Efendim, çağ 'mutlak müçtehidler' çağı değil 'fırtlak müçtehidler' çağı. Dinin bir köşesini yırtıp fırtlayan fırtlayana. Hani ahirzaman fitnesine dair hadis-i şeriflerinde Efendimiz aleyhissalatuvesselamın 'okun yaydan çıktığı gibi' şeklinde bir benzetmesi vardır. İşte o benzetme hiç de 'Kime kondurulacağım acaba ben?' diye sordurmuyor. Hemen "İşte benimkilerden birisi!" deyip sahibini yakalıyor. Daha doğrusu sahipleri bir cümlede, bir yazıda, bir iddiada, başlattıkları bir yeni tartışmada gelip onu buluyorlar. 'Kurşuna kafa atmak' diye birşey hakikaten var mı? Yok mu? Olmaz mı? Bilemem. Fakat onun hakikati yoksa da '15 asır sonra gelip ahirzamanla ilgili hadislere kafa atmak' diye birşey var. Evet. Kesinlikle var. Üstelik bugünlerde bu meş'um işin çok taliplisi de var. "Beni de sille-i te'dibine dahil et!" diye yalvarıyorlar.
Hatta ben bugünlerde, ayrıca, şu hadis-i mübareğin yaptığı mühim benzetmenin o insanların 'gerilimli haleti'nin tasviri açısından da kıymetli olduğunu düşünüyorum. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Bu insanlar 'yaşamaya özendikleri hayat' ile 'dinin emrettiği hayat' arasında bir gerilim yaşıyorlar. Bunu hem bireysel hayatlarında hem de belki âlem-i İslam'ın haline bakışlarında yaşıyorlar. Olmak istedikleri yerde/durumda olmamanın sancısıyla, sabretmek yerine, birşeyleri değiştirmeyi arzuluyorlar. Bahtı değiştirmek zordur. Kendini değiştirmek de öyle. O halde ne değişecek? Hevaları kaş-göz işaretiyle hişt u pişt yapıp birisini gösteriyor. Yüzlerini dinlerine dönüyorlar. Niye? Çünkü, pedagojide 'suçu ebeveyne atmak' nasıl hünerli bir uğraş oldu ise, teolojide de 'suçu geleneğe atmak' öyle bir meşgaleye dönüştü.
Kur'an'daki kıssalarından anladığımız kadarıyla İsrailoğullarını ayak çıkarsak nefsini tenzihte bu asrın insanından daha hünerlisi yoktur. Evet. Öyledir. İşte böyle "Biz aslında iyi çocuklardık. Anam etti. Babam etti. Çevrem bozuktu. Elma şekerimi çaldılar. Dinim sorunluydu. Müçtehidler işi karıştırdılar. Tarikatler çok zordu. Gelenek arızalıydı. Hadisler janjanlıydı!" vs. diye saydırırken iş döndü dolaştı Kur'an'a kadar geldi. Eh, kendimizi suçlayacak değildik ya, o halde Kur'an'da da sorunlar bulunmalıydı. "Ama şimdi öyle 'Hop!' diye söylersek 'Çüş!' diye göğüsler bu millet bizi. Durdurur. Derdest eder. Alnımıza 'Hâzâ...'lı bir mührü bastırır. Öyle yapmayalım. Ya? Önce şöyle bir vahyin gelişini dilimize dolayalım. Bakalım yolda çok oyalanmış mı? Güvenliği iyi sağlanmış mı? Levh-i Mahfuz'dan bu yana taşınırken başka şeylerin araya karışması ihtimali yok mu? Kimse araya birşey sıkıştırmış mı? Önce burayı bir kurcalayalım. Burada bir kale düşürürsek öteki tarafta bir ülke düşürürüz. Burada kafası arızalanan ötekisinde hiç toparlanamaz." İşin sergüzeşti böyle kardeşlerim.
Şimdi, Mustafa Öztürk'ün tekrar hortlattığı, fakat aslında mazisi Fazlurrahman'a dayanan 'vahyin nüzulünün mahiyeti' tartışmalarında da aynı kemliğin laciverdi havası var. Kur'an-ı Hakîm'in Efendimiz aleyhissalatuvesselama nasıl indiği, lafızların birebir Allah'a mı ait olduğu, yoksa Aleyhissalatuvesselamın mı arayı doldurduğu vs. Bütün bunlar ahirzaman müslümanını neden bir 'entelektüel meşgale' olarak ilgilendirmeye başladı? Sözün mahiyeti daha yukarıya çıkarılamayacaksa (ki halihazırda Allah'ın kelamı olarak bilindiğine göre bundan daha yukarısı nasıl olur onu da çözemiyoruz) bu tartışmayla ne arzulanıyor? Nereye, hangi faydaya, nimete varılmak isteniyor? Biraz suizan edeyim de ben söyleyeyim muhterem karilerim: Bu tartışmanın özü 'üstünde oynanacaklarda' sıranın Kur'an'a gelmesine dayanıyor. Hani dedik ya: Kendini tenzih etmede ahirzaman insanının hali başkadır. İşte, bu rezillik o şirrete ermiştir ki, sırası gelince Kur'an bile (hâşâ) düzeltilecektir.
Fakat bakınız Kur'an-ı Hakîm kendisinin mahiyeti hakkında bilgilendirici daha neler söylüyor: "(Habîbim, Cebrâîl sana vahyi bitirmeden) onu (Kur'ân'ı) acele (ezber) etmek için, dilini onunla kımıldatma! Şübhesiz ki onu (senin kalbinde) toplamak ve onu (sana) okutmak bize âiddir. O hâlde onu (sana) okuduğumuz zaman, artık (sen) onun okunuşunu takib et! Sonra şübhesiz onu açıklamak da bize âiddir."
Şimdi düşünelim. Kıyâme sûresinde geçen bu ifadeler 'vahyin nüzul şekli' hakkında bize hangi hususlardan haber veriyor? Birkaç başlık ben çıkarayım. Devamı size kalsın. 1) Belli ki, Aleyhissalatuvesselam, kalbine inen 'lafızsız bir mana'dan değil 'lafızları olan bir okuyuş'tan vahyi dinliyor. Çünkü ezberleyebilmek için tekrar ediyor. 2) Bu vahiy taşıyıcısız değil 'okuyacak bir elçi' yani Cebrail aleyhisselam tarafından iletiliyor. 3) Cenab-ı Hak, hâşâ, "Boşver, takip etme, ne anlatıldığını anladıktan sonra sen duruma göre çevrendekilere anlatırsın!" falan demiyor. Öncesiyle ve sonrasıyla, gelişi ve açıklanışıyla, duyuluşu ve iletilişiyle vahyin lafız güvenliğinin kendisine ait olduğunu bildiriyor. Yani vahyin garantisi Allah oluyor. "Lafızla gelenin aynı lafızlarla açıklanması bana aittir!" buyuruyor. Allah'ın garantisini verdiğinden daha sağlıklı bir iletişim var mıdır? Var mıdır ki ona beşer sözü karışmış olabilsin? Araya sızabilsin?
Yani, Kur'an'da, Cenab-ı Hak belki yüzlerce-binlerce kez sözün kendisinin olduğunu haber veriyor da gelgelim bizim ahirzaman müçtehidleri, mücedditleri ve hatta 'düttürüdüt'leri bu işi içlerine sindiremiyorlar. Hâlâ demagojik çarpıtmalarla kelamı 'beşerîleştirmeye' çalışıyorlar. 'Mana Allah'tan ama lafızlar Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan' gibi dayanağı olmayan ifadelerle hevalarının izlerini adım adım takip ediyorlar. Ne diyelim? Cenab-ı Hak ıslah olabileceklerini ıslah etsin. Olmayacaklarının şerrinden de cümle müslümanları muhafaza eylesin. Âmin.
28 Nisan 2019 Pazar
18 Nisan 2019 Perşembe
Mustafa Öztürk nereye koşuyor (3)
Başlarken hakkaniyet adına şunu belirtmeliyim muhterem karilerim: Ben bu yazıda konu edeceğim mevzuyu bizzat Mustafa Öztürk'ten işitmedim. Fakat çeşitli mecralarda 'tarihselciliği' tartıştığım kişilerin tezlerini desteklemek amacıyla bu tarz misaller verdiklerini gördüm. O yüzden de bu yazı serisinin bir kenarını, birazdan açık edeceğim, şu bahse ayırmayı borç bildim. Yani, demem o ki, bu yazıda yine Mustafa Öztürk'ün yolunu konuşacağız, amma ondan bizzat işitmediğimiz birşey üzerinden konuşacağız. Hak namına bu nüans hatırdan yitirilmesin dilerim.
O mevzu nedir peki? Şudur: Kur'an'da, her okuyanın kolaylıkla farkedeceği şekilde, dönemine dair bilgiler/örnekler bulunmaktadır. Olaylarına/kişilerine atıflar yapılmaktadır. Bu 'dönem etkilenmişliği' göstermektedir ki, onun beyanında zamanın/şartların bir 'sınırlayıcılığı' vardır. Yani 'o zamana/şartlara göre söylenmiş' şeyler vardır. Bu nedenle, asırlar sonra dünyaya gelmiş tiki-cool-ciks-şekil-herneyse nesillerin, Kur'an'ın beyanını ele alırken bu etkilenmişlikleri ayıklaması gerekir. Çünkü zaman aynı zaman değildir. Yaşananlar aynı olaylar değildir. Bugünün müslümanı 1500 yıl öncesinin Arabı (canım o sahabe-i güzine kurban olsun) değildir.
Görüyor musunuz lakırdının sergüzeştini? İnternet kablosu gibi nerelerden nerelere bağlanıyor? Neleri nelerin arasına sıkıştırıyor? Mesela: Bu beyan sırasında eğer uyanık olmazsanız şu zokayı yutmuş oluyorsunuz: "Bir metinde dönemine dokunur izler varsa o izler sadece zamanıyla konuşur." Aslında bu dogmatik kabul de materyalist sosyolojinin şu kabulünden besleniyor: "Birşeyde neyin izi varsa ona o sebep olmuştur." Örneğin: Ali öldüğünde üzerinde Veli'nin parmak izleri varsa onu o öldürmüştür. Veli düştüğünde en yakınında Ali varsa onu o itmiştir. Zaten materyalizm, ateizmin tanrıyı kainattan kovma işini, neden-sonuç ilişikleriyle yoluna koyma mesaisidir. Baştan kabul edilenin sonradan gelen 'düttürü'südür.
Peki 'materyalist sosyoloji' ne demek oluyor? Materyalist sosyoloji aslında sosyolojinin ortaya çıkarılış gayelerinden birisini ifade ediyor. Herşeyi neden-sonuç ilişkileriyle açıklamaya çalışan modern bilim, toplumsal veya tarihsel olayları, özetle insanlığın kaderini nasıl bu kalıba dökecektir? Onu nasıl nedenler ve sonuçlar ile açıklayacaktır? İşte bu işi de materyalist sosyoloji halleder. Veya halletmeye çalışır.
Bu nedenle az-çok sosyolojinin mürekkebini yalayanlarda, eğer itikadları sağlam değilse, tarihselcilik mevzuuna bir yatkınlık başlar. Arkadaşlar, kimse üzerine alınmasın, gördüklerim üzerinden konuşuyorum. Sosyolojiyi merkezine koyanlar naslara yaklaşımlarında 'dönemin sınırlayıcılığına' muhkem bir usûl kaidesi gibi bakıyorlar. Çünkü kafalarında zaten herşeyi neden-sonuç ilişkisi içerisinde açıklama arzusu var. Bu arzuyla neyin başına uğrasalar, orada sonucu nedene, sonuçtan murad olunabilecek gayeleri ise 'nedenin kaldırabilirliğine' sınırlıyorlar. Diyemeyecek gibiyse 'Dememiştir!' yapıyorlar.
