10 Mayıs 2017 Çarşamba

İman ergenlere de lazım

Pyromanen/Kundakçı filmiyle dikkatimi çeken birşey: İnsan bazı şeylerin sonsuza dek sürmeyeceğini kavrayamadığında veya 'fanilikle barışamadığında' diyelim, çevresi için yıkıcı bir hale gelebiliyor. Çocukken herkesin gözdesi olmuş bir kişi, eğer ergenlik sonrasında herşey aynı şekilde gitmemişse, öncenin özlemiyle bugünden intikam almaya çalışabiliyor. Tıpkı esas oğlan Dag'ın, itfaiye şefi babasına yardım ettiği mutlu çocukluğuna ve halkın kendisini takdir ettiği kahramanlıklarına dönmek için yangınlar çıkarması gibi. Sonra onları söndürmede en büyük gayreti kendisi gösterse de bu onu zararsız kılmıyordu.

Çocukların da bir aklı var. Bir 'doğru-yanlış' değerlendirmeleri var. Fakat bu onların teklifle mükellef olmalarına yetmiyor. Teklif, yani imtihan, onların bulûğa ermeleriyle başlayan birşey. Ondan evvel sorumlulukları yok. Bu geçiş dönemi halk arasında 'aklı ermek' olarak da isimlendiriliyor. Peki, bu yaştan sonra, kararlarını akıllıca mı veriyor gençler? Hayır. Aksine, en aptal, hatta çocukluğumuzdan çok daha aptal zamanlarımızı yaşadığımız oluyor bu yaşlarda. En feci hatalara düşme tehlikesini bu çağda atlatıyoruz. Demek: 'Aklı ermek'le kastedilen birkaç senede aptaldan dehaya dönüşmek veya gelecek için en doğru kararları verme yetisini kazanmak değil. Ya? Farklı kıstaslar olduğunu meselenin bu yanı bize hissettiriyor. Çünkü, yine aynı ebeveynler, 'aklı ermiş' bu gençlerden bahsederken, akıl yürütmelerindeki veya hareketlerindeki öngörüsüzlükten dolayı onlara 'cahil' demeyi de seviyorlar.

O halde nedir bu 'tekliften sorumlu tutulmamızı sağlayan' ama 'kararlarımızın yüzdeyüz doğru olmasını sağlamayan' akıl erişi? Kendi ergenlik dönemime de bakarak bu konuda şöyle bir kanaate vardım: Çocuğun sahip olamadığı ancak ergenin sahip olduğu 'eriş' ancak zamana dair bir kavrayış farklılığı. Nasıl söylesem? "Zamanın farkına varıyor gençler." Fizyolojilerinde meydana gelen değişimleri bir kenara ayırarak düşündüğümde aklıma başka birşey gelmiyor. Ergenlik, aynı zamanda, bizim birşeylerin gidiyor olduğunu net biçimde farketmeye başladığımız süreçtir. Bu açıdan atlanan bir eşiktir. Mürşidimin 6. Söz'deki hikaye-i temsiliyesi üzerinden konuşursam: Muharebe meydanının fırtınalı olduğunu ancak ergenlik döneminde farkediyoruz biz. Belki biraz da bu farkındalığın aşırı stresi o dönemde hayatlara yansıyan.

"Bir zaman bir padişah, raiyetinden iki adama, herbirisine emaneten birer çiftlik verir ki, içinde fabrika, makine, at, silâh gibi herşey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan hiçbir şey kararında kalmaz; ya mahvolur veya tebeddül eder, gider. Padişah, o iki nefere, kemâl-i merhametinden, bir yaver-i ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu: Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi olmasın."

Fırtınayı farkettiğin zaman sorular önüne gelmeye başlıyor. Cevaplardan sorumlu tutuyorsun. Çünkü artık soruların sakınılmazlığını/önemini hisseder durumdasın. Hem de bu kaçınılmaz birşey. Zira, kendindeki değişim, seni eşyadaki değişime karşı uyanıklaştırıyor. Arkada bıraktığın çocukluk, o çocuk bedeni, o çocuk hissedişleri, o çocuk mutluluğu... vs. 'arkada bırakma' hakikatiyle yüzleşmeni mecburî kılıyor. Kendilik rasathanesinde değişimi tadıyorsun. 'Dönülmez akşamın ufku'nu görüyorsun. Geri döndürülemeyen süreçlere uyanıyorsun. Bu uyanış seni sevdiklerine karşı "Acaba onlar da mı?" endişesiyle dolduruyor. Geleceğe dair sorularını arttırıyor. Gerilmeye başlıyorsun. Çünkü tutman gereken çok şey var ve ellerin küçük.

Kanadalı yazar Fred Reed, Bir Zamanlar Biz Birdik'te, kendi çocukluğunu anlatırken diyor ki: "Dünyamız iyiliksever ve düzenli bir yerdi. Sofrada yemek beklenirdi. Masada yerlerimizi alır ve patlamaya hazır şekilde büyüyen ergenlik öncesi erkek çocuklarına has bir şekilde yemeğimizi alelacele yer, kesin bir şekilde şimdiki zamanın hiç bitmeyeceğine inanarak onu yoğun bir biçimde yaşardık." 'Zaman ve çocuk' ilişkisine dair buna benzer bir tesbiti de, İngiliz yazar Ian Mcewan, Zamanın İzlerinde'de yapıyor: "Çocuklar için çocukluk sonsuza dek sürer. Her zaman şimdiki zamanda yaşarlar. Etraflarındaki herşey şimdiki zamanda olup biter. Onların da anıları vardır elbette. Zaman elbette onlar için de biraz değişir. Ama zamanın geçip gittiğini hissetmezler. Hissettikleri tek şey bugündür. 'Ben büyüyünce...' diye başlayan cümleler kurduklarında, söylediklerine hiçbir zaman tam olarak inanmazlar."

Benim de en nihayet vardığım kanaat bu oldu: Bulûğa ermekle ulaşılan şey salt bir zeka değil. Bir farkındalık. Kendinin, başkalarının ve zamanın geri döndürülemez bir şekilde değiştiğinin farkındalığı. Bu farkındalık aynı zamanda kendisiyle ilgili soruların ve yanıtların da annesi. Bu halet-i ruhiye içinde tutmaya ve tutunmaya çalışmak kaçınılmaz. Peki nasıl tutmaya/tutunmaya çalışacaksın? Yanında başkalarını da denizin dibine çekecek misin? Ellerini dikenlere kestirecek misin? Cenab-ı Hak, kemal-i rahmet ve kereminden, Yaver-i Ekrem aleyhissalatuvesselamı gönderiyor, doğru yerden tutmayı da öğretiyor.

"Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır; pek büyük bir fiyat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki aletler benim namımla ve benim destgâhımda işlettirilecek; hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâtını tedarik edemezsiniz. Bütün masarifatı ve levâzımatı, ben deruhte ederim. Bütün varidatı ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr!"

Bazıları imanı 'edinilmesi âdetten' bilgiler seviyesine indirebilir. 'Öyle de güzel. Böyle de güzel...' sanabilir. Fakat iman, insanın 'eşyayı algılayış' ve 'onunla ilgili sorularla yüzleşme' şeklidir. Ve zamanla ilgili bu ilk çetin yüzleşmede de gerginliğin ilacı ondadır. Tutanamayanlar'dan olmamanın yolu, eşyayı tutmak yerine, kendisini Kur'an'da 'sapasağlam bir kulp' olarak tarif edene tutunmaktır. Ona tutunduğunuz zaman, tutmak istedikleriniz de ona tutunur, sizinle kalır. Ergenlikle ilgili sorunları konuşurken neden itikadın eşya algımıza ve psikolojimize etkilerini görmezden geliyoruz ki? Sorunun kaynağı onlar zaten.

9 Mayıs 2017 Salı

Bütüne bakmak parçanın miracıdır

"Evrensel bakış her zaman trajedinin etkisini dağıtır. Yeterince yükseğe tırmanabilirsek, o trajedinin, artık trajik görünmediği bir yüksekliğe de erişebiliriz." Irvin D. Yalom, Nietzsche Ağladığında'dan.

Sivas'tan İstanbul'a taşındığımızda kendimi hapse düşmüş gibi hissetmiştim. Sanki gökyüzüm ellerimden alınmıştı. Zara'dayken yüksekçe bir yerde ikamet ederdik. Evimizin penceresi karşımızdaki dağları engelsiz bir şekilde görürdü. O manzaraya bakmanın beni rahatlattığını hatırlıyorum. Beden ona eşlik edemese de, göz, görebildiği her yeri mülkü sanarak rahatlıyor. Birisi size 'Dur!' deyinceye kadar, gitmeseniz de, dağlar sizindir. Ne kadar az duvar o kadar çok huzur. İstanbul'a geldiğimizde Yenibosna'da kaldık bir süre. Kuleli semti, yolu düşenler bilirler, tıkabasa apartmanla dolu sıkıntılı bir yerdir. Oraya düşenin, genel anlamda ise İstanbul'un böylesi semtlerine düşenlerin, Allah yardımcısı olsun. Hele göze duvarın olmadığı bir yerden geliyorsa alışmak iki kere zor. Ben o yılları içime çöktüğüm bir dönem olarak anımsıyorum.

İhya'da hadis olarak geçen, fakat senedine dair zaaflar bulunduğunu işittiğim, hakikatli bir söz var: "Üç kişiye acıyın: Cahiller arasında kalmış âlime, zenginken fakir düşene, kavmin ulusu iken aşağı hale düşene.” Ben bunlardan birisini yaşadıklarım üzerinden anlayabiliyorum. Zenginken fakir düşmek sadece maddiyat anlamında olan birşey değil. Bence Anadolu'yu bırakıp metropole yerleşen her insan bir açıdan 'zenginken fakir düşenler'dendir. Peki hangi açıdan böyledir? Bence yaşam kalitesi açısından. Anadolu'da yaşanan hayatın dinginliğini hiçbir metropolde bulamazsınız. Çünkü dağları yoktur.

İstanbul'da yaşadığım şu on yıllar boyunca en çok hissettiğim, daha doğrusu hissedemediğim şey, zaman. Sanki haftalar günden de kısaldı. Yılları avucumdan akıp giden su gibi görüyorum. Sivas'tayken böyle değildi. Zamanın "İşte orada!" denilebilecek kadar havada asılı kaldığı bir hayattı orada yaşanan. Belki bunun bir sebebi hareketlilik. Hareket zamanı farkedilmez kılıyor. Bir diğer sebebi detay çokluğu. Detaylar çoklaştığında zamanı tadımlamak zorlaşıyor. Bütün bunlardan çıkardığım dersse şu: Zamanın farkındalığı bir parça durgunluk istiyor. Biraz hayatın kenarına çıkmanız gerekiyor. Kenardan olanı-biteni izlemelisiniz. Mürşidimin tabiriyle, tam bir "Pencerelerden seyret, içlerine girme..." durumu. Belki namazın da zamanla ve onun farkındalığıyla böyle bir ilgisi var. Namaz hayattan kenara çekildiğiniz bir pencere yani. Dağlarınızı oradan görüyorsunuz. Şehrin dışına çıkılmadan dağlar görülmez.

Namaz, her ne kadar hareket içerse de, aslında günün içindeki 'durmalar'dan oluşuyor. Huşû, tadil-i erkan, zikr gibi ayrıntıları bizi hareketten ödün verip zamanda asılı kalmaya zorluyor. Tabir-i caizse: Zamana daha fazla maruz kalabilmek için namaz kılıyoruz. Onun olmadığı bir hayatta herşey o kadar hızlı ki. Ve o kadar ötekisiz ki. Hareketin aslında bir sarhoşluk olduğunu insan durduğu kısımlarda anlıyor. Bence namazın bu yönüyle de hayata kattığı bir ötekilik var. Nasıl ki, karanlığın varlığı ancak ışıkla anlaşılıyor, aynen öyle de, zamanın varlığı namazın durgunluğunda farkediliyor. Eğer namazlarımız namaz olabilirse... İnşaallah.

