"İsevîliğin din-i hakikîsi zuhur ile ve İslâmiyete inkılâp etmesiyle, çendan, âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neşreder. Fakat, yine kıyamet kopmasına yakın, tekrar bir dinsizlik cereyanı başgösterir, galebe eder ve 'El-hükmü li'l-ekser' kaidesince, yeryüzünde Allah Allah diyecek kalmayacak; yani, 'ehemmiyetli bir cemaat küre-i arzda mühim bir mevkie sahip olacak bir surette Allah Allah denilmeyecek' demektir. Yoksa, ekalliyette kalan veyahut mağlûp düşen ehl-i hak kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır."
Bu metni ilk okuduğum günlerde 'böyle birşeyin nasıl mümkün olabileceğini' düşünüp hayret ederdim. Risale-i Nur'u yeni yeni okuduğumdan belki, ondaki burhanlara bakarak, "Bunlardan sonra tekrar nasıl mağlup oluruz?" diye düşünürdüm. İslam âlimlerinin (Allah hepsinden razı olsun) ürettiği marifetin karşıkonulmaz bir içeriğe sahip olduğunu zaten biliyordum. Günbegün artıyordu da sanki bu karşıkonulmazlık! Ateizmin hâkim ideoloji olup üniversite kürsülerinden bile dayatıldığı/haykırıldığı devirler geride kalmıştı. Materyalist-naturalist-evrimci saldırı ümmetin sinesinde erimişti. Bu ümmet komünizm gibi bir dehşeti bile, yaralar almasına rağmen, atlatmıştı. Peki nasıl olup da tekrar mağlup olacaktı? İşte o zaman cevabın ortasını kaçırdığımı farkettim:
"Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak. Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır. İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı Nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir."
Geçtiğimiz gün Habertürk'te yayınlanan münazarayı izlerken de bu bu bahis aklıma geldi. Ebubekir Sifil Hoca (Allah ona yüz şehit sevabı versin) Caner Taslaman'ın bir rapçi gibi seri şekilde savurduğu herzelerine cevap verirken neden şikayet ediyordu? Verecek cevabı olmamasından mı? Hayır, Ebubekir Sifil Hoca'yı az-çok takip edenler bilir ki, o bütün bu herzelerin cevabını bihakkın vermeye yetecek bir ilim ve istidat sahibidir. Ki birçoğunu da program sırasında cevapladı. (Zaman yetse daha çoğunu da cevaplayacaktı.)
Fakat muhatabı cevap aramıyordu. Taslaman, haksız da olsa, galip gelmenin peşindeydi. Karşısındaki ağaç yıkılmasa da baltasını sallamanın peşindeydi. Programı sorulara/şüphelere/dedikodulara boğdurmanın planıyla gelmişti. Masasını perşembe pazarına çevirmesinin bundan başka ne sebebi olabilirdi? Düşünün ki, o masada sergilemek için, muhtemelen evinde itinayla sakladığı deve idrarını bile kavanozlayıp getirmişti. (Tabii insan o evde daha neler saklandığını merak ediyor.)
Ben işte bu münazara sırasında yukarıdaki metinlerde Bediüzzaman Hazretlerinin ders verdiği bir sırrı görür gibi oldum. Neyi gördüm peki? Gördüğüm şudur: Bu dalalet dediğimiz şey tek bir koldan gelmiyor. Diyelim 'ikincisini' mağlup ettiniz. Uluhiyeti inkâr eden tabiatçı, materyalist, ateist felsefeyi yendiniz. Elhamdülillah. Lakin iş burada bitmiyor ki. Bir de 'nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek' birileri çıkıyor/çıkacak. Nifak perdesi ile çıktıklarına göre biz bunları müslüman sanacağız. Dillerinden de, zâhiren, İslam'ın oğlu oldukları iddiası ifade olunacak. Fakat hakikatte, alttan alta, saman altından su yürütür bir şekilde, risalet-i Ahmediye'yi inkâr edecekler. Peki bunu nasıl yapacaklar? Allahu'l-A'lem, Ebubekir Sifil Hoca'nın karşısında Caner Taslaman bu kanunun bir ferdini pek çirkef bir şekilde bizlere gösterdi.
Risalet-i Ahmediye (a.s.m.) onu bizzat görmemiş, dizi dizine değmemiş, sözü kulağına erişmemiş, gözü yüzüne dokunmamış müslümanlar için nedir? Risalet-i Ahmediye, görenler için de görmeyenler için de, öncelikle sünnet-i seniyyesidir. O sünnetle gelen ahlakıdır, hikmetidir, öğrettiğidir, hissettirdiğidir. Sünnet-i seniyyeye dair bilgi olmadan bakılan Şems-i Hidayet (a.s.m.) ışıksız bir güneş haline gelir. Yanar ama bizi aydınlatmaz. Güneşi güneş yapan aydınlığıdır.
