Hollywood filmlerinde şuna çok rastlarız: Direnişleri dinsel metinler, kehanetler veya efsaneler ateşler. Yüzüklerin Efendisi serisinde de vardı. Diğer birçoklarında da var. Halkın umudu dirilmek için kadim bir delili/geleneği arar. (Psiko-sosyolojik bir gerçektir bu. İsterseniz buna 'fıtrat' da diyebilirsiniz.) Kendi içinden bir şahidi. Daha önce inandığı birşeyi. Bir 'mümkünlük'ü. Bir 'olabilirlik'i. Bir hayali... Ve senin yeniden aşıladığın umut onunla bir yerlerde tevafuk ederse, diyelim efsanede geçen birşey senin elinden zuhur ederse, o umudu alev alev bir yangına dönüştürür. Halk inanır. Halk umutlanır. Halk ayaklanır. Artık direnişin zamanı gelmiştir. Su çatlağını yeniden bulmuştur.
Siyer-i Nebî'yi okuyanlar da Asr-ı Saadet'e böyle birçok hidayet öyküsü olduğunu bilirler. En meşhurlarından birisi Selman-ı Fârisî'ninkidir (r.a.). Onu İran'dan Medine'ye getiren peşine düştüğü bir düştür. Öncekilerin haberleri, yani Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın pişdarları, onun gelişine insanlığı hazırlamışlardır. Geleceğine dair, alametlerini de vererek, dikkat çağrılarında bulunmuşlardır. Ve o dönemde, birçok insan, daha önce işittiği haberlerin tasdikini/delilini Efendimiz aleyhissalatuvesselamda gördüğü için İslam'a girer.
Modern zaman âdetlerinden 'mehdinin inkârı' beni şu tarafıyla ayrıca düşündürüyor: Bu inkârla öldürülmek istenen ne? Sadece bir kavram mı? Yoksa o kavram etrafında büyüyen umut mu? Meselenin hadis ilmiyle ilgili kısmını epeyce tartıştık. Vardığımız kanaat şu oldu: Bu işi tartışmaya açamayız. Eğer senetleri bu kadar kuvvetli ve rivayetlerinin sayısı tevatür derecesinde bir meseleyi inkâr edersek, bundan sonraki adımımızın "Dünya aslında tepsi şeklindedir!" olmayacağını kimse garanti edemez. Çünkü nihayetinde bilgi denilen şey illa ki birilerinden ulaşıyor. Yani bir nakille ulaşıyor.
Her bilgi, eğer keşşafı bizzat kendin değilsen, nakildir. Yani nakil yoluyla sana gelmiştir. (Hiç gitmediğim ABD'nin varlığını bana nakledilen bilgiler öyle iddia ettiği için öyle biliyorum.) Dünyanın yuvarlaklığını parmağında döndürdüğü veya bizzat dışarıdan izlediği için bilen mi var? Bu konuda hepimiz 'aksi iddia edilemez bir şekilde öyle söylendiği için' böyle olduğuna inanıyoruz. Gelen veriler öyle dediği için 'böyledir' diyoruz. Hadis ilminin yüzyıllarca sınanmış/denetlenmiş kıstaslarıyla bize gelen, hem de çoklukla ve tekrarla gelen, bir haberi reddetmekle dünyanın yuvarlaklığını reddetmek arasında ne fark var? Benim nazarımda hiçbir fark yoktur. Hatta, hadis ilmine NASA'nın verilerinden daha çok güvenirim, açık söyleyeyim. Çünkü hadisler Kur'an'da sadakatleri ve doğrulukları övülen bir nesilden kaynayıp gelir.
O halde bu meselenin hadis-i şeriflere bakan yönüyle maksadı açık: Dinin altını dinamitlemek bu. İslam'da bilgi naklinin en kuvvetli/güvenilir şekliyle aktarılmış bir meseleyi (ki malumunuz Kur'an'ın da nakli tevatürledir) 'inkâr edilir' kıldıktan sonra dinin gerikalanını üfleyerek devirmek pekâlâ mümkün olur. Bu tıpkı şuna benzer: Hakkındaki karşıkonulmaz bilimsel veri yığınına rağmen "Dünya tepsi şeklindedir!" dedirtmeyi başardığınız insana "Ay da gökte uçan bir peynir tekeri!" dedirtmek kolaydır. (O kadar çok peyniri kim istemez?)
O kıvama geldikten sonra, dünyanın değil, güneşin döndüğüne bile inanır insan. Mesele, mürşidimin tabiriyle, 'enenin gaga ve pençesiyle akılları havaya kaldırmak'tır. Akıl, bir kere o 'akılalmaz inkâr özgüvenine' kavuşup ayaklarını hakikatten kesmeyegörsün, onu 'dalâlet derelerine atıp dağıtmak' kolay olur.
Bu birinci tarafı. İkinci tarafı ise bana daha enteresan geliyor. O da şudur: Naklî bilginin kuvve-i hayaliyeyi açan/geliştiren/sürümünü yükselten bir yanı da vardır. Buna dair daha önce de yazdım. Tekrarı da güzeldir. Bediüzzaman'ın 20. Söz'de 'peygamber mucizeleri' ve 'teknolojik buluşlar' arasında kurduğu ilgi bize bunu söyler: İnsanlığa teknolojinin düşünü görmeyi mucizeler öğretmiştir. Yani onların beşerin hatırına düşürdüğü 'mümkünlükler' sayesinde beşer böyle şeylerin 'olabilirliğiyle' tanışmıştır. Olabilirlikle tanışmak ise o şeyin hayaliyle tanışmaktır. Hayal, 'dimağdaki meratip' bahsinden de biliyoruz ki, düşünmenin veya inanmanın başlangıcıdır: "Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir."
Meseleyi bir örnekle açmaya çalışalım: Uçmanın hayalini bize kurduran nedir? Kuşlar öyle değil mi? Veya daha genel anlamda: Uçabilenler. Peki, uçabilen hiçbir canlı olmasaydı, o zaman durumumuz ne olurdu? O zaman bize uçmanın hayalini kim kurdururdu? Ben tahmin ediyorum ki, eğer kuşlar olmasa, insanlığın uçma yolculuğu başlamadan biterdi. Çünkü böyle birşeyin 'olabilirliğini' bilmezdi. Neden? Bence şundan: Varlığından (-ebilmek) haberdar olmadığımızın vukuundan (-ebilir) da haberdar olamayız.
İşte peygamber mucizeleri insanlık için böyledir. Onlar, tabir-i caizse, bizim aklımıza düşürülmüş karpuz kabuklarıdır. 20. Söz'de, Bediüzzaman, mucizeler sayesinde insanlığın böyle şeylerin imkanıyla nasıl tanıştığını ve bu imkanın nasıl bir hayal olarak 'dest-i teşvik' hükmüne geçtiğini şöyle izah eder:
"İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu'cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf'u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (aleyhisselâm)..."
Süt Gibi Beyaz Kan Gibi Kırmızı'da, Alessandro D'Avenia, Leo karakterinin dilinden bizlere der ki: "Kağıtlar dolusu hayallerden kurtuluyorum. Hepsini kül ediyorum. Hepsini beyaz dumana dönüştürüyorum. İşte yanıt burada! Hayalleri küle dönüştürmek. Düşmanı kesin olarak yerle bir etmenin sırrı hayallerini yakmaktan geçiyor. Böyle olunca ayağa bir daha kalkma ve yeniden başlama gücünü bulamazlar kendilerinde. Şehirler ve başkalarının hayatları hakkında, başkalarının özgürlük ve sevda dolu öyküleri hakkında güzel hayaller kuramasınlar. Artık hiçbirşey hayal etmesinler. İnsanlara hayal kurma izni vermezsen onları köle edersin..." Bence; günümüzde mehdinin inkârının, önce oryantalistler, sonra da onların sömürü toplumundaki öğrencileri modernistler eliyle dillendirilmesinde böyle bir maksat da var. Bir hayali öldürmek istiyorlar.
Canına kastettikleri şey bu: Umudumuz. O umuda yaslanan direnişimiz. Çünkü biliyorlar: Bize vahiyle ve sünnetle gelen bilgi bizim mutlaka düşümüze düşer. Biz o düşümüze düşenin peşini bırakmayız. Ondan ümit kesmeyiz. O içimizde bir umut yangınına ve duaya dönüşür. Dualar gayreti ateşler. Gayret ise bir direnç yaratır ve sonuç aldırır. Ben de en nihayet bu kanaate vardım: Onlar aslında sömürü düzenlerinin devamını tehdit eden hayallerimizi yakmak istiyorlar. Tıpkı hilafeti kaldırarak ittihadın ümidini söndürdükleri gibi.
Bunun da üzerinde tekrardan yükseleceği kavramı öldürmeye çalışıyorlar. Hâlâ yangın istidadı taşıyan son kıvılcımı söndürme çabası bu. Çünkü nakille gelen haberler olmazsa onlarla ilgili kavramlar da olmaz. Kavramlar olmazsa ondan ateş alan hayalimiz de olmaz. Hayalimiz olmazsa umudumuz da olmaz. Umudumuz olmazsa gayretimiz de olmaz. Gayretimiz olmazsa direnişimiz de olmaz. Bence mehdinin inkârı üzerine sarfedilen şu gayretlerin arkasında 'modernizmin karşıkonulmazlığına inanan' küresel güçlerin ve onların çanak yalayıcılarının da payı var. O hayal varoldukça direniş de varolur çünkü. Ve direnenleri gönül huzuruyla köleleştiremezsiniz. Yusuf rüya gördükten sonra zindanda dahi hürdür. Gün gelir hakettiği yere geçer. Mısır'a aziz olur.
24 Haziran 2017 Cumartesi
23 Haziran 2017 Cuma
Terzi sultanlığa özenirse...
“Özgürlüğe yönelen irade boşluğa düşer.”
Thomas Mann, Mario ile Sihirbaz'dan.
İnsan birşeye ihtiyacı olduğunu anlayana kadar ona dair herşeyi fazladan yapıyor. Angarya gibi yapıyor. Yük gibi yapıyor. En iyi şeylerde bile bu böyle. Severken bile bu böyle. Sevdiğinize ihtiyacınız olduğunu anlayana kadar onu sevmek (gönle değil ama) nefse yüktür. Protokol gereğidir. Âdettendir. 'Veren el' olunan sevmelerdir bunlar. '-mış desinler' gibi yapılır. Ancak, ona muhtaç olduğunuzu anladığınızda, bu sevgi 'alan el' sevgisine dönüşür. Kibrinden kurtulur. Bağışçılığın zahmetinden arınır. Nefisteki sûrilik samimiyete döner. İhlasa kavuşur. Yeşilçam aksini söyler ama siz inanmayın. En güçlü sevgi ihtiyaç duyulana karşı duyulan sevgidir. Bu yüzden sevilenler (Zeki Müren'in de dediği gibi) "Sana muhtacım!" denmesini duymak isterler. (Bir de "Bir kere de bana ihtiyacın olsun!" diye bir şarkı vardı. Değinmeden geçmeyelim.)
Şu kendime dair güzel bir farkındalığımdır: Ben hadis inkârcılarıyla karşılaşana kadar salavat-ı şerifeye gereken değeri vermezdim. Yok, bu çok hızlı oldu, daha yavaş sonuca geleyim. Kıymetli olduğunu kabul ediyordum tabii. Getirilmesinde hayırlar olduğunu biliyordum. Fakat ona ihtiyaç hissetmiyordum. Evet, en açık ifadesi bu sanırım, ben salavat-ı şerifeye 'ihtiyaç hissetmiyordum.'
Yani nasıl? Şöyle: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam anıldığında salavat-ı şerife getirmek kör nefsime yük gibi gelirdi. Yazarken parantez içine (a.s.m.) koymak 'aleyhissalatuvesselam' diye yazmaktan daha kolaydı. Okurken de böyleydi. Hatta daha kötüsü. Bu kısaltmaları atlayarak ilerlerdim metinlerde. (Allah affetsin.) Ancak, ne zaman ki hadis inkârcılarıyla karşılaştım, onların sünnet-i seniyyeye dair saldırılarını duydum, birden tenime can geldi.
"Vay siz nasıl sünnet hakkında böyle şeyler söylersiniz!" öfkesi değildi hissettiğim sadece. İçimde sakladığım ve kusacak yer aradığım bir kavgacılığa adres bulmaktan değildi. Ben, eğer onlara hak verilirse dünya nasıl ayaklarımın altından çekiliyor, onu hissettim. Boşluğun dehşetini tattım. Mürşidimin 9. Mektup'ta dokunduğu o korku, yani aksinin varlığını (bir an kadar olsun) tasavvur etmekten gelen elem, işte o, beni öyle sarstı ki! Korktuğu birşeyin yaklaştığını ansızın farkederek annesine koşan çocuğa dönüştüm. Hani olur, elini istersiniz, uzatmaz. Rahat rahat yürümek ister. Fakat bir köpek görünce aniden dönüp bacaklarınıza sarılır. Öyle işte. Benim de hikayem buna benziyor:
“Hattâ, bazı defa Evrâd-ı Şah-ı Nakşibendîde şehadet getirdiğim vakit, ‘Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz!’ dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor.”
