25 Şubat 2017 Cumartesi

Bediüzzaman neden 'Muhammed-i Arabî' (a.s.m.) diyor?

Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyorum internetten. Bunlardan birisinin (linkini yazının sonunda vereceğim) ahirinde şöyle bir hadis naklediyor Esad Coşan Hocaefendi merhum. Efendimiz aleyhissalatuvesselam Selman-ı Farisî'ye (r.a.) buyuruyor: "Ya Selman, bana kızma, yoksa dininden kopar gidersin." Hz. Selman (r.a.) bu emir karşısında şaşkınlıkla soruyor: "Sana nasıl kızılır ya Resulallah?" Efendimiz aleyhissalatuvesselam cevap veriyor: "Arap kavmine kızarsın. Bana da kızmış olursun." Mezkûr hadisin Tirmizî gibi kaynaklarda da yeralan 'hasen' bir hadis olduğunu nakleden Esad Coşan Hocaefendi, meseleyi bir dönem Türkiye'de ekilmeye çalışılan Arap düşmanlığına getiriyor ve ekliyor: "İmanlı kulun derecesi çok yüksektir. Allah'ın sevdiği kuluna düşmanlık besleyen iflah olmaz."

Merhumun ta 1987'de ettiği bu nasihatlere, sanıyorum, bugün bizim daha çok ihtiyacımız var. Çünkü o zamanlar devlet eliyle ekilmeye çalışılan jeo-politik, ideolojik ve seküler düşmanlığa bedel; bugün, Suriye'de yaşananlar nedeniyle ortaya çıkan sosyolojik sıkıntıdan nemalanmaya çalışan küresel/yerel güçler var. Dün, devletin Batılılaşma idealleri adına halka Arap düşmanlığı öğretilmeye çalışılırken, bugün herkesin gündelik yaşamında birebir karşılaştığı sıkıntılar üzerinden tutuşturulmaya çalışılan bir alev var. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'Farisî bir sahabisine' 1400 yıl önce ettiği şu nasihate, 1400 yıl sonra gelen Türkî veya Kürdî ümmeti olarak, daha çok muhtacız. İslam'ı diğer kavimlere taşıyan 'sancağın ilk taşıyıcılarına' gereken hürmeti beslemek zorundayız.

İlginç birşeydir: Bediüzzaman'ın, Risale-i Nur külliyatı boyunca, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hakkında en sık kullandığı ifade 'Muhammed-i Arabî'dir. Yıllar önce, Allah kendisine afiyet bağışlasın, Abdulhamid Oruç Hoca, Bediüzzaman'ın bu seçiminin o dönem için özellikle yapılmış bir tercih olduğunu ve halka ekilmeye çalışılan Arap düşmanlığını yenebilmek için külliyatta yoğun bir şekilde kullanıldığını ifade etmişti.

Şimdi, mezkûr hadis-i şerifle birlikte düşününce hakikaten de Bediüzzaman'ın şu seçiminin kastî olduğunu anlaşılıyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam nasıl ki Selman-ı Farisî'ye (r.a.) kendisinin de bir Arap olduğunu hatırlatarak 'Arap kavmine düşmanlığın kendisine de düşmanlık anlamına gelebileceğini' öğretiyor; onun bir talebesi olarak Bediüzzaman da, tedrisinde sık sık 'Muhammed-i Arabî' diyerek veya anarak, bu zamanın müslümanlarına aynı hakikati ders veriyor. Yani; Risale-i Nur külliyatında belki öylesine kullanıldığını sandığımızın bu terkibin, aslında 1400 öncesine uzanan şöyle bir hakikati var. Buradaki yankı oradaki sesten besleniyor. ('Allahu'l-alem' kaydıyla ifade etmiş olalım.) Hem Bediüzzaman'ın şu cümleleri de bu fikri desteklemiyor mu?

"Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa'nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâlikiyle beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur'ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur'ân'a dokunur. İslâmiyet ve Kur'ân'a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!"

Agâh (uyanık) olalım abiler ve ablalar! Arap düşmanlığı, hangi argümanın üzerine bina edilirse edilsin, hadis-i şerifin ve mübarek hocalarımızın bize haber verdiği üzere, üzerine ırkçılık hamiyeti giydirilmiş bir İslam düşmanlığıdır. Şu yazı vesilesiyle iki mürşidime de rahmet duaları eder, Cenab-ı Hakk'tan, o güzellerin emsallerini şu muhtaç zamanda kesretle halketmesini niyaz ederim. Âmin.



Esad Coşan Hocaefendi'nin mezkûr dersi için: https://www.youtube.com/watch?v=6cGiZrF0ysY&list=PLFA94D30CDC4B3996&index=7

24 Şubat 2017 Cuma

Bediüzzaman devletin devamını istemez miydi?

"İmamlarımıza, işlerimizi yönetenlere, zulmetseler bile isyan etmeyi caiz görmeyiz. Onlara beddua etmeyiz. Onlara itaat etmekten el kadar ayrılmayız. Bize ma'siyet emretmedikleri sürece, onlara itaat etmeyi, Allah'a itaatin bir parçası olarak farz biliriz. Salah ve afiyet üzere olmaları için onlara dua ederiz." İmam Ebu Cafer et-Tahavî, Muhtasar Tahâvî Akidesi Şerhi'nden...

Şu sözü Churchill'e atfen okumuştum: "İnsan, otuz yaşının altındaysa ve liberal değilse, kalpsizdir. Lakin, otuz yaşını geçmişse ve muhafazakâr değilse, beyinsizdir." Bu sözün bende bir hakikati var. Zira otuz yaş eşiğimi Gezi'yle atladım. Bu hem kronolojik olarak böyleydi hem de sözün haber verdiği hakikat açısından böyleydi.

Gezi'ye kadar liberalizmin pek de karşısında sayılmazdım. Tamam, onların özgürlük dediği herşeye özgürlük demiyordum, benim bireysel hürriyet tanımımı İslam belirliyordu. Fakat 'farklılıklarla birlikte yaşama' ekseninde epeyce liberalleşmiştim. Kalbimde olmasa da kafamın arka tarafında işler böyle bir hal almıştı. İslam'ı, bireysel anlamda bağlayıcı bulsam da, onun şu günün toplumsallığını yönetebileceğine inanamıyordum. Daha yumuşak nasıl ifade edilir bu? Hakikaten bu konuda (hâşâ) din bir tarafa doğru bir tarafaydı sanki benim için. İşin bu tarafının da naslarla bağlanması veya meşruiyet aranması gerektiğine inanmıyordum. Veya, hüsnüzan ederseniz, yeterince inanmıyordum.

Gezi beni kendime getirdi. Bir 'o' ve bir de 'ben' olduğuna ve bunların su ile zeytinyağı gibi asla barışmayabileceğine uyandırdı. (Karışacağına inanmak hayalcilikti.) Başka uyanışlarım da oldu. Örneğin: Barış sürecinde yaşananlar bu tip ümitlerimin yüzünü güzelce tokatladı. 'Tokatlamak' ifadesini özellikle kullandım. Çünkü yaşadıklarımın 'aptalca iyimserliğimin' yemesi gereken tokatlar olduğunu düşünüyorum. Kobanî Olayları'ndan bir gün sonra Esenyurt'taydım. Enkazı gördüm. Kürt olduğum halde, dindarlığımdan dolayı, başıma birşey gelmesinden korktum.

Hiç gocunmadan itiraf ederim: Bunlar beni kesinlikle ve kesinlikle 'devletçi'leştirdi. Bugün, üzerine kurulduğu sistemden/kişilerden bağımsız olarak, devlet denilen şeyin varlığını önemsiyorum. Selameti, salabeti ve istikameti için dua ediyorum. Çünkü biliyorum: İyimser için kaos bir çukurdur. Fakat karamsar için merdiven gibi görünür. Süreç, iktidarı elde edemeyen karamsarlıkların, yeri geldiğinde kaosu nasıl 'merdivenleştirdiğini' veya 'merdivenleştirebileceğini' anlamamı sağladı. İşte, devleti de, kaosun önündeki duvar olarak beğeniyorum.