Hadislerin inkârı, öncelikle sünnet-i seniyyeye dair bilginin, sonrasında da (müddei bunun aksini söylese de) Risalet-i Ahmediye'nin (a.s.m.) inkârıdır. Daha doğru bir ifadeyle: Risalet-i Ahmediye'nin çaktırmadan inkârıdır. Lütfen, Caner Taslaman'ın münazara boyunca dilinden çıkan şeylere bakın, dikkat edin. Bir de Ebubekir Sifil Hoca'nın hamiyet-i diniyesine nazar edin. Hangisi binayı tutuyordu? Hangisi yıkmaya çalışıyordu? Hangisi 'buradan balta vurman yanlış' diye delille ispat olunduğunda bile zeytinyağ demagojilerle üste çıkmaya çalışıyordu? Hangisi 'Bu binayı yıkarsan altında Kur'an da kalır' diye endişe ediyordu?
Bakınız, derde uyanık olmak lazım, devayı elde edebilmek için. Hakiki âlimler, mehdî misal mürşidler, hadis-i şerifin ifadesiyle Allah Resulü aleyhissalatüvesselamın varisleridir. Aynı sesin zamanlarındaki yankılarıdır. Bediüzzaman Hazretleri bundan yüzyıl önce ne için mücadele ediyorsa, Ebubekir Sifil Hoca aynı şey için mücadele ediyor. İkisi de ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadını maruz kaldığı saldırılara karşı koyuyor. Avamın itikadını bu saldırılardan korumaya çalışıyor. Bediüzzaman ağırlıklı olarak 'ikinci' fitneye dair cevaplar verdi. 'Birinci fitneye' dair de çok kıymetli şeyler söyledi. Eserlerinde hassaten fenden gelen dalaletin belini kırdı.
Bugün Ebubekir Sifil Hoca da ağırlıklı olarak 'birinci' fitneye karşı mücadele ediyor. O da onların belini kırıyor. Vurgudaki farklılık gözünüzü aldatmasın. Âlimlerimiz, elbette, zamanlarında ümmetin muhatap olduğu fitnenin renk tonuna göre cevap üretirler. Demek, fitne bir kere yenilmekle mağlup olan birşey değil, tekrar be tekrar değişik sûretlerle üzerimize gelen birşey. Biz nur talebeleri de uyanık olalım, parçası olduğumuz ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasına sahip çıkalım, sahip çıkanlara da sahip çıkalım. Zaman cemaat zamanıdır. Bizim cemaatimizi oluşturan ise sünnettir. Sünnet-i seniyye ile gelen bilgidir. Efendimiz (a.s.m.) fırka-i naciyeyi böyle tarif etmiştir. Onun etrafında birleşelim. Onun etrafında birleşmek bizi 'biz' yapan itikatta buluşmaktır.
Bu metni ilk okuduğum günlerde 'böyle birşeyin nasıl mümkün olabileceğini' düşünüp hayret ederdim. Risale-i Nur'u yeni yeni okuduğumdan belki, ondaki burhanlara bakarak, "Bunlardan sonra tekrar nasıl mağlup oluruz?" diye düşünürdüm. İslam âlimlerinin (Allah hepsinden razı olsun) ürettiği marifetin karşıkonulmaz bir içeriğe sahip olduğunu zaten biliyordum. Günbegün artıyordu da sanki bu karşıkonulmazlık! Ateizmin hâkim ideoloji olup üniversite kürsülerinden bile dayatıldığı/haykırıldığı devirler geride kalmıştı. Materyalist-naturalist-evrimci saldırı ümmetin sinesinde erimişti. Bu ümmet komünizm gibi bir dehşeti bile, yaralar almasına rağmen, atlatmıştı. Peki nasıl olup da tekrar mağlup olacaktı? İşte o zaman cevabın ortasını kaçırdığımı farkettim:
"Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak. Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır. İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı Nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir."
Geçtiğimiz gün Habertürk'te yayınlanan münazarayı izlerken de bu bu bahis aklıma geldi. Ebubekir Sifil Hoca (Allah ona yüz şehit sevabı versin) Caner Taslaman'ın bir rapçi gibi seri şekilde savurduğu herzelerine cevap verirken neden şikayet ediyordu? Verecek cevabı olmamasından mı? Hayır, Ebubekir Sifil Hoca'yı az-çok takip edenler bilir ki, o bütün bu herzelerin cevabını bihakkın vermeye yetecek bir ilim ve istidat sahibidir. Ki birçoğunu da program sırasında cevapladı. (Zaman yetse daha çoğunu da cevaplayacaktı.)
Fakat muhatabı cevap aramıyordu. Taslaman, haksız da olsa, galip gelmenin peşindeydi. Karşısındaki ağaç yıkılmasa da baltasını sallamanın peşindeydi. Programı sorulara/şüphelere/dedikodulara boğdurmanın planıyla gelmişti. Masasını perşembe pazarına çevirmesinin bundan başka ne sebebi olabilirdi? Düşünün ki, o masada sergilemek için, muhtemelen evinde itinayla sakladığı deve idrarını bile kavanozlayıp getirmişti. (Tabii insan o evde daha neler saklandığını merak ediyor.)
