geçici ama sen cennette (inşaallah) kalıcısın. Belki de değişmesi gereken sadece sendin ve sensin. Hem bu bakış açısıyla bir hadis-i şerifin haber verdiği "mü'minin niyetinin amelinden hayırlı olması" sırrı da anlaşılır oluyor. Eğer değişmesi gereken sensen, elbette, niyetin amelinden hayırlıdır. Çünkü sendeki değişimi niyet gösterir. Sendeki değişim niyetinden okunur. Sendeki izin güzelliği niyette parlar. Amelin sahada nasıl bir şekil alacağı ise, senden başka daha birçok şeye, en başta da Cenab-ı Hakkın muradına bağlıdır.

Niyetini kabul eder belki. Ama muradı öyle değildir. Yaratmaz. Sahada amelinin istediğin gibi olmaması niyetini bozmaz. Sendeki değişim tamamlanmıştır. Sendeki izler doğru işlenmiştir. Fakat sahada aynı âlemi paylaştığınız başka çok kalp ve niyet sahibi vardır. İmtihan dünyasıdır. Cenab-ı Hak, umuma bakan bir hikmetine binaen, amelini yaratmamış olabilir.

Hem yine buradan bakınca Bediüzzaman'ın "Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır..." demesindeki sırlardan birisi de anlaşılır. Hakikaten de insanın yapabildiği kendi âleminde bir 'yapıcı olanı seçme'den başkası değildir. Bundan sonrasına dönük her tasarrufu, her azmedişi ve her arzulayışı, beraberinde getirdiği kavgalar ve acılarla, ona tekrar bölgesine dönmesini söyler.

İçimizde üzerindeki manzaraya göre sonsuzlaşacağımız bir tablo var: Ruhumuz. Her gün bu tablonun üzerine yeni çizikler ekliyoruz. Yaşamak bu çünkü. Bu yüzden dünyamıza müsbet olanı sokmaya çalışıyoruz sadece. Yalnız güzelliğin fırçası üzerimizde çalışsın istiyoruz. Sonsuzluğa taşıyacağımız, dışımızdaki o büyük manzara değil de, buysa, doğru olanın bu olacağına inanıyoruz. Bizde kalacak kötü izlerinin zararından kaçmak için iyi şeylerle meşgul oluyoruz. Canımızı daha az acıtacak, yüzümüzü daha çok güldürecek, doğru yerde olduğumuzu daha çok hissetirecek şeylerin parçası oluyoruz.

Resim her an çizilmeye devam ediyor. Her bir niyetimiz resmin üzerinde yeni bir nakış oluyor. Güzel niyetler resmi güzelleştiriyor. Kötü niyetler resmin giderek çirkinleştiğinden haber veriyor. Korkuyoruz. Tablomuzun cennette ebediyen sergilenmeye değer bulunmamasından korkuyoruz. Güzel bir insan olarak ölmeye çalışıyoruz. Dünyada izimiz kalmış-kalmamış, adımızı anan olmuş-olmamış, yâda getirici eylemeler yaşanmış-yaşanmamış, bunlar hakikaten de işimiz değil, çünkü sadece irademizle olacak şeyler değil. Bizden istenen de bu değil. Yalnızca bir tuvaliz. Atölyede olanları yönetmiyoruz. Dünyaya değişmeye geldik. Dünyayı değiştirmeye değil. Kalıcı olan biziz. Kalıcı olan o değil.

15 Mayıs 2017 Pazartesi

Unutamadıklarımızla kavga etmeyi bırakmalıyız

"Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir." (Haşir sûresi, 19)

Birşeyin düzenle olmasının şöyle bir faydası da var: O artık bir nebze gaybdan çıkıyor. Eyleyecekleri 'kestirilebilir' oluyor. Böylece ona dair endişelerimiz azalıyor. Bir kanun ile kuşatabildiğimiz herşeye ünsiyet peyda ederiz. Çünkü o artık bizim için 'korkulacak bir bilinmezlik' değildir. Tahmin edilebilir yanları da vardır. Yerçekimini düşünelim mesela. Her attığımızın düşeceğini, hatta nasıl bir hızla düşeceğini, tekrar elimize döndüğünde ne hissettireceğini az-çok kestirebiliyoruz. Bu biliş bizi onunla ilişkiye geçmeye cesaretlendiriyor. Hatta kimi zaman şevklendiriyor. Yabancılarla dolu bir mecliste aşina bir yüzle karşılaşmaya duyduğumuz iştiyak gibi.
Etkilerini/sınırlarını tahmin edebildiğimiz şeylerle ilişkiye geçmek fıtratımızda var. Korunma güdümüzün (kuvve-i gadabiyemizin) öğrenme güdüsüyle (kuvve-i akliye ile) teması tam bu noktada başlıyor. Yani hissediyoruz: Bilmenin korunmakla bir ilgisi var.

