- Senin kelamın böyle midir?
- Ben bütün kelamların kuvvetine sahibim.
Sözler, 15. Söz'ün Zeyli'nden.
Kütüb-i Sitte'de yeralan "Allah'ın 99 ismi vardır. Kim bunları ezberlerse cennete girer. Allah tektir. Teki sever!" hadis-i şerifinin bana sezdirdiği birşey var. Onu paylaşmak istiyorum bu yazıda sizinle. Tabii becerebilirsem. Şöyle bir yerden başlayayım: Cenab-ı Hakkı bilmenin, onu yalnızca bir ismiyle bilmek değil, ulaşabildiğimiz her türlü marifetiyle bilmenin, insanı cennete götürücü bir yanı var.
Üstelik bu cennet için ahireti beklemeye de gerek yok. Daha bu dünyada gidiyorsunuz. O isimlerin size öğütlediği bakış açısı, o bakış açısının öğrettiği varlık algısı, bu algı ile seyredilen manzara, o manzaradan alınan zevk... Bütün bunlar daha bu dünyada girilen bir cennetin parçaları/adımları. Fakat bu cennetin koridorlarında gezebilmenin bir şartı var. Allah'ın isimlerini bilmek kadar onlar arasında seyahat edebilmeyi de bilebilmek. Manzara karıştığında veya değiştiğinde doğru gözlüğü takabilmek. İşte, bu yüzden, Cenab-ı Hakkın yalnızca bir ismini bilen değil, 99 ismini ezberleyen cennete giriyor. Daha çok merceği olan daha çok rahat ediyor. Yani, mutlu olmak için, bu bakış açılarının tamamına ihtiyacımız var.
Bir yerde mürşidim diyor ki: "Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir..." Biz buna benzer ayak kaymalarına sık rastlıyoruz. Bugün de kimi ağızlardan dökülen "Allah şerri yaratmaz!" yanlış hükmü yine böyle bir muvazenesizliğin resmi olarak ortaya çıkıyor. Allah'ı tenzihte böylesi bir ifrat, eğer o Subhaniyet içinde Vahidiyet unutulursa, sanki ondan başka yaratıcılar varmış da kötülüğü de onlar yaratıyormuş gibi bir yanılgıya sebep oluyor.
Tarihte, mutezilî kimi isimlerde bu ifrat görüldüğü gibi, bugün de kimi modernist/ehl-i bid'a isimlerden aynı lakırdılar dökülüyor. Dillerine baksanız niyetleri güzel. Aforizmaları harika. Sesleri gür çıkıyor. Hakikate dokunan bir yanı da var söylediklerinin. Fakat muvazeneden yoksun. Güzelliği kemale erdirense muvazenedir. Ölçüsüz olduğunda her güzellik zulme dönüşür. Sesinin yüksekliği katlanılmaz olduğunda en sevdiğimiz şarkılar bile kulağa eziyettir.
İşte, bu arıza da, tıpkı yazının ilk kısmında ifade ettiğimiz gibi, 99 ismi birden kuşanamamaktan kaynaklanıyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mezkûr hadisiyle bizi yönlendirdiği bilme şekli, aslında varlığı veya bilgiyi veya tecrübeyi veya şey diye dünyamızda tarif edebildiğimiz herşeyi daha farklı/çok açılardan görebilmenin dersi... Her isim yeni bir penceredir. Her pencere farklı bir perspektiftir. Her perspektif yeni bir okumadır. Yeni bir yorumlamadır. Yeni bir değerlendiriştir. Yeni bir kıstastır. İsimleri çoğaltmak bakış açılarımızı da çoğaltmaktır.
Yakın zamanda Arrival/Geliş filminde de hatırlatılan bir hipotez vardı. Sapir Whorf hipotezi. Şöyle söyleniyor o hipotezde: "Dilin farklıysa düşünme biçimin de farklıdır." Biz daha kolay bir düzlemde 'isim değiştirmek suretiyle' başarabiliyoruz bunu. Bir müslüman, Kur'an'ın ve sünnetin kendisine öğrettiği isimler sayesinde, Allah ve eserleri hakkında düşünme biçimini kolaylıkla değiştirebilir. Esmaü'l-Hüsna'nın en büyük kolaylığı budur. Her isim müslümana farklı bir dil, bir bakış açısı, bir okuma-düşünme-yorumlama biçimi öğretir.
Yine mürşidimin bir yerde dediği gibi: "Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır."
Hatırlayalım: Arrival/Geliş filminde uzaylılar 12 ayrı bölgeye iniyor ve insanlığın kendilerinden/dillerinden alabilecekleri bilginin de ancak bu 12 bölgenin beraber çalışmasıyla mümkün olabileceğini söylüyorlardı. (Filmin sonunda bu başarılıyordu insanlar tarafından.) Biz bundan da aşkın birşeyi söylüyoruz: Allah'ı anlamak "Bütün güzel isimler Allah'ındır!" sırrını anlamakla mümkündür. Onların, kuşatabildiğimiz kadar çoğunu kuşatma, bilebildiğimiz kadar çoğunu bilme, okuyabildiğimiz kadar çoğunu okuma... Bunlar bizi daha bu dünyada cennete götürecek olan bahtiyar yaşayışın anahtarlarıdır. Cennete, inşaallah, açılan kapılardır.
"Bununla beraber, kâinatın herbir âleminde, herbir taifesinde Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin ünvanı tecellî eder. O isim o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar..." Zımnında bulunanlar... Bu yan kapılara neden ihtiyaç var? Belki biraz şundan dolayı var: Bir çiçeğe baktığınızda ilk gördüğünüz isim Cemîl'dir. Fakat çiçeğin başına çok haller gelir. Belki küser. Belki solar. Belki bir fırtına da dağılır. Belki bir ceylanın rızkı olur. O zaman, çiçeğe olan aşkınızdan kafayı yemek noktasına gelmemek için, gideceğiz yol bellidir:
Yan koridora geçersiniz. Yan koridor, diğer ismin koridoru, aşamadığınız olaylar karşısında 'onları okuyuşunuzu değiştirerek' sizi çıldırmaktan kurtarır. Dilini anlayamadığınız olaylar karşısında size yeni bir anlama şekli ve dil öğretir. Allah'ın Hakîm olduğunu hatırlayarak ism-i Cemîl'in zımnındaki bir isimde yolculuk edersiniz. O çiçek o ceylana bir hikmetle yedirildi. O fırtına bu bahçeyi bir hikmetle dağıttı. Hakîm ismi sizi oluşlar arasında kabul edilebilir bir seyahate davet eder. Oradan ilerleyince bu sefer ceylanın güzelliği ile tekrar Cemîl ismine varırsınız. Hakîm ismi bir berzah olmuştur Cemîl'den Cemîl'e varabilmek için. Sonra bir gün ceylan da ölür...