Bunu sadece dış dünya için söylemiyorum. İçimizde de aynı hesaplaşmayı yaşadım. Gezi'yi savunan liberal nurcularla da tartıştım, Kürdistan isteyen nurcularla da... Her ikisinde de şunu müşahade ettim: Risale metinlerinde kendilerine bir cevaz bulabiliyorlar. Mübarek ifadeler bu insanlar elinde her yöne çekilebiliyor. Hatta bazı eserlere/cümlelere yapılan vurguyla azlıklar çokluklara galip kılınıyor. Özellikle müellifin Eski Said döneminde telif ettiği Münazarat havaya kaldırılarak ondan çıkarılan yorumlarla Yeni Said'in diğer bütün metinlerinin sesleri bastırılabiliyor.

Daha başka kaymalar da var. Kimisi Bediüzzaman'ın Osmanlı'ya yaptığı sistem eleştirisini birebir devlet eleştirisi noktasına kaydırıp neredeyse anarşizme yaklaşıyor, kimisi de 'asayişi muhafaza' tavsiyelerinin 'devlet ne yaparsa doğrudur'a indirgenebileceğini düşünüyor. Bu 'domates biber herkese gider' durum karşısında Bediüzzaman'ın duruşunu/sözlerini spesifiklikten kurtarmanın çaresini ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasına yüzümü dönmekte buldum. Şimdilerde meseleyi şöyle kavrıyorum:

Bediüzzaman dinin varlığının devamı için devletin/iktidarın (veya bir çeşidinin) 'olmazsa olmaz' görülmesinin daire-i itikad açısından sıkıntılarına dikkat çekiyor. Bunun böyle olmadığını veya olamayacağını hakça ifade ediyor. Hakikaten de geçmişte devlet ve din arasında böyle bir zaruriyat ilişkisi kuranlar devrimcilikle büyük kargaşalara sebep olmuşlar. (Bugün DAİŞ'in de, tıpkı kendinden öncekiler gibi, Maide sûresindeki bazı ayetleri bu amaçla kullandığını biliyoruz.) Ancak şu var: Devleti istemekle bir devletin varlığının devamını istemek birbirinden farklı şeyler.

Bediüzzaman, yaşadığı dönemde, Osmanlı devlet sisteminin veya idarecilerinin din adına 'olmazsa olmaz'laştırılmasına karşı, ama hayatının hangi döneminde Osmanlı'ya karşı? Bilakis, gerek adem-i merkeziyetçilik eleştirisi, gerek bağımsız Kürdistan için kendisine yapılan tekliflere verdiği olumsuz yanıtlar, gerek 31 Mart Olayı'nda takındığı tutum ve gerekse I. Dünya Savaşı'ndaki cihadı, bize Osmanlı'yı bir devlet olarak varlığını sürdürmesi gereken birşey olarak gördüğünü gösteriyor. Ancak bir kayıt olarak şunu söyleyebiliriz:

Bu devletin tasavvur edilen veya uygulamada olan bir şeklinin, yani bir sisteminin veya idarecilerinin mutlaklaştırılmasına karşı olduğu belli. Burada, sisteme karşıtlığın devlete karşıtlık olarak algılanması da, devletin muhafazasının sistemin muhafazası olarak algılanması da, ikisi de problemli. Çünkü 'asayişin muhafazası' başlığı içinde doğal olarak Bediüzzaman devletin düzen ortamının devamını da sağlamaya çalışmış oluyor. Ancak bunu, mevcut sistemin yanlışlarına teslim olarak değil, devletin varlığını tehlikeye sokmayacak usûllerle hataların tedavisine çalışarak yapıyor. Otoriteye büsbütün karşıt olsa bunu neden yapsın?

Bence Bediüzzaman'ın duruşunu kavramada iki ayrımı anlamak çok önemli. 1) Daire-i itikad ve daire-i muamelat/esbap ayrımı. 2) Devletin varlığının devamı ile bir tür sisteminin (veya onun yöneticilerinin) devamının ayrımı. Bu noktada artık 'devlet-i ebed-müddet' veya 'devletin bekası' denilerek ifade edilen şeyi analiz etmek de mümkün oluyor. Eğer bu ifadelerle kastedilen bir müslümanın İslam'a yakışır hürriyetle dinini yaşamasına müsait bir düzenin varlığının sürmesi ise, evet, kasettikleri bizim de muradımızdır. Yok, eğer kastettikleri, devletin sistemi ve kişileriyle, olduğu gibi hep böyle kalması/kutsanması ise, biz bunu istemiyoruz.

Ve yine kastettikleri, daire-i esbapta hürriyetin/güvenliğin sağlanabilmesi için bir devletin varlığının gerekliliği ise, evet, bu bizim de muradımızdır. Yok, eğer, kastettikleri daire-i itikatta dini (hâşâ) devlete muhtaç etmek ise, hayır, biz buna iman etmiyoruz. "Dinin sahibi Allah'tır!" diyoruz. Sözüm biterken yine mürşidimin sözüne kavuşuyor: "Daire-i esbabın iktizasıyla daire-i itikad ve tevhidin iktizası bir değildir. Onu bundan istememeli."

Özetlersem: Yalnız Allah'ın bakî olduğuna iman ettikten sonra, toplumsal hayatın düzeni için, devletin bekasını istemekte bir beis göremiyorum ben. Zira bu ancak asayişin muhafazasını dilemenin bir şekli olur. Bir itikat değil murad olur. Bir iman değil dua olur. (Lafzın mecaza mecali vardır.) Esas sorun; bunu sistemsel, kişisel veya itikadî bir meseleye dönüştürmektir. Çünkü, devletin bir varoluş şekli (sistemi) veya bir lideri (yöneticileri) itikadın parçası haline gelirse, zamanla değişmesi gerekenler de değiştirilemez olur. Yanlışlar masaya yatırılamaz ve hatta dile getirilemez olur. Tıpkı şimdi olduğu gibi, ölmüş gitmiş adamların hataları, "Değiştirilmesi teklif dahi edilemez!" olur. Biz bunun tekrar olmasını istemiyoruz.

20 Şubat 2017 Pazartesi

Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı? (4)

Bu seri boyunca sıkça naklettiğim bir ifade var. 24. Söz'ün 3. Dalı'nın 10. Asıl'ında geçiyor. Okuyunca hatırlayacaksınız: "Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır' de, ilişme..." Mürşidimde ifadesini bu şekilde bulan şu temkin, aslında, ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasının bize öğütlediği 'tevakkuf' hassasiyetidir.

Hakikati akıllarının kestirdiğinden ibaret görmeyen ve naklî bilginin dindeki değerini takdir eden kadirşinas büyüklerimiz, bize, bu duruşu ilmî bir hassasiyet olarak öğütlemişlerdir. Çünkü insanlığın imkansızlık algısı da, tıpkı diğer algıları gibi, değişkendir. Zamanının çocuğudur. Biz bunu en net teknoloji aynasında görürüz. Öyle ya! Bugün, çocuklar için bile gayet doğal olan işler, birkaç asır önceki dehalar için hayal edilemez şeylerdi. Gökte uçan kanatlı metal yığınlarının, hem de yüzlerce kişiyi, kıtalar ötesine taşıyabileceğini söyleseydiniz, dünün insanı sizi delilikle itham edebilirdi. Fakat onlar için harika olan şeyler bugün bizim için sıradan. Onlar için 'imkansız' olan şeyler bugün bizim için 'olağan.' Ve bu da gayet aklî birşey.