Benzer şeyleri oruç hakkında da söyleyebilirim. Oruçlu olmadığım günlerde namazı vakt-i evvelinde kılmakta zorlanırım. Hatta bazen namaz arası vermekte dahi zorlanırım. Nefis dünyasını bölmek istemez. Ancak oruçluyken adeta zaman açılır. Bazen yapacak işlerimin kalmamasından dolayı "Bari namaz kılayım!" diyecek noktaya gelirim. Bunu bana söylettiren ve yaptıran oruçtur. Çünkü oruç da hayatın içindeki fiilerde bir azalma meydana getirir. Bu durgunluktan oluşan boşlukta zaman açılır. Açılan zaman sizi onu farklı şekillerde doldurmaya çağırır. Goethe'nin şöyle dediğini okumuştum bir kitapta: "Şiir hayatın geriye dönüp kendine bakmasıdır." Ben de benzer birşeyi ibadetler hakkında söyleyebilirim. Hem zaten Fred Reed Bir Zamanlar Biz Birdik'te diyor: "Bir oruç eylemi hareketsizliğinde doğrulanır hale gelir."

Hazır 'öteki farkındalığı' meselesine değinmişken dağların bana hissettirdiği başka birşeyden daha bahsetmek istiyorum. Ki bunu deniz bana asla vermedi. Dağlar bir öteki farkındalığıdır. Dağları gördüğünüz zaman, hele benim gördüğüm şekliyle (yani deniz dalgaları gibi dizilmiş şekliyle) âleminizden başka âlemlerin varlığını da hatırlar ve rahatlarsınız. Evet. Dünya sizinkinden ibaret değildir. Evet. Orada başka dünyalar da vardır. Evet. Sizinkinden başka hayatlar da yaşanmaktadır. Evet. Belki onların düşleri de sizin yaşadığınız yer üzerinedir. Her neyse... Bu başkalık farkındalığı hayalgücünün (ve belki başka birçok latifenin) rızkı gibi birşeydir. Gözü rahatlattığı gibi gönlü de rahatlatır.

Denizde bunu bulamam. Deniz bir düzlük. Benim gibi miyoplar için kısa bir düzlük üstelik. Dağa göre pek bir sıradanlık. Hem öteki algısını oluşturacak yüksekliği yok. Belki adalar? O da görülebilen bir yerdeyseniz. O nedenle denize bakmaktan dağlardan aldığım ferahı hiçbir zaman almadım. Demek: Ben bir bozkır çocuğuyum. Sonsuzluğu sahil çocukları gibi algılamıyorum. Girintiler ve çıkıntılar, yükselişler ve alçalışlar, kahverengiler ve yeşiller... Bütün o değişimler bana kendi âlemimden ötede âlemler olduğunu hatırlatıyor. Hele yüksekçe bir yere çıktığımda! 'Benim Rabbim!' dediğim Allah'ı 'Âlemlerin Rabbi!' olarak da görüyorum. Çünkü yaşadığım yer o sonsuzluk içinde çok küçük kalıyor.

Nebilerin ve velilerin hayatında dağların neden farklı bir yeri var? Aleyhissalatuvesselam nübüvvetinden evvel neden bir dağda inzivaya çekildi? Dervişler neden arzı adım adım yudumluyor? Belki bunlar da birer küçük miraç. Tıpkı namazın mü'minin miracı olması gibi. Seni 'Rabbimden' çıkarıp 'Rabbu'l-âlemin'e taşıyan herşeyde miracın bir izi var. Gönle genişlik veren tesirinde hissediyorsun bunu. Ötekine dair yaşadığın her farkındalık, zihninde veya kalbinde, bir ferahlığa dönüşüyor.

Namaz, seni, yaşadığın zamanın dışında bir eyleme dünyasına çağırıyor. Oruç, seni, bir yıl boyunca yaşadığın tekdüzelikten dışarı fırlatıyor. Dağlar, seni, sadece şehrin gürültüsünden kurtarmakla kalmıyor başka dağların varlığından da haberdar ediyor. Tıpkı Mirac-ı Ahmedî'de Aleyhissalatuvesselamın başka âlemleri görmesi gibi... Sözü çok uzattım. Seni de sıktım. En nihayet şunu diyeceğim: Tefekkür de bir miraçtır. Çünkü bütüne baktırır. En azından bütünü arattırır. Bütüne bakmak parçanın miracıdır. Ne zaman baksan onu miracın bil. Ne zaman parçada boğulsan o miraca çık.

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Dalga denizin nabzıdır

"Herşey dışarıya akar. Fotoğraflar geçmişleri, kitaplar sözcüklerini, duvarlar sesleri akıtır." Patti Smith, M Treni'nden.

Susan Fletcher'ın Gümüş Karası Deniz'inde okuduğumu hatırlıyorum. Şöyle diyordu: "İnci dalgayla doğar. Dalga denizin nabzıdır. Okyanusu ve içindeki herşeyi canlı tutar..." Benzer birşeyi de, mürşidim, Nebe sûresinin 7. ayetini (Kısa bir meali: 'Dağları zemininize kazık ve direk yaptım') tefsir sadedinde, dağlar hakkında söylüyor:

"Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun şu kelâmdan nasibi şudur ki: Küre-i zeminin karnında bazı inkılâbat ve imtizâcâtın neticesi olarak hasıl olan zelzele ve ihtizâzâtı, dağların zuhuruyla sükûnet bulduğunu ve medar ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticâcıyla medar-ı senevîsinden çıkmamasına sebep, dağların hurucu olduğunu ve zeminin hiddeti ve gazabı, dağların menâfiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini fehmeder, tamamen imana gelir, 'el-hikmetü lillâh' der."

Nabız neyin işaretidir? Kendi bedenlerimizden hareketle düşünelim: Temiz kanın, yani oksijenle temizlenmiş kanın, karbondioksitten arındırılmış kanın vücudun içerisine sevkedildiğinin, öyle değil mi? Nihayetinde bu da bir teneffüstür/nefeslenmedir. Veya teneffüs kanununun bir parçasıdır.

Teneffüs kanunu ile kastettiğim ise özetle şudur: Nefeslenmek birşeyin kendisinden taşarak veya kendisine katarak yaşadığı rahatlamadır. Yani; birşey, içindekiyle dışındaki dünya arasında bir etkileşim yaşıyorsa, yani ona bir parça katılıyor veya bir parçasını ona terkediyorsa ve bununla da bir sükûnet sağlanıyorsa, bu türden eylemelerin tamamı teneffüs fiiline dahildir. Ve biz böylesi nefeslenmeleri dışarıdan dalgalanma olarak okuruz.