Örneğin: Bu zevatın mehdi ile ilgili hadislere yaklaşımlarında hep şunu görüyoruz: Öncelikle şöyle bir (varsa) sakallarını sıvayıp (yine varsa) pipolarından birkaç nefes çekiyorlar. Ondan sonra hadis sahihmiş-değilmiş, senedi kuvvetliymiş-zayıfmış bakmadan "Bu inanılmaz şey hangi sosyolojik dürtüler sonucunda ortaya atılmıştır?" sual-i herzekâranesini kalplerine yumurtluyorlar. Neden inanılmaz geliyor peki bu onlara? Çünkü neden-sonuç ilişkisiyle bağlayamazlar. Geleceğe dair birşey geçmişte haber verilirse neden-sonuç ilişkisi falan kalmaz aralarında. 'Ezel' diye birşey ortaya çıkar. Ezel kavramının kabulü ise dine ayar vermek isteyen sosyolojinin intiharıdır.
Burayı hızlı geçelim: En nihayet sosyologlarımızın mezkûr hadisleri tefsiri şu şekilde oluyor: "Her zamanda insanlar başlarına gelen kötü şeylere karşı bir kurtarıcı arayışında olmuşlardır. Bilmem M.Ö. kaçlarda birileri gelecekte ortaya çıkacak bir kurtarıcıdan bahsettiği gibi, elbette, müslüman halklar da bir kurtarıcı motifiyle itikadlarını süslüyorlardı. Bu bir ihtiyaçtı." Eeee? "İşte bu yüzden inanışları doğrultusunda hadisler uydurdular. Bir mehdi sanrısı yarattılar. Gelecek nesillere aktardılar." Vaaaay! Demek, itikadları için hayatlarındaki cümle bâtılı ellerinin tersiyle itenler, mehdi mevzuunu 'Bu da nazarlık olsun canım!' diye dine sokuşturdular ha! Bak sen şu bizim sosyolojik muhaddislere. Yalnız muhaddis mi? Hâşâ. Müçtehid, müfessir, fakih, kelamcı, cart-curt, her ne varsa ondan, yani 'little little on the middle.' Bunlar bir de azıcık dindar kısmı. Olmayanı, bırak mehdiyi, Allah'ı bile "İnsanlar korkularından sığınacak bir ilaha ihtiyaç duydular!" diye açıklıyor.
Hatta işte benim hasbelkader 'tarihselcilik' konusunu müzakere ettiğim diğer bazıları da diyorlar ki: Kur'an'da ticaretle ilgili misallerin çokluğu da Kureyşlilerin çok ticaretle uğraşmasından dolayıdır. Yani, Kur'an, 'onlar ancak bu örnekleri anlayacakları için' ticaretten misaller vermiştir. Bu da bir 'dönemden etkilenmişlik' delilidir.
İyi de mübarek, bir hakikati anlatmak için misal getirmek, o misale konu olan olay veya zaman dışında anlatılandan 'istifade edememek' anlamına mı gelir? Sen Ali'ye bir söz söylediğin zaman Veli'nin kulak verip anlayabileceği hiçbirşey yok mudur? Sen Ali'yi örnek verdiğin zaman Veli'nin bu örnekten alabileceği pay yok mudur? Sen Ali'nin kıssasını aktardığında Veli'nin bu kıssadan hisse almasına imkan yok mudur?
Eşekliğinin şeddesi ziyade değilse, sen de bilirsin ki, bir kişiye söylemek, herkese söylemeye engel olmaz. Komutan emir verdiği zaman karşısında bir ile bin birdir. Aynı şekilde itaat ederler. Çünkü askerlik kanunu onları birbirine bağlar. Muhatabın karşısında birleştirir. Hem yine bir feryad havaya yükseldiğinde karşısındaki kulak sayısının onun için anlamı yoktur. Çünkü 'duymak kanunu' onları muhatabiyette birleştirir. Bin kulak, gür bir sada karşısında, tek bir kulak gibidir.
Yani, sen, bu sosyolojik okumanı Kur'an'dan istifade ile Kureyş'in yaşam şartlarını anlamak veya Kureyş'in yaşam şartlarından istifade ile Kur'an'ın ne buyurduğunu daha iyi anlamak için öğreniyorsan/araştırıyorsan, eyvallah, faydadan uzak değildir. Müfessirler de böylesi ilimleri tedris ederler. Fakat böylesi yan bilgilere Kur'an'ın buyruğunu sınırlamazlar. O niyetle senden de alınmaz. Bu dünya kelamı değildir ki öncesi ile sonrasının söyleyecekleri bağlansın. Ezelden konuşanın kelamını hangi zaman dilimi kendine münhasır kılabilir, sınırlayabilir, kota koyabilir? Hâşâ!
Hani Bediüzzaman da 20. Söz'de bu sadedde der: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Bazı meşhur kıssalar üzerinden sözünün hakikatini isbat da eder o eserde. Yani, bir yönüyle bizi Kur'an kıssalarına götürür, diğer yönüyle Kur'an kıssalarını hayatımıza getirir. Misalleri o eserde mebzul miktarda vardır. Ben olsam oraya da bakmayı ihmal etmem.
Kendi örneğimize dönersek: Kur'an'ın ticaretle ilgili örnekler vermesi onun için bir eksiklik sayılamaz. Çünkü Kureyşliler ticaret yaptıkları gibi ahirzaman müslümanları da ticaret yapmaktadır. Sattıkları farklı olabilir. Aldıkları başka olabilir. Kavramları, ürünleri, bedelleri değişmiş olabilir. Ama 'küllî düsturların' anlaşılmasını sağlayacak temel zemin hepsinde mevcuttur. Böylece Kur'an, bir olay üzerine buyurmakla, bütün zamanlarla konuşmuş olur. Bütün zamanlar onun kıssasından hissedar olur. Hatta bizzat meslekleri ticaret olmayanlar bile kenarından-köşesinden şu ticareti bilirler. Bakkaldan selpak almayı bilmeyen ahmak var mıdır içimizde? Varsa zaten o şeriatla mesul değildir. Teklif-i din akıl iledir. Aklı olmayanın dini de yoktur.
Yine yazı çok uzadı gitti muhterem karilerim. Size borcumuz artıyor ama affınıza sığınarak bir yazı daha borçlanalım. Anlatacaklarımız bitmedi çünkü. Hatta, nasıl bir bereketli mesele ise, anlattıkça yeni başlıklar açmak iktiza ediyor. Ne diyelim? Allah size de bana da sabırlar versin. Yazmak da sabır işi okumak da. Âmin.
O mevzu nedir peki? Şudur: Kur'an'da, her okuyanın kolaylıkla farkedeceği şekilde, dönemine dair bilgiler/örnekler bulunmaktadır. Olaylarına/kişilerine atıflar yapılmaktadır. Bu 'dönem etkilenmişliği' göstermektedir ki, onun beyanında zamanın/şartların bir 'sınırlayıcılığı' vardır. Yani 'o zamana/şartlara göre söylenmiş' şeyler vardır. Bu nedenle, asırlar sonra dünyaya gelmiş tiki-cool-ciks-şekil-herneyse nesillerin, Kur'an'ın beyanını ele alırken bu etkilenmişlikleri ayıklaması gerekir. Çünkü zaman aynı zaman değildir. Yaşananlar aynı olaylar değildir. Bugünün müslümanı 1500 yıl öncesinin Arabı (canım o sahabe-i güzine kurban olsun) değildir.
Görüyor musunuz lakırdının sergüzeştini? İnternet kablosu gibi nerelerden nerelere bağlanıyor? Neleri nelerin arasına sıkıştırıyor? Mesela: Bu beyan sırasında eğer uyanık olmazsanız şu zokayı yutmuş oluyorsunuz: "Bir metinde dönemine dokunur izler varsa o izler sadece zamanıyla konuşur." Aslında bu dogmatik kabul de materyalist sosyolojinin şu kabulünden besleniyor: "Birşeyde neyin izi varsa ona o sebep olmuştur." Örneğin: Ali öldüğünde üzerinde Veli'nin parmak izleri varsa onu o öldürmüştür. Veli düştüğünde en yakınında Ali varsa onu o itmiştir. Zaten materyalizm, ateizmin tanrıyı kainattan kovma işini, neden-sonuç ilişikleriyle yoluna koyma mesaisidir. Baştan kabul edilenin sonradan gelen 'düttürü'südür.
Peki 'materyalist sosyoloji' ne demek oluyor? Materyalist sosyoloji aslında sosyolojinin ortaya çıkarılış gayelerinden birisini ifade ediyor. Herşeyi neden-sonuç ilişkileriyle açıklamaya çalışan modern bilim, toplumsal veya tarihsel olayları, özetle insanlığın kaderini nasıl bu kalıba dökecektir? Onu nasıl nedenler ve sonuçlar ile açıklayacaktır? İşte bu işi de materyalist sosyoloji halleder. Veya halletmeye çalışır.
Bu nedenle az-çok sosyolojinin mürekkebini yalayanlarda, eğer itikadları sağlam değilse, tarihselcilik mevzuuna bir yatkınlık başlar. Arkadaşlar, kimse üzerine alınmasın, gördüklerim üzerinden konuşuyorum. Sosyolojiyi merkezine koyanlar naslara yaklaşımlarında 'dönemin sınırlayıcılığına' muhkem bir usûl kaidesi gibi bakıyorlar. Çünkü kafalarında zaten herşeyi neden-sonuç ilişkisi içerisinde açıklama arzusu var. Bu arzuyla neyin başına uğrasalar, orada sonucu nedene, sonuçtan murad olunabilecek gayeleri ise 'nedenin kaldırabilirliğine' sınırlıyorlar. Diyemeyecek gibiyse 'Dememiştir!' yapıyorlar.
Örneğin: Bu zevatın mehdi ile ilgili hadislere yaklaşımlarında hep şunu görüyoruz: Öncelikle şöyle bir (varsa) sakallarını sıvayıp (yine varsa) pipolarından birkaç nefes çekiyorlar. Ondan sonra hadis sahihmiş-değilmiş, senedi kuvvetliymiş-zayıfmış bakmadan "Bu inanılmaz şey hangi sosyolojik dürtüler sonucunda ortaya atılmıştır?" sual-i herzekâranesini kalplerine yumurtluyorlar. Neden inanılmaz geliyor peki bu onlara? Çünkü neden-sonuç ilişkisiyle bağlayamazlar. Geleceğe dair birşey geçmişte haber verilirse neden-sonuç ilişkisi falan kalmaz aralarında. 'Ezel' diye birşey ortaya çıkar. Ezel kavramının kabulü ise dine ayar vermek isteyen sosyolojinin intiharıdır.
Burayı hızlı geçelim: En nihayet sosyologlarımızın mezkûr hadisleri tefsiri şu şekilde oluyor: "Her zamanda insanlar başlarına gelen kötü şeylere karşı bir kurtarıcı arayışında olmuşlardır. Bilmem M.Ö. kaçlarda birileri gelecekte ortaya çıkacak bir kurtarıcıdan bahsettiği gibi, elbette, müslüman halklar da bir kurtarıcı motifiyle itikadlarını süslüyorlardı. Bu bir ihtiyaçtı." Eeee? "İşte bu yüzden inanışları doğrultusunda hadisler uydurdular. Bir mehdi sanrısı yarattılar. Gelecek nesillere aktardılar." Vaaaay! Demek, itikadları için hayatlarındaki cümle bâtılı ellerinin tersiyle itenler, mehdi mevzuunu 'Bu da nazarlık olsun canım!' diye dine sokuşturdular ha! Bak sen şu bizim sosyolojik muhaddislere. Yalnız muhaddis mi? Hâşâ. Müçtehid, müfessir, fakih, kelamcı, cart-curt, her ne varsa ondan, yani 'little little on the middle.' Bunlar bir de azıcık dindar kısmı. Olmayanı, bırak mehdiyi, Allah'ı bile "İnsanlar korkularından sığınacak bir ilaha ihtiyaç duydular!" diye açıklıyor.