Mürşidim bu hakikate ahirzaman hadisleri hususunda şöyle değiniyor: "'Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek' olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar." Yani; ahirzaman hadislerinde olacağı söylenen öyle şeyler vardır ki, bunlar, dünün insanları için imkansız, fakat bugünün insanları için 'pekâlâ olabilir' şeylerdir. O vakit, bu hadisler hususunda, sahih senedlerine itimat eden ve keyfiyetini Allah'a bırakan tevakkuf ehli mi isabet etmiştir, yoksa aklının kestiremediğini hemen inkâra yeltenen tehevvür ehli mi? Öyle görülüyor ki; zaman, selefine ve senedine itimat ederek imanlarını koruyan ehl-i tevakkufu haklı çıkarmıştır. Birçok örnek aynı hakikati doğrulamaktadır.

Şimdi, meselenin bu kısmı hatırınızda kalarak, Kur'an'da geçen birşeye değinmek istiyorum. Yahudilerin maymun edilmesi meselesine... Birkaç sûrede birden buyrulan bu kıssaya göre; yahudiler, cumartesi avlanmama emrine uymazlar ve cezası olarak da maymun edilirler. İlgili ayetleri veya kıssanın detaylarını, yazıyı uzatmamak için, buraya almayacağım. Ancak şu serinin yazılmasına vesile olan Hamdi Akyol abinin itiraz metnini mezkûr kıssa üzerine uygulayarak tekrar nazar etmenizi istirham edeceğim. Önce orijinalini koyalım:

"Fotoğraftaki rivayet Ebu Davud'dan. 1617 numaralı hadis olarak Cem'u'l-Fevaid'de yer alıyor. Şimdi ilahiyatçı ve konuya ilgi duyanlarla bir konuşalım bakalım: Peygamberimiz namaz kılıyor. Önünden bir adam merkebiyle geçiyor ve peygamberimiz beddua ediyor, adam ömrünün geri kalanını kötürüm olarak geçiriyor. Bu rivayete göre sebep, merkebiyle namaz kılan peygamberimizin önünden geçmesi. Şimdi önümüzde iki seçenek var: Ya bu rivayeti uydurma, yalan olarak değerlendireceğiz. Veya 'âlemlere rahmet olarak gönderilen' peygamberimizin (haşa) gaddar, hoşgörüsüz, kinci biri olduğunu tasdik edeceğiz... Veya önümüzde bir üçüncü seçenek varsa, onu da bilelim?"

Şimdi, bu metnin Kur'an'daki o kıssaya uygulanışını görelim:

"Fotoğraftaki ayet Bakara sûresinde yer alıyor. Şimdi ilahiyatçı ve konuya ilgi duyanlarla bir konuşalım bakalım: Yahudilerin cumartesi günü avlanması yasak ve yine de dayanamayıp avlanıyorlar. Cenab-ı Hak da onları maymun ediveriyor. Bu ayete göre sebep yahudilerin cumartesi balık avlaması. Şimdi önümüzde iki seçenek var: Ya bu ayeti uydurma, yalan olarak değerlendireceğiz. Veya Rahman ve Rahim olan Allah'ın (hâşâ) gaddar, hoşgörüsüz, kinci biri olduğunu tasdik edeceğiz... Veya önümüzde bir üçüncü seçenek varsa, onu da bilelim?"

Tekrar tekrar yazılarımda dikkat çekmeye çalışıyorum. Böylesi hadis-i şeriflere yapılacak şu yollu bir itirazın eninde sonunda Kur'an'a gitmemesi imkansızdır. Çünkü mezkûr rivayetlerin temalarına yakın temalar Kur'an'daki kıssalarda da vardırlar. Durum, işte şu mezkûr sebepten dolayı, 'Aman canım!' denilmeyecek kadar önem arzetmektedir. Ve insaf ehline şöyle sordurmaktadır:

Ey mü'min muterizler, Kur'an'ı böyle şeyler için (hâşâ) yalancılıkla itham etmiyorken, aynı üslûplu hadisleri sorgulanır kılan nedir? Belki ve ancak 'senedleri' olabilir. İddianız şu ise anlaşılabilir yanı vardır. Eğer senedlerinde zaaf varsa, biz de bu hadisleri, hemen inkâr etmemekle birlikte, diğer hadisler derecesinde güçlü tutmayız. Yok, senedlerini de takmayıp sadece aklımızla bakacaksak meseleye, o zaman şu soruya da cevap bulmalıyız: Kur'an'a hiçbir beşerî sözün karıştırılmadığı isbat eden nedir? Yine senedine duyduğumuz güven değil midir? Öyle ya! Elimizdeki tam nüshalar ancak Emeviler dönemine kadar uzanabiliyor. Ya ondan öncesi? Ondan öncesi için yine ve mecburen senede itimat ediyoruz. Sahabeye, tabiine ve tebe-i tabiine güveniyoruz. Alternatif bir formül gösterebilenimiz var mı? Gösteren varsa onu da görelim.

Hamdi Akyol abinin mezkûr tenkidi, eğer bir senet tenkidine dayanmıyorsa (ki itirazında bunu gösterir birşey yoktur), yarın Kur'an'a aynı itirazı getirebilmesini ne engelleyebilir? Cenab-ı Hakkın bir ismine yakıştıramadığı herhangi bir hadiseyi inkârdan onu (veya bir başkasını) ne/kim alıkoyabilir? Hadis ilmine güveni berhava ettikten sonra aynı ellerden gelen Kur'an'ı bu şüphecilikten kim azât edebilir?

İşte, sözün sonu, yine ehl-i sünnet ve'l-cemaatin o muhteşem mirasına, yani tevakkuf hassasiyetine geliyor. Bediüzzaman'ın 'İlişme!' değişindeki sır anlaşılıyor. Arızanın özünü ortaya koyan soruysa şu: Yalnız bize mantıklı gelmemesi bir hadisin inkârına yeter mi? Çünkü, görüyoruz, bu iş burada kalmayacak. Yarın, Kur'an'daki kıssalara ve belki bir adım ötesinde, Allah korusun, Mutezile gibi şerrin hilkatini Allah'a vermemeye kadar gidecek. Çünkü tenzih akidesini yanlış bir kurguyla (belki bir ifratla) işlettiriyor. Ne diyelim? Allah hepimizi istikamet üzere eylesin. Âmin.

18 Şubat 2017 Cumartesi

Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (2)

Hayy ve Kayyum ism-i şerifleri hakkındaki yazıma tetimme olması niyetiyle 'Halıkıyet mertebesi' ile 'Kayyumiyet mertebesi' dediğim şeyleri biraz izah etmeye karar verdim. Allah, bu zor meselede kalbimi, fikrimi ve kalemimi istikamet üzere eylesin. Öncelikle atıf yapmak istediğim bir animasyon var. Üst boyutta olmanın, alt boyutta yaşamaya kıyasla, nasıl birşeye karşılık gelebileceğini tasvir etmeye çalışıyor. (Linkini yazının altında bulabilirsiniz.) "Bilmek için ona dönüşmelisin!" mottosuyla meşhur bu videoda üç boyutlu bir canlının sadece iki boyuttan ibaret bir âlemi nasıl algılayacağı veya sadece iki boyuttan ibaret bir canlının üç boyutlu bir bilişe nasıl cahil olacağı (teori düzeyinde bile olsa) tasvir ediliyor. Bencileyin özetlersem:

Aşkın bir boyutta varolmak, alt boyutta yaşayanların 'bildikleriyle ulaşamayacakları bir şahit oluş düzeyini' ifade ediyor. Yahut da şöyle demeli belki: Aşkın boyuta duyulacak bir iman 'gayba iman' düzeyinde kalmak zorunda. Çünkü alt boyutta sahip ve şahit olunanlar üzerinden bir üst boyut görüşüne sahip ve şahit olabilmek mümkün değil. Alt boyut canlısının sahip olduğu sınırlar üst boyuttaki varlığın kavranmasını engelliyor. Çünkü bildiği/tanıdığı hiçbirşeye benzemiyor. Her neyse... Ne dediğimi anlamak için videoyu izlemeniz şart.