İnsanın duyguları ve bunların sonucu olarak meydana gelen fiileri birer dalgalanma olduğu gibi, denizin yükselişleri ve inişleri de birer dalgalanmadır. Bütününe bakıldığında görülen hakikat o şeyin nefeslenmesidir. Kendisine verebileceği zararlardan kurtulmasıdır. Örneğin: Akıttırdığı gözyaşları hüznün içeride yapacağı yıkımı engeller. Tenden akan ter koşucunun hararetini alır. Bunlar içten dışa taşmalardır. Yani bir tür dalgalanmalardır.

Demek; dalgalar denizin, dağlar zeminin nefes almasını sağlıyor. Yani; birşeyin içinden yükselenler ve tekrar kendisine dönenler, bu hareketleriyle aslında o şeyin (veya içindekilerin) canlılığının da delili oluyor. Yaşananın yavaşlığı veya hızlılığı durumu değiştirmiyor. Tıpkı kaplumbağa ile tavşanın farklılığın ikisini birden canlı olmaktan alıkoymaması gibi. Veya kavak ağacı ile ceviz ağacının büyüme hızlarının ikisinin de 'ağaç olmasına' engel olmaması gibi.

Dikkat edin! Bedenimiz de aynı hareketi yapıyor aslında. Eğer biz tastamam su olsaydık, yani bedenimiz bir su birikintisi olsaydı, ciğerlerimizin o birikintideki hareketini nasıl algılardık? O yükselişlerin/inişlerin bedenimize kattığı hareket de dalgalanma gibi olmaz mıydı? Ciğerimizin her çıkışında ve inişinde meydana gelen dalgacıklar, giderek küçülerek, bedenimizin kenarlarına vurmaz mıydı? (Aslında her an benzeri şeyler oluyor ama katılığımız müşahademizi zorlaştırıyor.) O halde şunu söylemenin artık yanlış olmayacağını düşünüyorum ben: "Dalgalanan herşeyde bir canlılık vardır." Çünkü bir nefeslenmenin delilidir. Bizim ciğerimiz kalkıp indiği gibi, deniz de kalkıp iner, dalgalanır. Zemin de dağ dağ dalgalanır. Birisinin hareketindeki yavaşlık diğerinin hızıyla uyuşmadığı için kanunun dışına atılamaz. Dalgalanmanın olduğu heryerde bir nabız atıyor demektir.

Yine mürşidim bir yerde diyor ki: "Küremiz hayvana pek benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse, bilfarzımuhal, mini mini bir hayvan olması pek muhtemel. Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse, o da böyle olması pek karîb bir ihtimal. Âlemimiz insan kadar küçülse, yıldızları zerreler suretine dönerse, bir zîşuur hayvana dönmesi caiz olur, akıl da bulur mecal. Demek âlem erkânlarıyla birer âbid-i müsebbih, birer mutî musahhar Hâlık-ı Lemyezele, Kadîr-i Lâyezâle. Kemmen büyük olması, keyfen büyük olması her vakit lâzım gelmez."

Denilebilir ki: İnsan, nasıl kendisini sarsan büyük bir olay yaşadığında daha derinden ve daha koca nefesler alır ve etkileri vücuda daha hızlı yayılır, aynen öyle de, arz da veya deniz de büyük olaylar yaşadığında aldığı nefesler kocamanlaşır. Tsunami denilen deprem sonrası dev dalgaların veya fırtınalarda gemicilere zor anlar yaşatan benzerlerinin denizin heyecanı olarak tarif edilmesi imkansız mıdır? Hem yine, benzer şekilde, Kur'an'daki kıyamet tasvirlerinde yeralan 'dağların yürütülmesi' hakikati, zeminin kıyameti yaşamaktan ve üzerindeki kudret tasarrufunun sarsıcılığından nasıl heyecanlanacağını, bir açıdan, anlatmaz mıdır?

Öyle ya! Daha çok gerilen daha büyük nefesler alır. Daha çok korkan daha sık nefes alır. Daha sarsıcı şeyler yaşayan daha tempolu nefes alır. Ben de bu dalgalanma bahsinde, kendimce, dalgalanan herşeye bakışımızı Hayy ism-i şerifinin gölgesine taşıyacak bir bakış açısı geliştirdim. "Dalgalanan herşeyin hayatla bir ilgisi var!" diye düşündüm. Bu gitmeleri-gelmeleri bir varolma telaşı gibi tahayyül ettim. Her yorumun hakkı olan o cümleyle bitirelim: Allahu'l-alem.

6 Mayıs 2017 Cumartesi

Tevbe nasıl iyileştirir? (2)

Patti Smith M Treni'nde diyor ki: "Hiçbirşey hakkında yazmak o kadar da kolay değildir." Katılıyorum bu söylediğine. 'Öylesine' yazmak bir hedefe dönük olarak yazmaktan daha zor. Bir hedefin olduğunda yolu birliyorsun. Nereden gideceğini veya varacağını az-çok biliyorsun. Hedefin olmadığında yollar da çoğalıyor. Hangisinden gideceğini şaşırıyorsun. Daha kötüsü: Hangisinden vazgeçeceğini şaşırıyorsun. İrade etmek demek ihtimallerden vazgeçmek demek. Yine Smith'in söylediği gibi: "Bir sevgiliniz olmadığında herkes potansiyel sevgilinizdir." Birşey hayalken herşey olabilir. Ama birşey gerçek olduğunda olduğu şeyden başkası olamaz. Biraz da bu nedenle hayalleri gerçekleştirmeye korkuyor insan. Gerçek olduğunda hayal edilen olamayacak çünkü. Hayalin kayıtsızlıkla sahip olduğu birçok muhteşemliği kaybedecek. Gerçeğin sınırları içinde sınırlanacak. Eskimeye, arkada bırakılmaya ve sıradanlaşmaya başlayacak.

Hayal her an yenilenen bir vücuttur. Bir hayale sahip olduğunuzda yaşadığınız her ana uyumlu bir vücudu taşırsınız tasavvurunuzda. Hayal ettiğiniz şeyin sûreti, sizin değişken değer yargılarınıza göre öyle hızlı değişir ki, bazen hayal ettiğiniz değişir de, siz o hayali sabit sanırsınız. Bazen de gelişir. Yeni detaylar eklenir. Beğenmeyenler çıkarılır. Bu çıkarmalar iradeyle olduğu gibi iradesiz de gerçekleşir. En nihayet: Hayal varolmamaktan güç alan bir hayrete sahiptir. Bir kere varolduktan sonra 'arzu edilen' değil 'okunan' olmaya başlar. Okunanın muhteşemliği kendisi kadardır. Oysa arzu edilenin muhteşemliği gitmek istediğiniz yere kadar...