Her musibette bir ders var. Artık sadece konuşurken değil yazarken de 'aleyhissalatuvesselam' demekten ayrı bir tat alıyorum. Ateşi gördüm çünkü. Suyun kıymetini anladım. Ben, öyle bir dünyada varolmak istemem, biliyorum. Tarafımı seçtim. Neyin varlığını/yokluğunu savunacağıma kalpten bir karar verdim. Çünkü o dünya, eğer hakikatin ayarlarıyla hevasına göre oynamaktan rahatsız olacak gerçekçi bir insansanız, işkencelerin en büyüğüdür. Değişmeyen doğruları arayanların cehennemidir. Ki mürşidim de, bir yerde, sünnet-i seniyyenin otoritesi hiçe sayıldığında düşülecek boşluğa şöyle işaret eder:
"Bu fakir Said, Eski Said'den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya'dan serâya, kâh serâdan Süreyya'ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı. İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum.
Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, 'Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?' diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."
Bu haleti belki şöyle kusurlu bir örnekle akla yaklaştırmak mümkün: Diyelim; bir terzisiniz, peşinen aldığınız ve çoktan harcamaya başladığınız yüksek bir ücretle (öyle yüksek bir ücret ki iş bozulursa geri ödemeniz mümkün değil) sultana elbise dikeceksiniz. Fakat sultanı ne görmüşsünüz, ne ölçmüşsünüz, ne de istediği elbiseye dair bir malumatınız var. Peki ne dikeceksiniz? Üstelik yetişmesi gereken zaman da yaklaşıyor. Böylesi bir durumun bizzat kendisi terzinin endişeden çıldırması için yeterli değil midir?
Sünnet-i seniyyeye yapılan saldırılar da bana aynen böyle hissettiriyor. Onunla nasıl yaşanır bilmiyorum. Yaşayanlara da (eğer zâhiren hakikat arayıcısı fakat hakikatte hevaperest değillerse) akıl erdiremiyorum. Çünkü görüyorum ki: Bu insanların modelden kurtulmak istemelerinin sebebi modeli kendileri belirlemek arzusu. Hatta modelin yerine geçmek arzusu. Başka açıklaması yok.
Terziye getirilecek ve "Sultan işte böyle böyle bir elbise istiyor!" denilecek örneği almak istememeleri, o elbise için getirilen malzemeden 'kendileri için' ve 'kendilerine göre' bir elbise biçmek istemelerinden. Ve bundan sultanın da rahatsız olmamasını bekliyorlar. Hatta, sadece kendileri beklemekle kalmıyorlar, civardaki bütün terzilere de tavsiyeleri bu yönde. Diyorlar ki: "Ne belli modeli bize sultanın yolladığı? Aradan çok zaman/insan geçmiş. Şu sâdık çalışanlar kendi istedikleri elbiseyi bize diktiriyor olamazlar mı? O zaman bu güvenilmez modeli boşverelim de biz kendimize göre bir elbise biçelim."
Bir terzinin kendisine diktiği elbiseden sultanın ne derece memnun kalacağı umuluyor acaba? Doğrusu, ben terzi olsam, sâdık çalışanların getirdiği modele göre bir elbise dikmeyi tercih ederim. Akıl da bunu emreder. Çünkü, sonuçta kusur olsa, en azından sultana şöyle deme hakkım var: "Senden bana iletilen bilgi böyleydi. Bu gaybî bilgiye ulaşabilmemin gönderdiğin elçilerden başka yolu da yoktu!" Bununla bir derece hesap verebilirim. Fakat kendime göre biçtiğim elbiseyle nasıl hesap vereceğim? Şöyle mi diyeceğim: "Gönderdiğin kumaşla birlikte getirilen modeli beğenmedim. Getirenlere de güvenmedim. (O halde kumaşı niye aldım?) Benim kalıbıma ve zevkime göre bir elbisenin sana daha çok yakışacağını düşündüm. Her terziye de böyle tavsiye ettim."
Oh, ne güzel, hiçbirisi birbirini tutmayan binlerce elbise var, hepsi de sultanın kumaşından ve sultan için. Fakat sultanın fikrini soran yok. "O nasıl bir elbise istiyor acaba?" diye kurcalayan yok. Modeline bakan yok. Nasıl olacak şimdi? Sultan nasıl razı edilecek? Sünnet-i seniyye düşmanlarının bu kadar da mı aklı yok sahi? Kur'an kumaşından kendi hevalarının kalıplarına göre dikecekleri elbiseyle o Sultan-ı Zişan'ın rızasını kazanabilecekleri mi sanıyorlar? Bir boyacı bile duvarları keyfine göre boyasa evsahibini kızdırır. Peki avam terzinin hevası Sultan'ı 'sevmeye' mecbur edebilir mi? Böyle birşey mümkün mü? Âlem acayipliklerle doldu arkadaşım. En iyisi biz yine mantığın gölgesinde kalalım. Demek: Terzi, yerini bilmez de sultanlığa özenirse, önce modelini inkâr eder.
Thomas Mann, Mario ile Sihirbaz'dan.
İnsan birşeye ihtiyacı olduğunu anlayana kadar ona dair herşeyi fazladan yapıyor. Angarya gibi yapıyor. Yük gibi yapıyor. En iyi şeylerde bile bu böyle. Severken bile bu böyle. Sevdiğinize ihtiyacınız olduğunu anlayana kadar onu sevmek (gönle değil ama) nefse yüktür. Protokol gereğidir. Âdettendir. 'Veren el' olunan sevmelerdir bunlar. '-mış desinler' gibi yapılır. Ancak, ona muhtaç olduğunuzu anladığınızda, bu sevgi 'alan el' sevgisine dönüşür. Kibrinden kurtulur. Bağışçılığın zahmetinden arınır. Nefisteki sûrilik samimiyete döner. İhlasa kavuşur. Yeşilçam aksini söyler ama siz inanmayın. En güçlü sevgi ihtiyaç duyulana karşı duyulan sevgidir. Bu yüzden sevilenler (Zeki Müren'in de dediği gibi) "Sana muhtacım!" denmesini duymak isterler. (Bir de "Bir kere de bana ihtiyacın olsun!" diye bir şarkı vardı. Değinmeden geçmeyelim.)
Şu kendime dair güzel bir farkındalığımdır: Ben hadis inkârcılarıyla karşılaşana kadar salavat-ı şerifeye gereken değeri vermezdim. Yok, bu çok hızlı oldu, daha yavaş sonuca geleyim. Kıymetli olduğunu kabul ediyordum tabii. Getirilmesinde hayırlar olduğunu biliyordum. Fakat ona ihtiyaç hissetmiyordum. Evet, en açık ifadesi bu sanırım, ben salavat-ı şerifeye 'ihtiyaç hissetmiyordum.'
Yani nasıl? Şöyle: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam anıldığında salavat-ı şerife getirmek kör nefsime yük gibi gelirdi. Yazarken parantez içine (a.s.m.) koymak 'aleyhissalatuvesselam' diye yazmaktan daha kolaydı. Okurken de böyleydi. Hatta daha kötüsü. Bu kısaltmaları atlayarak ilerlerdim metinlerde. (Allah affetsin.) Ancak, ne zaman ki hadis inkârcılarıyla karşılaştım, onların sünnet-i seniyyeye dair saldırılarını duydum, birden tenime can geldi.
"Vay siz nasıl sünnet hakkında böyle şeyler söylersiniz!" öfkesi değildi hissettiğim sadece. İçimde sakladığım ve kusacak yer aradığım bir kavgacılığa adres bulmaktan değildi. Ben, eğer onlara hak verilirse dünya nasıl ayaklarımın altından çekiliyor, onu hissettim. Boşluğun dehşetini tattım. Mürşidimin 9. Mektup'ta dokunduğu o korku, yani aksinin varlığını (bir an kadar olsun) tasavvur etmekten gelen elem, işte o, beni öyle sarstı ki! Korktuğu birşeyin yaklaştığını ansızın farkederek annesine koşan çocuğa dönüştüm. Hani olur, elini istersiniz, uzatmaz. Rahat rahat yürümek ister. Fakat bir köpek görünce aniden dönüp bacaklarınıza sarılır. Öyle işte. Benim de hikayem buna benziyor:
“Hattâ, bazı defa Evrâd-ı Şah-ı Nakşibendîde şehadet getirdiğim vakit, ‘Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz!’ dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor.”
Her musibette bir ders var. Artık sadece konuşurken değil yazarken de 'aleyhissalatuvesselam' demekten ayrı bir tat alıyorum. Ateşi gördüm çünkü. Suyun kıymetini anladım. Ben, öyle bir dünyada varolmak istemem, biliyorum. Tarafımı seçtim. Neyin varlığını/yokluğunu savunacağıma kalpten bir karar verdim. Çünkü o dünya, eğer hakikatin ayarlarıyla hevasına göre oynamaktan rahatsız olacak gerçekçi bir insansanız, işkencelerin en büyüğüdür. Değişmeyen doğruları arayanların cehennemidir. Ki mürşidim de, bir yerde, sünnet-i seniyyenin otoritesi hiçe sayıldığında düşülecek boşluğa şöyle işaret eder:
"Bu fakir Said, Eski Said'den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya'dan serâya, kâh serâdan Süreyya'ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı. İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum.
Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, 'Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?' diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."
Bu haleti belki şöyle kusurlu bir örnekle akla yaklaştırmak mümkün: Diyelim; bir terzisiniz, peşinen aldığınız ve çoktan harcamaya başladığınız yüksek bir ücretle (öyle yüksek bir ücret ki iş bozulursa geri ödemeniz mümkün değil) sultana elbise dikeceksiniz. Fakat sultanı ne görmüşsünüz, ne ölçmüşsünüz, ne de istediği elbiseye dair bir malumatınız var. Peki ne dikeceksiniz? Üstelik yetişmesi gereken zaman da yaklaşıyor. Böylesi bir durumun bizzat kendisi terzinin endişeden çıldırması için yeterli değil midir?
Sünnet-i seniyyeye yapılan saldırılar da bana aynen böyle hissettiriyor. Onunla nasıl yaşanır bilmiyorum. Yaşayanlara da (eğer zâhiren hakikat arayıcısı fakat hakikatte hevaperest değillerse) akıl erdiremiyorum. Çünkü görüyorum ki: Bu insanların modelden kurtulmak istemelerinin sebebi modeli kendileri belirlemek arzusu. Hatta modelin yerine geçmek arzusu. Başka açıklaması yok.
Terziye getirilecek ve "Sultan işte böyle böyle bir elbise istiyor!" denilecek örneği almak istememeleri, o elbise için getirilen malzemeden 'kendileri için' ve 'kendilerine göre' bir elbise biçmek istemelerinden. Ve bundan sultanın da rahatsız olmamasını bekliyorlar. Hatta, sadece kendileri beklemekle kalmıyorlar, civardaki bütün terzilere de tavsiyeleri bu yönde. Diyorlar ki: "Ne belli modeli bize sultanın yolladığı? Aradan çok zaman/insan geçmiş. Şu sâdık çalışanlar kendi istedikleri elbiseyi bize diktiriyor olamazlar mı? O zaman bu güvenilmez modeli boşverelim de biz kendimize göre bir elbise biçelim."
Bir terzinin kendisine diktiği elbiseden sultanın ne derece memnun kalacağı umuluyor acaba? Doğrusu, ben terzi olsam, sâdık çalışanların getirdiği modele göre bir elbise dikmeyi tercih ederim. Akıl da bunu emreder. Çünkü, sonuçta kusur olsa, en azından sultana şöyle deme hakkım var: "Senden bana iletilen bilgi böyleydi. Bu gaybî bilgiye ulaşabilmemin gönderdiğin elçilerden başka yolu da yoktu!" Bununla bir derece hesap verebilirim. Fakat kendime göre biçtiğim elbiseyle nasıl hesap vereceğim? Şöyle mi diyeceğim: "Gönderdiğin kumaşla birlikte getirilen modeli beğenmedim. Getirenlere de güvenmedim. (O halde kumaşı niye aldım?) Benim kalıbıma ve zevkime göre bir elbisenin sana daha çok yakışacağını düşündüm. Her terziye de böyle tavsiye ettim."
Oh, ne güzel, hiçbirisi birbirini tutmayan binlerce elbise var, hepsi de sultanın kumaşından ve sultan için. Fakat sultanın fikrini soran yok. "O nasıl bir elbise istiyor acaba?" diye kurcalayan yok. Modeline bakan yok. Nasıl olacak şimdi? Sultan nasıl razı edilecek? Sünnet-i seniyye düşmanlarının bu kadar da mı aklı yok sahi? Kur'an kumaşından kendi hevalarının kalıplarına göre dikecekleri elbiseyle o Sultan-ı Zişan'ın rızasını kazanabilecekleri mi sanıyorlar? Bir boyacı bile duvarları keyfine göre boyasa evsahibini kızdırır. Peki avam terzinin hevası Sultan'ı 'sevmeye' mecbur edebilir mi? Böyle birşey mümkün mü? Âlem acayipliklerle doldu arkadaşım. En iyisi biz yine mantığın gölgesinde kalalım. Demek: Terzi, yerini bilmez de sultanlığa özenirse, önce modelini inkâr eder.