Hatta işte benim hasbelkader 'tarihselcilik' konusunu müzakere ettiğim diğer bazıları da diyorlar ki: Kur'an'da ticaretle ilgili misallerin çokluğu da Kureyşlilerin çok ticaretle uğraşmasından dolayıdır. Yani, Kur'an, 'onlar ancak bu örnekleri anlayacakları için' ticaretten misaller vermiştir. Bu da bir 'dönemden etkilenmişlik' delilidir.
İyi de mübarek, bir hakikati anlatmak için misal getirmek, o misale konu olan olay veya zaman dışında anlatılandan 'istifade edememek' anlamına mı gelir? Sen Ali'ye bir söz söylediğin zaman Veli'nin kulak verip anlayabileceği hiçbirşey yok mudur? Sen Ali'yi örnek verdiğin zaman Veli'nin bu örnekten alabileceği pay yok mudur? Sen Ali'nin kıssasını aktardığında Veli'nin bu kıssadan hisse almasına imkan yok mudur?
Eşekliğinin şeddesi ziyade değilse, sen de bilirsin ki, bir kişiye söylemek, herkese söylemeye engel olmaz. Komutan emir verdiği zaman karşısında bir ile bin birdir. Aynı şekilde itaat ederler. Çünkü askerlik kanunu onları birbirine bağlar. Muhatabın karşısında birleştirir. Hem yine bir feryad havaya yükseldiğinde karşısındaki kulak sayısının onun için anlamı yoktur. Çünkü 'duymak kanunu' onları muhatabiyette birleştirir. Bin kulak, gür bir sada karşısında, tek bir kulak gibidir.
Yani, sen, bu sosyolojik okumanı Kur'an'dan istifade ile Kureyş'in yaşam şartlarını anlamak veya Kureyş'in yaşam şartlarından istifade ile Kur'an'ın ne buyurduğunu daha iyi anlamak için öğreniyorsan/araştırıyorsan, eyvallah, faydadan uzak değildir. Müfessirler de böylesi ilimleri tedris ederler. Fakat böylesi yan bilgilere Kur'an'ın buyruğunu sınırlamazlar. O niyetle senden de alınmaz. Bu dünya kelamı değildir ki öncesi ile sonrasının söyleyecekleri bağlansın. Ezelden konuşanın kelamını hangi zaman dilimi kendine münhasır kılabilir, sınırlayabilir, kota koyabilir? Hâşâ!
Hani Bediüzzaman da 20. Söz'de bu sadedde der: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Bazı meşhur kıssalar üzerinden sözünün hakikatini isbat da eder o eserde. Yani, bir yönüyle bizi Kur'an kıssalarına götürür, diğer yönüyle Kur'an kıssalarını hayatımıza getirir. Misalleri o eserde mebzul miktarda vardır. Ben olsam oraya da bakmayı ihmal etmem.
Kendi örneğimize dönersek: Kur'an'ın ticaretle ilgili örnekler vermesi onun için bir eksiklik sayılamaz. Çünkü Kureyşliler ticaret yaptıkları gibi ahirzaman müslümanları da ticaret yapmaktadır. Sattıkları farklı olabilir. Aldıkları başka olabilir. Kavramları, ürünleri, bedelleri değişmiş olabilir. Ama 'küllî düsturların' anlaşılmasını sağlayacak temel zemin hepsinde mevcuttur. Böylece Kur'an, bir olay üzerine buyurmakla, bütün zamanlarla konuşmuş olur. Bütün zamanlar onun kıssasından hissedar olur. Hatta bizzat meslekleri ticaret olmayanlar bile kenarından-köşesinden şu ticareti bilirler. Bakkaldan selpak almayı bilmeyen ahmak var mıdır içimizde? Varsa zaten o şeriatla mesul değildir. Teklif-i din akıl iledir. Aklı olmayanın dini de yoktur.
Yine yazı çok uzadı gitti muhterem karilerim. Size borcumuz artıyor ama affınıza sığınarak bir yazı daha borçlanalım. Anlatacaklarımız bitmedi çünkü. Hatta, nasıl bir bereketli mesele ise, anlattıkça yeni başlıklar açmak iktiza ediyor. Ne diyelim? Allah size de bana da sabırlar versin. Yazmak da sabır işi okumak da. Âmin.
15 Nisan 2019 Pazartesi
Mustafa Öztürk nereye koşuyor? (2)
Tekrar merhabalar muhterem karilerim. Bir önceki yazımızda sözverdiğimiz üzere, zamanının büyük müçtehid, müceddid ve müfessiri; hatta söylemeye cür'et ettikleriyle kendisinden önce gelmiş-geçmiş cümle âlimleri kabr-i pür-nurlarında titreten; hasbelkader çağına yetişenlere ise hayretle damaklarını şaklattıran Mustafa Öztürk'ün 'vahyin mahiyeti' üzerine söylediklerini irdelemeye devam ediyoruz.
Efendim, bu defa, Allah'ın avn u inayetiyle, Öztürk'ün 'mana Allah'tan lafızlar Aleyhissalatuvesselamdan' taksimini Bediüzzaman'ın 'vahyin ve ilhamın farkları' adına söyledikleriyle mizana vuracağız. 'İnşaallah' diyelim. Tevfik herdaim Allah'tan.
Peki neden böyle bir yol tutacağız? Çünkü sayın Öztürk'ün paşa gönlüne göre eylediği taksimden sonra işin az-buçuk vahiyden ilhama döndüğünü düşünmekteyiz. Evet. Yani, kendisinin yüce beyanlarının aksine, mevzuun "Vahiy olsun da ister çamurdan olsun!" denilebilecek kadar basit olmadığını düşünüyoruz. İndirilişin usûlünde yapılacak oynamaların mahiyetinde de hasarlar meydana getireceğini, onu vahiy mertebesinden ilham mertebesine düşüreceğini zannediyoruz. Bakalım doğru zannediyor muyuz? Ama bizi Öztürk'ün bozuk terazisi değil can karilerimiz tartacak.
Şuradan başlayalım. Mürşidim Şualar isimli eserinde diyor ki: "Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor." Metnin ilerleyen kısmında ise bu nüansın sebebini anlamızı sağlayacak bir ayna-güneş örneği veriyor Bediüzzaman. Onu alıntılamayacağım. Çünkü yazıyı epey uzatacak. Özetle şu anlamı çıkarabiliyoruz oradan:
Güneşin, her yansıtma özelliği olan şeyde, 'o şeyin kabiliyetine göre' bir yansıması vardır. Ancak bu yansıma bizzat güneşin kendisi değildir. Neden? Çünkü o şeyin sınırlarıyla sınırlanır. Tozlu bir ayna güneşi kendi aynalığının ve de tozlarının sınırlarıyla yansıtır. Kırmızı bir cam güneşi kendi kırmızılığıyla kirletir. Lekeli bir yüzey güneşi lekelerinden zararlarla resimler. Vesaire... Lise fizik derslerinde en zayıf notları alanlarımız bile yansımanın güneşin kendisi olmadığını bilir. Yansıyan güneştendir ama güneş değildir. Gezegenleri etrafında çeviremez.
İşte aynen bunun gibi, başta insan olmak üzere, cümle mahlukatın latifelerine de Cenab-ı Hakkın kelam sıfatının bir yansıması olarak manalar gider. Arılar yollarını onlarla bulur. Güvercinler yuvalarını onlarla tayin eder. Bugünlerde modern bilimin endoktrinasyonuyla 'içgüdü' demeyi âdet edindiğimiz bu türden yönelişlerin tamamında bir ilhamın, ama seviye seviye, mertebe mertebe, cins cins payı vardır. Yani, tabir-i caizse, ihtiyaç halindeki her canlının sinesine bir ilham iner. Çünkü, mahlukatı rızık vermesine muhtaç oldukları gibi, yönlendirmesine de muhtaçtırlar.
Peki bu türden yönlendirişlerin tamamına 'vahiy' diyebilir miyiz? el-Cevap: Diyemeyiz. el-Soru: Neden? el-Cevap: Çünkü 'ilham' mahlukatın sınırlarıyla sınırlanan bir konuşma iken 'vahiy' bu sınırlardan aşkın bir tekellüm-ü ilahîdir. (Arı yönünü güvercinlerle veya yarasalarla aynı şekilde bulmaz.) Yani, vahiyde işler, "Biz ona şiir öğretmedik!" ayetinde de belirtildiği üzere, kişinin/şeyin sınırlarına, ihtiyaçlarına, ilmine, yoğunlaşmasına, amaçlarına, anlayışına, aklına, sezişine, menfaatine, sanatına, hatta o gün keyfinin yerinde olup-olmamasına göre şekillenmezler. Ya? İşte burada alıntı yapmaktan kaçamayacağım karilerim:
"Mesela: Nasıl ki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir. İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz'î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır. Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kàbiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var."
Yani vahiyle ilham arasında hem geliş amaçları, hem geliş yolları, hem geliş şekilleri, hem muhatapları açısından büyük farklar vardır. Bir insan, eğer şiire kabiliyeti varsa, o kabiliyetin nisbetine göre, aldığı eğitime göre, yaptığı okumalara göre, o günlerde etkisinde olduğu şeylere göre, çağındaki eğilimlere göre, hatta sevdiğinin kaşına-gözüne göre, yani sınırlarıyla/renkleriyle bulanarak, ilhamına bir elbise biçer. İşte bu gibi şeylerde mana kalbe Allah'tan bir feyz-i ilahî sûretinde gelir. (İlham perileri yoktur yani.) Biçimlendirme ise kuldandır. Kul kendisinin eksikleriyle bulayarak o manaya bir giysi giydirir. İnsanlara arzeder. Nihayetinde ürettiği beşerî birşey olur.
Fakat vahiy şiir değildir. İnsanın biçimlendirebileceği birşey değildir. Bizzat tekellüm-i ilahîdir. Yani Allah'ın konuşmasıdır. İnsan, ilhamını biçimlendirirken, kalbine inenden kalıbına göre birşey anlar, sonra o kalıba göre bir giysi biçer, gösterir. Böylece ürettiği kendisindeki yaralarla yaralanmış olur. Kendi zamanıyla sınırlanmış olur. Aklının, düşünüşünün, sezişinin, marifetinin, önyargılarının, görüşünün, sandıklarının, sosyolojisinin ve hatta biyolojisinin esiri olur. Onların verdiği boyayla boyalanır. Peki vahiy böyle midir? Veya kendisini böyle ifade etmekte midir? Veya iman ettiğimiz İslam vahyi bize böyle mi anlatmaktadır? Bunları düşününce karşımıza şöyle bir resim çıkar: (Yine alıntı yapmaktan kaçamayacağım anlayışlı karilerim.)
"Kur'ân, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah'ın kelâmıdır; hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır; hem bütün semâvât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır; hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir; hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir; hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir; hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır; hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. Ve şu sırdandır ki, 'Kelâmullah' ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur'ân'a verilmiş ve daima da veriliyor."