En nihayet bütün bu yazı boyunca söylemek istediğim şu idi: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bizim Allah'ın bütün isimlerini öğrenmemizi istiyor. Çünkü, her bir isim bize farklı bir dili, farklı bir düşünme biçimini, eşyayı veya kendimizi farklı bir algılayış şeklini öğütleyecek. Aşamadıklarımızı aşmayı, kaldıramadıklarımızı kaldırmayı, barışamadıklarımızla barışmayı bu isimler sayesinde, inşaallah, başaracağız. Bir pencereden görünen kanlı yara diğer pencereden bakınca mis kokulu güle dönüşecek. Dilini bilmediğimiz kelimeleri yanlış anlamaktan kurtulacağız.
Allah isimleri sayısınca dilde konuşuyor varlık âleminde. Şifreleri Esmaü'l-Hüsna'sı. İsmini, anlamını, öğütlediği bakış açısını öğrendiğimiz an dili de çözmeye başlayacağız. O dilde söylenenleri de anlamayı öğreneceğiz. Okumamız renklenecek. Bu isimler sayesinde amacı bilinmeyen harflerin hepsinin bir anlamı, amacı ve hikmeti olacak. Bize kattığı, bizi götürdüğü, bize öğrettiği birşey olacak.
Ancak pencerelerin sayısını arttırırken hadisin ikinci kısmını da unutmamalıyız. "Allah tektir. Teki sever." Bütün bu dağılışlarımızın ardından yine tevhid ile bütün isimleri Allah'a vereceğiz. Düşünüşlerimiz birbirini tamamlayacak. Yorumlarımız aynı merdivenin basamakları olacak. Bir binanın tuğlaları gibi yükseleceğiz. Parçalar birbirini bulacak. Bu bulmaktan daha büyük bir kemale ereceğiz. Benim Rabbim'den Rabbü'l-Âlemîn'de koşacağız. Bu, bizi, dağılışlarımız içinde şirkten de koruyacak.
8 Haziran 2017 Perşembe
2 Haziran 2017 Cuma
Belki de sandığımız kadar aptal değilizdir?
Gülümseyerek ve kendisine dualar ederek hatırlarım. Çıraklığını yaptığım dönemde, amcam rahmetli, birşeye çok hayret ederdi: Konuştuğumda beni zeki bulurdu. İnsanların içinde takındığım tutum az-çok aklı başında bir gencin tavrı idi. Ahlakımı severdi. İnsanlardan iyiliğimi işitirdi. 'Yeğenim' deyince keyiflenirdi. Üstelik okul notlarım da durumun çok kötü olmadığını gösteriyordu. Bunlar hep iyiye işaretlerdi. Benden geleceğim adına ümitlenirdi. Fakat hakkında çok ümitvar olduğu bu çocuk, yahut da yeniyetme diyelim, inşaat işleri yaparken düpedüz aptala dönüşüyordu. Elbette, dediğini anlamaz değildi, söylenileni yerine getiriyordu. İtaatkârdı, kaytarmazdı, yapılması gerekeni gayretle yapardı. Fakat kendi oğullarının kolayca kavradığı, biraz daha yetkinlik/derinlik isteyen işlerde, kaç tekrar ile gösterilirse gösterilsin, gelişme gösteremiyordu.
Benzeri bir şaşkınlığı beraber büyüdüğümüz oğlu Turan'a da sıkça yaşatmışımdır. Fakat ona yaşattıklarım daha farklı bir alanda. İskambil kağıtlarıyla oynanan oyunlarda. Bu oyunların her türlüsünde bir türlü basmayan kafamdan 'illallah' diyen emmoğlum bir keresinde şöyle demişti: "Ahmed, sen aslında zeki bir çocuksun, ama nedense böyle konularda mallaşıyorsun." Yaşanılanları hatırlayınca ben de kendisine hakvermeden edemiyorum.
Hayatımın bir döneminde, kesin bir şekilde, aptal olduğuma inandığım doğrudur. İnkar edemem. Ama bu hikayenin sonraki kısmı. Önce geriye gidelim: Çocukken kendimi gelecekte büyük işler başarabilecek kadar zeki görürdüm. Gerekli testlerden (herhalde birileri geleceğin dehalarıyla ilgileniyordu) geçmeyi bekliyordum. Yetkili makamlar bir gün mutlaka farkedecekti. Bu sadece zaman meselesiydi. Beklerken de bol bol 'olabilecekler hakkında' hayal kuruyordum. Hayalim kuvvetliydi. 'Harika çocuk' yaşarken oyalanıyordu sadece.
Öyle sanıyorum ki, bu sanrıda, eğitim sistemimizin ortalama bir zeka için bile zorlayıcı olmayan yapısının payı var. Sınavlara çalışmadan girer ve tatmin edici sonuçlar alabilirdim. Üstelik dersleri dinlemek dışında not aldığım yoktu. Her konuda bir fikrim vardı. Bir keresinde dördüncü sınıfların çözemediği bir problemi çözmem istenmişti. (Ben henüz üçüncü sınıftaydım.) Benzeri birşey ortaokulda da yaşandı. (O zaman da lise sonların sorusunu çözmeye gittim.) Bütün bu sığlıklar o yıllarda bana derinlik gibi gelirdi. Belki çocukken bunlar sahiden hüner sayılabilirdi de. Ayılmak için yüzüme çarpılması şart olan soğuk suya denk gelmemiştim henüz. Sınırlarımla tanıştığımda şiddetle sarsılacaktım.
Ta, ta, ta, taaaa! Peki bu uyanış nasıl gerçekleşti? Bu uyanış bende Fen Lisesi'ni kazanmamla gerçekleşti. Aslında kazanmanın tek başına uyandırıcılığı yoktu. Aksine muhayyilemi besliyordu da. Fakat ben orada duramadım. Sınırımı bilemedim. Tadında bırakamadım. Okula da gittim. Okulda gördüklerim aslımı kavramamda müthiş yardımcı oldu. "Günaydın Ahmed!" Meğer zeka denilen şeyden bu ülkede epey vardı. Hatta daha kötüsü: Bunlar benden de iyiydiler.
Bir hadis-i şerifte 'zenginken fakir düşene acınmasının' tavsiye edildiğini okumuştum. Yaşadıklarımdan sonra bunun salt 'mal varlığı' anlamında algılanmaması gerektiğini düşünüyorum artık. Zengini olduğunuz (veya olduğunuzu sandığınız) her neyde aniden fakir düşseniz bu şiddetli bir sarsıntıya sebep oluyor. Emile Ajar, Kral Salomon'un Bunalımı'nda diyor ki: "Bir kez elden gitmeyegörsün, ünlülükten ve kitlelerin hayranlığından daha acı birşey yoktur." Bu söze hak veriyorum. Her zenginlik kendi büyüklüğünde bir yoksunluğa gebedir. Her tokluk kendi büyüklüğünde bir açlığı doğurur. Varolanın varlığını arttırmayı isterken onun yoksunluğundan gelecek acıyı da arttırmayı istediğimizi bilmeyiz. Yıldızların hacmi büyüdükçe patlamalarından oluşacak karadelik de büyür.