22 Haziran 2017 Perşembe
Oblivion'dan içimizdeki boşluklara: Ağır hafiflikler...
Bir zamanlar "Her insan kalbinde bir karadelikle yaratılmıştır!" demiştim. Bir yazımın başlığıydı bu. Hiç geçmeyen boşluk hissimizin kaynağına işaret ediyordu. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" ayetini anlamaya çalışıyordu. Ve diyordu ki: "Sonsuzun doğurduğu boşluk ancak sonsuzla dolar." Bugün, ona devamla, 'boşluk' ve 'hafiflik' arasındaki farkı konuşmak istiyorum. Soruyla başlayalım: Biz 'boşluk' ile 'hafifliği' birbirinden nasıl ayırıyoruz? Yani ikisi de yoklukla ilişkili olan bu kavramların tanımlarındaki ayrım ne? Kalbimizdeki karşılıklarını farklı kılan ne? Bencileyin bu soruya şöyle cevap buldum diyebilirim: Hafiflik 'yokluğundan memnun kalınana' karşı duyulan bir histir. Boşluk 'yokluğunda eksik kalınana' karşı duyulur.
Evet, cevabımın arkasındayım, çünkü böyle hissediyorum. Her yokluk yükümü hafifleştirmediği gibi, her hafiflik de boşluğumu arttırmıyor. Hayatımda öyle şeyler var ki, onlar eksilse, bir daha tamam olmam ben. Yokluklarından kaynaklanan bir yük çekerim. Hafiflemem. Lakin öyle de "Hayatımdan çıksın!" istediğim şeyler var ki, onların yokluğu da bir boşluk hissettirmez bana, hakikaten hafiflik olur. Genel olarak şöyle söylenebilir belki: Gereksizin yokluğu hafifliktir. Gereklinin yokluğu boşluktur. Bu 'yokluğu boşluk doğuranlar' ve 'yokluğu hafiflik olanlar' bahsi beni ister istemez mürşidimin 3. Söz'üne götürüyor.
"O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise askerliği bırakır, nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur; fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem herşeyden, her hadiseden titrer bir surette gider. Ta mahall-i maksuda yetişir; orada âsi ve kaçak cezasını görür."
Ah, ama acele ettim, hikayemizin başını alıntılamadım. Onu da dinleyelim: "Bir vakit iki asker uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler. Ta yol ikileşir. Bir adam orada bulunur. Onlara der: Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur."
Sağa gideni, ağırlığına rağmen, silahı taşımaya iten neydi? Sola gideni, yoldaki rahatlığa rağmen, mutsuz kılan ne oldu? İşte bu temsilin detayları içinde 'hafiflik' ve 'boşluk' arasındaki nüans bize gülümsüyor. Ve belki bir kafa karışıklığının da adresi belli oluyor. Biz insanlar 'hafiflik' ve 'boşluk' ayrımında şaşırıyoruz. Boşluğunu hissedeceğimiz şeylerin her zaman hafifliğinin olmadığını unutuyoruz. Hatta boşluk hissini besleyen her yokluğun hafiflikten birşeyler götürdüğünü, omuzlarımızdaki yükü arttırdığını, işimizi zorlaştırdığını kaçırıyoruz.
Bediüzzaman'ın bu temsili ibadetler sadedinde vermesi boşuna değil. İbadetler bize her eylemin yük olmadığını öğretir. Rahmet olan zahmetler de vardır. Mesela farzlar yokluklarından hafiflik değil boşluk doğan şeylerdir. Allah'ı ve ona karşı sorumluluklarını öteleyen insanın boşluğu öyle bir noktaya varır ki sonunda kendisini yutar. Bu katlanılmaz çekilişten kurtulmanın yolunu karadeliğe karşı duyarsızlaşmayla aşmaya çalışır. Kuyuya düşerken duvarlardaki nakışlarla meşgul olur. Ki bunu da 3. Söz'ün ilk cümlesi bize söylüyor: "İbadet ne büyük bir ticaret ve saadet, fısk ve sefahet ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle..."
Fısk ve sefahet arkadaşlığı biraz da fıskın ortaya çıkardığı 'ağır hafifliklerin' farkındalığından başka yüklerle kurtulma çabası değil midir? Allah'ı hayatımızdan çıkardığımızda öyle bir boşlukla karşılaşırız ki, buna dayanabilmenin tek yolu, her an uyuşmaktır. İlla alkol ve uyuşturucu da kullanmak gerekmez bunun için. Hareketin de bir sarhoşluğu vardır. Modern insan dikkat dağıtıcılarla öyle sarınmıştır ki, bu toprak altındaki kafa, ellerinden toprağı alınıncaya kadar gözünü güneşe açmaz. (Toprağın alınmasının üzerine toprağın atıldığı ana denk gelişi ne ilginç bir ironidir.) Boşluğu hissetmez. Çünkü boşlukla yüzleşmez. Boşluğu oluşturan hafifliklerle elde ettiği 'zahirî hıffet'i modern medeniyetin yapmasını önerdiği meşguliyetlerle doldurur. Oruç tutmaz. Ama sürekli rejime başlar/bozar. Namaz kılmaz. Fakat yogası vardır. Camide vaaz dinlemez. Lakin sinemada başka kürsülerin sessiz müstemisi olur. Yaşadığı 'hafiflik' değil 'boşluk'tur çünkü. Ve bu boşluk dolmadığı her anda azap verir.
Bu meselenin birinci yanıydı. İkinci yanını ise şu soru başlatıyor: İnsanda bu boşluk hissi neden var? Neden, hatta en mutlu olduğumuz anlarda bile, yakamızdan düşmüyor? Neden en başarılı zamanlarımızda bile 'doğru şeyi yapıp yapmadığımızı' sorguluyoruz? Ben bunun bir yanının insanın cennetten dünyaya yolculuğu ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Biz insanlar Formula pistinden köy yoluna inmiş Ferrari gibiyiz. Ferrari yola bir şekilde devam ediyor. Fakat hareketlerinde bir tuhaflık var. Altına taş çarpıyor. Engebeleri aşmakta zorlanıyor.
Kendisini yolla uyumsuz hissediyor. Bu uyumsuzluğu bazen kendi 'işe yaramazlığına' yoruyor. Boşluk hissini en çok buradan yaşıyoruz. Aczimiz ve fakrımız dünyaya indiğimiz günden beri ensemizde iki nasihatçi. Arabamızın altına her taş değişinde "Neden böyle oluyor?" diye soruyoruz. Hayallerimizde yüz kilometreye birkaç saniyede çıkmak var. Fakat bu şartlarda mümkün değil. Hayalimiz cenneti unutamamış yanımızdır. Korku. Endişe. Bu uyumsuzluk imtihanın başladığını haber verdi bize. Yaşadığımız yerle hatırladığımız yer arasında bir uyumsuzluk.
Oblivion filminde dünyayı sömürmeye gelmiş o devasa uzaygemisinin beyinlerini yıkamak istediği insanlara sorduğu soru neydi? (Ki filmin içinde bu soruyu hep Victoria [Andrea Riseborough] cevapladı.) "Uyumlu bir ekip misiniz?" Uzaygemisi endoktrine edeceği insanlarda bunu aradı. Ve diyebiliriz ki: İnsanlığı kurtaran da Victoria'nın bu soruya bir yalanla karşılık vermesiydi. Hayır, onlar aslında uyumlu bir ekip değillerdi, çünkü Jack Harper (Tom Cruise) ona değil Julia'ya (Olga Kurylenko) âşıktı. Rüyalarında onu görüyordu. Bu gerçek hayatla rüyaları arasında bir uyumsuzluk yaratıyordu. Bu uyumsuzluk bir sorgulamayı ve arayışı tetikledi. Bu sorgulama ve arayış sayesinde de insanlık kurtuldu.
Doğru yerde olmadığımız düşüncesi bizi arayışa iten ana sebeptir. Eğer durduğumuz yerle tastamam uyumlu olsak, hiçbir rahatsızlık yaşamasak, o zaman arayışa da girmeyiz. Şeytan bizim beynimizi rahatlıkla yıkar. Bizi bize düşman eder. Oblivion'da Jack hakikaten Victoria'ya âşık olsaydı duracaktı. Huzur duyacaktı. Hayatı ve rüyaları hakkında sorular sormayacaktı. Kendimize dönelim: İnsan da dünyada tastamam mutlu olsaydı cenneti aramayacaktı. Cenab-ı Hakkın bizi, aslımızı, atamızı önce cennetle tanıştırıp sonra dünyaya göndermesi büyük bir lütuf. Tanıştırıldığımız yoksunluklar sayesinde varolmakta kararsızlaştık. Bunlar bizi imtihan edilir kıldı. Eğer şu uyumsuzluktan doğan mübarek boşluk hissi olmasaydı hiç Allah'ı arar mıydık?
Evet, cevabımın arkasındayım, çünkü böyle hissediyorum. Her yokluk yükümü hafifleştirmediği gibi, her hafiflik de boşluğumu arttırmıyor. Hayatımda öyle şeyler var ki, onlar eksilse, bir daha tamam olmam ben. Yokluklarından kaynaklanan bir yük çekerim. Hafiflemem. Lakin öyle de "Hayatımdan çıksın!" istediğim şeyler var ki, onların yokluğu da bir boşluk hissettirmez bana, hakikaten hafiflik olur. Genel olarak şöyle söylenebilir belki: Gereksizin yokluğu hafifliktir. Gereklinin yokluğu boşluktur. Bu 'yokluğu boşluk doğuranlar' ve 'yokluğu hafiflik olanlar' bahsi beni ister istemez mürşidimin 3. Söz'üne götürüyor.
"O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise askerliği bırakır, nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur; fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem herşeyden, her hadiseden titrer bir surette gider. Ta mahall-i maksuda yetişir; orada âsi ve kaçak cezasını görür."
Ah, ama acele ettim, hikayemizin başını alıntılamadım. Onu da dinleyelim: "Bir vakit iki asker uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler. Ta yol ikileşir. Bir adam orada bulunur. Onlara der: Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur."
Sağa gideni, ağırlığına rağmen, silahı taşımaya iten neydi? Sola gideni, yoldaki rahatlığa rağmen, mutsuz kılan ne oldu? İşte bu temsilin detayları içinde 'hafiflik' ve 'boşluk' arasındaki nüans bize gülümsüyor. Ve belki bir kafa karışıklığının da adresi belli oluyor. Biz insanlar 'hafiflik' ve 'boşluk' ayrımında şaşırıyoruz. Boşluğunu hissedeceğimiz şeylerin her zaman hafifliğinin olmadığını unutuyoruz. Hatta boşluk hissini besleyen her yokluğun hafiflikten birşeyler götürdüğünü, omuzlarımızdaki yükü arttırdığını, işimizi zorlaştırdığını kaçırıyoruz.
Bediüzzaman'ın bu temsili ibadetler sadedinde vermesi boşuna değil. İbadetler bize her eylemin yük olmadığını öğretir. Rahmet olan zahmetler de vardır. Mesela farzlar yokluklarından hafiflik değil boşluk doğan şeylerdir. Allah'ı ve ona karşı sorumluluklarını öteleyen insanın boşluğu öyle bir noktaya varır ki sonunda kendisini yutar. Bu katlanılmaz çekilişten kurtulmanın yolunu karadeliğe karşı duyarsızlaşmayla aşmaya çalışır. Kuyuya düşerken duvarlardaki nakışlarla meşgul olur. Ki bunu da 3. Söz'ün ilk cümlesi bize söylüyor: "İbadet ne büyük bir ticaret ve saadet, fısk ve sefahet ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle..."
Fısk ve sefahet arkadaşlığı biraz da fıskın ortaya çıkardığı 'ağır hafifliklerin' farkındalığından başka yüklerle kurtulma çabası değil midir? Allah'ı hayatımızdan çıkardığımızda öyle bir boşlukla karşılaşırız ki, buna dayanabilmenin tek yolu, her an uyuşmaktır. İlla alkol ve uyuşturucu da kullanmak gerekmez bunun için. Hareketin de bir sarhoşluğu vardır. Modern insan dikkat dağıtıcılarla öyle sarınmıştır ki, bu toprak altındaki kafa, ellerinden toprağı alınıncaya kadar gözünü güneşe açmaz. (Toprağın alınmasının üzerine toprağın atıldığı ana denk gelişi ne ilginç bir ironidir.) Boşluğu hissetmez. Çünkü boşlukla yüzleşmez. Boşluğu oluşturan hafifliklerle elde ettiği 'zahirî hıffet'i modern medeniyetin yapmasını önerdiği meşguliyetlerle doldurur. Oruç tutmaz. Ama sürekli rejime başlar/bozar. Namaz kılmaz. Fakat yogası vardır. Camide vaaz dinlemez. Lakin sinemada başka kürsülerin sessiz müstemisi olur. Yaşadığı 'hafiflik' değil 'boşluk'tur çünkü. Ve bu boşluk dolmadığı her anda azap verir.