Yani, tabir-i caizse, Kur'an-ı Hakîm, 6. yüzyılda Mekke'de dünyaya gelen Muhammed isminde (canımız ona kurban olsun) okuma-yazma bilmeyen birisinin kalbine gelen ilhamları/manaları metne dökmesi gibi birşey değildir. Hâşâ! Yüzbin defa hâşâ! Zaten o Fahr-i Kainat Aleyhissalatuvesselam da kalbine gelen ilhamları Allah'ın diline koyup söyleyecek bir düzenbaz değildir. Hâşâ! Milyon kere hâşâ! Kur'an-ı Hakîm kendisini nasıl ifade ediyorsa öyledir. Hem hükümlerinin tesiri de öyledir. Geçerliliği de öyledir. Belagatı da öyledir. Fesahati de öyledir. İhbar-ı gaybı da öyledir. Mucizatı da öyledir. Haberleri de öyledir. Kıssaları da öyledir. Bunlar, bir beşerin kalbine gelen duyuşları dile dökmesi değil, dile gelmez hakikatleri Rabbü'l-Âlemîn'den haber vermesidir.
İşte, "Aleyhissalatuvesselamın kalbine gelen manaydı, nasıl söyleneceğini ise o belirliyordu!" diyen, çaktırmadan bize demektedir ki: "Duyuşundan anladığını anlattı. Şiir gibi içine doğanlara kendince/kalıplarıyla bir biçim verdi. Beşeriyetiyle sınırladı. Renkleriyle boyadı." Hey yavrum hey! Sanırsın din yeni baştan yazılıyor! Sürümüne güncelleme geldi! Her neyse. Onları bilmeyiz, ama biz, hem Cenab-ı Hakkı böyle bir kitaba "Kelamım!" demekten, hem o düzmeceyi yapana "Habibim!" demekten tenzih ederiz. Evet. Bu yazıyı da çok uzattım. Fakat yine yarım kaldım. Bir yazı daha borçlanalım. Mustafa Öztürk'e gelen ilhamları konuşmaya devam edeceğiz.
Efendim, bu defa, Allah'ın avn u inayetiyle, Öztürk'ün 'mana Allah'tan lafızlar Aleyhissalatuvesselamdan' taksimini Bediüzzaman'ın 'vahyin ve ilhamın farkları' adına söyledikleriyle mizana vuracağız. 'İnşaallah' diyelim. Tevfik herdaim Allah'tan.
Peki neden böyle bir yol tutacağız? Çünkü sayın Öztürk'ün paşa gönlüne göre eylediği taksimden sonra işin az-buçuk vahiyden ilhama döndüğünü düşünmekteyiz. Evet. Yani, kendisinin yüce beyanlarının aksine, mevzuun "Vahiy olsun da ister çamurdan olsun!" denilebilecek kadar basit olmadığını düşünüyoruz. İndirilişin usûlünde yapılacak oynamaların mahiyetinde de hasarlar meydana getireceğini, onu vahiy mertebesinden ilham mertebesine düşüreceğini zannediyoruz. Bakalım doğru zannediyor muyuz? Ama bizi Öztürk'ün bozuk terazisi değil can karilerimiz tartacak.
Şuradan başlayalım. Mürşidim Şualar isimli eserinde diyor ki: "Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor." Metnin ilerleyen kısmında ise bu nüansın sebebini anlamızı sağlayacak bir ayna-güneş örneği veriyor Bediüzzaman. Onu alıntılamayacağım. Çünkü yazıyı epey uzatacak. Özetle şu anlamı çıkarabiliyoruz oradan:
Güneşin, her yansıtma özelliği olan şeyde, 'o şeyin kabiliyetine göre' bir yansıması vardır. Ancak bu yansıma bizzat güneşin kendisi değildir. Neden? Çünkü o şeyin sınırlarıyla sınırlanır. Tozlu bir ayna güneşi kendi aynalığının ve de tozlarının sınırlarıyla yansıtır. Kırmızı bir cam güneşi kendi kırmızılığıyla kirletir. Lekeli bir yüzey güneşi lekelerinden zararlarla resimler. Vesaire... Lise fizik derslerinde en zayıf notları alanlarımız bile yansımanın güneşin kendisi olmadığını bilir. Yansıyan güneştendir ama güneş değildir. Gezegenleri etrafında çeviremez.
İşte aynen bunun gibi, başta insan olmak üzere, cümle mahlukatın latifelerine de Cenab-ı Hakkın kelam sıfatının bir yansıması olarak manalar gider. Arılar yollarını onlarla bulur. Güvercinler yuvalarını onlarla tayin eder. Bugünlerde modern bilimin endoktrinasyonuyla 'içgüdü' demeyi âdet edindiğimiz bu türden yönelişlerin tamamında bir ilhamın, ama seviye seviye, mertebe mertebe, cins cins payı vardır. Yani, tabir-i caizse, ihtiyaç halindeki her canlının sinesine bir ilham iner. Çünkü, mahlukatı rızık vermesine muhtaç oldukları gibi, yönlendirmesine de muhtaçtırlar.
Peki bu türden yönlendirişlerin tamamına 'vahiy' diyebilir miyiz? el-Cevap: Diyemeyiz. el-Soru: Neden? el-Cevap: Çünkü 'ilham' mahlukatın sınırlarıyla sınırlanan bir konuşma iken 'vahiy' bu sınırlardan aşkın bir tekellüm-ü ilahîdir. (Arı yönünü güvercinlerle veya yarasalarla aynı şekilde bulmaz.) Yani, vahiyde işler, "Biz ona şiir öğretmedik!" ayetinde de belirtildiği üzere, kişinin/şeyin sınırlarına, ihtiyaçlarına, ilmine, yoğunlaşmasına, amaçlarına, anlayışına, aklına, sezişine, menfaatine, sanatına, hatta o gün keyfinin yerinde olup-olmamasına göre şekillenmezler. Ya? İşte burada alıntı yapmaktan kaçamayacağım karilerim:
"Mesela: Nasıl ki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir. İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz'î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır. Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kàbiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var."
Yani vahiyle ilham arasında hem geliş amaçları, hem geliş yolları, hem geliş şekilleri, hem muhatapları açısından büyük farklar vardır. Bir insan, eğer şiire kabiliyeti varsa, o kabiliyetin nisbetine göre, aldığı eğitime göre, yaptığı okumalara göre, o günlerde etkisinde olduğu şeylere göre, çağındaki eğilimlere göre, hatta sevdiğinin kaşına-gözüne göre, yani sınırlarıyla/renkleriyle bulanarak, ilhamına bir elbise biçer. İşte bu gibi şeylerde mana kalbe Allah'tan bir feyz-i ilahî sûretinde gelir. (İlham perileri yoktur yani.) Biçimlendirme ise kuldandır. Kul kendisinin eksikleriyle bulayarak o manaya bir giysi giydirir. İnsanlara arzeder. Nihayetinde ürettiği beşerî birşey olur.
Fakat vahiy şiir değildir. İnsanın biçimlendirebileceği birşey değildir. Bizzat tekellüm-i ilahîdir. Yani Allah'ın konuşmasıdır. İnsan, ilhamını biçimlendirirken, kalbine inenden kalıbına göre birşey anlar, sonra o kalıba göre bir giysi biçer, gösterir. Böylece ürettiği kendisindeki yaralarla yaralanmış olur. Kendi zamanıyla sınırlanmış olur. Aklının, düşünüşünün, sezişinin, marifetinin, önyargılarının, görüşünün, sandıklarının, sosyolojisinin ve hatta biyolojisinin esiri olur. Onların verdiği boyayla boyalanır. Peki vahiy böyle midir? Veya kendisini böyle ifade etmekte midir? Veya iman ettiğimiz İslam vahyi bize böyle mi anlatmaktadır? Bunları düşününce karşımıza şöyle bir resim çıkar: (Yine alıntı yapmaktan kaçamayacağım anlayışlı karilerim.)
"Kur'ân, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah'ın kelâmıdır; hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır; hem bütün semâvât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır; hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir; hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir; hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir; hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır; hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. Ve şu sırdandır ki, 'Kelâmullah' ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur'ân'a verilmiş ve daima da veriliyor."
Yani, tabir-i caizse, Kur'an-ı Hakîm, 6. yüzyılda Mekke'de dünyaya gelen Muhammed isminde (canımız ona kurban olsun) okuma-yazma bilmeyen birisinin kalbine gelen ilhamları/manaları metne dökmesi gibi birşey değildir. Hâşâ! Yüzbin defa hâşâ! Zaten o Fahr-i Kainat Aleyhissalatuvesselam da kalbine gelen ilhamları Allah'ın diline koyup söyleyecek bir düzenbaz değildir. Hâşâ! Milyon kere hâşâ! Kur'an-ı Hakîm kendisini nasıl ifade ediyorsa öyledir. Hem hükümlerinin tesiri de öyledir. Geçerliliği de öyledir. Belagatı da öyledir. Fesahati de öyledir. İhbar-ı gaybı da öyledir. Mucizatı da öyledir. Haberleri de öyledir. Kıssaları da öyledir. Bunlar, bir beşerin kalbine gelen duyuşları dile dökmesi değil, dile gelmez hakikatleri Rabbü'l-Âlemîn'den haber vermesidir.
İşte, "Aleyhissalatuvesselamın kalbine gelen manaydı, nasıl söyleneceğini ise o belirliyordu!" diyen, çaktırmadan bize demektedir ki: "Duyuşundan anladığını anlattı. Şiir gibi içine doğanlara kendince/kalıplarıyla bir biçim verdi. Beşeriyetiyle sınırladı. Renkleriyle boyadı." Hey yavrum hey! Sanırsın din yeni baştan yazılıyor! Sürümüne güncelleme geldi! Her neyse. Onları bilmeyiz, ama biz, hem Cenab-ı Hakkı böyle bir kitaba "Kelamım!" demekten, hem o düzmeceyi yapana "Habibim!" demekten tenzih ederiz. Evet. Bu yazıyı da çok uzattım. Fakat yine yarım kaldım. Bir yazı daha borçlanalım. Mustafa Öztürk'e gelen ilhamları konuşmaya devam edeceğiz.
13 Nisan 2019 Cumartesi
Mustafa Öztürk nereye koşuyor? (1)
Niyetliyim, 'gece üstü açılanların üstünü örtme bakanlığı' teklifimi devletime ileteceğim, çünkü büyük bir ihtiyaç var. Efendim, malum-u âliniz ya, yine de bir dokunmadan edemeyeceğim. Bu sıralar, gece eskaza üstü açılan bir kısım ilahiyatçılarımız, kalktıklarında, hakkın ve de insafın gereği olarak "Ulaan! Aboo! Galiba sabaha karşı tersimizden şeytan üfürdü!" diyemiyorlar da, yaşadıklarını 'büyük bir aydınlanmanın ruh-u tayyibelerine teşrif ettiğine' yoruyorlar. Sonra da yemeden-içmeden kesilip, hemen bir makale veya video döşenip, herzelerinden bütün âlemi haberdar ediyorlar.
"Allah herşeyi bilmez!" diyen Bayındır'lar mı dersiniz, "Namaz aslında üç vakittir!" diyen Yaşar Nuri'ler mi dersiniz, "Hadis usûlü aslında hadis uydurmanın usûlüdür!" diyen İslamoğlu'lar mı dersiniz, çeşidine/sürüsüne bereket bir 'aydınlanma eflasyonu' var. Muz cumhuriyetlerinde yatağından ilk kalkan generalin darbe yapması gibi gece üstünü daha açık bırakan ilahiyatçılarımız da ertesi günün en 'cool entelektüeller'i oluveriyorlar. Ellerine malayı alıp yeni bir din inşa ediyorlar. Aman ki sabahlar olmasın.