Ben de tahayyülümle büyüttüğüm varlığımın aslında öyle olmadığını öğrenmekle fakir düştüm. Fen Lisesi'nde Ahmed alelade bir insandı. Sıradandı. Hatta ortalamanın bile altındaydı. Sınavlarda kopya vermesi istenen birisi değildi. Nasıl kopya verebilirdim? Deli gibi çalışmazsam o sınavlardan geçer not alamıyordum bile. İlk dönem boyunca sarfettiğim çırpınışın neticesi 'Teşekkür belgesi' almak olunca çalışmayı bıraktım. Aslında tam anlamıyla kendimi bıraktım. Hayal etmeyi bıraktım. Okul hayatım boyunca ellerim cebimde geze geze 'Takdir belgesi' almaya alışmıştım. Çalışarak onu dahi alamamak beni fena sarstı. Asıl deprem 'hayallerimin kahramanı'ndan 'hakikatin sıradanlığına' düşmemle yaşanmıştı. 'Teşekkür belgesi' yaşananı somutlaştırdı.
Somut olan şeyleri inkar etmek daha zordur. Bundan sonrası düşüş. O yıllar boyunca hep düştüm. Derslerde uyudum. İnatla hem de. Zorlukla, kopyayla, hatta bazen soruları çalarak sınıfımı geçtim. Okuldan ayrılmak yeni bir düşüş anlamına geleceğinden buna cesaret edemiyordum. Fakat içimdeki en sessiz kuyuda bunu haykırıyordum. Aslında en doğru karar da bu olurdu o dönemde. Yüreğim yetmedi. Yapamadım. Bu sefer 'aptalın teki' olduğumun garantisi altında oyalanmaya başladım. Gülmeyin. İnsan her şekilde oyalanacak birşey buluyor işte. 'Deha' olduğuna inansa da oyalanıyor, 'aptalın teki' olduğuna inansa da. Kur'an'da buyrulduğu gibi: 'Dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan ibaret...'
Bu düşüşüm de epey bir süre devam etti. Sonra, yıllar sonra, bunun da önceki ifratıma tokat bir tefrit olduğu kanaatine vardım. Her iki şekilde de aşırıya gidiyordum. İki şekilde de özgür değildim. Yolumu kendim çizmiyordum. İki şekilde de yargım başkaları üzerinden şekilleniyordu. Kendimi tartmış değildim. Zehrimi tatmış değildim. Başkaları yüzünü buruşturduğu için ekşi olduğum kanaatine varmıştım ben. Takdir edenler çoğaldığında iyiydim. Takdir edenler kalmadığında zehirdim. Bu özgürlük değildi. Bu izzetli de değildi.
Özgürlük izzete çok yakın birşeydir. İkisi de kendi ayakların/tanımların üzerinde yükselmeni zaruri görür. Özgürlük önce neyi sağlar? Özgürlük önce uzunvadeli düşünmeyi sağlar. Büyük resmi görmeyi sağlar. Başkaları seni yönetmediğinde seni yönetmek için ortada kocaman bir ben kalır. Geçmişten geleceğe uzanan ve her gün yeniden doğan, yeniden gelişen, yeniden öğrenen, yeniden büyüyen bir ben.
Derecenizi üzerlerinden tayin ettiğiniz dayatılmış/öğretilmiş jürilerden kurtulduğunuzda bir boşluğa düşersiniz. Mübarek bir boşluktur o. Bir sıfırlamadır. Yeni bir kaba akarken suyun yaşadığı şaşkınlıktır. Bu boşlukta inşa edilecek yeni denge için yeni kıstaslar gerekir. Yeni kıstaslar yeni tanımlar yapmayı zorunlu kılar. Yeni tanımlarsa yeni bakış açıları ister. Yeni bakış açıları yeni bir varlık algısını şekillendirir. Bunlar birbirleriyle bağlı şeylerdir.
Ben de o bakış açılarından birisine Dücane Cündioğlu Hoca'nın bir kitabında rastladım. 'Dalgınlık' üzerine önemli şeyler söylüyordu o metin. Aklımda şöyle bir mızrağı kalmış: "Düşünürün sermayesi dalgınlıktır."
Dalgınlıktan çok muzdarip ve onu da aptallığının bir alameti sayan benim gibi birisi için bu yeni bir bakış açısı ve varlık algısıydı. İyiliğime inanmak için bir yoldu. Herkes iyi olduğuna inanmak ister. Kötü olduğuna inanarak hayatta kalmak zordur. O cümlenin üzerimdeki etkisiyle anladım ki: Senin ne olduğun seninle ilgili olan şeyleri dünyanda nasıl konumlandırdığınla yakından ilgili.
Onları kötü görüyorsan sen de kötü olursun. Onları iyi anarsan onlar da seni iyileştirirler. O zaman ben bu aptallık dediğim şeyle savaşmayı bırakıp anlaşmaya karar verdim. Kendimi hüsnüzanla okuyacaktım. Kendimi iyi niyetle edilmiş bir nasihat gibi okuyacaktım. Nihayetinde Allah Hakîm'di. Ahmed'i de boşuboşuna yaratmamıştı. Ben de Ahmed'in ne işe yaradığını bulacaktım.
Hem mürşidim de bana o yıllarda böyle öğütledi: "İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer, Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, iman, insanı Sâni-i Zülcelâline nisbet ediyor. İman bir intisaptır. Öyle ise, insan, iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kat' eder. O kat'dan, san'at-ı Rabbâniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."
Bazı oluyor, insan, karamsarlığın imanlı kalpteki küfür izi olduğunu unutuyor. Bazı oluyor, insan, kendi hakkındaki suizannın da bir küfrî körleşme, Cenab-ı Hakk'ın yaratışı hakkında bir suizan olduğunu kaçırıyor. Bazı oluyor, insan, aptallıkla cahilliği birbirine karıştırıyor. Risale-i Nur'la hakiki tanışmam da işte bu döneme rastlar. Hissettiklerimi bazı açılardan Hulusi Yahyagil abinin ifadelerine çok benzetirim. Ne de olsa fıtratlar kardeştir. Bediüzzaman'ı ve eserlerini tanımaktan doğan coşkusunu ifade ettiği, Barla Lahikası'nın hemen başlarında yeralan bir mektubunda diyor ki merhum abimiz: "Sevgili Üstadım, evvelce arzettiğim veçhile, ben artık birşey için yaşadığımı zannediyorum."
Bu cümle her okuyuşumda kalbimi avuçluyor. 'Artık birşey için yaşadığını zannetme.' Evet, işte o mübarek farkediş, asıl özgürlük burada başlıyor. Amacı olmayanın özgürlüğü yalandır. Nereye gideceğini bilmeyeni, ihtimallerin artması ancak daha çok şaşırtır, daha çok bocalatır, daha çok esir eder. Amacı olmayan yaşamaz. Sadece oyalanır. Bende eksik olan da buydu aslında. Varlık amacımın cahiliydim ben. Bana verilenlerin neden verildiğini bilmiyordum.