Bu meselenin birinci yanıydı. İkinci yanını ise şu soru başlatıyor: İnsanda bu boşluk hissi neden var? Neden, hatta en mutlu olduğumuz anlarda bile, yakamızdan düşmüyor? Neden en başarılı zamanlarımızda bile 'doğru şeyi yapıp yapmadığımızı' sorguluyoruz? Ben bunun bir yanının insanın cennetten dünyaya yolculuğu ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Biz insanlar Formula pistinden köy yoluna inmiş Ferrari gibiyiz. Ferrari yola bir şekilde devam ediyor. Fakat hareketlerinde bir tuhaflık var. Altına taş çarpıyor. Engebeleri aşmakta zorlanıyor.
Kendisini yolla uyumsuz hissediyor. Bu uyumsuzluğu bazen kendi 'işe yaramazlığına' yoruyor. Boşluk hissini en çok buradan yaşıyoruz. Aczimiz ve fakrımız dünyaya indiğimiz günden beri ensemizde iki nasihatçi. Arabamızın altına her taş değişinde "Neden böyle oluyor?" diye soruyoruz. Hayallerimizde yüz kilometreye birkaç saniyede çıkmak var. Fakat bu şartlarda mümkün değil. Hayalimiz cenneti unutamamış yanımızdır. Korku. Endişe. Bu uyumsuzluk imtihanın başladığını haber verdi bize. Yaşadığımız yerle hatırladığımız yer arasında bir uyumsuzluk.
Oblivion filminde dünyayı sömürmeye gelmiş o devasa uzaygemisinin beyinlerini yıkamak istediği insanlara sorduğu soru neydi? (Ki filmin içinde bu soruyu hep Victoria [Andrea Riseborough] cevapladı.) "Uyumlu bir ekip misiniz?" Uzaygemisi endoktrine edeceği insanlarda bunu aradı. Ve diyebiliriz ki: İnsanlığı kurtaran da Victoria'nın bu soruya bir yalanla karşılık vermesiydi. Hayır, onlar aslında uyumlu bir ekip değillerdi, çünkü Jack Harper (Tom Cruise) ona değil Julia'ya (Olga Kurylenko) âşıktı. Rüyalarında onu görüyordu. Bu gerçek hayatla rüyaları arasında bir uyumsuzluk yaratıyordu. Bu uyumsuzluk bir sorgulamayı ve arayışı tetikledi. Bu sorgulama ve arayış sayesinde de insanlık kurtuldu.
Doğru yerde olmadığımız düşüncesi bizi arayışa iten ana sebeptir. Eğer durduğumuz yerle tastamam uyumlu olsak, hiçbir rahatsızlık yaşamasak, o zaman arayışa da girmeyiz. Şeytan bizim beynimizi rahatlıkla yıkar. Bizi bize düşman eder. Oblivion'da Jack hakikaten Victoria'ya âşık olsaydı duracaktı. Huzur duyacaktı. Hayatı ve rüyaları hakkında sorular sormayacaktı. Kendimize dönelim: İnsan da dünyada tastamam mutlu olsaydı cenneti aramayacaktı. Cenab-ı Hakkın bizi, aslımızı, atamızı önce cennetle tanıştırıp sonra dünyaya göndermesi büyük bir lütuf. Tanıştırıldığımız yoksunluklar sayesinde varolmakta kararsızlaştık. Bunlar bizi imtihan edilir kıldı. Eğer şu uyumsuzluktan doğan mübarek boşluk hissi olmasaydı hiç Allah'ı arar mıydık?
Etiketler:
3. Söz,
Andrea Riseborough,
Arayış,
boşluk hissi,
Depresyon,
film,
Hafiflik,
Hayal,
Jack Harper,
Juila,
Karadelik,
Oblivion,
Olga Kurylenko,
Rüya,
sarsıntı,
sorgulama,
Tom Cruise,
uyumsuzluk,
Victoria,
Yoksunluk
20 Haziran 2017 Salı
Kur'an Risale-i Nur'dan haber veriyor mu?
"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur'ân'a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor." 20. Söz'den.
Bu fıkrayı ya birinden duydum ya bir yerden okudum. Net hatırlamıyorum. Hatırladığım kadarıyla aktarayım: Bir gün Avrupalı bir aristokrat Namık Kemal'in de bulunduğu bir mecliste (bir yardım toplantısı sanırım) "Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!" ayetini hatırlatarak sorar: "Kur'an'da herşeyin bahsinin geçtiğini iddia ediyorsunuz. Bu nasıl mümkün olur? Mesela: Kur'an'ınız benden veya şu kel kafamdan da bahsediyor mu?" Bu söylerken müstehziyane bir şekilde eliyle de pürüzsüz kafasını sıvazlar. Namık Kemal ise gayet sakin bir şekilde "Evet!" der. "Sizin bahsiniz Kur'an'da var." Ve ardından Bakara sûresinin 264. ayetini okur:
"Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbirşeye sahip olamazlar. Allah kâfirleri doğru yola iletmez."
Bunu çağrıştırır bir anı da bende var. Hızlı ve Öfkeli serisinin 7.'sini izlerken kendi kendime şöyle demiştim: "Vay arkadaş! Adamların ne güzel hayatları var. Hem rahat rahat çalışıyorlar, hem dünyanın parasını kazanıyorlar, hem de güzel güzel dünyayı geziyorlar." Aynı gün takip etmekte olduğum mealli Kur'an okumasında şu ayete rastlayıp sarsıldım: "İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması sakın seni aldatmasın!" Tokat yemiş gibi oldum. Ben bu sarsılmayı neden yaşadım? Çünkü Kur'an o an benimle konuşuyor gibi geldi. Zamansal mesafe aradan kalktı. Ayet-i kerimeyi birebir üzerime alındım.
Bu demek değildi ki, mezkûr ayet, asırlar sonra gelecek Ahmet Ay diye bir günahkâr için nazil olmuştu. Hayır. Ayetin gelişinin asıl/ana sebebi ben değildim. Benim Hızlı ve Öfkeli 7'yi izleyip düşündüklerim değildi. Ama evet, bir açıdan ayet-i kerime benim için de nazil olmuştu, çünkü bahsedilen bendim. Ders alması gereken bendim. Uyarılan bendim. Peki nasıl bendim?
İşte tam da bu noktada mürşidimin 20. Söz'de bahsettiği birşeyi anımsamak gerekiyor. Alıntılayıp anımsayalım: "Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." 1. Lem'a'da Hz. Yunus (a.s.), 2. Lem'a'da ise Hz. Eyyub (a.s.) kıssası üzerinden örneklemesi de yapılan bu hakikat bize evvelemirde şunu söylüyor: Kur'an'da anılan hiçbirşey sadece kendisi için anılmaz. 20. Söz'ün başındaki soruya atıf yaparsak: Orada anlatılan kıssalardan, kişilerden, olaylardan, mesajlardan hiçbirisi sadece bir hadisat-ı cüz'iye veya vaka-i âdiyeden ibaret değildir. Bütün zamanlarla konuşur, bütün zamanlara ders verir, bütün zamanlara hitap eder bir yanı vardır.
"Her bir âyetin mânâ mertebeleri vardır; zâhirî (açık), bâtınî (açık ve görünür mânâsının içindeki, ehlinin anlayabileceği mânâ), haddi (kapsamı) ve muttala'ı (anlam çerçevesi) vardır. Bu dört mânâ tabakasından herbirinin de fürûatı (detayları), işaretleri, dalları ve ayrıntıları vardır..." (bk. Ebu Yâ'lâ, el-Müsned 9:287; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-Evsat 1:236.) hadis-i şerifinden Bediüzzaman'ın aldığı ders de böyledir. "Madem Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev-i beşerin herbir tabakası, herbir âyât-ı Kur'âniyeden hissesini alacak ve âyât-ı Kur'âniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette, ayrı ayrı ve müteaddit mânâları zımnen ve işareten bulunacaktır."
Peki bu konuşma nasıl olur? Bu konuşma, bizzat anılanlar için, bizzat olur. (Kur'an'da sarahaten bahsi geçen veya esbab-ı nüzul olarak nakledilen şeyleri/kişileri bu sadetten sayabiliriz.) Bizzat anılmayanlar içinse kanunen veya işaraten olur. Ne demek 'kanunen veya işareten?' Yani; Kur'an'ın, ayetlerinde ders verdiği hakikatlerin bütün zamanları kuşatan 'düstur-u küllî' veya 'kanun-u umumî' taraflarına dahil olduğumuzu hissettiğimiz an biz de o manaların gölgesinde gölgeleniriz. Ki zaten Kur'an'ı anlama ve yaşama yolculuğumuz da tastamam bunu ifade eder. Karun'un kıssasını okuduğunda kendisine çekidüzen verme ihtiyacı hisseden zengin bu yüzden hisseder.
Eyyub'un (a.s.) kıssasını okuduğunda derdi içinde koruması gereken kulluk şuurunu bulan hasta bu yüzden bulur. Süleyman'ın (a.s.) kıssasını okuduğunda 'nasıl bir yönetici olması gerektiği' dersini alan yönetici bu sayede alır... Yani hepsi kendisini 'bahsedilen' olarak görür. Üzerine alınır. O kanunun bir ferdi ve düsturun bir ucu olarak hayatını yorumlar. Kur'an'la böyle bir ilişkiye girilmedikten sonra zaten arza nüzul edenin kalbe nüzulu yaşanmaz. Ondan ders alınmaz. Tebliğin ahlaka dönüşmesi Kur'an'da hitap edilenin biz olduğumuzu, ama kanunun bir parçası olarak biz olduğumuzu, farketmekle başlar. İşte, tam da bu noktada, "Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!" hakikati bize göz kırpar.
Kur'an'da her cimriden tek tek bahis var mıdır? Vardır. Çünkü cimrilikten bahis vardır. Kur'an'da her kibirliden bahis var mıdır? Vardır. Çünkü mütekebbirlikten bahis vardır. Kur'an'da tüm müslümanlardan, kafirlerden veya münafıklardan bahis var mıdır? Vardır. Çünkü onların ait ve bağlı oldukları kanuniyetlerden, manalardan, hakikatlerden bahis vardır. Bu yüzden her mü'min Kur'an'ı okuduğu zaman sanki ayetler kendisiyle konuşuyormuş gibi hisseder. Çünkü hakikaten o ayetlerin ezelden gelen dersleriyle bir ilgisi vardır. Mürşidime göre; sarahaten Hz. Yunus'tan (a.s.) bahseden her ayet, işareten de aynı haleti hisseden herkese hitap eder:
"İşte, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor."
Bu noktada artık diyebilirim ki: Bediüzzaman'ın, Kur'an'da veya başka metinlerde Risale-i Nur'a işaretler bulunduğunu söylediği yerler de böyle anlaşılmalıdır. Çünkü Bediüzzaman bu yerlerin hiçbirinde ayetin sarih manasını sahiplenmez. Esir almaz. "Bu ayet Risale-i Nur için indi!" demez. Aksine; kastettiğinin bu olmadığını tekrar be tekrar belirtir. Onun dediği ise, yukarıda arzetmeye çalıştığım, bir mübarek alınganlıktır. Kur'an'ın bahsettiği kanuniyetlerden bazılarına dahil olmaktır. Kendi ifadelerinden okuyalım:
"Risale-i Nur'un makbuliyetine eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki 'Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!' sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur'ân'dır. Acaba Risale-i Nur'u Kur'ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?' denildi. O acip sual karşısında bulundum. Ben de Kur'ân'dan istimdat eyledim. Birden, otuz üç âyetin mânâ-yı sarîhinin teferruatı nev'indeki tabakattan mânâ-yı işârî tabakasından ve o mânâ-yı işârî külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhûlüne ve medâr-ı imtiyazına birer kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim. Ve bir kısmı bir derece izahlı ve bir kısmını mücmelen gördüm.
Kanaatime hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ve ben de ehl-i imanın imanını Risale-i Nur ile takviye etmek niyetiyle o kat'î kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede biz demiyoruz ki, âyâtın mânâ-yı sarîhi budur. Tâ hocalar fîhi nazarun desin. Hem dememişiz ki, mânâ-yı işârînin külliyeti budur. Belki diyoruz ki, mânâ-yı sarîhinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da mânâ-yı işârî ve remzîdir. Ve o mânâ-yı işârî de bir küllîdir; her asırda cüz'iyatları var. Ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mânâ-yı işârî tabakasının külliyetinde bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medâr-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde bir düstur-u cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmişken, Kur'ân'ın âyetine veya sarahatine, değil incitmek, belki i'caz ve belâğatine hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatin nihayetsiz işârât-ı Kur'âniyeden had ve hesaba gelmeyen istihraçlarını inkâr edemeyen bunu da inkâr etmemeli ve edemez."