Bilmenin korunmakla olduğu kadar faydalanmakla da bir ilgisi var. Menfaatimize olan şeyi bilmek, düzenini öğrenmek, onu elde etmenin önsözüdür. Tohumun bir düzenlilik içerisinde mahsul verecek oluşu ancak onu ekip-biçmeye istekli kılıyor. Hareketlerini kestirebilmemiz, meyve verme ahlakını bilmemiz, ağaçlarla da ilişkimizi arttıran birşey. Hatta şöyle diyebiliriz bu noktada artık:

Bizim birşeye muvaffak olmamız ancak öncesinde sahip olduğu düzenle mümkün. Binlerce yıldır o düzende kaynayan suyun tekrar kaynamasıyla çay demleyebiliyoruz. Binlerce yıldır bıraktığımız şeyin yerinde durmasıyla yere birşey bırakabiliyoruz. Her neye erişiyorsak iyi olan, güzel olan, lazım olan binlerce yıldır öyle olduğu için yine öyle oluyor. Ve daha önce öyle olduğu için biz de öyle yapmaya cesaret edebiliyoruz. Eğer böyle bir düzene sahip olmasaydı, biz onu tanıyamayacak, sevemeyecek ve seçemeyecektik.

İşte, tam da bu pencereden bakarak, mürşidimin, bir anlamı da 'ikram, yardım, ihsan, lütuf, iyilik, bağış...' olan inayeti 'nizam' olarak tarif etmesini anlayabiliyorum:

"Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır. Menfaatlerden, maslahatlardan bahseden bütün âyât-ı Kur'âniye, bu nizam üzerine yürüyor ve bu nizamın tecellîsine mazhardır. Binaenaleyh, bütün mesalihin, fevaidin ve menafiin mercii olan ve kâinata hayat veren bir nizam, elbette ve elbette bir Nâzımın vücuduna delâlet ettiği gibi, o Nâzımın kast ve hikmetine de delâlet etmekle, kör tesadüfün vehimlerini nefyeder."

Alzheimer hastası birisini ele alalım. Çevresiyle ilişki kurması neden güçleşir? Tüm ilişkilerin başlangıç noktası olan 'aşinalığın' yitiminden dolayı öyle değil mi? Evet, biz neyle ilişki kursak, onun bizde varolan geçmişine yaslanırız. Geçmişine yaslanarak geleceğine dair tahminlerde bulunur ve temasımızı buna göre şekillendiririz. Çabuk kızmasına dair yaşanmışlıklarımız olan birisine şaka yapmayız mesela. Çabuk üzüldüğünü bildiğimiz insanların yanında acıyı anmayız. Bütün bunlar hayata/insanlara dair yaptığımız kanun okumalarının sonucudur. Geçmişten geleceğe yaptığımız çıkarımlardır.

Newton, yerçekiminin kanun olduğunu anlarken nasıl bir okuma yapmışsa, biz de, çevremizdeki insanların davranışlarının birer kanuna bağlı çalıştığını böyle okumalarla anlarız. Tek farkımız: Onlara isim vermeyişimiz. "Ayşe'nin gülme kanunu..." veya "Selim'in futbola ilgili konuşmayı sevme kanunu..." gibi birçok kanun var hayatta gözettiğimiz. İsimleri yok. Ama bilişlerimiz var.

Buradan şuraya gelmek istiyorum: Keder olsun, neşe olsun; mutluluk olsun, hüzün olsun; zehir olsun, bal olsun; unutamadıklarımızla kavga etmeyi bırakmalıyız. Hayatta kaybolmamızı engelleyen 'unuttuklarımız' değil 'unutamadıklarımız.' Onlara kızmak yerine, aslında, onlara teşekkür etmeliyiz.

Öyle ya! Bir şekilde bizde iz bırakanlar ancak bizi kaybolmaktan koruyorlar. Daha önce yaşananlarla ilişkimizi sağlıyorlar. Bu şekilde bağlar kurmasaydık hiçbirşeyle, Alzheimer hastaları gibi olurduk, onları ve kendimizi tanımakta zorlanırdık. Fakat şimdi bıraktıkları izlerden onları hatırlayabiliyoruz, tanıyabiliyoruz, geleceğimizi bu izlerden yaptığımız okumalarla şekillendirebiliyoruz. Bir imandan, bir ahlaktan, bir kimlikten sözedebiliyoruz. Hayatımızın kanunu haline gelmiş her neye baksak, altında bir 'unutumadığımızı' göreceğiz, Allahu'l-alem. O yüzden unutamadıklarımızla kavga etmeyi bırakmalıyız. Bu kendimizle kavga etmektir çünkü.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...