Hakikati ararken de bu tuzağa düşmekten korkmak lazım. İnsan birşeyi 'okuyorsa' onda 'hakikati arıyor' demektir. Hakikat 'arzu edilen' olmaya başladığında 'okunmayan ama dayatılan' bir hale de gelir. Nefis bu nedenle emmardır. Yani despottur. Çünkü nesneyle 'arayış' düzeyinde değil 'arzu' düzeyinde muhatap olur. İdeolojilerin hakikat anlayışı da böyledir. Onlar arzuladıkları şeye erişmek için hayallerini toplumlara dayatırlar. Fakat dinler hakikati arzulamak yerine okurlar. Anlattıkları hakikat fıtrat/kainat okumalarına dayandığı için sahaya bir dayatmaları yoktur. Sahayı 'arzuladıkları'ndan 'aslına' çağırmaları vardır. Aradığın hakikatse nesne okuyacaklarının öznesidir. Aradığın arzuladığınsa özne anlayacaklarının nesnesidir. Mürşidim bir yerde bu sadedde der: "Acaba fikir dediğiniz şey—el'iyazü billâh—arzu olmasın? Bazan zâlimâne intikam-ı şahsî, arzuya fikir sûretini giydirir. Yahu, pis bir çamura düşmüşsünüz, misk ü anber diye yüzünüze gözünüze bulaştırmaya ne mânâ var?"

Biraz daha açmaya çalışalım: Eğer arzuladığını arıyorsan okuyacakların ancak sana duymak istediklerini söyler veya ancak bunu söylediği kadar duyulur. Ama hakikati arıyorsan nesne sana okuyabileceğin herşeyi söyler ve söylediği herşey duyulur. Canını yakan sözleri dahi işitmeye başlarsın. Seni rencide eden serzenişlerini bile işitirsin. Ben, tam da bu noktada, İslam'ın itiraf, istiğfar ve tevbeye verdiği önemi kıymetli buluyorum. Tevbeye açık olan itirafa ve istiğfara da açıktır. Dolayısıyla canını yakabilecek sözlere de açıktır. Biz istiğfar ve tevbe şuurunu kazandığımızda, yani bunun her gün bir ödev gibi yapılması gereken birşey olduğuna inandığımızda, canımızı yakacak sözlerin varlığının hak olduğuna da iman ederiz. Arzunun tahrifi ilk bıçak yarasını buradan alır. Kandırılmak ve kanmak zorlaşır.
  
Bu satırlara katlanan, iyi dinle, 'arayış' ve 'arzu' arasındaki bir nüansa da vardık belki şimdi. Hadi onu kuşatmaya çalışarak bitirelim söyleyeceklerimizi: 'Arayış' nesnede okuduğundur. 'Arzu' nesneye dayattığındır. 'Arayış' nesnede aradığındır. 'Arzu' kendinde aradığındır. 'Arayış' tatmin edici cevap aramaktır. 'Arzu' cevap verici bir tatmin aramaktır. Daha da çoğaltabiliriz bu çerçevenin sınırlarını. Ancak en nihayet yine oraya varacağız: Âlim misin, yoksa talebe misin? Rab mısın, yoksa kul musun? Asıl mısın, yoksa arızî misin? Ayna mısın, yoksa güneş misin? Kendini ne olarak tarif ettiğin dünyayı nasıl bildiğinle çok ilgili arkadaşım. Doğru tanımlara emanet ol. Âmin.

3 Mayıs 2017 Çarşamba

Sevilmek neden iyi gelir?

Ötekilerin tesiri geçicidir. Şunların tesiri değiştiricidir. Hakverdiğim şeyler beni daha kesin bir şekilde etkiler. Çünkü değiştirirler. Ben son zamanlarda böyle düşünüyorum: Birşeyin bizi değiştireceğini 'ona hakvermemizden' anlarız. İçimizdeki çığırtkan amigosu, söylenilenin bizdeki bir açlığa karşılık geldiğini ve muhtemelen uzun bir süre kursağımızda kalacağını, heyecanıyla ve onla meşguliyetiyle haber verir. Yaşanılan, yaşamaktan memnun kalmadığımız birşey de olsa, eğer bizi değiştirecekse, ona içimizde bir yerde hakveririz. Bize yaşattığı şeyin bir parçasını üzerimize alınırız. Alınmadığımız hiçbirşey bizi değiştirmez.

Kitabın da beni en çok etkileyen, dolayısıyla hakverdiğim, cümlesiydi. Dilek Emir, Tek Kişilik Kahvaltı'da, diyordu ki: "Birden sevmeye başlıyorsun kendini, biri seni sevmeye başlayınca." Ben de bu cümlenin bir açlığımı doyurduğunu hissettim. İçimdeki bir taşın yerine oturduğunu sessizce işittim. Bu huzurun bende daha uzun konaklamasını istedim. His gibi gelip geçen birşey olmaması için aklımla peşine düştüm. Sezilen 'bazen'dir bilinen 'herzaman'dır. Tefekkür sezilenin 'bilinen' kılınmasıdır. Bir sezgi avıdır. Kafesinizdeki kuş göktekinden daha uzun bir süre sizin olur. Hangi şartlarda tekrar ettiği bilinen 'kanun-fiil' size 'tesadüf-fiil'lerden daha çok eşlik eder. Birşeyin nizamının kavranması, bir açıdan, tekrarının sağlama alınmasıdır. Tefekkür de ibadetleri sağlama alır.

Sadede dönelim: Bu neden böyle oluyordu? İnsan kendi kemaline neden yalnızca kendisi inanarak mutlu olmuyordu? Kendisine inanmıyor muydu? Kendi şahitliği benliğine yetmiyor muydu? Mutlaka bununla ilgili tarafları vardı. İslam hukukunda, çoğu meselede, birşeyin isbatı için 'iki şahit' gerekirdi. Demek insanın tek kaldığında güvenilmez bir yanı da vardı. Öyle ki, kendisinin sevilecek birisi olduğu konusunda bile, ötekisinin şahitliğine açlık duyuyordu.