Şimdi Bediüzzaman'ın bu mübarek alınganlığına itiraz eden, sözde Kur'an müslümanı, özde ehl-i bid'a olanlara sormak istiyoruz: Sizce Kur'an bizimle konuşmuyor mu? Bizi kastetmiyor mu? Bize işaret etmiyor mu? Bizi ilgilendirmiyor mu? Bizden bahsetmiyor mu? Bize deva olmuyor mu? Bize dokunmuyor mu? Bizi düzeltmiyor mu? Bize ders vermiyor mu? Bizi anlatmıyor mu? Bizi istikamete çağırmıyor mu? Bize yol göstermiyor mu? Bizi uyarmıyor mu? Bizi çağırmıyor mu? Bu soruların cevabını Bediüzzaman gibi 'olumlu' vermiyorsanız sizin nereniz Kur'an ve hatta nereniz/nasıl müslüman? Kur'an'ı bütün zamanlarla konuşur kabul etmedikten sonra, size, Kur'an müslümanı değil de 'ahirzaman şarlatanı' denmesi seza değil mi? Şarlatansınız ki, tevhid ile herşeyi yaratanın, kelamında yarattığı herşeyle ilgili olmasını, yani herşeye hitap etmesini inkâr ediyorsunuz.
16 Haziran 2017 Cuma
Caner Taslaman nerede hata yapıyor? (4)
"Yaşamak için dünyayı mahvetmeye devam etmenizi neredeyse zorunlu kılan bir uygarlık sistemine tutsak olmuşsunuz." Daniel Quinn, İsmail'den.
Hemen yazının başında ifade edeyim: Bunu Caner Taslaman'ın kendisinden işitmedim. Ama Taslamandîler şişede durdukları gibi durmuyorlar. Ondan bağımsız olarak da argüman üretmeye devam ediyorlar. İşte, birkaç yazıdır konuşuyor olduğumuz, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'insan' ve 'peygamber' olduğu zamanların ayrımı meselesinde de bu zavallı üretim devam ediyor. Her zaman olduğu gibi, siyerin veya hadislerin geneli görmezden gelinerek, aradan 'işe yarar' görülen birşeyler cımbızlanıyor ve zorlu tevillere maruz bırakılıyor. Hani, dilleri olsa, diyecekler: "Bize ettiğin nedir a insafsız!" Ama dilleri yok metinlerin. O vakit onların dilleri biz olalım. Baktıkları şeylere 'daha farklı' veya 'daha doğru' nasıl bakılacak modernistlere arzetmeye çalışalım.
Bu hâdise de, tıpkı ikinci yazıda aktardığım hâdise gibi, meşhurdur. En azından bu tip iddialarla karşılaşanlar arasında meşhurdur. Sık kullanılan bir argümandır. Yazının gelişme bölümüne geçmeden alıntılayalım: “Hz. Peygamber (aleyhissalatuvesselam), aşılama yapan bir topluluğa uğradı. Onlara 'Siz bunu yapmamış olsanız da (hurma) olur!' buyurdu. (O sene) hurmalar koruk çıkardılar (iyi bir verim alınamadı). Hz. Peygamber (aleyhissalatuvesselam), (neden sonra) onlara (tekrar) uğradı ve 'Hurmalarınız ne durumdadır?' diye sordu. Onlar da 'Şöyle şöyle buyurmuştunuz, (biz de öyle yaptık ve sonuç böyle oldu)' dediler. (Bunun üzerine Resûlûllah): 'Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz' dedi.”
Müslim'in Fedail kısmında geçen bu hadis-i şerif bize evvelemirde ne söylüyor? Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hurmalar hakkındaki bir tesbitinin sahabesinin beklediği türden bir sonucu vermediğini... Bekledikleri sonuç ne peki? Muhtemelen hurmalarının bollaşması. Veya en azından bir önceki sene gibi olması. Nihayetinde Aleyhissalatuvesselamın tesbitinden dünyevî bir sonuç bekledikleri belli. Ki ahirdeki durum onları şaşırtıyor. (Yoksa neden şaşırsınlar?) Efendimiz aleyhissalatuvesselam da onların bu şaşkınlığını şu sözüyle cevaplıyor: "Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz!"
Şimdi öncelikle meseleyi biraz irdeleyelim: Efendimiz aleyhissalatuvesselam mezkûr tesbiti bir emir olarak mı söylüyor? Benim yaptığım araştırmalar sonucunda öğrendiğime göre; hayır, Efendimiz aleyhissalatuvesselam 'Bundan sonra böyle yapın!' veya 'İlla böyle yapın!' diyerek onlara bunu söylemiyor. (Öyle olsaydı zaten bu emri şeriatın bir parçası olurdu. Ve biz biliyoruz ki: Allah Resulü, dinin bir parçasını 'Sonuç iyi olmadı!' diye geri bırakmaz veya değiştirmez. Çünkü bu din vahiy üzerine kurulmuştur. Sonuçlar üzerine kurgulanmamıştır.) Onlara, güzel âdeti olduğu üzere, fıtrî olanda hayır olduğunu ifade eder bir ders veriyor. Peki bu dersin amacı ne?
Aşılama, sizi de az-çok bildiğiniz gibi, ağacın kendiliğinden yaşadığı birşey değildir. İnsan elinin karışmasıyla yaşanır. Birçok aşılama şekli vardır ki, bunlar, aslında bitkinin doğal meyve verme sürecine yapılmış dış müdahalelerdir. Süreci hızlandırmayı, risklerden korumayı veya sonucu arttırmayı hedeflerler.
Başka ağaçlara aşılanmış meyve ağaçları olur. Bu onların daha güçlü olmasını sağlar. (Aşılandıkları ağaç güçlü bir ağaçtır.) Belki kendi kökleri üzerinde yükselse hastalanacak olan ağacın diğer ağacın kökü sayesinde hastalıktan korunması sağlanır. (Veya büyümesi hızlanır. Veya daha çok meyve verir. Veyahut daha başka bir fayda.) Ancak bunun bir de bedeli vardır.
Aşılanmış ağaçtan yediğiniz meyve orijinal meyvenin tadını vermez. Isırdığınız anda, o meyvenin aşılanmış ağaçtan mı, yoksa fıtrî haliyle yetişmiş ağaçtan mı geldiğini anlarsınız. Tadı bunu söyler. Kıvamı bunu söyler. Kokusu bunu söyler. Sindirimi bunu söyler. Her açıdan, orijinal haliyle kalmış, fıtratı bozulmamış, insan müdahalesi yaşanmamış ağacın meyvesi daha güzeldir. Bu dediğimi böylesi tecrübeleri olanlar zaten bilirler.
Bu iş ağaçta böyledir de başka şeylerde farklı mıdır? Hayır. Balda da böyledir. Reçelde de böyledir. Çiçekte de böyledir. Tahılda da böyledir. Böyledir de böyledir. Mürşidimin ifadesiyle 'bulaşık beşer eli' karıştıkça işin tadı kaçar. Düzen bozulur. Ahenk söner. Çünkü Allah herşeyi zaten 'en güzel şekilde' yaratmıştır. Fıtratına bırakıldığında her çocuk müslümandır. Fakat insan murat ettiği başka faydalar üzerinden bazen bu çocuğun ahlakına karışır. Daha fazlası için daha doğalı feda eder. Onu yahudi, hristiyan veya mecusi yapar. (Yazar burada 'Her çocuk fıtrat üzere doğar...' hadisine atıf yapıyor.)
İnsan sadece insana yapmaz bunu. Ürettiği ve tükettiği herşeye yapar. Karıştığı herşeyi karıştırır. Ki bugün GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) ile yapılan tarımın sonuçları da bize aynı hakikati söyler... Son zamanlarda bu konu hakkında yazılan-çizilen epey şey olduğu için daha fazlasını karalamıyorum. Özetle: Kuyruğumuz çıkmadan, kanser olmadan, insandan başka birşeye dönüşmeden sonlandırdığımız her gün için Allah'a şükretsek yeridir.
Doğal olanda sağlık olduğunu artık hepimiz kabul ediyoruz. Sunî olanın saltanatı son on yılda epey yıkıldı. Bir zamanlar süttozunun sütten daha sağlıklı olduğu, meyve konsantrelerinin meyveden daha fazla besin değeri taşıdığı, vitamin haplarının sebzelerden daha iyi iş gördüğü yönünde modern medeniyetin yükselttiği bir algı vardı. Başımızı duvara çarpa çarpa bunun böyle olmadığını öğrendik. En doğru olanın doğal olduğunu, yani Allah'ın yarattığı gibi kalan olduğunu, üzerinde yapılan 'en iyi niyetli' oynamaların bile kötü sonuçlar verdiğini yaşanan bir dizi kollektif sağlık sorunuyla bizzat tecrübe ettik. Geldiğimiz nokta, en azından, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın fıtrî olana düşkünlüğünü anlamakta bize bir bakış açısı sunmalı.
Burada kalmayalım. Miraç hadisesini hatırlayalım. Orada kendisine süt ve şarap sunulduğunda Efendimiz aleyhissalatuvesselam hangisini seçmişti? Peki, onun yaptığı seçim üzerine, Cebrail aleyhisselam ne söylemişti? Biz ilgili hadislerden biliyoruz ki: Aleyhissalatuvesselam sütü seçmişti. Cebrail aleyhisselam da "Fıtratı seçtin!" diyerek onu tebrik etmişti. (Çünkü şarap üzüm suyuna müdahele edilerek yapılır. Süt ise sağıldığı andan itibaren zaten süttür. Ayrıca müdahele istemez.) Buradan alınız ve Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hayatının geneline bakınız. Onun her zaman fıtrî olana düşkün olduğunu görürsünüz. Bu onun "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" sırrına yaşamıyla yaptığı bir tefsirdir. Fıtrî olanın bozulmadan devam etmesini ister, tavsiye eder, savunur.
Bunu, modern medeniyetten, 'dünyayı mahvetmek pahasına da olsa daha fazla üretim sahibi olmak' dersini alanlar anlayamaz belki. (Onların alacağı ders kendi başlarına koparacakları bir kıyameti/çevresel felaketi bekler.) Ama bir mü'minin daha kolay anlaması gerekir. Yahut da şöyle: "Tevhide iman etmiş bir müslümanın, bu imandan gelen bakış açısıyla, Efendisi aleyhissalatuvesselamın 'fıtrî olana meylini' anlaması gerekir."
Eğri de otursak doğru konuşalım: Bugün biz de organik tarımla (aslında fıtratına uygun) yetişmiş bir domatesle GDO'lu domatesi yanyana koyunca sonuçtan tatmin olmuyoruz. (Özellikle eken/satan/alan hiç memnun olmuyor.) Karpuza özenmiş şu domatesimsi şey, çürük-çarık, körpe-küçük diğerinden daha ihtişamlı görünüyor. (Fiyatı ise daha ucuz!) Fakat bugün ulaştığımız düzlemde akıl ve bilim hangisinin daha faydalı olduğunu söylüyor? Peki siz daha çok hangisini alıyorsunuz? Peki tarımcılar en çok hangisini ekiyor? İşte, siz de, bu açıdan dünya işini Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan iyi biliyorsunuz(!). Çünkü dünya işi kısavadeli iştir. O güzeller güzeli, dünyaya dahi, salt dünyayı düşünerek bakmaz. Salt ürün, salt sonuç, salt tüketim gözüyle bakmaz.
Ve, ey modernist, sen de şunu dinle: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'daha çok' yerine 'daha fıtrî' olanı seçmesi onu hatalı yapmaz. Buradan şu meş'um sonucu çıkaramazsın. Bu hadiseye bakarak onun ismetine halel getirmek haddin olamaz. Ancak onun işaret ettiği büyük hakikati kuşatamadığından kendi aklının ve anlayışının darlığını ortaya koymuş olursun. Sen de bu bahisten şu dersi işiteceksin. İşiteceksin ki kem iddiandan tevbe edesin.
Hemen yazının başında ifade edeyim: Bunu Caner Taslaman'ın kendisinden işitmedim. Ama Taslamandîler şişede durdukları gibi durmuyorlar. Ondan bağımsız olarak da argüman üretmeye devam ediyorlar. İşte, birkaç yazıdır konuşuyor olduğumuz, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'insan' ve 'peygamber' olduğu zamanların ayrımı meselesinde de bu zavallı üretim devam ediyor. Her zaman olduğu gibi, siyerin veya hadislerin geneli görmezden gelinerek, aradan 'işe yarar' görülen birşeyler cımbızlanıyor ve zorlu tevillere maruz bırakılıyor. Hani, dilleri olsa, diyecekler: "Bize ettiğin nedir a insafsız!" Ama dilleri yok metinlerin. O vakit onların dilleri biz olalım. Baktıkları şeylere 'daha farklı' veya 'daha doğru' nasıl bakılacak modernistlere arzetmeye çalışalım.
Bu hâdise de, tıpkı ikinci yazıda aktardığım hâdise gibi, meşhurdur. En azından bu tip iddialarla karşılaşanlar arasında meşhurdur. Sık kullanılan bir argümandır. Yazının gelişme bölümüne geçmeden alıntılayalım: “Hz. Peygamber (aleyhissalatuvesselam), aşılama yapan bir topluluğa uğradı. Onlara 'Siz bunu yapmamış olsanız da (hurma) olur!' buyurdu. (O sene) hurmalar koruk çıkardılar (iyi bir verim alınamadı). Hz. Peygamber (aleyhissalatuvesselam), (neden sonra) onlara (tekrar) uğradı ve 'Hurmalarınız ne durumdadır?' diye sordu. Onlar da 'Şöyle şöyle buyurmuştunuz, (biz de öyle yaptık ve sonuç böyle oldu)' dediler. (Bunun üzerine Resûlûllah): 'Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz' dedi.”