İşte, ben de, 'Halıkıyet mertebesi' kavrayışıyla 'Kayyumiyet mertebesi' kavrayışı arasında insanoğlunun 'yaratılışı ele alışında' boyut atladığını düşünüyorum. Kafamdan geçenleri aktarmak için şöyle bir çizim de yaptım. (Görüldüğü gibi cemaatsiznurcu hiçbir prodüksiyon masrafından kaçınmıyor.) Bu çizim eşliğinde eteğimdeki tefekkürleri dökeceğim.

Biz Allah'ı Halık ism-i şerifi penceresinden tefekkür ederken, onun 'her an yaratan' olduğunu çok da aklımıza getirmeyiz. Genelde 'başlangıç noktası olan bir yaratılış' ve yanısıra 'süregiden sebep-sonuç ilişkileri' aklımıza gelir. Nitekim 'büyük patlama (big bang) teorisi' gibi şeyler yaratılışın işte bu (çizimimde çember içine aldığım) sürecini anlamaya/anlatmaya çalışırlar. Varlık, böylesi teorilere göre, yatay düzlemdeki bir noktada başlamış ve altı yöne dağılmıştır. Bu dağılış birçok yöne olsa da, Kayyum ism-i şerifinin marifetiyle erişilen biliş düzeyine göre, eksik boyutludur. Allah'ın mahlukatıyla yaratış ilişkisi sadece bir başlangıç noktası düzeyinde değildir. Yani ilk hareketi başlatmış ve sonra herşeyi kendi haline bırakmış değildir. Ya nasıldır? Allah varlığı her an devam ettirmekte ve dolayısıyla aslında her an yaratmaktadır. (Bu da çizimimde yaratılışın düşey boyutuyla ifade etmeye çalıştığım şey.)

Madde, belki de, en özüne indiğinizde Hayy'dan gelip Hu'ya giden/akan enerji dalgalarından ibaret çıkacak. (Nitekim bunu dillendirenler var.) Zira madde diye tutunacak neyi bulsak (molekül, atom, atom altı parçacıklar vs.) birkaç yıl sonra onun da altında daha küçük yapıtaşlarının olduğunu öğreniyoruz. Parçalanmanın sonu gelmiyor. Bu durum bizi en nihayet şunu kabule zorlayacak: Varlığın üç boyutu kapalı durağan birşey değil. (Veya başka bir değişle üç boyutu kapalı bir kap içinde değil.) Akıyor. Daha aşkın bir boyutta varlık bir nehir olabilir. Ancak biz bu aşkın boyutun şahidi olamadığımızdan nehrin üstünde nehirle akan bir yaprak gibi kendimizi durağan hissediyoruz.

Biz, yaratılışın (çizimimde yatay düzlem diyerek bir derece anlamaya/anlatmaya çalıştığım) yatay boyutunu müşahade edebiliyoruz. Bir yıldız doğuyor. O yıldızın etrafında gezegenler oluşuyor. O gezegenlerin birinde hayat yaratılıyor. Sonra o insan denilen hayatlı canlı kendi sisteminin yıldızına güneş ismini koyuyor. Bizim gördüğümüz kısmı bu meselenin. Bu kadarına şahit olabiliyoruz. Bu yüzden de yüzeyde olan diğer işleri sebep-sonuç ilişkisiyle açıklamaya çalışıyoruz. "Mehmet beni itti. Ben Selim'e çarptım. Selim bardağını devirdi." Fakat ya yaratılış dediğimiz şeyin boyutları bu kadar değilse?

İşte, tevhide iman, Kayyumiyet ism-i şerifinin ifade ettiği zengin bakışaçısına ulaştığında, aslında her anın (bir derece anlayabilmek için çizimimdeki gibi aşağıdan veya isterseniz yukarıdan diyebileceğimiz) yeni yaratışlarla, yani herbir şey/an tek tek yaratılarak varolduğunu anlatıyor. Tıpkı perdeye vuran bir görüntü gibi. Böylece 'Halıkıyet mertebesi' diye tarif etmeye çalıştığım iki boyutlu bilişten 'Kayyumiyet mertebesi' dediğim üç boyutlu biliş mertebesine çıkmış oluyoruz. (Boyut sayısı aşkınlık anlatıyor sadece.) Sebep-sonuç ilişkisi aslında bizim körlüğümüzün delili. Teşbihte hata olmasın, kuklacıyı ve iplerini görmeyen gözler, kuklaların birbirlerini ittiğini-çektiğini sanıyorlar.

"Gayet vahşî bir adam, muhteşem bir kışla dairesine girer. Gayet muntazam bir ordunun umumî, beraber talimlerini, muntazam hareketlerini görür. Bir neferin hareketiyle bir tabur, bir alay, bir fırka kalkar, oturur, gider, bir ateş emriyle ateş ettiklerini müşahede eder. Onun kaba, vahşî aklı, bir kumandanın, devletin nizâmâtıyla ve kanun-u padişahî ile o kumandanın emrini, kumandasını anlamayıp inkâr ettiğinden, o askerlerin iplerle birbiriyle bağlı olduklarını tahayyül eder. O hayalî ip ne kadar harikalı bir ip olduğunu düşünür, hayrette kalır."

Peki, bu bilişi/farkedişi, en yüksek düzeyde ne sağlıyor? Onu da çizimimde 'Ehadiyet' yazdığım yerlerde ifade etmeye çalıştım. Parçalar, Hayy isminin tecellisiyle, kendilerinin bütünden ayrı bir özenle (kelimeler yetmediğinden, Rabb-i Rahim'in affına sığanarak, kullanmak mecburiyetinde kalıyorum) idare edildiklerini veya gözetildiklerini veya ihsanlara mazhar olduklarını farkettilerinde bu iki boyuttaki bilişin duvarları kırılıyor. Kayyumiyetin sırrı hissediliyor. Görülenden de ötede bir yaratılış olduğu ve herbirimizin birey birey, fert fert, parça parça, an an, şahitlik şahitlik o yaratışla muhatap olduğumuz farkediliyor. Varlığımızın zayıflığı ortaya çıkıyor.

Hz. Yunus (a.s.) kıssası üzerinden, mürşidimin, 'nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin inkişafı' dediği şey de bu belki. Bireyin, sebep-sonuç ilişkilerinin çok çok ötesinde, fert olarak Allah'la bağını hissetmesi. Farkındalığıyla üçüncü bir boyuta çıkması. Bir sırr-ı Kayyumiyet inkişafıyla, her an süren varlığının, Rabbin her an var kılışına bağlı olduğunu anlaması. Halıkıyet mertebesinde bir bilişten Kayyumiyet mertebesinde bir bilişe yol bulması... Sözü fazla uzatarak kafanızı karıştırmaktan korkuyorum. Yoksa sırr-ı Kayyumiyetin kadere iman ile ilişkisine de değinecektim. Belki başka yazıda. Allah cümlemizi istikamet üzere eylesin.




Yazıda bahsi geçen animasyon için link: https://www.youtube.com/watch?v=i_5Gz1qIdcc

17 Şubat 2017 Cuma

Bir modern medeniyet eleştirisi olarak Ene Risalesi

"Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır." Mesnevî-i Nuriye'den.

Şimdi yazar-çizer takımından geçindiğime bakmayın aslında yayıncılık sektörüne ilk adımımı 'hamal' olarak atmıştım. Böyle söyleyince biraz kaba kaçıyor. Yumuşağını söyleyelim: Sevkiyatçıydım. Peki bir sevkiyatçı ne yapardı? Adı üstünde. Pazarlamadan gelen sipariş listelerini hazır eder, araca yükler (veya kargoya verir) ve müşterilere dağıtırdık. Tanıştığım güzel insanlar sayesinde zenginliğim oldu orası benim. Bu insanlardan birisi de Alaaddin abiydi.