Allah hem razı olsun hem de sayılarını arttırsın, Ebubekir Sifil Hoca gibi, "Durun yahu! Bu din geçtiğimiz pazartesi gelmedi. 2000'lerin 19'unda cami avlusuna bırakılmadı. Bizim bir geçmişimiz var. 14 asır öncesinde bir kökümüz var. Koyulmuş hükümler var. Belirlenmiş esaslar var. Onlara gitmeyi öğreten usûller var. Hepsinden ötesi, bu ümmettin, zamanın her dilimine ve dünyanın her coğrafyasına yayılmış bir yaşanmışlık mirası (geleneği) var. Onlara dikkat edin. Sözlerini kollayın. Tavsiyeleriyle hareket edin. Haltetmeyin!" diyen salih âlimlerimiz sayesinde bizler de bu herzelerin götürebileceği uçurumlardan haberdar oluyor, ne kadar becerebilirsek, içimizde-dışımızda kaymalara karşı tedbir alıyoruz. Elhamdülillah.
Fakat, acayibin en acayibi, her ilim âlimlerine sığınılarak ayakta durur, bizse bu yeni nesil ilahiyatçılardan avamımıza sığınıyoruz. Onların sâfi kalplerinde şunların her türden çerçöple karışmış aklından daha fazla nur buluyoruz. Evet. Ahirzamanın ümmete yaşattığı "Yaşa ki neler göresin!" denilecek ne ilginçlikler var. Rabbim muhafaza eylesin. Âmin.
İşte 'gece üstü açık kalmışlar' âleminden dünyamıza teşrif edenler arasında bu sıralar Mustafa Öztürk ismi ayrı bir nurla çağıldıyor. Güneş gibi ehl-i bid'a dünyasını aydınlatıyor. Ya? Aaa! Duymadınız mı? Fakat nasıl olur? Pek ilgili değilsiniz demek ki bu konulara. Cık, cık, cık. Halbuki duymuş olmanız lazımdı. Ortalık çalkalandı canım.
Ne mi söyledi? Şeeey. 'Gece üstü açık kalmışlar' âleminde çok önemli birşey değil. Fakat sıradan mü'min boyutumuzda insanın yüreğine indirecek şeyler. "Mesela?" Hani, bizim Allah'ın kelamı diye iman ettiğimiz Kur'an var ya. "Eeee?" İşte o meğer tam da öyle değilmiş. "Yaaaa! Aaaa! Ya neymiş?" Meğer Aleyhissalatuvesselamın kalbine mana olarak geliyormuş. Lafızlarını ise kendisi belirliyormuş. Müellifi o yani. Yazarı canım. İşte bunun gibi şeyler. "Peki böyle olursa Kur'an insan sözü olmaz mı?" diye soracaksın. Ben de merak edip sordum. Yok. Olmuyormuş. Sevenleri öyle diyolaaağ. Çok da açık edemiyolaaağ. Yersen.
Bin kere elhamdülillah ki yemedik. Yiyemedik. Çünkü birşeyin 'manası' ile 'lafzı' arasına konulan ayracın, daha bırakılır bırakılmaz, 'ikisinin tastamam aynı şey olmadığını' imâ ettiğini anladık. Lise seviyesindeki edebiyat eğitimimiz dahi böyle bir farkı anlamaya yetti.
Yani, Kur'an'ın manasının Allah'tan, lafzının ise Aleyhissalatuvesselamdan geldiğini söyleyenler, aynı zamanda 'yolda birşeylerin değiştiğini de' imâ etmiş oluyordular. Bu imâ ve içerik ile ancak 'mana' ile 'lafzın' arasını açıyordular. Bu demekti ki: Belki de Aleyhissalatuvesselam birşeyleri 'eksik' ifade etti. Bu demekti ki: Belki de Aleyhissalatuvesselam bazı şeyleri 'yanlış' aksettirdi. Bu demekti ki: Belki de Aleyhissalatuvesselam Kur'an'da beşerî malzeme kullandı. Yani mana olarak gönlüne inen ezelî vahyi, güya, diliyle fanî insan işi etti. Peki sahiden Kur'an böyle miydi?
Cenab-ı Hak böyle düşünmekten cümle mü'minleri muhafaza eylesin. Böylesi bir şüphe Kur'an'a bir kere kondurulduğu zaman ne olur biliyor musunuz? Dinin bütün parçalarına aynı soru cümlesi gider: "Ya bu söylenen tam da Allah'ın muradı gibi değilse?" Nasıl ki, Aleyhissalatuvesselamın 'ismetine/günahsızlığına' inanmamak, onun eylediği/öğrettiği işlerde "Ya burada hataya düştüyse!" şüphesine neden olur ve kalpte dinin muazzez kudsiyeti söner; aynen öyle de; Kur'an'ın kelam-ı beşer farzedilmesinde de benzer bir şüphe kelamullahın her köşesine siyaret edip mü'minin imanını kemirir-dişler. Çünkü içimizde en cahil bile bilir ki: Birisi, bir başkasının sözünü aktardığında, onun tam olarak ne söylediğini doğru şekilde aksettirmeyebilir. Hatta bu iki kişinin aralarındaki makam mesafesi arttıkça hata ihtimali de giderek artar. Bir matematikçinin söylediklerini bir çoban dostlarına ne kadar aksettirebilir? Bir filozofun beyanlarını bir çocuk ne kadar doğru aktarabilir? Bir insan Allah'ın 'Kelamım!' dediği vahyini ne denli 'kelamullah' ölçüsüne uygun nakledebilir?
Öyle ya! Kur'an'ın içindeki üslûp hiç de "Ben Allah'ın kalbime indirdiği manadan böyle anladım!" üslûbu değildir. Kur'an'ın içindeki cümlelerde apaçık anlaşılan odur ki: Âlemler Rabbi konuşmaktadır. Eğer, bu söz hakikaten Allah'ın sözü değilse, o zaman imâ edilen (aman Mustafa Öztürk fanatikleri kızmasın) Aleyhissalatuvesselamın kendisini Allah'ın yerine koyup öylece konuştuğu değil midir? Hâşâ. Yüzbin kere hâşâ! Böyle herzeleri uyduranlar 'hâşâ' demeyi bilmez. Biz diyelim. Dilimizden Allah'a sığınalım.
Mürşidim bir yerde benzer sadedde kendisine gelen bir soruyu zikreder: "Şeytan döndü yine dedi ki: Kur'ân'ın meseleleri gibi, çok zatlar o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?" Onun cevabı ise, Mustafa Öztürk'ün rağmına, şöyledir: "Evvelâ: Dindar bir adam, din muhabbeti için, 'Hak böyledir, hakikat budur, Allah'ın emri böyledir' der. Yoksa Allah'ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah'ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz. 'Allah adına yalan söyleyenden daha zalim kim vardır?' düsturundan titrer."
Devamında ontolojik/yapısal olarak bu durumun imkansızlığını ise şöyle izah eder: "Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler, muvakkaten insanları iğfal ederler, fakat daimi iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, alâ külli hal, etvar ve ahvâli içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek. Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak, belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki: 'Bu sahtekârdır!' İşte—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Kur'ân beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz, hakikî bir yıldız olarak rasat ehline görünsün?"
"Allah herşeyi bilmez!" diyen Bayındır'lar mı dersiniz, "Namaz aslında üç vakittir!" diyen Yaşar Nuri'ler mi dersiniz, "Hadis usûlü aslında hadis uydurmanın usûlüdür!" diyen İslamoğlu'lar mı dersiniz, çeşidine/sürüsüne bereket bir 'aydınlanma eflasyonu' var. Muz cumhuriyetlerinde yatağından ilk kalkan generalin darbe yapması gibi gece üstünü daha açık bırakan ilahiyatçılarımız da ertesi günün en 'cool entelektüeller'i oluveriyorlar. Ellerine malayı alıp yeni bir din inşa ediyorlar. Aman ki sabahlar olmasın.
Allah hem razı olsun hem de sayılarını arttırsın, Ebubekir Sifil Hoca gibi, "Durun yahu! Bu din geçtiğimiz pazartesi gelmedi. 2000'lerin 19'unda cami avlusuna bırakılmadı. Bizim bir geçmişimiz var. 14 asır öncesinde bir kökümüz var. Koyulmuş hükümler var. Belirlenmiş esaslar var. Onlara gitmeyi öğreten usûller var. Hepsinden ötesi, bu ümmettin, zamanın her dilimine ve dünyanın her coğrafyasına yayılmış bir yaşanmışlık mirası (geleneği) var. Onlara dikkat edin. Sözlerini kollayın. Tavsiyeleriyle hareket edin. Haltetmeyin!" diyen salih âlimlerimiz sayesinde bizler de bu herzelerin götürebileceği uçurumlardan haberdar oluyor, ne kadar becerebilirsek, içimizde-dışımızda kaymalara karşı tedbir alıyoruz. Elhamdülillah.
Fakat, acayibin en acayibi, her ilim âlimlerine sığınılarak ayakta durur, bizse bu yeni nesil ilahiyatçılardan avamımıza sığınıyoruz. Onların sâfi kalplerinde şunların her türden çerçöple karışmış aklından daha fazla nur buluyoruz. Evet. Ahirzamanın ümmete yaşattığı "Yaşa ki neler göresin!" denilecek ne ilginçlikler var. Rabbim muhafaza eylesin. Âmin.
İşte 'gece üstü açık kalmışlar' âleminden dünyamıza teşrif edenler arasında bu sıralar Mustafa Öztürk ismi ayrı bir nurla çağıldıyor. Güneş gibi ehl-i bid'a dünyasını aydınlatıyor. Ya? Aaa! Duymadınız mı? Fakat nasıl olur? Pek ilgili değilsiniz demek ki bu konulara. Cık, cık, cık. Halbuki duymuş olmanız lazımdı. Ortalık çalkalandı canım.
Ne mi söyledi? Şeeey. 'Gece üstü açık kalmışlar' âleminde çok önemli birşey değil. Fakat sıradan mü'min boyutumuzda insanın yüreğine indirecek şeyler. "Mesela?" Hani, bizim Allah'ın kelamı diye iman ettiğimiz Kur'an var ya. "Eeee?" İşte o meğer tam da öyle değilmiş. "Yaaaa! Aaaa! Ya neymiş?" Meğer Aleyhissalatuvesselamın kalbine mana olarak geliyormuş. Lafızlarını ise kendisi belirliyormuş. Müellifi o yani. Yazarı canım. İşte bunun gibi şeyler. "Peki böyle olursa Kur'an insan sözü olmaz mı?" diye soracaksın. Ben de merak edip sordum. Yok. Olmuyormuş. Sevenleri öyle diyolaaağ. Çok da açık edemiyolaaağ. Yersen.
Bin kere elhamdülillah ki yemedik. Yiyemedik. Çünkü birşeyin 'manası' ile 'lafzı' arasına konulan ayracın, daha bırakılır bırakılmaz, 'ikisinin tastamam aynı şey olmadığını' imâ ettiğini anladık. Lise seviyesindeki edebiyat eğitimimiz dahi böyle bir farkı anlamaya yetti.
Yani, Kur'an'ın manasının Allah'tan, lafzının ise Aleyhissalatuvesselamdan geldiğini söyleyenler, aynı zamanda 'yolda birşeylerin değiştiğini de' imâ etmiş oluyordular. Bu imâ ve içerik ile ancak 'mana' ile 'lafzın' arasını açıyordular. Bu demekti ki: Belki de Aleyhissalatuvesselam birşeyleri 'eksik' ifade etti. Bu demekti ki: Belki de Aleyhissalatuvesselam bazı şeyleri 'yanlış' aksettirdi. Bu demekti ki: Belki de Aleyhissalatuvesselam Kur'an'da beşerî malzeme kullandı. Yani mana olarak gönlüne inen ezelî vahyi, güya, diliyle fanî insan işi etti. Peki sahiden Kur'an böyle miydi?