Müslim'in Fedail kısmında geçen bu hadis-i şerif bize evvelemirde ne söylüyor? Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hurmalar hakkındaki bir tesbitinin sahabesinin beklediği türden bir sonucu vermediğini... Bekledikleri sonuç ne peki? Muhtemelen hurmalarının bollaşması. Veya en azından bir önceki sene gibi olması. Nihayetinde Aleyhissalatuvesselamın tesbitinden dünyevî bir sonuç bekledikleri belli. Ki ahirdeki durum onları şaşırtıyor. (Yoksa neden şaşırsınlar?) Efendimiz aleyhissalatuvesselam da onların bu şaşkınlığını şu sözüyle cevaplıyor: "Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz!"
Şimdi öncelikle meseleyi biraz irdeleyelim: Efendimiz aleyhissalatuvesselam mezkûr tesbiti bir emir olarak mı söylüyor? Benim yaptığım araştırmalar sonucunda öğrendiğime göre; hayır, Efendimiz aleyhissalatuvesselam 'Bundan sonra böyle yapın!' veya 'İlla böyle yapın!' diyerek onlara bunu söylemiyor. (Öyle olsaydı zaten bu emri şeriatın bir parçası olurdu. Ve biz biliyoruz ki: Allah Resulü, dinin bir parçasını 'Sonuç iyi olmadı!' diye geri bırakmaz veya değiştirmez. Çünkü bu din vahiy üzerine kurulmuştur. Sonuçlar üzerine kurgulanmamıştır.) Onlara, güzel âdeti olduğu üzere, fıtrî olanda hayır olduğunu ifade eder bir ders veriyor. Peki bu dersin amacı ne?
Aşılama, sizi de az-çok bildiğiniz gibi, ağacın kendiliğinden yaşadığı birşey değildir. İnsan elinin karışmasıyla yaşanır. Birçok aşılama şekli vardır ki, bunlar, aslında bitkinin doğal meyve verme sürecine yapılmış dış müdahalelerdir. Süreci hızlandırmayı, risklerden korumayı veya sonucu arttırmayı hedeflerler.
Başka ağaçlara aşılanmış meyve ağaçları olur. Bu onların daha güçlü olmasını sağlar. (Aşılandıkları ağaç güçlü bir ağaçtır.) Belki kendi kökleri üzerinde yükselse hastalanacak olan ağacın diğer ağacın kökü sayesinde hastalıktan korunması sağlanır. (Veya büyümesi hızlanır. Veya daha çok meyve verir. Veyahut daha başka bir fayda.) Ancak bunun bir de bedeli vardır.
Aşılanmış ağaçtan yediğiniz meyve orijinal meyvenin tadını vermez. Isırdığınız anda, o meyvenin aşılanmış ağaçtan mı, yoksa fıtrî haliyle yetişmiş ağaçtan mı geldiğini anlarsınız. Tadı bunu söyler. Kıvamı bunu söyler. Kokusu bunu söyler. Sindirimi bunu söyler. Her açıdan, orijinal haliyle kalmış, fıtratı bozulmamış, insan müdahalesi yaşanmamış ağacın meyvesi daha güzeldir. Bu dediğimi böylesi tecrübeleri olanlar zaten bilirler.
Bu iş ağaçta böyledir de başka şeylerde farklı mıdır? Hayır. Balda da böyledir. Reçelde de böyledir. Çiçekte de böyledir. Tahılda da böyledir. Böyledir de böyledir. Mürşidimin ifadesiyle 'bulaşık beşer eli' karıştıkça işin tadı kaçar. Düzen bozulur. Ahenk söner. Çünkü Allah herşeyi zaten 'en güzel şekilde' yaratmıştır. Fıtratına bırakıldığında her çocuk müslümandır. Fakat insan murat ettiği başka faydalar üzerinden bazen bu çocuğun ahlakına karışır. Daha fazlası için daha doğalı feda eder. Onu yahudi, hristiyan veya mecusi yapar. (Yazar burada 'Her çocuk fıtrat üzere doğar...' hadisine atıf yapıyor.)
İnsan sadece insana yapmaz bunu. Ürettiği ve tükettiği herşeye yapar. Karıştığı herşeyi karıştırır. Ki bugün GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) ile yapılan tarımın sonuçları da bize aynı hakikati söyler... Son zamanlarda bu konu hakkında yazılan-çizilen epey şey olduğu için daha fazlasını karalamıyorum. Özetle: Kuyruğumuz çıkmadan, kanser olmadan, insandan başka birşeye dönüşmeden sonlandırdığımız her gün için Allah'a şükretsek yeridir.
Doğal olanda sağlık olduğunu artık hepimiz kabul ediyoruz. Sunî olanın saltanatı son on yılda epey yıkıldı. Bir zamanlar süttozunun sütten daha sağlıklı olduğu, meyve konsantrelerinin meyveden daha fazla besin değeri taşıdığı, vitamin haplarının sebzelerden daha iyi iş gördüğü yönünde modern medeniyetin yükselttiği bir algı vardı. Başımızı duvara çarpa çarpa bunun böyle olmadığını öğrendik. En doğru olanın doğal olduğunu, yani Allah'ın yarattığı gibi kalan olduğunu, üzerinde yapılan 'en iyi niyetli' oynamaların bile kötü sonuçlar verdiğini yaşanan bir dizi kollektif sağlık sorunuyla bizzat tecrübe ettik. Geldiğimiz nokta, en azından, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın fıtrî olana düşkünlüğünü anlamakta bize bir bakış açısı sunmalı.
Burada kalmayalım. Miraç hadisesini hatırlayalım. Orada kendisine süt ve şarap sunulduğunda Efendimiz aleyhissalatuvesselam hangisini seçmişti? Peki, onun yaptığı seçim üzerine, Cebrail aleyhisselam ne söylemişti? Biz ilgili hadislerden biliyoruz ki: Aleyhissalatuvesselam sütü seçmişti. Cebrail aleyhisselam da "Fıtratı seçtin!" diyerek onu tebrik etmişti. (Çünkü şarap üzüm suyuna müdahele edilerek yapılır. Süt ise sağıldığı andan itibaren zaten süttür. Ayrıca müdahele istemez.) Buradan alınız ve Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hayatının geneline bakınız. Onun her zaman fıtrî olana düşkün olduğunu görürsünüz. Bu onun "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" sırrına yaşamıyla yaptığı bir tefsirdir. Fıtrî olanın bozulmadan devam etmesini ister, tavsiye eder, savunur.
Bunu, modern medeniyetten, 'dünyayı mahvetmek pahasına da olsa daha fazla üretim sahibi olmak' dersini alanlar anlayamaz belki. (Onların alacağı ders kendi başlarına koparacakları bir kıyameti/çevresel felaketi bekler.) Ama bir mü'minin daha kolay anlaması gerekir. Yahut da şöyle: "Tevhide iman etmiş bir müslümanın, bu imandan gelen bakış açısıyla, Efendisi aleyhissalatuvesselamın 'fıtrî olana meylini' anlaması gerekir."
Eğri de otursak doğru konuşalım: Bugün biz de organik tarımla (aslında fıtratına uygun) yetişmiş bir domatesle GDO'lu domatesi yanyana koyunca sonuçtan tatmin olmuyoruz. (Özellikle eken/satan/alan hiç memnun olmuyor.) Karpuza özenmiş şu domatesimsi şey, çürük-çarık, körpe-küçük diğerinden daha ihtişamlı görünüyor. (Fiyatı ise daha ucuz!) Fakat bugün ulaştığımız düzlemde akıl ve bilim hangisinin daha faydalı olduğunu söylüyor? Peki siz daha çok hangisini alıyorsunuz? Peki tarımcılar en çok hangisini ekiyor? İşte, siz de, bu açıdan dünya işini Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan iyi biliyorsunuz(!). Çünkü dünya işi kısavadeli iştir. O güzeller güzeli, dünyaya dahi, salt dünyayı düşünerek bakmaz. Salt ürün, salt sonuç, salt tüketim gözüyle bakmaz.
Ve, ey modernist, sen de şunu dinle: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'daha çok' yerine 'daha fıtrî' olanı seçmesi onu hatalı yapmaz. Buradan şu meş'um sonucu çıkaramazsın. Bu hadiseye bakarak onun ismetine halel getirmek haddin olamaz. Ancak onun işaret ettiği büyük hakikati kuşatamadığından kendi aklının ve anlayışının darlığını ortaya koymuş olursun. Sen de bu bahisten şu dersi işiteceksin. İşiteceksin ki kem iddiandan tevbe edesin.
15 Haziran 2017 Perşembe
Caner Taslaman nerede hata yapıyor? (3)
Bir önceki yazıda da dikkat çekmeye çalıştığım gibi: Efendimiz aleyhissalatuvesselamın gündelik hayatında, insanlarla ilişkilerinde, hatta dinî ahkamı tebliğde dahi 'vahiyden bağımsız' hareket ettiğini/edebildiğini düşünmek bir modern zaman hastalığıdır. Bu ümmete yeni arız olmuştur. Hadislerin ve o hadisler üzerine inşa edilmiş ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadının fısk yollarını kapamasından rahatsız olan, fikren veled-i zina, modernistlerin uydurmasıdır. Bununla şunu murad ederler: Eğer Efendimiz aleyhissalatuvesselamın sünnet-i seniyyesi ile Cenab-ı Hakkın hıfz u himayesi arasını açabilirlerse (bunu hakikatte açamazlar ama sizin gönül dünyanızda başarabilirler) o zaman sünnet-i seniyye ile gelen ahkam 'tartışmalı' hale gelir.
Bu peygamberi postacı haline getirmenin ilk adımıdır. Zira bir 'peygamber' ile 'postacı' arasındaki fark buradan başlar: Postacının mesajın iletilmesi dışında bir mesuliyeti yoktur. İşini yaptıktan sonra işine bakar. Mesajdan bağımsız olarak yaşamaya devam eder. Taşıdığı ölüm haberi bile olsa bıraktıktan sonra gülümser. Evine dönüp neşeyle televizyonunu izler. İlettiklerini üzerinde taşımak zorunda değildir. Onlarla duygusal etkileşime girmek zorunda değildir. Yaşamak zorunda değildir. Bununla mesul değildir. Fakat peygamber mesuldür. Peygamber, sadece ilettiği mesajla değil, hayatıyla da insanlara rehber olarak gönderilmiştir. Kendisi vesilesiyle insanlığa vahyolunan hakikatlerin gündelik yaşamda nasıl karşılık bulacağı örnekliğiyle ortaya konulur. Onun hayatı vahyin ilk ve en önemli tefsiridir.
Peygamberliğin olmazsa olmazı olan 'ismet' tam da bu noktada devreye girer. İsmet olmadıktan sonra tebliğde vuku bulabilecek hatalara karşı bizi emniyette kılacak olan nedir? Hiçbirşey! Hiçbirşey gösterilemez artık. Peygamberin kendisine vahyedileni tefsirinde, ister yaşayarak ister anlatarak olsun, hata yapmadığından nasıl emin olabiliriz? Nasıl onunla gelene emniyet edebiliriz? İsmetini, yani günahtan korunmuşluğunu, kabul etmedikten sonra artık dinin tamamı şüphe altındadır. Hatta Kur'an'ın kendisi dahi şüphe altındadır. Çünkü (hâşâ) güvenilmez birisi tarafından insanlığa iletilmiş olur. Bir peygamber vahyi iletirken hata yapmaz ama postacı yapabilir. Şu işin ortası yoktur. Mürşidim bu sadedde der ki:
"Muhammed aleyhissalâtüvesselâm ya Resulullahtır ve bütün resullerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah'a iftira ettiği ve Allah'ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız, esfel-i sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmek lâzım gelir. Bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur."
Peygamberin postacılığını savunmakla aslında Cenab-ı Hakka da şöyle denmiş olur: "Allahım, sen, bizi doğru yola çağırmak üzere vahiy gönderdin. Ama bunu yaparken gönderdiğin kişinin hata yapmamasına dikkat etmedin. Onu kollamadın. Dersi nasıl anlattığına bakmadın. Biz onun hayatında yanlışlar da gördük. Doğrusu artık emin olamıyoruz. Acaba senin mesajını iletirken de hata yapmış olabilir mi? Korumadığına göre olabilir. O halde artık o mesaja da güvenemeyiz. Güveneceğimiz tek şey kendi aklımız. Fakat bu akıl da öyle birşey ki, zamanla ve kişiden kişiye değişir, üstelik kimse bir diğerinin aklına karşı tam olarak güven duymaz. O halde Allahım, sen bizi çaresiz bıraktın, biz istediğimiz gibi inanabiliriz. Doğru yol falan da yok. Çünkü kesinliğine güvenilebilir birşey göndermedin. Suçlu sensin!"
Ben, işte biraz da bu nedenle, Caner Taslaman'ın 'kişisel sünnet' dediği şeyi hiddetle önemsiyorum. Önemli bir tehlike olarak görüyorum. Zira altını kazdığınız zaman 'Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın insan olduğu zamanlar' ve 'peygamber olduğu zamanlar' gibi bir ayrım çıkıyor. Bu ayrımın gittiği yer de en nihayet 'insan olduğu zamanlar'da günahsız olmadığı. Hatalar yaptığı. Yanlışlara düştüğü. Yanıldığı. Fakat bu ayrım öyle de kalmıyor. Bir kere Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatını böyle iki parçaya böldünüz mü bu parçalardan birisi diğerini ısıra ısıra tüketiyor. Sizi bağlamasını istemediğiniz her emri, her uygulaması, her tavsiyesi yavaş yavaş 'insan olduğu zamanlar'a itekleniyor. Fıska bir bahane oluyor.