Ne yöne gideceğimi seçemiyordum. Beni çevremle en uyumsuz kılan huylarımın bile bir hikmete binaen üzerime işlenmiş olacağını düşünemiyordum. Onlarla barışamıyordum. Birşeyde aptallığın herşeyde aptal olmak anlamına gelmediğini, çok şeyin aptalının dahi birşeyin, hatta çok şeyin âkili olabileceği keşfetmem aklımı özgürleştirdi. Öğretilmiş aptallıklardan kurtulmamı sağladı. Kendime uzunvadeli baktım. Geçmişin sıkletini omuzlarımdan attım. Şimdi hayatımın daha iyi bir yerinde olduğumu düşünüyorum. Elhamdülillah.
Elimden gelse, bu öğrendiğimi, tanıdığım bütün çocuklara ve gençlere öğretirim. Hepsinin bu sırra, kafalarını benim kadar duvarlara vurmadan, düşmeden, şaşırmadan erişmesini isterim. Yüreklerinden tutup onlara şöyle söylemek isterim: Ancak ne amaçla yaratıldığının farkına varan insan kendi Harikalar Diyarı'na dokunmuş olur. Amacını bulan dehasını da bulur. Herkes kendi olmakta birincidir. Herkes kendi olmakta tektir. Kanatlarını keşfetmeden kartalın tavuğu geçmesi mümkün değildir. Siz olmak konusunda sizden başka herkes size göre tavuktur. Ve her insan üzerine yaratıldığı şeyin kartalıdır. Kendimizi hüsnüzanla okumak bize kanatlarımıza dair çok sırlar söylüyor.
Benzeri bir şaşkınlığı beraber büyüdüğümüz oğlu Turan'a da sıkça yaşatmışımdır. Fakat ona yaşattıklarım daha farklı bir alanda. İskambil kağıtlarıyla oynanan oyunlarda. Bu oyunların her türlüsünde bir türlü basmayan kafamdan 'illallah' diyen emmoğlum bir keresinde şöyle demişti: "Ahmed, sen aslında zeki bir çocuksun, ama nedense böyle konularda mallaşıyorsun." Yaşanılanları hatırlayınca ben de kendisine hakvermeden edemiyorum.
Hayatımın bir döneminde, kesin bir şekilde, aptal olduğuma inandığım doğrudur. İnkar edemem. Ama bu hikayenin sonraki kısmı. Önce geriye gidelim: Çocukken kendimi gelecekte büyük işler başarabilecek kadar zeki görürdüm. Gerekli testlerden (herhalde birileri geleceğin dehalarıyla ilgileniyordu) geçmeyi bekliyordum. Yetkili makamlar bir gün mutlaka farkedecekti. Bu sadece zaman meselesiydi. Beklerken de bol bol 'olabilecekler hakkında' hayal kuruyordum. Hayalim kuvvetliydi. 'Harika çocuk' yaşarken oyalanıyordu sadece.
Öyle sanıyorum ki, bu sanrıda, eğitim sistemimizin ortalama bir zeka için bile zorlayıcı olmayan yapısının payı var. Sınavlara çalışmadan girer ve tatmin edici sonuçlar alabilirdim. Üstelik dersleri dinlemek dışında not aldığım yoktu. Her konuda bir fikrim vardı. Bir keresinde dördüncü sınıfların çözemediği bir problemi çözmem istenmişti. (Ben henüz üçüncü sınıftaydım.) Benzeri birşey ortaokulda da yaşandı. (O zaman da lise sonların sorusunu çözmeye gittim.) Bütün bu sığlıklar o yıllarda bana derinlik gibi gelirdi. Belki çocukken bunlar sahiden hüner sayılabilirdi de. Ayılmak için yüzüme çarpılması şart olan soğuk suya denk gelmemiştim henüz. Sınırlarımla tanıştığımda şiddetle sarsılacaktım.
Ta, ta, ta, taaaa! Peki bu uyanış nasıl gerçekleşti? Bu uyanış bende Fen Lisesi'ni kazanmamla gerçekleşti. Aslında kazanmanın tek başına uyandırıcılığı yoktu. Aksine muhayyilemi besliyordu da. Fakat ben orada duramadım. Sınırımı bilemedim. Tadında bırakamadım. Okula da gittim. Okulda gördüklerim aslımı kavramamda müthiş yardımcı oldu. "Günaydın Ahmed!" Meğer zeka denilen şeyden bu ülkede epey vardı. Hatta daha kötüsü: Bunlar benden de iyiydiler.
Bir hadis-i şerifte 'zenginken fakir düşene acınmasının' tavsiye edildiğini okumuştum. Yaşadıklarımdan sonra bunun salt 'mal varlığı' anlamında algılanmaması gerektiğini düşünüyorum artık. Zengini olduğunuz (veya olduğunuzu sandığınız) her neyde aniden fakir düşseniz bu şiddetli bir sarsıntıya sebep oluyor. Emile Ajar, Kral Salomon'un Bunalımı'nda diyor ki: "Bir kez elden gitmeyegörsün, ünlülükten ve kitlelerin hayranlığından daha acı birşey yoktur." Bu söze hak veriyorum. Her zenginlik kendi büyüklüğünde bir yoksunluğa gebedir. Her tokluk kendi büyüklüğünde bir açlığı doğurur. Varolanın varlığını arttırmayı isterken onun yoksunluğundan gelecek acıyı da arttırmayı istediğimizi bilmeyiz. Yıldızların hacmi büyüdükçe patlamalarından oluşacak karadelik de büyür.
Ben de tahayyülümle büyüttüğüm varlığımın aslında öyle olmadığını öğrenmekle fakir düştüm. Fen Lisesi'nde Ahmed alelade bir insandı. Sıradandı. Hatta ortalamanın bile altındaydı. Sınavlarda kopya vermesi istenen birisi değildi. Nasıl kopya verebilirdim? Deli gibi çalışmazsam o sınavlardan geçer not alamıyordum bile. İlk dönem boyunca sarfettiğim çırpınışın neticesi 'Teşekkür belgesi' almak olunca çalışmayı bıraktım. Aslında tam anlamıyla kendimi bıraktım. Hayal etmeyi bıraktım. Okul hayatım boyunca ellerim cebimde geze geze 'Takdir belgesi' almaya alışmıştım. Çalışarak onu dahi alamamak beni fena sarstı. Asıl deprem 'hayallerimin kahramanı'ndan 'hakikatin sıradanlığına' düşmemle yaşanmıştı. 'Teşekkür belgesi' yaşananı somutlaştırdı.