Cenab-ı Hak böyle düşünmekten cümle mü'minleri muhafaza eylesin. Böylesi bir şüphe Kur'an'a bir kere kondurulduğu zaman ne olur biliyor musunuz? Dinin bütün parçalarına aynı soru cümlesi gider: "Ya bu söylenen tam da Allah'ın muradı gibi değilse?" Nasıl ki, Aleyhissalatuvesselamın 'ismetine/günahsızlığına' inanmamak, onun eylediği/öğrettiği işlerde "Ya burada hataya düştüyse!" şüphesine neden olur ve kalpte dinin muazzez kudsiyeti söner; aynen öyle de; Kur'an'ın kelam-ı beşer farzedilmesinde de benzer bir şüphe kelamullahın her köşesine siyaret edip mü'minin imanını kemirir-dişler. Çünkü içimizde en cahil bile bilir ki: Birisi, bir başkasının sözünü aktardığında, onun tam olarak ne söylediğini doğru şekilde aksettirmeyebilir. Hatta bu iki kişinin aralarındaki makam mesafesi arttıkça hata ihtimali de giderek artar. Bir matematikçinin söylediklerini bir çoban dostlarına ne kadar aksettirebilir? Bir filozofun beyanlarını bir çocuk ne kadar doğru aktarabilir? Bir insan Allah'ın 'Kelamım!' dediği vahyini ne denli 'kelamullah' ölçüsüne uygun nakledebilir?
Öyle ya! Kur'an'ın içindeki üslûp hiç de "Ben Allah'ın kalbime indirdiği manadan böyle anladım!" üslûbu değildir. Kur'an'ın içindeki cümlelerde apaçık anlaşılan odur ki: Âlemler Rabbi konuşmaktadır. Eğer, bu söz hakikaten Allah'ın sözü değilse, o zaman imâ edilen (aman Mustafa Öztürk fanatikleri kızmasın) Aleyhissalatuvesselamın kendisini Allah'ın yerine koyup öylece konuştuğu değil midir? Hâşâ. Yüzbin kere hâşâ! Böyle herzeleri uyduranlar 'hâşâ' demeyi bilmez. Biz diyelim. Dilimizden Allah'a sığınalım.
Mürşidim bir yerde benzer sadedde kendisine gelen bir soruyu zikreder: "Şeytan döndü yine dedi ki: Kur'ân'ın meseleleri gibi, çok zatlar o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?" Onun cevabı ise, Mustafa Öztürk'ün rağmına, şöyledir: "Evvelâ: Dindar bir adam, din muhabbeti için, 'Hak böyledir, hakikat budur, Allah'ın emri böyledir' der. Yoksa Allah'ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah'ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz. 'Allah adına yalan söyleyenden daha zalim kim vardır?' düsturundan titrer."
Devamında ontolojik/yapısal olarak bu durumun imkansızlığını ise şöyle izah eder: "Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler, muvakkaten insanları iğfal ederler, fakat daimi iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, alâ külli hal, etvar ve ahvâli içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek. Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak, belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki: 'Bu sahtekârdır!' İşte—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Kur'ân beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz, hakikî bir yıldız olarak rasat ehline görünsün?"
Yani Mustafa Öztürk ve emsalleri savunmaktadır ki: Ateşböceği bizleri yıldızlıkla kandırmıştır. Aynadaki güneş kendisini gerçek güneş diye bize satmıştır. Herkes de yemiştir. Fakat, nereden başladık, nereye geldik. Yazıyı da uzattıkça uzattık. Hem eyvahlar olsun. Başlarken asıl dokunmak istediğim meseleye ise hiç gelemedim. O zaman bir devam yazısı için şuracıkta sözverelim. Cenab-ı Hak nasip ederse, inşaallah, bu meseleyi Telvihat-ı Tis'a'dan bir alıntı ekseninde tekrar değerlendirelim. Tevfik Allah'tan. Hamd ise yalnızca Ona.
4 Nisan 2019 Perşembe
Yaşasın Pierre ama koşsun Karim Benzema!
Hani Bediüzzaman diyor: "Kur'an-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Yani, hiçbir kıssa yoktur ki Kur'an'da, o kıssanın öğrettiği dersler 'bütün zamanlar için' geçerli olmasın. Bütün zamanlarda emsali sayılabilecek olaylar yaşanmasın. Tabir-i diğerle, "Tarih tekerrürden ibarettir!" sözüne atıfla, o kıssalar 'tekerrür eden bir/birçok hakikatten' haber veriyor olmasın.
Hem yine diyor ki mürşidim: "Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar."
Tarihselcileri, Kur'an'da anlatılan kıssaların 'eskilerin masalları' olduğunu söyleyenleri, bir diğer ifadeyle günümüz modernistlerini "Çaaaaaat!" diye ortasından çatlatan bu hakikate dair birçok nümuneyi kendi Kur'an okumalarım sırasında görüyor, biliyor, bazen de hissediyorum. Hamdolsun. İşte, muhterem okurlarım, onlardan bir tanesine de Bakara sûresinde rastladım. Daha doğrusu uyandırıldım. Elhamdülillah. Allahu'l-a'lem kaydıyla anlatayım. Bakalım katılacak mısınız?
Şuradan başlayalım: Efendim, malumunuz, medyada bültenlerine çoklukla rastlıyorsunuz. Batı'yla bizim iki türlü ilişkimiz var. Birincisi: Adamlar İslam coğrafyasının her köşesinde anamızı ağlatıyorlar. Canları çekiyor Afganistan'ı bombalıyorlar. Canları çekiyor Irak'a füze sallıyorlar. Canları çekiyor Suriye'yi inletiyorlar vs. Yani "Elhamdülillah müslümanım!" diyen müslümanı vatanında yaşayamaz hale getirip canından bezdiriyorlar. Sonra? Sonrası göç.
Sonrası ilginç. Şu açıdan ilginç. Böyle türlü oyunlarla müslümanları kendi coğrafyalarında yaşayamaz hale getiren Batı, bu defa da ülkesine sığınmış 'ucuz iş gücüne' sevgiyle kucak açıyor, türlü şapşik kucaklama misalleri sergiliyor. Bir yanağımız tokatlıyorsa diğer yanağımızı da okşuyor. Denize düşmüşlüğü yılana sarılacak vaziyete gelen garip-gureba da bu defa katiline âşık olan maktul edasıyla pek coşkulu 'Batılılar' haline geliyorlar.
Bu coşkunun bir nesil sonraki başarısı ise gönüllü asimilasyon. "Aman bedenim bozulacak!" diye kendi çocuklarının zahmetini çekmek isteyen Batı, yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden' sistemiyle mülteci çocuklardan kurulu milli takımlar elde ediyor. Yani, yaşasın Pierre, ama koşsun Karim Benzema! Acizler çabuk yandaş olurlar. En sağlam köleler borçlulardan elde edilir.
İşte bütün bunlar hergün rastladığımız bir hakikat olarak zihnimdeyken Bakara sûresinin 85. ayeti dikkatimi çekti benim. Kısa bir mealiyle buyruluyor ki orada: "Bu misakı kabul eden sizler, (verdiğiniz sözün tersine) birbirinizi öldürüyor, aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde (hem çıkarıyor hem de) size esirler olarak geldiklerinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası, dünya hayatında ancak rüsvaylık, kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir."
Haydi yüzleşelim. Sizce de burada anlatılan durum tam da bizim yaşadığımız şey değil mi? Kötülükte 'koalisyon kuvvetleri' kuran bu zümreler hakikaten de bizi yurtlarımızdan etmiyorlar mı? Sonra aç-bilaç ocaklarına düştüğümüzde de fidyelerimizi ödeyip bizi 'kendilerine borçlu özgürler' haline getirmiyorlar mı? Ortadoğu'da kan ağlatanlar Avrupa'da-Amerika'da sevgi pıtırcıkları gibi takılmıyorlar mı? Bu halleriyle, Kitab'ın bir kısmını (kendi vatanları içinde) kabul etmiş, diğer kısmını ise (başkalarının ülkelerinde) inkâr etmiş sayılmıyorlar mı? Dünyayı, kendileri için başka, başkaları için daha başka okumuyorlar mı?
Ne bileyim. Belki de yanlış bir okuma yapıyorum. Ama ayet-i kerimede anlatılanla günümüzde yaşanılanların öyle bir benzerliği var ki. Karşı koyamıyorum. Bediüzzaman'ın ifadesiyle bir 'külli düsturun ucu'nu da buradan yakalamışım gibi geliyor bana. Allahu'l-a'lem. En doğrusunu elbette Allah bilir. Bu yazı da hafızanızda Kur'anî bir hissedişin paylaşımı olarak bulunsun.
Hem yine diyor ki mürşidim: "Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar."
Tarihselcileri, Kur'an'da anlatılan kıssaların 'eskilerin masalları' olduğunu söyleyenleri, bir diğer ifadeyle günümüz modernistlerini "Çaaaaaat!" diye ortasından çatlatan bu hakikate dair birçok nümuneyi kendi Kur'an okumalarım sırasında görüyor, biliyor, bazen de hissediyorum. Hamdolsun. İşte, muhterem okurlarım, onlardan bir tanesine de Bakara sûresinde rastladım. Daha doğrusu uyandırıldım. Elhamdülillah. Allahu'l-a'lem kaydıyla anlatayım. Bakalım katılacak mısınız?
Şuradan başlayalım: Efendim, malumunuz, medyada bültenlerine çoklukla rastlıyorsunuz. Batı'yla bizim iki türlü ilişkimiz var. Birincisi: Adamlar İslam coğrafyasının her köşesinde anamızı ağlatıyorlar. Canları çekiyor Afganistan'ı bombalıyorlar. Canları çekiyor Irak'a füze sallıyorlar. Canları çekiyor Suriye'yi inletiyorlar vs. Yani "Elhamdülillah müslümanım!" diyen müslümanı vatanında yaşayamaz hale getirip canından bezdiriyorlar. Sonra? Sonrası göç.
Sonrası ilginç. Şu açıdan ilginç. Böyle türlü oyunlarla müslümanları kendi coğrafyalarında yaşayamaz hale getiren Batı, bu defa da ülkesine sığınmış 'ucuz iş gücüne' sevgiyle kucak açıyor, türlü şapşik kucaklama misalleri sergiliyor. Bir yanağımız tokatlıyorsa diğer yanağımızı da okşuyor. Denize düşmüşlüğü yılana sarılacak vaziyete gelen garip-gureba da bu defa katiline âşık olan maktul edasıyla pek coşkulu 'Batılılar' haline geliyorlar.
Bu coşkunun bir nesil sonraki başarısı ise gönüllü asimilasyon. "Aman bedenim bozulacak!" diye kendi çocuklarının zahmetini çekmek isteyen Batı, yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden' sistemiyle mülteci çocuklardan kurulu milli takımlar elde ediyor. Yani, yaşasın Pierre, ama koşsun Karim Benzema! Acizler çabuk yandaş olurlar. En sağlam köleler borçlulardan elde edilir.
İşte bütün bunlar hergün rastladığımız bir hakikat olarak zihnimdeyken Bakara sûresinin 85. ayeti dikkatimi çekti benim. Kısa bir mealiyle buyruluyor ki orada: "Bu misakı kabul eden sizler, (verdiğiniz sözün tersine) birbirinizi öldürüyor, aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde (hem çıkarıyor hem de) size esirler olarak geldiklerinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası, dünya hayatında ancak rüsvaylık, kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir."