Üstelik bu ikili alan mü'mini şöyle bir tereddütte de bırakıyor: Şimdi bu emri verdi, ama acaba 'insan' olarak mı verdi, 'peygamber' olarak mı verdi? Hangi taraftayken verdi? Ben bunu nereden bilebilirim? O halde dinde kesin bir şekilde emniyet edilecek birşey yok. İslam diye bize anlatılan şey aşağı yukarı bir panteizmdir. Hatta azıcık daha ilerisi: Nihilizmdir. Sünnet-i seniyyeye kırılan güvenin altından en nihayet bu çıkar. "Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür!" diyen İmam Zahid el-Kevserî Hazretleri (r.a.) çok kıymetli bir hakikatin altını çizmişti on yıllar önce. O sözün hakikatini yıllar sonra gördük. Sünnet-i seniyye ile uğraşa uğraşa canveren Yaşar Nuri Öztürk, ömr-ü ahirinde, boşuna "Deistim!" diye haykırmadı. O yol elbette buraya çıkacaktı. Şimdi yürüyenlerinki de, ıslah olmazlarsa, oraya çıkacak.
Bu peygamberi postacı haline getirmenin ilk adımıdır. Zira bir 'peygamber' ile 'postacı' arasındaki fark buradan başlar: Postacının mesajın iletilmesi dışında bir mesuliyeti yoktur. İşini yaptıktan sonra işine bakar. Mesajdan bağımsız olarak yaşamaya devam eder. Taşıdığı ölüm haberi bile olsa bıraktıktan sonra gülümser. Evine dönüp neşeyle televizyonunu izler. İlettiklerini üzerinde taşımak zorunda değildir. Onlarla duygusal etkileşime girmek zorunda değildir. Yaşamak zorunda değildir. Bununla mesul değildir. Fakat peygamber mesuldür. Peygamber, sadece ilettiği mesajla değil, hayatıyla da insanlara rehber olarak gönderilmiştir. Kendisi vesilesiyle insanlığa vahyolunan hakikatlerin gündelik yaşamda nasıl karşılık bulacağı örnekliğiyle ortaya konulur. Onun hayatı vahyin ilk ve en önemli tefsiridir.
Peygamberliğin olmazsa olmazı olan 'ismet' tam da bu noktada devreye girer. İsmet olmadıktan sonra tebliğde vuku bulabilecek hatalara karşı bizi emniyette kılacak olan nedir? Hiçbirşey! Hiçbirşey gösterilemez artık. Peygamberin kendisine vahyedileni tefsirinde, ister yaşayarak ister anlatarak olsun, hata yapmadığından nasıl emin olabiliriz? Nasıl onunla gelene emniyet edebiliriz? İsmetini, yani günahtan korunmuşluğunu, kabul etmedikten sonra artık dinin tamamı şüphe altındadır. Hatta Kur'an'ın kendisi dahi şüphe altındadır. Çünkü (hâşâ) güvenilmez birisi tarafından insanlığa iletilmiş olur. Bir peygamber vahyi iletirken hata yapmaz ama postacı yapabilir. Şu işin ortası yoktur. Mürşidim bu sadedde der ki:
"Muhammed aleyhissalâtüvesselâm ya Resulullahtır ve bütün resullerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah'a iftira ettiği ve Allah'ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız, esfel-i sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmek lâzım gelir. Bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur."
Peygamberin postacılığını savunmakla aslında Cenab-ı Hakka da şöyle denmiş olur: "Allahım, sen, bizi doğru yola çağırmak üzere vahiy gönderdin. Ama bunu yaparken gönderdiğin kişinin hata yapmamasına dikkat etmedin. Onu kollamadın. Dersi nasıl anlattığına bakmadın. Biz onun hayatında yanlışlar da gördük. Doğrusu artık emin olamıyoruz. Acaba senin mesajını iletirken de hata yapmış olabilir mi? Korumadığına göre olabilir. O halde artık o mesaja da güvenemeyiz. Güveneceğimiz tek şey kendi aklımız. Fakat bu akıl da öyle birşey ki, zamanla ve kişiden kişiye değişir, üstelik kimse bir diğerinin aklına karşı tam olarak güven duymaz. O halde Allahım, sen bizi çaresiz bıraktın, biz istediğimiz gibi inanabiliriz. Doğru yol falan da yok. Çünkü kesinliğine güvenilebilir birşey göndermedin. Suçlu sensin!"
Ben, işte biraz da bu nedenle, Caner Taslaman'ın 'kişisel sünnet' dediği şeyi hiddetle önemsiyorum. Önemli bir tehlike olarak görüyorum. Zira altını kazdığınız zaman 'Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın insan olduğu zamanlar' ve 'peygamber olduğu zamanlar' gibi bir ayrım çıkıyor. Bu ayrımın gittiği yer de en nihayet 'insan olduğu zamanlar'da günahsız olmadığı. Hatalar yaptığı. Yanlışlara düştüğü. Yanıldığı. Fakat bu ayrım öyle de kalmıyor. Bir kere Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatını böyle iki parçaya böldünüz mü bu parçalardan birisi diğerini ısıra ısıra tüketiyor. Sizi bağlamasını istemediğiniz her emri, her uygulaması, her tavsiyesi yavaş yavaş 'insan olduğu zamanlar'a itekleniyor. Fıska bir bahane oluyor.
Üstelik bu ikili alan mü'mini şöyle bir tereddütte de bırakıyor: Şimdi bu emri verdi, ama acaba 'insan' olarak mı verdi, 'peygamber' olarak mı verdi? Hangi taraftayken verdi? Ben bunu nereden bilebilirim? O halde dinde kesin bir şekilde emniyet edilecek birşey yok. İslam diye bize anlatılan şey aşağı yukarı bir panteizmdir. Hatta azıcık daha ilerisi: Nihilizmdir. Sünnet-i seniyyeye kırılan güvenin altından en nihayet bu çıkar. "Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür!" diyen İmam Zahid el-Kevserî Hazretleri (r.a.) çok kıymetli bir hakikatin altını çizmişti on yıllar önce. O sözün hakikatini yıllar sonra gördük. Sünnet-i seniyye ile uğraşa uğraşa canveren Yaşar Nuri Öztürk, ömr-ü ahirinde, boşuna "Deistim!" diye haykırmadı. O yol elbette buraya çıkacaktı. Şimdi yürüyenlerinki de, ıslah olmazlarsa, oraya çıkacak.
14 Haziran 2017 Çarşamba
Caner Taslaman nerede hata yapıyor? (2)
Bu konuyu, Caner Taslaman'ın kendisiyle değil, ama 'Taslamandîlerin' bazı üyeleriyle konuşma fırsatı buldum. 'Kişisel sünnet' dedikleri şeyin bir dayanağı da Bedir harbi öncesinde ordunun yeri hakkında yaşanan meşhur olay. Hatırlayamayanlar için, detaylarına girmeden, küçükçe aktaracağım: Bir sahabi, Allah Resulü aleyhissalatuvesselama "ordunun yerinin Allah'ın emri mi, yoksa kendi seçimimi olduğunu" soruyor. Efendimiz aleyhissalatuvesselam da bunun 'kendi seçimi' olduğunu söylüyor. Sahabi efendimiz bunun üzerine 'oranın değil de kuyulara yakın bir yerin tutulmasının' daha doğru olacağını ifade ediyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da onu tasdik ederek ordunun yerini değiştiriyor.
Hâdise özetle bu. Şimdi Taslamandîlerin (Caner Taslaman hakkında birşeyler karaladığımda hep beraber saldırmalarından dolayı onlara bu ismi veriyorum) bu olaydan çıkardıkları muhteşem hakikate(!) gelelim. Onlar diyorlar: "Bu olay da gösteriyor ki; Peygamberimiz, hayatının her anında vahiyle hareket etmezdi. Kararlarını kendisi verirdi. İsabet de hata da ederdi. Hepsi için vahiy aramazdı. Eğer bu kararları, tıpkı bizim gibi, kendisi veriyorsa onları dinden saymamalı. Baksanıza! Yanlışlığı konusunda uyarıldığında düzeltiyor çünkü. O halde biz de oturup Efendimizin neleri kendi seçimi neleri vahiyle yaptığını belirlemeliyiz. Vahiyle geldiğinden emin olduğumuz kısımları uygulayıp ötekileri 'illa yapılması gerekenler' gibi görmemeliyiz. Yanlışsa da düzeltmeliyiz."
İddia özetle bu. Nübüvvete bakışta ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadına kıyasla acayip farklar içeren bu yeni inanışta, sizin de dikkatinizi çekmiştir, daha önce bu ümmetin şüphe etmeyi aklından bile geçirmediği pekçok şey 'tartışılabilir' hale geliyor. Mesela: "Aleyhissalatuvesselamın 'ismet'i var mıydı gerçekten? Yani hakikaten günahsız/hatasız mıydı? Hem her eylediği ile ümmete örnek olur muydu? Her eylediği Allah'ın gözetiminde miydi? Sahabe onu böyle görür müydü?" Eğer yukarıdaki hâdiseyi Taslamandîler gibi okursanız bu soruların yanıtını 'evet' olarak vermeniz zor. Hatta, ister-istemez 'hayır' diyeceksiniz, zira yaşanmış böylesi bir olay var. Efendimiz aleyhissalatuvesselam hata yapmış(!) ve hatasını da sahabisi düzeltmiş. O da onu tasdik ederek, yani ordunun yerini değiştirerek, hatasını doğrulamış.
Vay arkadaş! Dehşet birşey bu. Meseleyi böyle okuduğunuz anda sünnet-i seniyye ile gelen bilginin üzerinde 'soru işaretleri' uçuşmaya başlıyor. Dinin ayağını bastığı zemin kayboluyor. İlk bakışta hemen farkedilmeyen bir dinamitleme var burada. Nasıl? Belki şöyle: Eğer ismet konusu yara alırsa, yani Efendimiz aleyhissalatuvesselamın eylediklerinin vahyin emri ve koruması altında olduğu inancı zedelenirse, sünneti itimad edilebilir kılacak olan nedir? Elcevap: Hiçbirşey... Öyle ya! O da her insan gibi hatalıysa ondan rivayet edilen şeylerin (sözlerin/eylemlerin/eylemsizliklerin) bağlayıcılığı nasıl ve neden olur? İşte, burada, Kur'aniyyun taifesinin zaten yıllardan beri geveleyegeldikleri sihirli değneğe iş düşüyor: "Sünneti Kur'an'a arz etmek!"
Ne değnek ama! Akılları değnek kadar olmayanların eline verilmiş bir değnek! Sanki, Cenab-ı Hakkın hatırına (hâşâ) Peygamberini, ümmetini dini hakkında mütehayyir/şaşkın bırakacak, neye uyup neye uymayacakları konusunda şüpheye düşürecek hatalardan korumak gelmemiş gibi, Peygamber de "Ben sonrası tufan!" tavrıyla hareket etmiş gibi, bugün biz dini Peygamberin hatalarından koruyacağız! Modern zaman Samirîliğine bak hele!
Oy, oy, oy... Dini, o dini getiren güzeller güzeli Peygamberin, 'güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildiği' söyleyen Peygamberin hatalarından koruyoruz! Ne cür'et! Ne galat! Ne herze! Ne hadbilmezlik... Kişinin ahiretini/akıbetini cayır cayır yakacak ne kem sözler! Ama söyleniyor artık bunlar. Söyleniyor, çünkü yukarıda arzettiğimiz gibi, ellerine geçmiş bir tane hâdise var. Hadis inkârcılığında level atlamış adamlar, normalde Kütüb-i Sitte dense alerjiden kaşım kaşım kaşınan kaşarlar, aksine, bu örnekte ise siyere inanmakta ısrarcılar. Bu defa işlerine yarıyor çünkü. O böyle anlaşılmakla dümenleri çevriliyor.
Hiç sual edilmiyor ki: Sahabe, eğer bizim gibi düşünüyor olsa, öyle bir-iki değil, yaptığı her amelde Allah Resulü aleyhissalatuvesselama aynı soruyu sormaz mıydı? "Ya Resulallah, öğleyi dört kıldırıyorsun ama, bu senin kararın mı, vahiyle mi geldi?" Veya sağ ayağıyla mescide girdiğini görünce sorarlardı: "Ya Resulallah, sağ ayağınla mescide giriyor ve bunu tavsiye ediyorsun, amma bunu kendin mi seçtin, yoksa sana bu bilgi vahiyle mi geldi?"