Sonra bunu, Kur'an'da, Cenab-ı Hakkın kendisinin şahitliğini dile getirdiği ayetlerle birlikte düşündüm. Allah'ın 'şahit olarak yettiğini' haber verdiği her yerde aslında bu açlığıma bir şifa bulunduğunu farkettim. Kulların takdiri bana sırtını döndüğünde, yaptığımın doğru olduğuna hâlâ inanabilmek için, Rabbim bana kendisini hatırlatıyordu. Bu ilacı da yarama çaldım. 'Elhamdülillah' dedim. Fakat durmadım. Yoluma devam ettim.

Mustafa Ulusoy abinin Aynalar Koridorunda Aşk'ta dile getirdiği 'başkalarının kalbinde varolma' sırrı geldi hatırıma. Diyordu ki orada Mustafa abi: "Erkek arkadaşının kalbinde bir yerinin olması, onda varolma duygusu uyandırmıştı. Aşkla sanki yeniden hayat bulmuştu. Aşkla sanki kendini, varlığını kazanmıştı. Önceden hissedemediği kendini hissetmeye, dokunamadığı hayata dokunmaya başlamıştı. Ayakları yerden kesilmişti, uçuyordu. 'O beni seviyor anne, seviyor! Anlıyor musun, beni seviyor!'"

Demek: Şahit olunmak da bir çeşit varlık. İnsan nasıl konuşarak, yazarak, savaşarak, soluyarak, büyüyerek, tadarak, hareket ederek, üreterek varoluyorsa şahit olundukça da varoluyor. Ve bize şahit olunması, aslında, bir kişinin kalbinde daha varolmamız. Orijinalinden hariç bir beden daha kazanmamız. Bir aynaya daha sahip olma. Bir kalpçik genişlik daha kazanma. Evimize bir oda eklenmiş gibi. Varlığımızın arttığını hissediyoruz bu şahitliklerle. Doğrulandıkça başka kalplerde 'hakverilmiş' bedenler kazanıyoruz. Yalanlandıkça bu bedenler yitiriliyor. Küsüldükçe bizi rahatsız eden acı bundan. Varlığımızın eksildiğini hissediyoruz. Bu bize yokoluşu çağrıştırıyor. Yokolmaktan korkuyoruz.

Sonra bir kapı daha açıldı içimde. "Güzel şeyleri anmak insanı neden mutlu eder?" diye düşündüm. Şöyle bir kanaate vardım en nihayet: Andığımız şeylere de bir dahlimiz var. Şahit olduğumuz hiçbir parça büsbütün ötemizde değil. Şahitlik bir nevi varoluş akrabalığı. Bir şekilde dahil olduğumuzu hissettiğimiz güzellikleri anmak bize kendimizi iyi hissettiriyor. Çocukluğumuzun güzel anıları, okul yılları, ilk aşkımız veya ilk kitabımız... Bütün bu güzelliklerde anmakla yüreğimizde tazelenen şey, aslında, varlığına (şahit olmakla olsun) dahil olduğumuz şeyin güzelliğinin bize de bulaşması. Mürşidim şöyle diyor bir yerde:

"İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir. İşte, bunun gibi, ben de, sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur'ân-ı Kerîmin hakaikinden telemmu' etmiş şualardır."

Duha sûresinde "Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an!" denilerek haber verilen tahdis-i nimet hakikati, Bediüzzaman'ın bize izah ettiği tarafıyla, böyledir. Bu şunu da haber verir sanki bize: Biz, sadece elimizden çıkanlarla (bütüne sahip olduklarımızla) değil, üzerimizden gerçekleşen güzelliklerle de (parçası olduklarımızla da) mutlu oluruz. Hem bu meselenin şöyle bir tarafı da var: Elimizden çıkanlar da hakikatte üzerimizden geçenlerdir. İnsanın gücü fiil yaratmaya yetmez. Amma iradesi bir fiilin parçası olmaya yeter. Demek: Her mutluluğumuzun özünde bir güzelliğe dahil edilmenin/olmanın sevinci var.

Buradan da zikrullahın kalpte yarattığı hoşnutluğa ve Kur'an'daki "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" sırrına bir kapı buldum. Galiba Allah'ı anmakla bizi mutlu eden şey de, aslında, sonsuz güzellikteki yaratışının bir parçası olduğumuzu hissetmekle yaşadığımız sevinç. Onu anmakla mü'minlerin zevklenmesi, kalplerinin coşkuya gelmesi, en avamımızın bile adının sıkça anıldığı yerlerde huzur bulması böyle bir derinlikten kaynaklanıyor.

Bu şekilde kendi güzelliğimize de inanıyoruz. Bu tekrarla buna imanımızı da hatırlıyoruz. Fakat şu noktaya ayrıca dikkat: Biz 'bizzat olarak' değil 'bir güzelliğin parçası olarak' güzeliz. Dair olmakla güzeliz. Dolayısıyla güzeliz. Çünkü bizi o yarattı. Bizi güzel esmasının tecellileriyle kuşattı. Yaratmasıyla ve kuşatmasıyla güzeliz. Hem yaratması ve kuşatması ilgisinin delili. İlgisi de sevgisinin delili. Zikri ile meşgul olunca bu yüzden mutlu oluyoruz. Hem kendimizi sevmeye başlıyoruz. Hayatımızdan razı oluyoruz. Huzur buluyoruz. Çünkü farkediyoruz: Birisi bizi çok seviyor.

1 Mayıs 2017 Pazartesi

Seküler tesbihler...

Biriktirmek açlığımızdır. Bize 'gitmiyormuşuz gibi' hissettirir. Faniliği daha az tatmanın yolunu bizimle beraber gidenlerin bir kısmını yanımızda taşımakta ararız. Yolun kolayı kendimdir. Kendimden başlayayım: Küçükken sakızlardan çıkan araba veya futbolcu fotoğraflarını biriktirirdim. Büyüyünce de çok değişmedim. Fotoğraf çekmeyi değil, fakat, güzel bulduklarımı biriktirmeyi severim. Onları farklı açılardan görmeyi, düşünmeyi ve paylaşmayı severim.