Somut olan şeyleri inkar etmek daha zordur. Bundan sonrası düşüş. O yıllar boyunca hep düştüm. Derslerde uyudum. İnatla hem de. Zorlukla, kopyayla, hatta bazen soruları çalarak sınıfımı geçtim. Okuldan ayrılmak yeni bir düşüş anlamına geleceğinden buna cesaret edemiyordum. Fakat içimdeki en sessiz kuyuda bunu haykırıyordum. Aslında en doğru karar da bu olurdu o dönemde. Yüreğim yetmedi. Yapamadım. Bu sefer 'aptalın teki' olduğumun garantisi altında oyalanmaya başladım. Gülmeyin. İnsan her şekilde oyalanacak birşey buluyor işte. 'Deha' olduğuna inansa da oyalanıyor, 'aptalın teki' olduğuna inansa da. Kur'an'da buyrulduğu gibi: 'Dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan ibaret...'
Bu düşüşüm de epey bir süre devam etti. Sonra, yıllar sonra, bunun da önceki ifratıma tokat bir tefrit olduğu kanaatine vardım. Her iki şekilde de aşırıya gidiyordum. İki şekilde de özgür değildim. Yolumu kendim çizmiyordum. İki şekilde de yargım başkaları üzerinden şekilleniyordu. Kendimi tartmış değildim. Zehrimi tatmış değildim. Başkaları yüzünü buruşturduğu için ekşi olduğum kanaatine varmıştım ben. Takdir edenler çoğaldığında iyiydim. Takdir edenler kalmadığında zehirdim. Bu özgürlük değildi. Bu izzetli de değildi.
Özgürlük izzete çok yakın birşeydir. İkisi de kendi ayakların/tanımların üzerinde yükselmeni zaruri görür. Özgürlük önce neyi sağlar? Özgürlük önce uzunvadeli düşünmeyi sağlar. Büyük resmi görmeyi sağlar. Başkaları seni yönetmediğinde seni yönetmek için ortada kocaman bir ben kalır. Geçmişten geleceğe uzanan ve her gün yeniden doğan, yeniden gelişen, yeniden öğrenen, yeniden büyüyen bir ben.
Derecenizi üzerlerinden tayin ettiğiniz dayatılmış/öğretilmiş jürilerden kurtulduğunuzda bir boşluğa düşersiniz. Mübarek bir boşluktur o. Bir sıfırlamadır. Yeni bir kaba akarken suyun yaşadığı şaşkınlıktır. Bu boşlukta inşa edilecek yeni denge için yeni kıstaslar gerekir. Yeni kıstaslar yeni tanımlar yapmayı zorunlu kılar. Yeni tanımlarsa yeni bakış açıları ister. Yeni bakış açıları yeni bir varlık algısını şekillendirir. Bunlar birbirleriyle bağlı şeylerdir.
Ben de o bakış açılarından birisine Dücane Cündioğlu Hoca'nın bir kitabında rastladım. 'Dalgınlık' üzerine önemli şeyler söylüyordu o metin. Aklımda şöyle bir mızrağı kalmış: "Düşünürün sermayesi dalgınlıktır."
Dalgınlıktan çok muzdarip ve onu da aptallığının bir alameti sayan benim gibi birisi için bu yeni bir bakış açısı ve varlık algısıydı. İyiliğime inanmak için bir yoldu. Herkes iyi olduğuna inanmak ister. Kötü olduğuna inanarak hayatta kalmak zordur. O cümlenin üzerimdeki etkisiyle anladım ki: Senin ne olduğun seninle ilgili olan şeyleri dünyanda nasıl konumlandırdığınla yakından ilgili.
Onları kötü görüyorsan sen de kötü olursun. Onları iyi anarsan onlar da seni iyileştirirler. O zaman ben bu aptallık dediğim şeyle savaşmayı bırakıp anlaşmaya karar verdim. Kendimi hüsnüzanla okuyacaktım. Kendimi iyi niyetle edilmiş bir nasihat gibi okuyacaktım. Nihayetinde Allah Hakîm'di. Ahmed'i de boşuboşuna yaratmamıştı. Ben de Ahmed'in ne işe yaradığını bulacaktım.
Hem mürşidim de bana o yıllarda böyle öğütledi: "İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer, Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, iman, insanı Sâni-i Zülcelâline nisbet ediyor. İman bir intisaptır. Öyle ise, insan, iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kat' eder. O kat'dan, san'at-ı Rabbâniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."
Bazı oluyor, insan, karamsarlığın imanlı kalpteki küfür izi olduğunu unutuyor. Bazı oluyor, insan, kendi hakkındaki suizannın da bir küfrî körleşme, Cenab-ı Hakk'ın yaratışı hakkında bir suizan olduğunu kaçırıyor. Bazı oluyor, insan, aptallıkla cahilliği birbirine karıştırıyor. Risale-i Nur'la hakiki tanışmam da işte bu döneme rastlar. Hissettiklerimi bazı açılardan Hulusi Yahyagil abinin ifadelerine çok benzetirim. Ne de olsa fıtratlar kardeştir. Bediüzzaman'ı ve eserlerini tanımaktan doğan coşkusunu ifade ettiği, Barla Lahikası'nın hemen başlarında yeralan bir mektubunda diyor ki merhum abimiz: "Sevgili Üstadım, evvelce arzettiğim veçhile, ben artık birşey için yaşadığımı zannediyorum."
Bu cümle her okuyuşumda kalbimi avuçluyor. 'Artık birşey için yaşadığını zannetme.' Evet, işte o mübarek farkediş, asıl özgürlük burada başlıyor. Amacı olmayanın özgürlüğü yalandır. Nereye gideceğini bilmeyeni, ihtimallerin artması ancak daha çok şaşırtır, daha çok bocalatır, daha çok esir eder. Amacı olmayan yaşamaz. Sadece oyalanır. Bende eksik olan da buydu aslında. Varlık amacımın cahiliydim ben. Bana verilenlerin neden verildiğini bilmiyordum.
Ne yöne gideceğimi seçemiyordum. Beni çevremle en uyumsuz kılan huylarımın bile bir hikmete binaen üzerime işlenmiş olacağını düşünemiyordum. Onlarla barışamıyordum. Birşeyde aptallığın herşeyde aptal olmak anlamına gelmediğini, çok şeyin aptalının dahi birşeyin, hatta çok şeyin âkili olabileceği keşfetmem aklımı özgürleştirdi. Öğretilmiş aptallıklardan kurtulmamı sağladı. Kendime uzunvadeli baktım. Geçmişin sıkletini omuzlarımdan attım. Şimdi hayatımın daha iyi bir yerinde olduğumu düşünüyorum. Elhamdülillah.
Elimden gelse, bu öğrendiğimi, tanıdığım bütün çocuklara ve gençlere öğretirim. Hepsinin bu sırra, kafalarını benim kadar duvarlara vurmadan, düşmeden, şaşırmadan erişmesini isterim. Yüreklerinden tutup onlara şöyle söylemek isterim: Ancak ne amaçla yaratıldığının farkına varan insan kendi Harikalar Diyarı'na dokunmuş olur. Amacını bulan dehasını da bulur. Herkes kendi olmakta birincidir. Herkes kendi olmakta tektir. Kanatlarını keşfetmeden kartalın tavuğu geçmesi mümkün değildir. Siz olmak konusunda sizden başka herkes size göre tavuktur. Ve her insan üzerine yaratıldığı şeyin kartalıdır. Kendimizi hüsnüzanla okumak bize kanatlarımıza dair çok sırlar söylüyor.