Ben işte bu münazara sırasında yukarıdaki metinlerde Bediüzzaman Hazretlerinin ders verdiği bir sırrı görür gibi oldum. Neyi gördüm peki? Gördüğüm şudur: Bu dalalet dediğimiz şey tek bir koldan gelmiyor. Diyelim 'ikincisini' mağlup ettiniz. Uluhiyeti inkâr eden tabiatçı, materyalist, ateist felsefeyi yendiniz. Elhamdülillah. Lakin iş burada bitmiyor ki. Bir de 'nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek' birileri çıkıyor/çıkacak. Nifak perdesi ile çıktıklarına göre biz bunları müslüman sanacağız. Dillerinden de, zâhiren, İslam'ın oğlu oldukları iddiası ifade olunacak. Fakat hakikatte, alttan alta, saman altından su yürütür bir şekilde, risalet-i Ahmediye'yi inkâr edecekler. Peki bunu nasıl yapacaklar? Allahu'l-A'lem, Ebubekir Sifil Hoca'nın karşısında Caner Taslaman bu kanunun bir ferdini pek çirkef bir şekilde bizlere gösterdi.
Risalet-i Ahmediye (a.s.m.) onu bizzat görmemiş, dizi dizine değmemiş, sözü kulağına erişmemiş, gözü yüzüne dokunmamış müslümanlar için nedir? Risalet-i Ahmediye, görenler için de görmeyenler için de, öncelikle sünnet-i seniyyesidir. O sünnetle gelen ahlakıdır, hikmetidir, öğrettiğidir, hissettirdiğidir. Sünnet-i seniyyeye dair bilgi olmadan bakılan Şems-i Hidayet (a.s.m.) ışıksız bir güneş haline gelir. Yanar ama bizi aydınlatmaz. Güneşi güneş yapan aydınlığıdır.
Hadislerin inkârı, öncelikle sünnet-i seniyyeye dair bilginin, sonrasında da (müddei bunun aksini söylese de) Risalet-i Ahmediye'nin (a.s.m.) inkârıdır. Daha doğru bir ifadeyle: Risalet-i Ahmediye'nin çaktırmadan inkârıdır. Lütfen, Caner Taslaman'ın münazara boyunca dilinden çıkan şeylere bakın, dikkat edin. Bir de Ebubekir Sifil Hoca'nın hamiyet-i diniyesine nazar edin. Hangisi binayı tutuyordu? Hangisi yıkmaya çalışıyordu? Hangisi 'buradan balta vurman yanlış' diye delille ispat olunduğunda bile zeytinyağ demagojilerle üste çıkmaya çalışıyordu? Hangisi 'Bu binayı yıkarsan altında Kur'an da kalır' diye endişe ediyordu?
Bakınız, derde uyanık olmak lazım, devayı elde edebilmek için. Hakiki âlimler, mehdî misal mürşidler, hadis-i şerifin ifadesiyle Allah Resulü aleyhissalatüvesselamın varisleridir. Aynı sesin zamanlarındaki yankılarıdır. Bediüzzaman Hazretleri bundan yüzyıl önce ne için mücadele ediyorsa, Ebubekir Sifil Hoca aynı şey için mücadele ediyor. İkisi de ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadını maruz kaldığı saldırılara karşı koyuyor. Avamın itikadını bu saldırılardan korumaya çalışıyor. Bediüzzaman ağırlıklı olarak 'ikinci' fitneye dair cevaplar verdi. 'Birinci fitneye' dair de çok kıymetli şeyler söyledi. Eserlerinde hassaten fenden gelen dalaletin belini kırdı.
Bugün Ebubekir Sifil Hoca da ağırlıklı olarak 'birinci' fitneye karşı mücadele ediyor. O da onların belini kırıyor. Vurgudaki farklılık gözünüzü aldatmasın. Âlimlerimiz, elbette, zamanlarında ümmetin muhatap olduğu fitnenin renk tonuna göre cevap üretirler. Demek, fitne bir kere yenilmekle mağlup olan birşey değil, tekrar be tekrar değişik sûretlerle üzerimize gelen birşey. Biz nur talebeleri de uyanık olalım, parçası olduğumuz ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasına sahip çıkalım, sahip çıkanlara da sahip çıkalım. Zaman cemaat zamanıdır. Bizim cemaatimizi oluşturan ise sünnettir. Sünnet-i seniyye ile gelen bilgidir. Efendimiz (a.s.m.) fırka-i naciyeyi böyle tarif etmiştir. Onun etrafında birleşelim. Onun etrafında birleşmek bizi 'biz' yapan itikatta buluşmaktır.