Aynısını kitaplarda geçen güzel cümleler için de yaparım. Onları da biriktirmeye çalışırım. Haklarında yazmaya çalışırım. Hafızamda tutmaya çalışırım. Eskiden beğendiğim filmleri de biriktirmeyi denerdim. Günlük tutmaya da çalıştım. Komik hatıralarımı öyküleştirmeyi de denedim. Denemeler de yazdım. Duygularımı taze tutabilmek için şiir de karaladım. Şimdi aktaramadığım daha farklı şeyler de vardır mutlaka. Ben fanilikten canı çok yanan bir insanım. Kalmak için daha fazlasını da yapmışımdır. Bundan eminim.

Fakat, burnum sınırlarıma sürtüle sürtüle yaralanarak ve mürşidim beni irşad ede ede şifalanarak, bir noktada şunun ayrımına vardım: Tutmaya çalışmak sadece bir yanılsama. İnsan hakikatte hiçbirşeyi tutamıyor. Hiçbirşeye sahip olamıyor. Çünkü hem kendisi gidiyor hem tuttuğu onu terkediyor. Bediüzzaman'ın 'hareket halindeki bir trenden uzanarak dikenli yemişleri koparmaya çalışan kişi' örneğinde olduğu gibi: Ayrılıktan ellerimiz parçalanıyor. Bu kalp kırıklıkları, yoksunluklar, özlemler, küskünlükler, iç çekmeler, 'keşke'ler kaçınılmaz. İmkansızı istemenin bedelini ödüyoruz ve kabul etmezsek daha ödeyeceğiz de. Tıpkı Patti Smith'in M Treni'nde dediği gibi:

"Sahip olamayacağımız şeyleri istiyoruz. Belli bir anı, sesi, duyguyu yeniden yaşamanın yollarını arıyoruz. Annemin sesini duymak istiyorum. Çocuklarımı çocuk halleriyle görmek istiyorum. Küçücük eller, çevik ayaklar. Herşey değişiyor. Oğlan büyüdü, baba öldü, kız benden uzun, kötü bir rüyadan dolayı ağlıyor. Lütfen sonsuza dek kalın, diyorum tanıdığım şeylere. Gitmeyin. Büyümeyin."

İlginçtir: Smith, aynı kitapta, yanından ayırmadığı fotoğraf makinesini birkaç kez 'tesbih' olarak isimlendiriyor. "Sabırsız kederimi bir kenara bırakmayı, bir işe yaramayı ve belki 'Polaroid tesbihimi' süsleyecek bir-iki kare çekmeyi umdum." Yine ilginçtir: Benzer birşeyi Kirpinin Zarafeti'nde Muriel Barbery uzaktan kumanda için söylüyor: "Uzaktan kumanda denen şu laik tesbih sayesinde zaman zaman geriye dönüyorum." Verilmek istenen mesajda bir kardeşlik var. Herkesin tesbihi eşyayı tutmaya çalıştığı şeydir. Tutacaklarımıza tesbih deriz biz. Kim ne ile varlığı durdurmaya, tutmaya, saklamaya ve sonsuzlaştırmaya çalışıyorsa onu tesbih olarak isimlendiriyor.

Smith, gittiği her yerin, her önemli bulduğu şeyin fotoğrafını çekmeye çalışıyor. Kirpinin Zarafeti'ndeki kapıcı kadın televizyon ve sinema vasıtasıyla geçmişle bağ kurma çabası içinde. Nilüfer Kuyaş da Serbest Düşüş'te çocuklarının sürekli fotoğrafını çeken ebeveynler hakkında benzer şeyler söylüyor. Hatta bir yerde diyor: "Bakmak olayı kabul edilir kılmıyor. Gerçeklik kabul edilemez olduğunda bakarak eziliriz, nazarla eziliriz. Gerçeklik karşısında ezilmeyeceğini kanıtlamak için fotoğraf çekmeyi seviyor Şirin."

O zaman mürşidimin 6. Söz'de dile getirdiği şu soruyu insanlığın ortak açlığı olarak zikredebiliriz: "Madem herşey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak, acaba bâkîye tebdil edip ibkà etmek çaresi yok mu?" Hepimiz elimizde kendimize özel tesbihlerle buna çalışıyoruz aslında. Bu sorunun cevabını olumlu bir şekilde verebilmek, bizi, tesbihlere muhtaç ediyor. Tesbihler anları saklama araçları. Ben futbolcu kartlarını biriktirirken buna çalışıyordum. Yığınla birikmiş kitap sayfası da bunun çabasıydı. Yazmak da bunu amaçlıyordu aslında. Facebook, twitter, instagram, selfie vs... Her biri benim için birer tesbihti ve bu tesbihler aracılığıyla anları tutmaya çalıştım.

Peki ellerinde tesbihle kelimat-ı mübarekeyi zikredenler ne yapmaya çalışıyorlar? Yani 'Allah' diyenler, 'Elhamdülillah' çekenler, 'Subhanallah' söyleyenler? Onların neyin fotoğrafını çekiyor? Sanırım bunun cevabı da bir nebze Nilüfer Kuyaş'ta: "Sonsuz sayıda yokoluş anı görüyor. Durdurmak için hiçbirşey yapamaz. Yapabileceği tek şey sonsuz sayıda varoluş anı hatırlamak. Allah'ın isimlerini saymak gibi."

Evet, tesbih çekenler de anlarını tutmaya çalışıyorlar, ama bu tutuş 'anı kendi malları kılmaya çalışarak' değil. Anı yanlarında tutmaya çalışarak değil. Asıl sahibine bırakarak bir tutuş. Zaten onun olanı, onun olduğunu anmakla, ona emanet bırakma. Anı görüntüleyerek, yazarak, arşivleyerek değil 'üzerine sonsuz olanın adını anarak' saklama. 6. Söz'ün bize anlattığı o muazzam hakikat! Evet, tutmanın bir çaresi var, o da şöyle: "Emaneti sahib-i hakikisine satmak." Çünkü mülkü fani kılan senin ona sahip çıkışın. Asıl sahibine bıraktıkça eskimesine engel olacaksın. Sınırlarından kurtulunca korktuğun kayıtlardan da kurtulacak.

28 Nisan 2017 Cuma

Tevbe nasıl iyileştirir?