Etiketler:
Akıllı,
Aptal,
Bediüzzaman,
Çocuk,
Deha,
Eğitim,
Emile Ajar,
genç,
Hulusi Yahyagil,
İman,
İyimserlik,
kanat,
Karamsarlık,
kartal,
kendimizi okumak,
Kral Salomon'un Bunalımı,
Küfür
1 Haziran 2017 Perşembe
Sen kendini unutursun ama kendin seni unutmaz
"Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü'min, şuurla okur ve o intisapla okutur." 23. Söz'den.
Çok tecrübe ettim. Hep öyle olduğunu gördüm. İçindekileri dökmekte bir müsekkin etkisi var. Velev yazmak kadarcık olsun. Bardağın taşkınlığından gelen/gelebilecek rahatsızlığı alıyor bu döküşler. Tedirginliği azaltıyor. Üstünden biraz eksiltiyorsun, sadece bir dudak payı belki, daha stressiz kılıyor bu seni. Daha az dolu bardağın dökülmesinden daha az korkmak gibi.
Demek gün boyu elinde bir tepsiyle geziyorsun. Tepsideki bardakların doluluğu sürecin gerilimini de belirliyor. Ne zaman onlardan birazcık eksiltsen yürüyüşün kolaylaşacak. Adımlarına daha az özeneceksin. Daha da az zahmet çekeceksin. Daha az dikkat edecek ve daha az gerileceksin. Gözün bardaklarda daha az kalacak. Zihnin ve kalbin süreçten daha az yıpranacak. İşte, dolu bardaklarımızı, bir dudak payı olsun eksiltmeye yarıyor bu iç döküşler. Cenab-ı Hak bize bu nimeti şu zahmeti eksiltelim diye vermiş.
Peki, sadece anlatmak, yani başka hiçbirşey elde edemeden anlatmak, belki duyan bile olmadan/aramadan anlatmak, nasıl derdin azalmasına yardımcı oluyor? Ben bu sorunun cevabını şöyle bir açıdan bakarak vermeyi seçiyorum:
Neyi yapmak üzerine yaratıldıysak onu yaparken tatmin oluruz. Onunla 'işe yaradığımızı' hissederiz. İnsanın varediliş amacı sadece 'yaşamak' değilse, yani hedefi salt 'kendisi' değilse, yani 'tatmak' dışında 'tattırmak' gibi bir amacı da varsa, o zaman varlığının dengesini ancak bu iki şeyin beraberliğiyle sürdürebilir demektir. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Biz hem 'tatmak' yoluyla biriktirmek hem de 'tattırmak' yoluyla dökmek için yaratılmışız. Kabımızın kaderinde ikisi de var. Elimizde kazan değil tas var. Tencere değil kaşığız. Küçücük kabımızın çabucak dolup bu doluluktan sıkılmasıyla amacının yalnızca biriktirmek olmadığını anlıyoruz. Fabrika ayarlarımız bize aslımızı hatırlatıyor.
Fıtratımızın bir kısmı bunun üzerine. Öyle ya! Öğrendiğimiz gibi öğretiyoruz da, yediğimiz gibi pişiriyoruz da, gördüğümüz gibi gösteriyoruz da... Bizde yansıyan ne varsa onu biz de kendi rengimizde başkalarına yansıtıyoruz. Varlığımızın her zaman iki yönü var. Bu yönlerden birisi bize bakıyor diğeri başkalarına. Evet, ilk bakışta, bu başkalarına bakan yönün de bencil bir tarafı var. Öğretmekten, pişirmekten ve göstermekten bir ücret alıyoruz. Fakat ondan önce keyif alıyoruz, ondan da önce kemal alıyoruz, ondan da önce 'bir işe yaradığımızı' veya 'doğru şeyi yaptığımızı' hissediyoruz. Tatmin oluyoruz. İçimizde bir yerde birisi bağırıyor: Bunu sadece sen yaşayamazsın. Bu tecrübe sadece sende kalamaz. Varlığın yolunu tıkamaktan vazgeç. Paylaş onu! Paylaş onu! Paylaş onu!
Parçanın sadece kendisine karşı değil bütüne karşı da sorumlulukları var. Ve bu sorumluluklardan bir tanesi, en içimizden gelen sesiyle, paylaşmaktır. Onun şarkısını kulağımıza en çok söyleyen de şefkattir. Tevhidî bir bütünlüğün parçası olan bizler, yani 'ol' demekle 'olan'ın içindekiler, parça olduğumuzu elbette sezmekteyiz. Kendi içimizde bu durumun delillerini görebiliyoruz.
Hem elde etmek istiyor hem fedakârlık edebiliyoruz. Bir güzelliği hırsla arzuladığımız gibi bir güzele merhamet de edebiliyoruz. Arzu ile kazanmaya çalıştığımız gibi şefkat ile vazgeçmeyi de biliyoruz. Bütüne karşı olan sorumluluklarımız bize parçamıza dair fedakârlıkları öğütlüyor. Parçamıza karşı olan sorumluluklarımız bizi bencilleştiriyor. Nefsîmiz parçamızı hatırlatıyor. Vicdanımız bütünü çağrıştırıyor. Bu iki kanat ile uçuyoruz varlık âleminde. Varoluşumuz hem 'görmeye' hem 'göstermeye' yatkın.
Her bir ferdi 'bilmenin farklı bir şekli' olan bizler, yani orijinal aynalar, eğer nefis sahibi olmasaydık ne olurdu?
Görmeyen gösteremez. Tatmayan tattıramaz. Sevmeyen sevdiremez. Bu bizim, varlığının farkında olan parçalar olarak, bütüne yeni şeyler katmamıza engel olurdu. Yazmakla başladık. Oradan devam edelim: Eğer ben, bireysel olarak yazmayı arzulamasam, bu yazıyla okurlarımın oluşturduğu bütünlüğe nasıl katkıda bulunabilirdim? Bir aşçı, bireysel olarak 'canı çekme' diye bir duyuya/hisse sahip olmasa, o kadar güzel yemekleri bizlere nasıl sunabilirdi?
Bir bilimadamı, bireysel olarak yeni şeyler keşfetmeye arzu duymasa, insanlığa faydalı o kadar şeyi nasıl ortaya koyabilirdi? Yani demek istiyorum ki: Bütünün eriştiği her marifet aslında parçanın arzulamasına bakıyor. Parça birşeylere, kendisinde tecelli eden Esmaü'l-Hüsnanın has gölgesinde şahit oldukça, o has dairenin bilgisi bütünün de bilgisi olmaya hazırlanıyor. Biz'in elde ettikleri 'ben'lerimiz üzerinden bahşediliyor. Bir Aleyhissalatuvesselam dünyaya geliyor mesela. Onun aynalığıyla muhatap olmaya layık olduğu yüce vahiyden bütün insanlık istifade ediyor. Elhamdülillah.