Nasıl açıklanır bilinmez ama bir hüneri vardı Alaaddin abinin. Bana göre iki koliden aşağısının kurtarmayacağı siparişleri bir koliye tıkıştırırdı. Üç koli olacak malı iki kolide hallederdi. Daha sonraki yıllarda, Enbiya sûresinin 22. ayetini izah ederken, Alaaddin abiyle 'kolileme' üzerine yaşadıklarımızı sık sık anlattım. Önce ayetin kısa bir mealini alıntılayayım: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş'ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir."

Yaşadıklarımıza gelirsek: Alaaddin abi, benim kolilememi pek beğenmez, yeniden yapılmasını zaruri gördüklerinde (beni kızdırmak pahasına) koliyi elimden alıp öyle bir çalışırdı ki, son haliyle ilk halinin arasında benzerlik kalmazdı. Neredeyse bütün kitapları yerlerinden oynatır, kendi sistemine göre yeniden yerleştirir, en nihayet şaheserini bitirirdi. O vakit içimden derdim:

"Kainat da büyükçe bir koli misali işte. Bir kolide iki kişi çalıştığı zaman nasıl herşey böyle hercümerç oluyor, kainatta da iki (veya daha fazla) ilah beraber çalışsaydı herşey hercümerç olurdu. Biz nasıl birbirimizden (düzenleyişlerimizden) rahatsız oluyoruz, o ilahlar da birbirlerinden öylece rahatsızlık duyarlardı. Biz insanız. Farklılığımızın da, herşeyimiz gibi, bir sınırı var. Sınırlarımızdan dolayı yardımlaşmak zorunda kalıyoruz. İki ilah arasındaki farklılıklar ise sonsuzluğa uzanır. Kudretlerinin sonsuzluğu da yardımlaşmaya ihtiyaç duymaz. Bu sonsuz farklılık ve kudret onların beraber çalışmalarına müsaade etmezdi. Düzen tevhidin delilidir." Mürşidim bu sadedde der ki:

"Hem bin neferin idaresi ve kumandanlığı bir tek zâbite verilse, bir cihette bir nefer kadar kolay olur, eğer on zâbite veya neferlere bırakılsa, pek karışık ve müşkül düşer. Aynen öyle de, herşey Vâhid-i Ehade verilse, birtek şey gibi kolay olur. Eğer esbaba isnad edilse, birtek zîhayat, zemin kadar müşkül, belki imkânsız olur. Demek vahdette kolaylık, vücub ve lüzum derecesine gelir. Ve kesretli eller karışmakta suûbet, imkânsızlık derecesine düşer."

Geçtiğimiz günlerde, Daniel Quinn'in kaleminden okuduğum İsmail ismindeki bir kitap, konu hakkında tekrar düşünmeme sebep oldu. Ene Risalesi'nde Bediüzzaman'ın insandaki 'sahiplenme yetisi' ile 'şirk' arasında kurduğu ilgi (ve bunu emanet ayetinin tefsiri sadedinde dile getirmesi) o kitapla birlikte daha zengin şekillendi dünyamda. Sahip olma yetisinin insana veriliş hikmetini 'kendisine ait mevhum bir alan oluşturarak oradan Allah'ın marifetine yol bulma' perspektifinde ele alan Bediüzzaman, malum ayetteki 'emanet' ifadesinin bir açıdan da bu 'ene'ye baktığını ifade eder:

"Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit vücuhundan bir ferdi, bir vechi enedir. Evet, ene, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir."

İnsan, Allah'ın mülkünden herhangi birşeyi, hakikatsiz bir şekilde sahiplenebilmektedir. Bu sahiplenme mevhum olduğu için özünde sadece emanetçiliktir. Araçsal bir fonksiyonu vardır. Fakat kimi insanlar (kimi zamansa hepimiz) mezkûr farkı göremediklerinden emanetlerinin sahibi olmaya çalışırlar. Ayetin devamında insanın 'çok zalim' ve 'çok cahil' olarak anılışı bu potansiyelle ilgilidir. Böylesi bir hırsızlık hem zalimlik hem cahilliktir. Kaldıramayacağı yükün altına giren, bu cahilliğinden dolayı, hem yüke hem kendisine zulmeder. Fakat devası da yine bu iki durumu hatırda tutmaya bağlıdır. Sahiplendikleri ellerinde kaldıkça (hem kendilerine hem başkalarına) 'zalimlik' ve 'cahillik' yaptıklarını farkedenler ancak mevhum sahipliklerini terkedip emanetçiliğe geçebilirler.

"Sual: Niçin Cenâb-ı Hakkın sıfât ve esmâsının marifeti enaniyete bağlıdır? Elcevap: Çünkü, mutlak ve muhit birşeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez; ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ, zulmetsiz, daimî bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlıkla bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte, Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz eder. 'Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur' diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar."

Şu noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum: Alaaddin abiyle niza meselemiz olan koliyi kainattan koparabilmem mümkün mü? Aslında hayır. Çünkü o da herşey gibi kainatın parçasıdır. Bütünlüğüne dahildir. Peki kainatı yaratan kimdir? Allah'tır. Ondan başkasının gücü yetmez. Kainat gibi birşeyi ancak sonsuz ilim, kudret ve irade sahibi bir ilah yaratabilir. O halde ben nasıl o koliyi ayırıp 'yaptığım' veya 'yaptığı' olarak tarif edebildim? İşte, bu sahipleniş, yani bu 'mış gibi' düzen, aslında mevhum bir sahiplenişti. Hakikati yoktu. Fakat ne oldu? Ben o koliyi bir biliş aracı olarak kullanarak Allah'ın marifetine ulaştım. İki kişinin bir koli ile yaşadığı karmaşa/niza üzerinden kainatın tevhid üzere olduğuna delil çıkardım. Bu enenin doğru kullanımıydı. Ya yanlış kullanımı nasıl olurdu? Bediüzzaman, insanlık tarihi boyunca ortaya çıkmış tüm dalaletlerin böylesi bir 'enesel sapmanın' sonuçları olduğunu ifade ediyor.

Bu kısmı hızlı geçerek İsmail'e gelelim. Kitabın bir yerinde şöyle söylüyor Daniel Quinn: "Yaşamak için dünyayı mahvetmeye devam etmenizi neredeyse zorunlu kılan bir uygarlık sistemine tutsak olmuşsunuz." Bu aslında kitabın üzerine kurulu olduğu modern medeniyet eleştirisinin bir parçası. Peki İsmail'e göre bu yıkım neden gerçekleşiyor? Bizim olmayan bir dünyayı sahiplenmekten. Hatta bu hakikat kitabın içinde şöyle bir cümleyle ifade ediliyor: "Hiçbir tür, dünyadaki tüm yaşamı sahiplenemez." Ancak İsmail'e göre; insan olmanın kibri, beşeri, kendisini diğer türlerden daha üstün görmeye ve onların yaşamlarını da kendi merkezinde şekillendirmeye zorluyor. Dünyada iki tür insan var İsmail'le göre. Yanlışı seçen 'alanlar' ve doğruyu seçen 'bırakanlar.'

"Bu kibirli aptallığın pençesine bir kez düştü mü, olgunluğa erişecek kadar yaşar mı acaba? (...) O kibirle bahçeye göz gezdirip, kendi kendine diyebilir ki: Herşey yanlış. Niçin hayat ateşimi tüm bu canlılarla paylaşmak zorunda kalayım ki? Şuraya bak; kendime ayıracağım tüm hayvanları aslanlar, kurtlar ve tilkiler avlıyor. Bu çok kötü. Tüm bu canlıları öldüreceğim ve herşey iyi olacak."