Haydi yüzleşelim. Sizce de burada anlatılan durum tam da bizim yaşadığımız şey değil mi? Kötülükte 'koalisyon kuvvetleri' kuran bu zümreler hakikaten de bizi yurtlarımızdan etmiyorlar mı? Sonra aç-bilaç ocaklarına düştüğümüzde de fidyelerimizi ödeyip bizi 'kendilerine borçlu özgürler' haline getirmiyorlar mı? Ortadoğu'da kan ağlatanlar Avrupa'da-Amerika'da sevgi pıtırcıkları gibi takılmıyorlar mı? Bu halleriyle, Kitab'ın bir kısmını (kendi vatanları içinde) kabul etmiş, diğer kısmını ise (başkalarının ülkelerinde) inkâr etmiş sayılmıyorlar mı? Dünyayı, kendileri için başka, başkaları için daha başka okumuyorlar mı?
Ne bileyim. Belki de yanlış bir okuma yapıyorum. Ama ayet-i kerimede anlatılanla günümüzde yaşanılanların öyle bir benzerliği var ki. Karşı koyamıyorum. Bediüzzaman'ın ifadesiyle bir 'külli düsturun ucu'nu da buradan yakalamışım gibi geliyor bana. Allahu'l-a'lem. En doğrusunu elbette Allah bilir. Bu yazı da hafızanızda Kur'anî bir hissedişin paylaşımı olarak bulunsun.
3 Nisan 2019 Çarşamba
Einstein'a imanın nübüvvete imanından fazla mı?
Newtonculuktan Kuantumculuğa geçiş kesin nedenler ve sonuçlardan 'gözlemcinin de gözleneni etkilediği' bir alana geçiştir. Meşhur Çift Yarık Deneyi'ni bilirsiniz. Kimse bakmıyorken dalga gibi hareket eden elektron taneciklerinin gözlenmelerinin ardından davranış şekillerini değiştirip tanecik gibi hareket ettiği o ilginç deney. Öğrettiği şeylerden birisi de maddenin sandığımız kadar tekdüze olmadığıdır. Rabbisi dilerse dalgalarla bereketlenir. Biri bin olabilir.
Peki gözleyen, sadece gözlemekle/ölçmekle maddeyi nasıl etkiler? Bilmiyorum. Fizikçi değilim. Üstelik Kuantum da fiziğin sonu değil. Belki ilerde çok daha fazlasıyla karşılaşacağız. Ancak bir açıdan onu beğeniyorum: Bana maddenin sandığım kadar kesif ve sarsılmaz olmadığını gösteriyor. Yani bu teoriyle birlikte maddeye bakınca onun daha da latifleştiğini hissediyorum. Arızî olan varlığımı anlamada da fehmime yardımcı oluyor. İsm-i Kayyum karşısında vücudumun ne denli 'rüzgâr önünde yaprak' olduğunu kavrıyorum. Tabii bilim tedricen gelişen birşeydir. Hiçbir teorinin esiri olmamak gerek. Gün gelip daha güzeli, hakikate daha yakını, daha güzel manaları anlamamıza yardımcı olabilir. İnşaallah. Âmin.
Bediüzzaman 24. Söz'de gelişen teknolojinin itikada dair meseleleri anlamada nasıl bir katkı sağladığı sadedinde der: "Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek olan kaydı telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar."
Yani, evet, seküler aklın imkansızlık eşiği bilim geliştikçe ileriye taşınmaktadır. Dün İslam kaynaklarında yeralan mucizevî bilgilere "Olur mu öyle şey canım?" diye dudak bükenler bugün modern bilimin de 'Pekala olur'luğunu göstermesiyle ağızlarını açamaz olmuşlardır. Bu bugün böyle olduğu gibi yarın da böyle olacaktır. Seküler akıl 'mümkün olanı tanımada' ayetlerin-hadislerin arkasından gelecektir. O halde denilebilir ki: Mü'min imanıyla bilimin önündedir.
Bu sıralar Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'ni okurken de aynı kanaate varıyorum. Özellikle berekete dair mucizeleri okurken, Aleyhissalatuvesselamın mazhar olduğu şeyler, bana pek kolay anlaşılır geliyorlar. Çünkü artık elimizde Kuantum fiziği diye birşey var. Tanecik, tanecik de kalabilir, bereketle dalgaya da dönüşebilir. Çıkardığımız ses karşısındaki kulak sayısıyla ilgilenmezken, yani çokluğunu kendisine bir yük olarak görmezken, attığımız taş ancak bir kişiye ulaşır. Peki ya buna mecbur değilse? Ya bunu aşabilirse? Ya taş da ses gibi olabiliyor da bize çaktırmıyorsa?
"Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bir avuç toprakla küçük taşları aldı, küffar ordusunun yüzüne attı, 'Bu yüzler kahrolsun!' dedi. 'Bu yüzler kahrolsun!' kelimesi bir kelâm iken onların herbirinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç toprak dahi herbir kâfirin gözüne gitti. Herbiri kendi gözüyle meşgul olup, hücumda iken, birden kaçtılar."
Veya mübarek elini, duasını, ağız suyunu içine koymasıyla suların/yemeklerin bereketlenmesi. Hatta, musırrane, bu türden berekete mazhar olan bazı şeylerde 'gözlemcinin o şeyin bittiğini görmemesine' dair nasihatlerde bulunması. Mesela: Kendisine yağ tulumundan ikramda bulunan Ümmü Malik'e (r.anha) bereket duası ettikten sonra "Onu boşaltıp sıkma!" demesi. Ve hakikaten sıktıkları zaman bereketin kesilmesi. Veyahut Gazve-i Tebük'te Ebu Hureyre'nin (r.a.) heybesindeki hurmalara bereket duası etmesi ve demesi: "Getirdiğin şeyi al götür. Onu tut. Muhafaza et. Boşaltma!" Ve böyle yapan Ebu Hureyre'nin (r.a.) Hz. Osman'ın şehadetinde yağma edilene kadar ondan bağışta bulunabilmesi. Veyahut da, Cabiru'l-Ensarî'nin (r.a.) şahitliğiyle, yarım yük arpa verdiği birisinin 'hayret edip ölçene kadar' onun bereketinden faydalanması. Olayı anlatınca Aleyhissalatuvesselamın ona "Eğer kile ile tecrübe etmeseydiniz hayatınızca size yeterdi!" demesi.
Bu tarz şeyler eski zaman kâfirlerine anlaşılmaz gelse belki kafalarının basmamasına atfedilerek mazur görülebilirlerdi. Fakat ahirzaman mülhidlerini, hele hele, müslüman olduğunu söylediği halde böyle mucizelere inanmazlık edenleri anlamak hiç mümkün olmuyor. Kuantum fiziği diye birşey var nihayetinde. Üzerine düşünülen bir vakıa olarak bilime girmiş. Bir sürü makale yazılmış. Deney yapılmış. Öylece duruyor. Elin gavuru söyleyince inanması tatlı oluyor da Aleyhissalatuvesselam yapıverince neden zor oluyor? Yoksa, ey nâdân, senin inandığın tanrının gücü bilim elverdikçe mi genişliyor? Yaratmak için bilimden mi icazet alıyor? Nasıl anlamak gerek bunu? Einstein'a imanın nübüvvete imanından fazla mı? Onlar söyleyince mi inanacaksın kendi dinine?
Peki gözleyen, sadece gözlemekle/ölçmekle maddeyi nasıl etkiler? Bilmiyorum. Fizikçi değilim. Üstelik Kuantum da fiziğin sonu değil. Belki ilerde çok daha fazlasıyla karşılaşacağız. Ancak bir açıdan onu beğeniyorum: Bana maddenin sandığım kadar kesif ve sarsılmaz olmadığını gösteriyor. Yani bu teoriyle birlikte maddeye bakınca onun daha da latifleştiğini hissediyorum. Arızî olan varlığımı anlamada da fehmime yardımcı oluyor. İsm-i Kayyum karşısında vücudumun ne denli 'rüzgâr önünde yaprak' olduğunu kavrıyorum. Tabii bilim tedricen gelişen birşeydir. Hiçbir teorinin esiri olmamak gerek. Gün gelip daha güzeli, hakikate daha yakını, daha güzel manaları anlamamıza yardımcı olabilir. İnşaallah. Âmin.
Bediüzzaman 24. Söz'de gelişen teknolojinin itikada dair meseleleri anlamada nasıl bir katkı sağladığı sadedinde der: "Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek olan kaydı telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar."
Yani, evet, seküler aklın imkansızlık eşiği bilim geliştikçe ileriye taşınmaktadır. Dün İslam kaynaklarında yeralan mucizevî bilgilere "Olur mu öyle şey canım?" diye dudak bükenler bugün modern bilimin de 'Pekala olur'luğunu göstermesiyle ağızlarını açamaz olmuşlardır. Bu bugün böyle olduğu gibi yarın da böyle olacaktır. Seküler akıl 'mümkün olanı tanımada' ayetlerin-hadislerin arkasından gelecektir. O halde denilebilir ki: Mü'min imanıyla bilimin önündedir.
Bu sıralar Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'ni okurken de aynı kanaate varıyorum. Özellikle berekete dair mucizeleri okurken, Aleyhissalatuvesselamın mazhar olduğu şeyler, bana pek kolay anlaşılır geliyorlar. Çünkü artık elimizde Kuantum fiziği diye birşey var. Tanecik, tanecik de kalabilir, bereketle dalgaya da dönüşebilir. Çıkardığımız ses karşısındaki kulak sayısıyla ilgilenmezken, yani çokluğunu kendisine bir yük olarak görmezken, attığımız taş ancak bir kişiye ulaşır. Peki ya buna mecbur değilse? Ya bunu aşabilirse? Ya taş da ses gibi olabiliyor da bize çaktırmıyorsa?
"Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bir avuç toprakla küçük taşları aldı, küffar ordusunun yüzüne attı, 'Bu yüzler kahrolsun!' dedi. 'Bu yüzler kahrolsun!' kelimesi bir kelâm iken onların herbirinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç toprak dahi herbir kâfirin gözüne gitti. Herbiri kendi gözüyle meşgul olup, hücumda iken, birden kaçtılar."
Veya mübarek elini, duasını, ağız suyunu içine koymasıyla suların/yemeklerin bereketlenmesi. Hatta, musırrane, bu türden berekete mazhar olan bazı şeylerde 'gözlemcinin o şeyin bittiğini görmemesine' dair nasihatlerde bulunması. Mesela: Kendisine yağ tulumundan ikramda bulunan Ümmü Malik'e (r.anha) bereket duası ettikten sonra "Onu boşaltıp sıkma!" demesi. Ve hakikaten sıktıkları zaman bereketin kesilmesi. Veyahut Gazve-i Tebük'te Ebu Hureyre'nin (r.a.) heybesindeki hurmalara bereket duası etmesi ve demesi: "Getirdiğin şeyi al götür. Onu tut. Muhafaza et. Boşaltma!" Ve böyle yapan Ebu Hureyre'nin (r.a.) Hz. Osman'ın şehadetinde yağma edilene kadar ondan bağışta bulunabilmesi. Veyahut da, Cabiru'l-Ensarî'nin (r.a.) şahitliğiyle, yarım yük arpa verdiği birisinin 'hayret edip ölçene kadar' onun bereketinden faydalanması. Olayı anlatınca Aleyhissalatuvesselamın ona "Eğer kile ile tecrübe etmeseydiniz hayatınızca size yeterdi!" demesi.