Şuara sûresi, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın kendisine bahşedilen hidayeti insanlıkla paylaşma arzusunu anlatırken şöyle bir ifade kullanıyor: "Onlar iman etmiyor diye neredeyse kendini helak edeceksin." Kehf sûresinde aynı şiddetli arzunun altını şöyle çiziyor: "Onlar bu Kur'ân'a inanmıyorlar diye onların arkalarından eseflenmekle neredeyse kendini tüketeceksin."
İşte, o şanlı Nebi aleyhissalatuvesselamın şahsında en yücesini gördüğümüz bu paylaşma arzusu, aslında hepimizde küçük küçük varolan 'gördüğünü gösterme arzusu' ile akraba, aynı kanunun parçaları onlar. İnsan sadece kendisi/parçası için yaratılmamıştır. Yaratılış amacı sadece kendisi değildir. Bunu bize en çok paylaşmaya duyduğumuz arzu gösterir.
Ve paylaştığımızda hissettiğimiz o mutluluk. O tatmin hissi. O hafifleme. O sevinç veya rahatlama. Bunlar şahidimizdir ki, biz sadece kendimizle yetinmek için yaratılmadık. Öyle ya! Dert olsa paylaştığımızda azalıyor. Sevinç olsa paylaştığımızda artıyor. Stres olsa paylaştığımızda dağılıyor. Gülüş olsa paylaştığımızda çoğalıyor. Bu güzel hissedişler birşeylerin işareti. Bardağın üzerinden eksilttiğimizi hissediyoruz. Bu hissedişten görevimizi yerine getirdiğimizi anlıyoruz. Huzurlanıyoruz. Aklen ister şuurunda olalım ister olmalayım: Parçamız bütünün ve ona karşı sorumluluklarının farkında. İşte fıtratın en güzel tarafı da bu: Sen kendini unutsan bile kendin sana sen'i unutturmaz. Allah 'vicdan' ve 'fıtrat' denilen iki dostu böylece bırakmış içimize.
Çok tecrübe ettim. Hep öyle olduğunu gördüm. İçindekileri dökmekte bir müsekkin etkisi var. Velev yazmak kadarcık olsun. Bardağın taşkınlığından gelen/gelebilecek rahatsızlığı alıyor bu döküşler. Tedirginliği azaltıyor. Üstünden biraz eksiltiyorsun, sadece bir dudak payı belki, daha stressiz kılıyor bu seni. Daha az dolu bardağın dökülmesinden daha az korkmak gibi.
Demek gün boyu elinde bir tepsiyle geziyorsun. Tepsideki bardakların doluluğu sürecin gerilimini de belirliyor. Ne zaman onlardan birazcık eksiltsen yürüyüşün kolaylaşacak. Adımlarına daha az özeneceksin. Daha da az zahmet çekeceksin. Daha az dikkat edecek ve daha az gerileceksin. Gözün bardaklarda daha az kalacak. Zihnin ve kalbin süreçten daha az yıpranacak. İşte, dolu bardaklarımızı, bir dudak payı olsun eksiltmeye yarıyor bu iç döküşler. Cenab-ı Hak bize bu nimeti şu zahmeti eksiltelim diye vermiş.
Peki, sadece anlatmak, yani başka hiçbirşey elde edemeden anlatmak, belki duyan bile olmadan/aramadan anlatmak, nasıl derdin azalmasına yardımcı oluyor? Ben bu sorunun cevabını şöyle bir açıdan bakarak vermeyi seçiyorum:
Neyi yapmak üzerine yaratıldıysak onu yaparken tatmin oluruz. Onunla 'işe yaradığımızı' hissederiz. İnsanın varediliş amacı sadece 'yaşamak' değilse, yani hedefi salt 'kendisi' değilse, yani 'tatmak' dışında 'tattırmak' gibi bir amacı da varsa, o zaman varlığının dengesini ancak bu iki şeyin beraberliğiyle sürdürebilir demektir. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Biz hem 'tatmak' yoluyla biriktirmek hem de 'tattırmak' yoluyla dökmek için yaratılmışız. Kabımızın kaderinde ikisi de var. Elimizde kazan değil tas var. Tencere değil kaşığız. Küçücük kabımızın çabucak dolup bu doluluktan sıkılmasıyla amacının yalnızca biriktirmek olmadığını anlıyoruz. Fabrika ayarlarımız bize aslımızı hatırlatıyor.
Fıtratımızın bir kısmı bunun üzerine. Öyle ya! Öğrendiğimiz gibi öğretiyoruz da, yediğimiz gibi pişiriyoruz da, gördüğümüz gibi gösteriyoruz da... Bizde yansıyan ne varsa onu biz de kendi rengimizde başkalarına yansıtıyoruz. Varlığımızın her zaman iki yönü var. Bu yönlerden birisi bize bakıyor diğeri başkalarına. Evet, ilk bakışta, bu başkalarına bakan yönün de bencil bir tarafı var. Öğretmekten, pişirmekten ve göstermekten bir ücret alıyoruz. Fakat ondan önce keyif alıyoruz, ondan da önce kemal alıyoruz, ondan da önce 'bir işe yaradığımızı' veya 'doğru şeyi yaptığımızı' hissediyoruz. Tatmin oluyoruz. İçimizde bir yerde birisi bağırıyor: Bunu sadece sen yaşayamazsın. Bu tecrübe sadece sende kalamaz. Varlığın yolunu tıkamaktan vazgeç. Paylaş onu! Paylaş onu! Paylaş onu!
Parçanın sadece kendisine karşı değil bütüne karşı da sorumlulukları var. Ve bu sorumluluklardan bir tanesi, en içimizden gelen sesiyle, paylaşmaktır. Onun şarkısını kulağımıza en çok söyleyen de şefkattir. Tevhidî bir bütünlüğün parçası olan bizler, yani 'ol' demekle 'olan'ın içindekiler, parça olduğumuzu elbette sezmekteyiz. Kendi içimizde bu durumun delillerini görebiliyoruz.
Hem elde etmek istiyor hem fedakârlık edebiliyoruz. Bir güzelliği hırsla arzuladığımız gibi bir güzele merhamet de edebiliyoruz. Arzu ile kazanmaya çalıştığımız gibi şefkat ile vazgeçmeyi de biliyoruz. Bütüne karşı olan sorumluluklarımız bize parçamıza dair fedakârlıkları öğütlüyor. Parçamıza karşı olan sorumluluklarımız bizi bencilleştiriyor. Nefsîmiz parçamızı hatırlatıyor. Vicdanımız bütünü çağrıştırıyor. Bu iki kanat ile uçuyoruz varlık âleminde. Varoluşumuz hem 'görmeye' hem 'göstermeye' yatkın.
Her bir ferdi 'bilmenin farklı bir şekli' olan bizler, yani orijinal aynalar, eğer nefis sahibi olmasaydık ne olurdu?