Bu, insanın, evrende yapacağı yıkımın sadece başlangıcıdır Daniel Quinn'e göre. Çünkü bir kere 'bazı şeylerin değişmesi gerektiğini' düşünmeye başlayan insan, örgü kazaktan ip çeker gibi, sonunu getirmeden duramaz. Mülkün, Allah'ın değil, kendisinin olduğunu düşünen beşer, onu, kendi hevasınca yeniden dizayn etmek ister. Her tasarrufu, kainatın bütünlüğü savunduğu şeyi desteklemediği ve zaten evren onun hevası üzerine yaratılmadığı için, daha yukarıdan bir itirazla karşılaşır. Her teşebbüsü birşeyleri yıkar. Tavukları öldürdüğünde keneler çoğalır. Tilkileri öldürdüğünde fareler artar. Bu defa, güya hatasını düzeltebilmek için, sahiplik iddiasını daha yukarılara çıkarır. Ki böylece herşeyi en baştan (hatanın başladığı yerden) kurgulayabilecektir. En nihayet kazağın sonuna gelir. Ancak elinde yeni bir kazak olmaz. Söktüğü kazaktan çıkan bozuk iple kalakalır.

İsmail bize bu durumu şöyle ifade ediyor: "Evet, ama bazı şeylerin hâlâ elimizde olmadığı açık. Genel bir ekolojik çöküşü kontrol edemeyeceğimiz gibi. Böyle bir durumda sağ da çıkamayız./O zaman henüz güvende değilsiniz. Ne zaman tam anlamıyla güvende olacaksınız?/Tüm dünyayı tanrıların elinden aldığımızda." Peki, bunu yapmak yerine, neden dünyayı kendi haline bırakamıyor insanoğlu? Bunun cevabı da şöyle ifade ediliyor İsmail'de: "Ondan vazgeçmeleri... En baştan beri yanıldıkları anlamına gelir. Dünyanın nasıl yönetileceğini meğerse hiçbir zaman bilmedikleri anlamına gelir. Ondan vazgeçmeleri tanrılık hakkından feragat ettikleri anlamına gelir."

İşte, tam da bu bakış açısıyla, Bediüzzaman'ın 'enenin suistimaiyle şirk arasında kurduğu bağıntı' ve 'şirkten-ateizme geçiş' daha anlaşılabilir oluyor. Bir kere emanetçiliği bırakıp sahiplenmeye başlarsanız, bu durum, tıpkı dansa yanlış ayakla başlamak gibi, sonuna kadar uyumsuzluğunu sürdürüyor. Tevhid üzerine yaratılan koca kainat, hevanızla/bencilliğinizle şekillendirmeye çalıştığınız küçük dünyanızla uyum sağlamadığından, arızalar kaçınılmaz hale geliyor. Güya, bu arızaları giderebilmek için, teolojinizi daha da sapkın bir hale sokuyorsunuz. Bir an geliyor ki; değil yaratıcılıkta tek olması, Allah'ın varolması dahi sizi rahatsız etmeye başlıyor. Sizin mülkünüzü, yüzbin kere hâşâ ve kella, Allah sizden gasbediyor gibi geliyor. İşte o noktada şirkten ateizme geçiş yaşanıyor. Bütün kainatı onun mülkü olmaktan çıkarmakla yeni ve muhteşem düzeninizi kurabileceğinizi sanıyorsunuz. Ama pek feci yanılıyorsunuz. Çünkü İsmail'in de dediği gibi: "Sizi kıyamete götüren şey aracınızın ta kendisi."

"Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünemâ bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel' eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle adeta ene olur. Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder. Sonra, kıyas-ı binnefis suretiyle, herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenâb-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder, gayet azîm bir şirke düşer."

14 Şubat 2017 Salı

Hayy ve Kayyum neden kardeştir?

"İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?"
(Kıyame sûresi, 36)

'Esma-i Sitte Risalesi' olarak da bilinen 30. Lem'a'da, Bediüzzaman Hazretleri, İmam Ali'den (r.a.) ism-i âzâm sadedinde rivayet olunan altı ismi (sırasıyla Kuddûs, Adl, Hakem, Ferd, Hayy ve Kayyum isimlerini) anlatır. İlginçtir, ilk dört isimde 'bir İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan bir nuru' ifadesini kullanırken, ism-i Hayy'a geldiğinde bu kullanımı değiştirir: 'İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru...' İslamî metinlere aşina olanlar için Hayy ve Kayyum isimlerinin 'altı nur' içinde ayrıca 'iki ziya' olması yadırganacak birşey değildir. Çünkü gerek Kur'an'da, gerek sünnette ve gerekse İslam büyüklerinin metinlerinde sıkça zikredilen şu iki ismin özel bir kardeşliği vardır. Ayete'l-Kürsî'den tutun Büyük Cevşen'de yeralan dualara kadar pekçok yerde bu özel hukukun izlerine rastlarsınız.

Peki bu 'özel hukuk'un mahiyeti nedir? Bana şöyle geliyor: Hayat, varlık mertebeleri içinde öyle bir mertebedir ki, sair hiçbir mertebe ism-i Kayyum'a ayna ve aç olmakta onun yerini tutamaz. Peki bu ne demektir? Kayyum isminin manasına değinmeden şunu izah edebilmem mümkün değil: "Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâli Kayyûmdur, yani, bizatihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya Onunla kaimdir, devam eder ve vücutta kalır, bekà bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyûmiyet kesilse, kâinat mahvolur."

Biz, Kayyum isminden bahsettiğimiz zaman, sadece Allah'ın 'varetmesinden' değil, 'varettiklerinin varlığı devam ettirmesinden' de bahsetmiş oluyoruz. Yani; bizim varlığımız, saatçisi tarafından bir kere kurulmuş, sonra da kendi halinde tıkırdamaya bırakılmış bir saatin varlığı gibi değildir. Ya nasıldır? Bizim varlığımız 'her an tıkırdaması ancak Ustasının her an yaratışlarıyla mümkün' bir varlıktır. Arızî bir varlıktır. Yaratılışa bağımlı bir varlıktır.

Bizim yaratılışla ilişkimiz saatçi ve saat örneğinde olduğu gibi değil, tabir-i caizse, projeksiyon cihazıyla perdedeki görüntü arasındaki ilişki gibi bir ilişkimiz var yaratılışla. Varlığımızın asıl kaynağıyla bağımız kesilecek olsa anında hiçliğe düşeriz. Yani; Vacibü'l-Vücud olan Allah'tır anlarımızı her an yeniden yaratıp bize yeniden varlık lütfeden. Odur, yeni tecellilerle ve yepyeni farkındalıklarla, herbir anımızı diğer anlarımızın hem benzeri hem gayrısı kılan.

Biz saat gibi değiliz. Hayatımızın hiçbir detayı bir diğerinin aynısı değildir ki Ustamızın bizi bir defada kurup kendi haline bıraktığına hükmedelim. Biz bir kısırdöngüyü veya tekrarı yaşamıyoruz. Her yeni an bir öncekiyle bağının neredeyse zâhirde kaldığı muhteşem nüanslar taşıyor. Hassaten kalpte ve akılda. Duygulanışta ve fikredişte bir anımız hiçbir anımızı tutmuyor. "Aynı nehirde iki kez yıkanamazsınız!" sözünün böyle bir hakikat vechi de var. Ne nehir aynı kalır ne biz ne de eylemimiz. Oradan çok sular akar ve senden çok 'sen'ler geçer. Varlık kendini tekrar etmez. Bugün doğan güneşle yarın doğacak güneş zâhiren aynıdır. Hakikatte ise farklıdır. Onun (c.c.) esmasının tecellisi kesildiği anda yokluk aynasında yansıyan arızî nakışlarımız hiçliğe düşer.