Bu tarz şeyler eski zaman kâfirlerine anlaşılmaz gelse belki kafalarının basmamasına atfedilerek mazur görülebilirlerdi. Fakat ahirzaman mülhidlerini, hele hele, müslüman olduğunu söylediği halde böyle mucizelere inanmazlık edenleri anlamak hiç mümkün olmuyor. Kuantum fiziği diye birşey var nihayetinde. Üzerine düşünülen bir vakıa olarak bilime girmiş. Bir sürü makale yazılmış. Deney yapılmış. Öylece duruyor. Elin gavuru söyleyince inanması tatlı oluyor da Aleyhissalatuvesselam yapıverince neden zor oluyor? Yoksa, ey nâdân, senin inandığın tanrının gücü bilim elverdikçe mi genişliyor? Yaratmak için bilimden mi icazet alıyor? Nasıl anlamak gerek bunu? Einstein'a imanın nübüvvete imanından fazla mı? Onlar söyleyince mi inanacaksın kendi dinine?
30 Mart 2019 Cumartesi
Sen elmayı seviyorsun diye elma hep 'elma' kalmak zorunda mı?
Onlardan ne denli şikayetçi olursak olalım. Tekrarlara muhtaç olduğumuzu derinlerde bir yerde hissediyoruz. Evimize gittiğimizde onu aynı yerinde bulmak, kapısını sabah kilitlediğimiz anahtarla açabilmek, gece dost olarak bıraktığımızı gündüz de öyle karşılamak, bunlar bizi hayatta tutuyor. Daha doğrusu: Hayatı güvenilir kılıyor.
Hayatta tekrar edenler değişenlerden fazladır. Aksi takdirde pek kolay delirebilirdik. Anların birbirini takip eden düzenlere sahip olmayışı an'dan an'a geçerken kafayı yememize neden olabilirdi. Çünkü dikkat, tutunacak birşey bulamadığında, aklın etini dişlemeye başlar. Kendisiyle beraber onu da dibe çeker.
Sizin de dinlediğiniz yaşanmışlıklar varsa onları hatırlamaya çalışın. Benim dinlediklerimde insanlar hep kaldıramayacakları büyük değişimlerin eşiğinde deliriyorlardı. Örneğin: Kendi hatasından dolayı bir anne evladını yitiriyor. An'dan an'a büyük bir sıçrayış. Dikkatin elinden büyük bir kopuş. Değişimi anlamlandıramıyor. Geçişteki bağı kuramıyor. İşte o an deliriyor.
Allah göstermesin. Buna benzer dinlediğim daha birçok misalde değişimler deliliğin önsözü oluyorlardı. İşte bu tip yaşanmışlıkların yukarıda söylediğim şeyle ilgisi var bence. Dikkat tutunabileceği bir devamlılık bulamazsa batarken aklı da yanında götürür. Sabır dikkatin tutunacağıdır. Bu yüzden 'eşiklerin bilgisi' insan için hayatîdir. Her ikramın öncesindeki ikramdır. Doğduğunda hazır bulduğudur.
Eşiklerin bilgisi derken bir anlamda İslam'ın bize öğütlediği bakışı kastediyorum. Daha üst boyutta ise Cenab-ı Hakkın Hakîm, Rahîm, Kerîm, Cemîl gibi isimlerine nazarlarını çevirmek istiyorum. Bu isimler, bencileyin tabir edersem, 'eşik atlatıcı isimler'dir. Boşlukta hayatta kalmayı sağlarlar. Onların varlığına iman edildiği zaman an'dan an'a sıçramalar kolaylaşır. Dikkat tutunabileceği birşey bulamadığında bu isimlerden istifade eder. Onlara tutunur. Sırt verdikleri yüce mana dünyası sabrı tazeler. Ve böylece biz delirmekten kurtuluruz.
Hatıralarınızı bir yoklayın lüften. Mutlaka anlattığım şeye hissen yaklaştığınız durumlar bulursunuz. Mesela: Başınıza gelen kötü bir işte önce bir donarsınız. Bu an'dan an'a sıçramanın başladığına işarettir. Sonra elleri boşta kalan dikkatiniz hemen refleks olarak ona öğrettiğiniz manaları arar. Bu da arkaplanınızı ne ile beslediğinizle ilgilidir. Eğer arkaplanınızda Allah'ın Esmaü'l-Hüsna'sı varsa, dikkat hemen onlara el atar, birini-birkaçını yakalar. Boşluğun üzerinde onlarla uçar. Sonra diğer an'a geldiğinizde size pek sevdiğim bir türküdeki gibi şöyle der: "Ağlama gözlerim. Mevla Kerîm'dir."
Mürşidim bir yerde diyor ki: "Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki, en keskin tarik olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecazîye yapışır. Onun zevâlini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakikîye gider." Ben burada bahsedilen 'aczin aşka olan üstünlüğünü' de yukarıda verdiğim misallerle anlayabiliyorum. Yani, aynı şekilde, dikkatin acze düşüp boşlukta kaldığı an aklına gelen şeylerin 'eşik atlatıcı isimler' olduğunu zannediyorum. Ancak aşka düşüldüğünde böyle bir boşluk hissi yaşanmıyor. Gafil dikkat Allah'tan gayrı sevilebilecek çok şey bulabiliyor.
Çok dağıttım. Sadede geleyim. Mürşidim İşaratü'l-İ'caz'da 'inayet' ile 'intizam'ı birbirine bağlayan ilginç bir tarif yapıyor. Diyor ki: "Bu âyetin, Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de, inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır."
Hani başta demiştim ya. Tekrarlara da ihtiyaç duyuyoruz biz. Evet. Aynılık aklımızı delirmekten alıkoyuyor. Çünkü an'dan an'a geçerken ünsiyet hissimizi koruyabilmeyi tekrarlar sayesinde başarabiliyoruz. Çayı her içişimizde seviyoruz. Suyu her tadışımızda kanıyoruz. Yemeği her yiyişimizde doyuyoruz. Bize bağışlanan her inayet öncesinde kurulmuş bir düzene dayanıyor.
Elma bir ikram mı? Evet. Ama elmadan önce 'elmanın hep elma olma kanunu' bir ikram. Güneş bir ikram mı? Evet. Ama güneşten önce 'güneşin hep güneş olma kanunu' bir ikram. Yani "Allah'ın inayetiyle..." dediğimiz vakit, Rabbimizin o an edeceği müstakil bir ikramı değil sadece, evreni kuşatan kanunlarıyla zamanlar ötesinden verdiği desteği ifade ediyoruz aynı zamanda. Her eylediğimizin onunla bağlı olduğu şuuruna gönderme yapıyoruz. Yani kıvırmayı becerdiğimiz her işin ancak ucunu kıvırdığımızı geri kalanın tamamının Cenab-ı Hakkın kudretiyle vücuda geldiğini itiraf ediyoruz. Allahu'l-a'lem.
Hayatta tekrar edenler değişenlerden fazladır. Aksi takdirde pek kolay delirebilirdik. Anların birbirini takip eden düzenlere sahip olmayışı an'dan an'a geçerken kafayı yememize neden olabilirdi. Çünkü dikkat, tutunacak birşey bulamadığında, aklın etini dişlemeye başlar. Kendisiyle beraber onu da dibe çeker.
Sizin de dinlediğiniz yaşanmışlıklar varsa onları hatırlamaya çalışın. Benim dinlediklerimde insanlar hep kaldıramayacakları büyük değişimlerin eşiğinde deliriyorlardı. Örneğin: Kendi hatasından dolayı bir anne evladını yitiriyor. An'dan an'a büyük bir sıçrayış. Dikkatin elinden büyük bir kopuş. Değişimi anlamlandıramıyor. Geçişteki bağı kuramıyor. İşte o an deliriyor.
Allah göstermesin. Buna benzer dinlediğim daha birçok misalde değişimler deliliğin önsözü oluyorlardı. İşte bu tip yaşanmışlıkların yukarıda söylediğim şeyle ilgisi var bence. Dikkat tutunabileceği bir devamlılık bulamazsa batarken aklı da yanında götürür. Sabır dikkatin tutunacağıdır. Bu yüzden 'eşiklerin bilgisi' insan için hayatîdir. Her ikramın öncesindeki ikramdır. Doğduğunda hazır bulduğudur.
Eşiklerin bilgisi derken bir anlamda İslam'ın bize öğütlediği bakışı kastediyorum. Daha üst boyutta ise Cenab-ı Hakkın Hakîm, Rahîm, Kerîm, Cemîl gibi isimlerine nazarlarını çevirmek istiyorum. Bu isimler, bencileyin tabir edersem, 'eşik atlatıcı isimler'dir. Boşlukta hayatta kalmayı sağlarlar. Onların varlığına iman edildiği zaman an'dan an'a sıçramalar kolaylaşır. Dikkat tutunabileceği birşey bulamadığında bu isimlerden istifade eder. Onlara tutunur. Sırt verdikleri yüce mana dünyası sabrı tazeler. Ve böylece biz delirmekten kurtuluruz.
Hatıralarınızı bir yoklayın lüften. Mutlaka anlattığım şeye hissen yaklaştığınız durumlar bulursunuz. Mesela: Başınıza gelen kötü bir işte önce bir donarsınız. Bu an'dan an'a sıçramanın başladığına işarettir. Sonra elleri boşta kalan dikkatiniz hemen refleks olarak ona öğrettiğiniz manaları arar. Bu da arkaplanınızı ne ile beslediğinizle ilgilidir. Eğer arkaplanınızda Allah'ın Esmaü'l-Hüsna'sı varsa, dikkat hemen onlara el atar, birini-birkaçını yakalar. Boşluğun üzerinde onlarla uçar. Sonra diğer an'a geldiğinizde size pek sevdiğim bir türküdeki gibi şöyle der: "Ağlama gözlerim. Mevla Kerîm'dir."
Mürşidim bir yerde diyor ki: "Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki, en keskin tarik olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecazîye yapışır. Onun zevâlini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakikîye gider." Ben burada bahsedilen 'aczin aşka olan üstünlüğünü' de yukarıda verdiğim misallerle anlayabiliyorum. Yani, aynı şekilde, dikkatin acze düşüp boşlukta kaldığı an aklına gelen şeylerin 'eşik atlatıcı isimler' olduğunu zannediyorum. Ancak aşka düşüldüğünde böyle bir boşluk hissi yaşanmıyor. Gafil dikkat Allah'tan gayrı sevilebilecek çok şey bulabiliyor.
Çok dağıttım. Sadede geleyim. Mürşidim İşaratü'l-İ'caz'da 'inayet' ile 'intizam'ı birbirine bağlayan ilginç bir tarif yapıyor. Diyor ki: "Bu âyetin, Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de, inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır."
Hani başta demiştim ya. Tekrarlara da ihtiyaç duyuyoruz biz. Evet. Aynılık aklımızı delirmekten alıkoyuyor. Çünkü an'dan an'a geçerken ünsiyet hissimizi koruyabilmeyi tekrarlar sayesinde başarabiliyoruz. Çayı her içişimizde seviyoruz. Suyu her tadışımızda kanıyoruz. Yemeği her yiyişimizde doyuyoruz. Bize bağışlanan her inayet öncesinde kurulmuş bir düzene dayanıyor.
Elma bir ikram mı? Evet. Ama elmadan önce 'elmanın hep elma olma kanunu' bir ikram. Güneş bir ikram mı? Evet. Ama güneşten önce 'güneşin hep güneş olma kanunu' bir ikram. Yani "Allah'ın inayetiyle..." dediğimiz vakit, Rabbimizin o an edeceği müstakil bir ikramı değil sadece, evreni kuşatan kanunlarıyla zamanlar ötesinden verdiği desteği ifade ediyoruz aynı zamanda. Her eylediğimizin onunla bağlı olduğu şuuruna gönderme yapıyoruz. Yani kıvırmayı becerdiğimiz her işin ancak ucunu kıvırdığımızı geri kalanın tamamının Cenab-ı Hakkın kudretiyle vücuda geldiğini itiraf ediyoruz. Allahu'l-a'lem.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...