Mürşidim bir yerde diyor ki: "Zaaf gururun madenidir." Ben bu ifadeyi, Virginia Woolf'ün Pazartesi ya da Salı'da söylediği, "Bizi aldatan bizi kurtarır!" cümlesiyle beraber anlamayı tercih ediyorum. Hakikaten de tüm 'gururlanmaların' yani 'aldanışların' özünde bir 'zaaftan kurtulma arzusu' vardır. Bizdeki kullanımları her ne kadar kelimeyi 'kibir/büyüklenme' manasına doğru kaydırsa da Arapçada 'gurur' aslında 'aldanma' demektir. Ve bu pencereden bakınca şunu söylemek mümkündür: Kibir hiç kuşkusuz bir aldanıştır. Benliğini aslında olduğundan üstün/aşkın birşey sanmak veya sanrılamaktır. Fakat, dikkat edelim, bu aynı zamanda bir anlam daraltmasıdır. Çünkü her aldanış kibir değildir. Daha doğrusu: Aldanış sadece kibirden ibaret değildir. İnsan kendisi hakkında kibirden farklı şekillerde de aldanır.

Zayıflığımızın sancıdığı her konuda kendimizi aldatma ihtiyacı duyarız. Bu, aynı zamanda, 'kendimize rağmen yaşamaya devam etmemizin' tek yoludur. Varoluşundan itibaren kusursuzu aramaya müptela kılınmış insan, sadece başkalarındaki arızalara değil, kendisindeki kırışıklıklara da dayanamaz. Kendisindeki kusurlara bakarak Allah'ı tenzih etmesi için verilmiş yetisiyle yanlış adreste oyalanmasının sonucudur bu. O bıçak üzerinde işlemeye başladığında canı öyle acır ki, şifanın tek yolunu, kendisini tenzih etmekte görür.

Bu bir iyileşme değil sürekli bir anestezidir. Diş ağrısını bir ömür asprinle giderme çabasıdır. Çünkü hakikat-i halde bunu başaramaz. Hayatının her köşesinde fondan düşmeyen bir müzik ona kusurlarını hatırlatır. Çarptığı her duvar, ayağına takılan her taş, gördüğü her vefasızlık, seçtiği her yanlış şık, geç kaldığı her buluşma, aldatıldığı her alışveriş... ona aslında kusurlu olduğunu fısıldar. Buna rağmen anesteziden vazgeçmek istemez. Acısıyla yüzleşmeye cesaret edemez. Peki ne yapar? Zaafından gururla kaçar. Kendisini aldatarak kendisini kurtarır. Kusurunu kabul etmektense onu inkar eder veya tevil eder veya görmezden gelir veya ondan dolayı kendisini değil başkalarını suçlar.

Kibrin kelime üzerinde bir anlam daraltmasına neden olabileceğini bu eşikten bakarak söyledim. Kendimizdeki kusuru kabul etmeden bahaneler ürettiğimiz, başkalarını suçladığımız veya tevil ile kendimizi kurtarma arayışına girdiğimiz her olayda aslında bir 'gururlanma' yaşarız. Ebeveyni ile yaşadığı sorunlarda kusuru tamamen onlarda gören ergen de, onlarla yaşadığı sorunlarda suçu tastamam çocuklarına yükleyen ebeveyn de bir 'gururlanma' yaşar. Fakat bu gururlanma kibir türünden değildir. Tenzih türündendir. İnsanın kendisini tenzih etmesinin dolayısıyla bir kibir olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bunun hayata her aksedişinin kibir şeklinde olduğunu söylemek yanlıştır.

Tevbenin koruyuculuğu tam da bu noktada devreye girer. Tevbe, velev ki tevbe-i nasuh olmasa (yani ilgili olduğu günahtan tastamam kurtulmak başarılamasa da) ortaya koyduğu pişmanlık, itiraf ve istiğfar ile doğrunun hayatlarımıza maruz kalmasını engeller. 'Doğrunun hayatlarımıza maruz kalması' ne demektir? Bu arıza, Hz. Ömer'e (r.a.) atfen de işittiğim, şu meşhur kelam-ı kibarın ifade ettiği gibidir: "İnandığınız gibi yaşamazsınız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız." Evet, inandığı gibi yaşamayan, 'yaşadığına inanmamak' veya 'inanmadan yaşamak' katlanılır olmadığı için, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Zira, fıtratı tarafından kulağına sürekli doğru seçenek fısıldanan, vicdan ve akıl sahibi bir insan için 'yalanı yaşamak' mümkün değildir.

Dolayısıyla biz de yalanı 'doğru olduğuna inanarak' yaşanılır kılarız. Kendimizi aldatarak kendimize katlanırız. "Çok âşığın var diyorlar./ Yalan de yeter bana..." diyen şarkının bize haber verdiği halet-i ruhiye de budur. Hadis-i şeriflerde veya ehl-i sünnet ve'l-cemaat büyüklerinden bize ulaşan nasihatlerde 'tekrar tekrar tevbe edilmesi' konusunda yapılan yoğun tahşidat/vurgu, sadece güzel bir âdetin yerine getirilmesi gibi değil, hakikatin korunması için de gözetilmesi gereken bir hassasiyettir. Hakikat hakikat kaldığı sürece oraya varabilme umudu vardır. Ama hakikat tahrişe maruz kaldığında gidilecek yer kalmaz. Kalpler mühürlenir. Çünkü sahipleri tarafından tanımlar yanlış karşılıklarla mühürlenmiştir.

Özetle şunu demek istiyorum: Tevbe ettiğin sürece, en azından, kem hayatından pâk hakikati korursun. Tevbeyi bıraktığın zaman, hakikat hayatına, imanın günahına, ahlakın hatalarına maruz kalmaya başlar. İtiraf, istiğfar veya en azından kabul edilmeyen zaaf bulaşıcıdır. Senden sana, senden senin daha derin katmanlarına, fiilinden ahlakına, ahlakından imanına ve (senin nazarında) suçu olmayan başkalarına bulaşır. Bu madeni 'gurur'a değil 'tevbe'ye işlettirelim. Bediüzzaman'ın, 1. Lem'a'da, Hz. Yunus'un (a.s.) "Ben nefsime zulmettim!" itirafını da içeren duasını ve 2. Lem'a'da Hz. Eyyub (a.s.) duası üzerinden "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var!" hakikatini anlatmasını tesadüf olarak görmemeli. Bu sıralanış bize itiraf ve tevbenin küfre karşı nasıl bir duvar olduğunu da öğretiyor. Allahu'l-alem.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...