İşte, tam da bu bağlamda, hayatın Kayyumiyetin en güçlü aynası olduğunu düşünüyorum. Çünkü mürşidim de Esma-i Sitte Risalesi'nde hayat hakkında diyor: "Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden burhanların en parlağı, en kat'îsi ve en mükemmeli..." Ve orada saydığı 'hayatın 29 hassesi' ile bu aynalığın birçok yönüne dikkat çekiyor. Hepsinden elde ettiğim netice şu: Birşeyin varlığı 'hayat mertebesi'ne ulaştığında varlığını devam ettirmede Allah'a muhtaçlığı 'Kayyumiyet mertebesi'nde ortaya çıkar. (Burada 'Kayyumiyet mertebesi' ifadesini 'Halıkıyet mertebesi' ile arasındaki biliş farkını ortaya koymak için kullandım. Bu biliş kula aittir. Yaratışa ait değildir. Kul, hayatı tatmak ve bilmekle Allah'ı Kayyum mertebesinde bilir veya bilebilir.) Ve evet, birşeyde hayat şiddetlendikçe, bunun bedeli ve ikramı olarak, o şeyin aczi ve fakrı da şiddetlenir.

Kenan Demirtaş Hoca'nın o meşhur örneğiyle ifade etmem gerekirse: Bir taş bir ağaçtan daha az şeye ihtiyaç duyar, ama ağaç taştan daha hayatlıdır. Bir ağaç bir hayvandan daha az şeye ihtiyaç duyar, ama hayvan ağaçtan daha hayatlıdır. Bir hayvan bir insandan daha az şeye ihtiyaç duyar, ama insan hayvandan daha hayatlıdır. Hayat mertebelerinde yükseldikçe varlığımız ism-i Kayyuma olan açlığımız da artar. Muhtaçlığımız şiddet peyda eder. Çünkü Allah bize hayat bahşetmiştir, ama Kayyum olan sadece kendisidir. Kayyumiyeti olmayan hayat ister istemez acze ve fakra düşer.

Biz mahluklar ne 'yaratışa' ne de 'devam ettirişe' sahibiz. Ancak hayat ve şuur sahibi olmakla varlığın yaratılıp devam ettirilmesi için bir Kayyum'a muhtaç olduğunu farkediyoruz. Kulluk da belki buradan ortaya çıkıyor. (Acz ve fakr dediğimiz bilinçler/bilişler de, aslında, hayy olup kayyum olmayışın bir neticesidir.) Hayat belki de bu noktada kainat ağacının meyvesi oluyor. Çünkü kainatta neler olup bittiğini mahluklar içinde varlığı en şiddet peyda edenler (yani hayatı şuur derecesine çıkanlar) anlıyor: "Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en sâfi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlâhî ve hilkat-i âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı âzamdır."

Belki ben güzelce ifade edemedim, fakat Esma-i Sitte Risalesi'nin ism-i Hayy bahsini şu gözle okusanız, daha kemalde anlarsınız. Özetlersem: Hayy ve Kayyum isimlerinin beraber anılışı, onların arasındaki bu özel hukuk, aynı zamanda mahluk-Halık, abd-Mabud, merzuk-Rezzak gibi terkiplerdeki en öz manayı da ifade ediyor. (Bu terkiplerden daha fazlasını okumak için Veysel Karanî Hazretleri'nin münacaatına bakmalısınız.) Yani; varlığın mahlukattaki en şiddetli hali, aynı zamanda ism-i Kayyum'un da en çok farkında hali, olabilir hali, 'ol'maya muhtaç hali... Birisi diğerisinin en Ehadî aynası. Diğeri ötekinin olmazsa olmazı. Kardeşlikleri oradan. Allah Hayy u Kayyum'dur. Çünkü; hayat gibi zamana yayılmış en girift, değişken ve bütüncül nakışı yaratan, ancak teker teker anları yaratan bir Kayyum olabilir. Bir kerede yaratılıp bırakılsaydık herbir anımız bir öncekinin tekrarı olabilirdi sadece.

10 Şubat 2017 Cuma

FETÖ Abdülhamid'i kullanmaz mıydı?

Ortaokul 3. sınıftan Lise 1'in sonlarına kadar FETÖ'nün evlerine/abilerine devam ettim. Bu süre zarfında herhalde yüzlerce vaazını dinlemiş ve onlarca da kitabını okumuşumdur. İtiraf edeyim: Onlar "İtaat sorunu var!" deyip şutlayıncaya kadar büsbütün irtibatımı koparamamıştım. Evet, itiraz ediyordum. Evet, bazı şeyleri yanlış/saçma buluyordum. Evet, işin içinde bir tuhaflık/dengesizlik olduğunu hissediyordum. Ancak yine de FETÖ'den büsbütün kopmaya cesaret edemiyordum. Neden?

Bunu anlatabilmem için öncelikle size 'manevî istibdat' denilen şeyi tarif etmem gerek. Manevî istibdat, kişinin, fiziksel/dünyevî tehditlerle değil, metafizik/gaybî öğelerle esaret altına alınmasıdır. Maddî istibdatta, insanlar, somut varlıklardan görecekleri zararlardan korkarlar. Manevî istibdatta ise cezasından korkulan şeyler soyut varlıklardır. Ve biz FETÖ'ye devam ettiğimiz dönem boyunca, alttan alta, bir manevî istibdat ile baskılandık.

Cemaate girmek kolaydı. Hele gelecek adına menfaat beklenen bireylerseniz giderek de kolaylaşıyordu. Fakat çıkmak konusunda 'dünyanın kenarından cehenneme düşmek' gibi derin kaygılarımız vardı. FETÖ'deki en büyük marazlardan (veya taktiklerden) birisi; İslam tarihindeki bütün manevî istibdat malzemesini (veya elverecek şekilde evriltebileceği malzemeyi) başarıyla çocuklar-gençler üzerinde kullanmasıydı. Sınavlara hazırlanmak için eğitim kurumlarına/öğretmenlerine mecbur olan öğrencileri oralarda öyle bir endoktrinasyona tâbi tutuyorlardı ki, cemaate bir defa giren bir çocuk, eğer hepten dine düşman olmayacaksa, cemaatten kopmayı 'cehenneme atlamak' gibi görüyordu. FETÖ bunu nasıl başarıyordu? Bunu, siyerden tutun peygamber kıssalarına, Risale-i Nur'dan tutun II. Abdülhamid anlatılarına kadar 'bükmeye elverişli bulduğu' geniş bir malzeme yelpazesiyle başarıyordu.

Şeriata aykırı işlerini Hz. Hızır (a.s.) ve Hz. Musa (a.s.) kıssası üzerinden 'hikmeti sonra anlaşılacak' şeyler olarak lanse ederken; dinlerarası diyaloglarında 'Muhammedu'r-Resulullah'tan ödün vermelerini ise, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın müşriklere "La ilahe illallah deyin, kurtulun!" buyurması üzerinden meşrulaştırıyorlardı. (Yani; o, müşrikleri İslam'a çağırırken böyle yapıyorsa 'Muhammedu'r-Resulullah'a çok da takılmamak lazımdı.) Cemaatten çıkma konusunda ise iki şeyi Gülen'in sohbetlerinde sık andığını hatırlıyorum: Risale-i Nur'dan (çarpıttıkları) bir metin ve merhum II. Abdülhamid'e dair (uydurdukları) bir hikaye.

Çarpıttıkları o metin ne idi? Hemen alıntılayayım: "Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i Kübrâ-yı Kur'âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var." İşte, bu metin, bağlamından koparılarak deniliyordu ki: "Hizmetlerimizin gitmediği ülke kalmadı. Bu işin şu zamanda en büyük mümessili biziz. Şimdi bizden ayrılırsanız, sadece bizden ayrılmış sayılmazsınız, dinsizliğe dahil olursunuz." Böyle bir tuzağa düştükten sonra artık size iki yoldan birisini seçmek kalıyordu: Ya cemaate herşeye rağmen devam edecektiniz. Veya sadece cemaatten değil dinden de kopacaktınız. Nitekim, ben, FETÖ'den koptuğum dönemde böyle bir boşluğa düştüğümü (düşürüldüğümü) hatırlıyorum.