Sahabinin, yukarıdaki hâdise hariç, böyle bir sorgulaması yok. (Onun nasıl anlaşılması gerektiğini ise ileride konuşacağız.) Böyle bir endişesi yok. Böyle bir acabası yok. Bu sorgulama, bu endişe, bu acaba bugünün müslümanlarına (onların arızalı bir kısmına) arız olmuş bir arıza. Yoksa Efendimiz aleyhissalatuvesselamın tuvalet âdâbı bile sahabesi tarafından taklit ediliyor. Her eylediği, daha o böyle eylemeyi emretmeden, sahabe için merğup oluyor.
Peki, bir tek hâdiseden, bu ümmetin sünnet-i seniyyeye imanını dinamitleyen şu bakış açısı nasıl çıkıyor? Efendim, işin özü şöyle, insan kast-ı nazarla bakmaya görsün, aradığını illa buluyor. Zaten vurgu böyle bir sihirdir. Azı çoğa galip eder. Bunlar da hakkı değil 'kendi herzelerini doğrulayacak (doğrulayacak şekilde bükülebilecek) hâdiseyi' arayarak baktıkları için siyere, elbette, arzularına göre yorumlayacakları şeyleri buluyorlar. Yoksa, pekâlâ, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın kendi reyini terkedip istişare kararını kabul ettiği Uhud'da yaşananlar üzerinden de tam tersi bir sonuç çıkarabilirlerdi. Öyle ya! Orada da Aleyhissalatuvesselam 'savunma savaşı yapılması fikrini' sahabisinin ağırlıklı görüşü farklı tecelli ettiği için terkediyor. Sonuç? Sonuç 'Keşke savunma savaşı yapılsaydı!' dedirtecek türden.
Yani, her nasıl oluyorsa, ikincisi 'istişarenin önemini anlatmak hikmetiyle' okunabiliyor da, birincisi aynı perspektiften okunamıyor. Uhud'da, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, hakkında rüyası da olan (ki sadık rüya vahyin bir parçasıdır) savunma savaşı görüşünü sahabisine ders vermek için terkediyor da, Bedir'deki mezkûr hâdisede bunu aynı hikmetle yapamıyor oluyor!
"Efendimiz hatalı bir yer seçimi yapmışmış. Sahabisi bu hatayı düzeltmişmiş..." Peh! Bedir'de, ordu, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın dediği yerde kalsa, savaşın kaybedileceğinin garantisi mi var? O seçimin Peygamberî ferasetten yoksun olduğunun delili mi var? Bunların hiçbiri yok. Sadece bir sahabinin (Allah ondan razı olsun) itirazı ve Efendimizin onun itirazına verdiği değer var. Bu müdahalenin kaybedilecekken kazandırdığına veya olacakları çok etkilediğine dair hiçbir veri yok elimizde. Ne biliyoruz, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın bu tasdikinin de, Uhud'daki gibi ümmete bir ders niteliği taşımadığını? İstişare ahlakını öğretmediğini?
Anlamak mümkün değil gerçekten: Şeriatın ahkamıyla doğrudan hiçbir ilgisi olmayan bir meselede, bir sahabi, Aleyhissalatuvesselamın seçimine itiraz ediyor diye; nasıl oluyor da, onun hiçbir itirazla karşılaşmamış, konumu ve önemi asla sorgulanmamış, sahabinin büyük bir ehemmiyetle ve iştiyakla uygun hareket ettiği şeriata dair uygulamaları 'sorgulanabilir' oluyor? Bu büyük bir hadbilmezlik değil mi? Eğer bu dediğiniz sahabinin her meselede süregiden bir anlayışı olsaydı, yani onlar da sizin anladığınız gibi meseleyi anlasalardı, bize böyle bir tane hâdise değil, binlerce hâdisenin nakledilmesi gerekmez miydi? Dine dair her meselede, sahabe, Efendimiz aleyhissalatuvesselama aynı şekilde sormaz mıydı? Buna dair birşey duyan var mı Allah aşkına?
Elbette böyle birşey yoktu. Olamazdı. Çünkü sahabe şu ayetleri bizden daha güzel idrak ediyordu: "Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir..." Allah bize de bu ayetlerden hakkıyla istifade edebilmeyi nasip eylesin. Âmin.
Hâdise özetle bu. Şimdi Taslamandîlerin (Caner Taslaman hakkında birşeyler karaladığımda hep beraber saldırmalarından dolayı onlara bu ismi veriyorum) bu olaydan çıkardıkları muhteşem hakikate(!) gelelim. Onlar diyorlar: "Bu olay da gösteriyor ki; Peygamberimiz, hayatının her anında vahiyle hareket etmezdi. Kararlarını kendisi verirdi. İsabet de hata da ederdi. Hepsi için vahiy aramazdı. Eğer bu kararları, tıpkı bizim gibi, kendisi veriyorsa onları dinden saymamalı. Baksanıza! Yanlışlığı konusunda uyarıldığında düzeltiyor çünkü. O halde biz de oturup Efendimizin neleri kendi seçimi neleri vahiyle yaptığını belirlemeliyiz. Vahiyle geldiğinden emin olduğumuz kısımları uygulayıp ötekileri 'illa yapılması gerekenler' gibi görmemeliyiz. Yanlışsa da düzeltmeliyiz."
İddia özetle bu. Nübüvvete bakışta ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadına kıyasla acayip farklar içeren bu yeni inanışta, sizin de dikkatinizi çekmiştir, daha önce bu ümmetin şüphe etmeyi aklından bile geçirmediği pekçok şey 'tartışılabilir' hale geliyor. Mesela: "Aleyhissalatuvesselamın 'ismet'i var mıydı gerçekten? Yani hakikaten günahsız/hatasız mıydı? Hem her eylediği ile ümmete örnek olur muydu? Her eylediği Allah'ın gözetiminde miydi? Sahabe onu böyle görür müydü?" Eğer yukarıdaki hâdiseyi Taslamandîler gibi okursanız bu soruların yanıtını 'evet' olarak vermeniz zor. Hatta, ister-istemez 'hayır' diyeceksiniz, zira yaşanmış böylesi bir olay var. Efendimiz aleyhissalatuvesselam hata yapmış(!) ve hatasını da sahabisi düzeltmiş. O da onu tasdik ederek, yani ordunun yerini değiştirerek, hatasını doğrulamış.
Vay arkadaş! Dehşet birşey bu. Meseleyi böyle okuduğunuz anda sünnet-i seniyye ile gelen bilginin üzerinde 'soru işaretleri' uçuşmaya başlıyor. Dinin ayağını bastığı zemin kayboluyor. İlk bakışta hemen farkedilmeyen bir dinamitleme var burada. Nasıl? Belki şöyle: Eğer ismet konusu yara alırsa, yani Efendimiz aleyhissalatuvesselamın eylediklerinin vahyin emri ve koruması altında olduğu inancı zedelenirse, sünneti itimad edilebilir kılacak olan nedir? Elcevap: Hiçbirşey... Öyle ya! O da her insan gibi hatalıysa ondan rivayet edilen şeylerin (sözlerin/eylemlerin/eylemsizliklerin) bağlayıcılığı nasıl ve neden olur? İşte, burada, Kur'aniyyun taifesinin zaten yıllardan beri geveleyegeldikleri sihirli değneğe iş düşüyor: "Sünneti Kur'an'a arz etmek!"
Ne değnek ama! Akılları değnek kadar olmayanların eline verilmiş bir değnek! Sanki, Cenab-ı Hakkın hatırına (hâşâ) Peygamberini, ümmetini dini hakkında mütehayyir/şaşkın bırakacak, neye uyup neye uymayacakları konusunda şüpheye düşürecek hatalardan korumak gelmemiş gibi, Peygamber de "Ben sonrası tufan!" tavrıyla hareket etmiş gibi, bugün biz dini Peygamberin hatalarından koruyacağız! Modern zaman Samirîliğine bak hele!
Oy, oy, oy... Dini, o dini getiren güzeller güzeli Peygamberin, 'güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildiği' söyleyen Peygamberin hatalarından koruyoruz! Ne cür'et! Ne galat! Ne herze! Ne hadbilmezlik... Kişinin ahiretini/akıbetini cayır cayır yakacak ne kem sözler! Ama söyleniyor artık bunlar. Söyleniyor, çünkü yukarıda arzettiğimiz gibi, ellerine geçmiş bir tane hâdise var. Hadis inkârcılığında level atlamış adamlar, normalde Kütüb-i Sitte dense alerjiden kaşım kaşım kaşınan kaşarlar, aksine, bu örnekte ise siyere inanmakta ısrarcılar. Bu defa işlerine yarıyor çünkü. O böyle anlaşılmakla dümenleri çevriliyor.
Hiç sual edilmiyor ki: Sahabe, eğer bizim gibi düşünüyor olsa, öyle bir-iki değil, yaptığı her amelde Allah Resulü aleyhissalatuvesselama aynı soruyu sormaz mıydı? "Ya Resulallah, öğleyi dört kıldırıyorsun ama, bu senin kararın mı, vahiyle mi geldi?" Veya sağ ayağıyla mescide girdiğini görünce sorarlardı: "Ya Resulallah, sağ ayağınla mescide giriyor ve bunu tavsiye ediyorsun, amma bunu kendin mi seçtin, yoksa sana bu bilgi vahiyle mi geldi?"
Sahabinin, yukarıdaki hâdise hariç, böyle bir sorgulaması yok. (Onun nasıl anlaşılması gerektiğini ise ileride konuşacağız.) Böyle bir endişesi yok. Böyle bir acabası yok. Bu sorgulama, bu endişe, bu acaba bugünün müslümanlarına (onların arızalı bir kısmına) arız olmuş bir arıza. Yoksa Efendimiz aleyhissalatuvesselamın tuvalet âdâbı bile sahabesi tarafından taklit ediliyor. Her eylediği, daha o böyle eylemeyi emretmeden, sahabe için merğup oluyor.
Peki, bir tek hâdiseden, bu ümmetin sünnet-i seniyyeye imanını dinamitleyen şu bakış açısı nasıl çıkıyor? Efendim, işin özü şöyle, insan kast-ı nazarla bakmaya görsün, aradığını illa buluyor. Zaten vurgu böyle bir sihirdir. Azı çoğa galip eder. Bunlar da hakkı değil 'kendi herzelerini doğrulayacak (doğrulayacak şekilde bükülebilecek) hâdiseyi' arayarak baktıkları için siyere, elbette, arzularına göre yorumlayacakları şeyleri buluyorlar. Yoksa, pekâlâ, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın kendi reyini terkedip istişare kararını kabul ettiği Uhud'da yaşananlar üzerinden de tam tersi bir sonuç çıkarabilirlerdi. Öyle ya! Orada da Aleyhissalatuvesselam 'savunma savaşı yapılması fikrini' sahabisinin ağırlıklı görüşü farklı tecelli ettiği için terkediyor. Sonuç? Sonuç 'Keşke savunma savaşı yapılsaydı!' dedirtecek türden.
Yani, her nasıl oluyorsa, ikincisi 'istişarenin önemini anlatmak hikmetiyle' okunabiliyor da, birincisi aynı perspektiften okunamıyor. Uhud'da, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, hakkında rüyası da olan (ki sadık rüya vahyin bir parçasıdır) savunma savaşı görüşünü sahabisine ders vermek için terkediyor da, Bedir'deki mezkûr hâdisede bunu aynı hikmetle yapamıyor oluyor!
"Efendimiz hatalı bir yer seçimi yapmışmış. Sahabisi bu hatayı düzeltmişmiş..." Peh! Bedir'de, ordu, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın dediği yerde kalsa, savaşın kaybedileceğinin garantisi mi var? O seçimin Peygamberî ferasetten yoksun olduğunun delili mi var? Bunların hiçbiri yok. Sadece bir sahabinin (Allah ondan razı olsun) itirazı ve Efendimizin onun itirazına verdiği değer var. Bu müdahalenin kaybedilecekken kazandırdığına veya olacakları çok etkilediğine dair hiçbir veri yok elimizde. Ne biliyoruz, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın bu tasdikinin de, Uhud'daki gibi ümmete bir ders niteliği taşımadığını? İstişare ahlakını öğretmediğini?
Anlamak mümkün değil gerçekten: Şeriatın ahkamıyla doğrudan hiçbir ilgisi olmayan bir meselede, bir sahabi, Aleyhissalatuvesselamın seçimine itiraz ediyor diye; nasıl oluyor da, onun hiçbir itirazla karşılaşmamış, konumu ve önemi asla sorgulanmamış, sahabinin büyük bir ehemmiyetle ve iştiyakla uygun hareket ettiği şeriata dair uygulamaları 'sorgulanabilir' oluyor? Bu büyük bir hadbilmezlik değil mi? Eğer bu dediğiniz sahabinin her meselede süregiden bir anlayışı olsaydı, yani onlar da sizin anladığınız gibi meseleyi anlasalardı, bize böyle bir tane hâdise değil, binlerce hâdisenin nakledilmesi gerekmez miydi? Dine dair her meselede, sahabe, Efendimiz aleyhissalatuvesselama aynı şekilde sormaz mıydı? Buna dair birşey duyan var mı Allah aşkına?
Elbette böyle birşey yoktu. Olamazdı. Çünkü sahabe şu ayetleri bizden daha güzel idrak ediyordu: "Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir..." Allah bize de bu ayetlerden hakkıyla istifade edebilmeyi nasip eylesin. Âmin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...