Halbuki Bediüzzaman'ın şu ifadeleri hem içerisinde bulundukları metinle hem de başka birçok bağlamla kayıtlı ifadelerdi. Daha sonra Risale-i Nur'un birebir/cemaatsiz bir talebesi olduğumda farkettim. Bediüzzaman o gibi yerlerde kendisine, eserlerine ve talebelerine (imana hizmetlerinden dolayı) savaş açıldığı bir dönemde mahkemede Risale-i Nur'dan teberri edenlerden yakınıyordu:

"Gücenmemek şartıyla bu defa takdirkârane değil, belki tenkidkârane iki küçük meseleyi beyan edeceğim: Birincisi: Ben, sizleri ve Risale-i Nur'u müdâfaa için çok davalarda bulundum. O davalardaki şahidlerimin birinci sınıfı sizlerdiniz. Halbuki, inkârınızla hem beni şahidsiz bıraktınız, hem de hakkımdaki ittihamı takviye ettiniz. Çünkü, sizin kaçmanız ve inkârınız, 'Demek bir şey var ki, bunlar yanaşmıyorlar!' diye fikir verdi. Hem ben sizlerin nasıl tebrienize çalıştım, sizden çoluk çocukları olmayan kısmı beni yalnız bırakmamak için merdâne yanaşmak lazımdı. Fakat, iş işten geçti, yeniden yanaşmağa lüzum yok."

14. Şua'da mezkûr meseleyi vuzuha kavuşturacak birçok metni ve hatta Bediüzzaman'ın talebelerine ettiği duadan 'sadıkıne/sadıklar' ifadesini çıkarmasının nedenini okumak mümkün. Hepsinden özetle şunu anlıyorsunuz: Hakikaten o sırada Bediüzzaman'dan teberri edenler karşı tarafa yardım etmiş oluyorlar. Çünkü muhatabın eline bir gerekçe/dayanak tutuşturmuş oluyorlar. Yoksa bu metinle Bediüzzaman, hâşâ, "Nur talebesi değilseniz dinsizlere yardım ediyorsunuz!" inhisarcılığı yapmıyor. Eserlerinin/hayatının bütününe baktığınızda zaten böyle bir inhisarcılığın ondan sâdır olmasının mümkün olmadığını görüyorsunuz. Ama ne var? Mahkemede işleyen bir süreç var. Nur talebeleri tevkif edilmiş. "Beni, çekingenliğinizle onlar karşısında yalnız bırakmayın, elimi zayıflatmayın, hasma destek olmayın!" diyor. Hatta başka bir yerde daha açık ifade ediyor bunları:

"Ve deyiniz: Acaba hizmet-i Kur'âniyede arkadaşımız ve o hizmet-i kudsiyenin tedbirinde üstadımız ve ustabaşımız olan Said Nursî'nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüş? Ve onun has talebelerinden kim belâ görmüş ki biz de göreceğiz ve o görmek ihtimaliyle telâş edeceğiz? Bu kardeşimizin binler uhrevî dostları ve kardeşleri var. Yirmi-otuz senedir dünya hayat-ı içtimaiyesine tesirli bir surette karıştığı halde, onun yüzünden bir kardeşinin zarar gördüğünü işitmedik. Hususan o zaman elinde siyaset topuzu vardı. Şimdi o topuz yerine nur-u hakikat var. Eskiden 31 Mart hadisesinde çendan onu da karıştırdılar, bazı dostlarını da ezdiler. Fakat sonra tebeyyün etti ki, mesele başkaları tarafından çıkmış. Onun dostları, onun yüzünden değil, onun düşmanları yüzünden belâ gördüler. Hem o zaman çok dostlarını da kurtardı. Buna binaen, bin değil, binler ihtimalden birtek ihtimal-i tehlike korkusuyla bir hazine-i ebediyeyi elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hatırına gelmemeli... deyip, ehl-i dalâletin dalkavuklarının ağzına vurup tard etmelisiniz."

İşte FETÖ, bu ve benzeri metinleri bükerek manevî istibdadına malzeme buluyordu. Tabir-i caizse 'ima yoluyla tekfircilik' yapıyordu. Bu hususta kullandığı ikinci öğe ise; merhum II. Abdülhamid'e dair, (güya) merhum Mehmet Akif'in anlattığı bir hikayeydi. Kaynağı meçhul ama internette rahatlıkla bulunan bu hikayeyi aklımda kaldığı kadarıyla nakledeyim:

Mehmet Akif bir gün çok ızdıraplı bir ihtiyara rastlıyor camide. Derdini öğrenmek istiyor. O da, vaktiyle II. Abdülhamid'in subayı olduğunu, ancak mirasa konunca ordudan ayrılmak istediğini ve evvelen buna izin vermeyen Sultan'ın, ısrarları sonucu onu azlettiğini anlatıyor. Ardından bir rüya görüyor bu ihtiyar. Rüyasında Efendimiz aleyhissalatuvesselam Osmanlı ordusunu teftiş ediyor. Yanında da II. Abdülhamid var. Bütün bölükleri geziyorlar. İhtiyarın başında olması gereken bölük dağınık olunca (güya) Aleyhissalatuvesselam soruyor: "Bunlar niye dağınık?" II. Abdülhamid cevaplıyor: "Efendim komutanını azlettik." Aleyhissalatuvesselam hiddetle buyuruyor: "Senin azlettiğini biz de azlettik." İşte, mezkûr ihtiyar, yaşadığı bu sahne yüzünden ızdırabdan kurtulamıyor.

Bu hadisenin anlatılış/kullanılış amacı da aynı. Yani; "Ey müntesipler, eğer Gülencilikten ayrılırsanız, siz de Efendimiz aleyhissalatuvesselam tarafından görevden alınmış olacaksınız. Ayağınızı denk alın!" ihtarı verilmiş oluyor.

Peki, yazıyı neden yazdım, ona geleyim: Son zamanlarda Erdoğan-II. Abdülhamid üzerine pek rağbet gören bir özdeşleştirme çabası var. (Yakında bir dizi de TRT'de başlayacak.) Allah mübarek etsin. İkisini de severiz. Fakat bütün bunlar olurken şunu unutmamak lazım kanaatimce: FETÖ bitse de FETÖ'yü doğuran arkaplanın bitmesi kolay değil. Malzeme, kritiği yapılmamış bir şekilde, öylece duruyor. Bu 'kimin hakkında' ürettiğinizle ilgili bir mesele değil çünkü.

Asıl soru şu: Ne üretiyorsunuz? Bir kişinin veya liderin 'hikmetinden sual olunmaz'lığının pr'ını yapıyorsanız, istediğiniz kadar FETÖ'ye düşman olun, yeni yeni FETÖ'lere zemin sağlıyor ve malzeme hazırlıyorsunuz demektir. Hatta bunu Erdoğan üzerinden yapsanız bile emekleriniz yine geleceğin FETÖ'lerine yarar. Kullanışlı kılıflar her minarenin boyuna uydurulur. Böyle özdeşleştirmeler yapılırken 'hamiyet' ekseni doğru, 'her yaptığı doğru' ekseni yanlıştır. Bize, hata yapmayan 'ulu önderler' değil, hatalarıyla/tevbeleriyle içimizden olan, yani eleştirilebilir liderler lazım. (Ben, Erdoğan'ın 'yanıldığını/kandırıldığını' rahatlıkla ifade ettiği yerleri bu yüzden seviyorum.) Aksi yöndeki telkinlerin sahipleri, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, geleceğin FETÖ'leri için tarla ekiyorlar. Fakat ne çare! Yaptıklarının farkında değiller.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...