Görmeyen gösteremez. Tatmayan tattıramaz. Sevmeyen sevdiremez. Bu bizim, varlığının farkında olan parçalar olarak, bütüne yeni şeyler katmamıza engel olurdu. Yazmakla başladık. Oradan devam edelim: Eğer ben, bireysel olarak yazmayı arzulamasam, bu yazıyla okurlarımın oluşturduğu bütünlüğe nasıl katkıda bulunabilirdim? Bir aşçı, bireysel olarak 'canı çekme' diye bir duyuya/hisse sahip olmasa, o kadar güzel yemekleri bizlere nasıl sunabilirdi?
Bir bilimadamı, bireysel olarak yeni şeyler keşfetmeye arzu duymasa, insanlığa faydalı o kadar şeyi nasıl ortaya koyabilirdi? Yani demek istiyorum ki: Bütünün eriştiği her marifet aslında parçanın arzulamasına bakıyor. Parça birşeylere, kendisinde tecelli eden Esmaü'l-Hüsnanın has gölgesinde şahit oldukça, o has dairenin bilgisi bütünün de bilgisi olmaya hazırlanıyor. Biz'in elde ettikleri 'ben'lerimiz üzerinden bahşediliyor. Bir Aleyhissalatuvesselam dünyaya geliyor mesela. Onun aynalığıyla muhatap olmaya layık olduğu yüce vahiyden bütün insanlık istifade ediyor. Elhamdülillah.
Şuara sûresi, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın kendisine bahşedilen hidayeti insanlıkla paylaşma arzusunu anlatırken şöyle bir ifade kullanıyor: "Onlar iman etmiyor diye neredeyse kendini helak edeceksin." Kehf sûresinde aynı şiddetli arzunun altını şöyle çiziyor: "Onlar bu Kur'ân'a inanmıyorlar diye onların arkalarından eseflenmekle neredeyse kendini tüketeceksin."
İşte, o şanlı Nebi aleyhissalatuvesselamın şahsında en yücesini gördüğümüz bu paylaşma arzusu, aslında hepimizde küçük küçük varolan 'gördüğünü gösterme arzusu' ile akraba, aynı kanunun parçaları onlar. İnsan sadece kendisi/parçası için yaratılmamıştır. Yaratılış amacı sadece kendisi değildir. Bunu bize en çok paylaşmaya duyduğumuz arzu gösterir.
Ve paylaştığımızda hissettiğimiz o mutluluk. O tatmin hissi. O hafifleme. O sevinç veya rahatlama. Bunlar şahidimizdir ki, biz sadece kendimizle yetinmek için yaratılmadık. Öyle ya! Dert olsa paylaştığımızda azalıyor. Sevinç olsa paylaştığımızda artıyor. Stres olsa paylaştığımızda dağılıyor. Gülüş olsa paylaştığımızda çoğalıyor. Bu güzel hissedişler birşeylerin işareti. Bardağın üzerinden eksilttiğimizi hissediyoruz. Bu hissedişten görevimizi yerine getirdiğimizi anlıyoruz. Huzurlanıyoruz. Aklen ister şuurunda olalım ister olmalayım: Parçamız bütünün ve ona karşı sorumluluklarının farkında. İşte fıtratın en güzel tarafı da bu: Sen kendini unutsan bile kendin sana sen'i unutturmaz. Allah 'vicdan' ve 'fıtrat' denilen iki dostu böylece bırakmış içimize.
31 Mayıs 2017 Çarşamba
Atmadığını görebilmek
"Ben bir başkasıdır."
Arthur Rimbaud
Bu sıralar beni kendisiyle meşgul eden şeylerden birisi de şu: Sanki nerede bir güzel var ona bir ayna da yaratılıyor. Hem o kendisini seyretsin hem ayna onu seyretsin. İkisi de var. İkisi de yaşanıyor. Kilitsiz anahtar veya anahtarsız kilit olmuyor. Kalp bile kendine mukabil bir kalp arıyor. Güzel ile aynası birbirine bağlı. Tıpkı mürşidimin sivrisineğin gözüyle güneşi birbirine bağlaması gibi. Öyle ya! Göz olmasa ışığın ne kıymeti kalırdı? Âşık Veysel'in kendi kalbinden okuduğu: Güzelliğin ederi neydi aşk olmasaydı? Masivasının varlığı Allah'ın marifet aynası olduğu gibi, o büyük aynanın parçaları da birbirlerinin aynası, bir şekilde o kanunun birer parçası. Birbirleriyle yaşadıkları tecrübeden 'daha üst bir aynalığın' varlığını hissediyorlar. Eğer aynalar koridorunda boğulmazlarsa...
Şu an yaptığım yazma işi bile bir tür yansıtma aslında. Yahut da durup aynamda yansıtılanı seyretme. Seyre zaman ayırma. Yazarak kendimi seyrediyorum veya seyretmeye çalışıyorum. Tekrar tekrar düşünerek aynama uzanıyorum. Ona yoğunlaşıyorum. Görüyorum. Bu göz yüksek konsantrasyon istiyor. Kendilik nehrimde 'an' avlıyorum. Arkamda bıraktığım Ahmed'lerin izini takip ediyorum. Kendime, kendiliğime, mana-i harfîliğime, arızî varlığıma dokunuyorum. Beyaz kağıdın da bir yansıtıcılığı var. Ötesini görmek için baktığın herşeyin bir yansıtıcılığı var. Kalemimle üzerimi kazıyıp ortaya çıkarıyorum.
Bu yazıyı kaleme alıncaya kadar bir dizi şey yaşadım. Bir dizi metin okudum. Bir dizi tecrübe yaşatıldı bana. Bir dizi fikir ihsan edildi. Birçok şeye dikkatim çekildi. Birçok detay, ben farkında olmadan, bana dokunup gittiler. Sabah sokakta gördüğüm kediler. Ağladığına şahit olduğum kadın. Otobüsteki asık yüzler. Martıyla karganın kavgası. Gökyüzü, gökyüzü, gökyüzü... Bütün bunlar bir yere yansıdı. Ben de onların birazını okudum. Vahyin, Cebrail aleyhisselam ile Efendimiz aleyhissalatuvesselam iletilmesi gibi, biz de kalp aynamız üzerinden okuduk bazı şeyleri. Berzahı oydu. İçimde hem yansıtan hem yansıyanı izleyebilen bir göz vardı. Şuur insanın kendisini de izleyebildiği bir göz gibiydi. Yüzlerce fotoğraf çektim kendi içimde. Yazmak bundan başka ne ki?
Şimdi, eğer mecalin varsa, kulluk diye üzerimizde vazife olan herşeye bu pencereden bakmaya çalış. Belki de her eylediğimiz bir aynalıktan ibaret. Sadece bu aynalıkların derinlik farkı var. Göstermek bir aynalık olduğu gibi, gösterdiğini bilmek ve bildiğini göstermek de bir aynalık. Namaz kılıyoruz, duruyor ve durgunlaşıyoruz, aynamızı daha net görebilmek ve gösterebilmek için. Oruç tutuyoruz, duruyor ve durgunlaşıyoruz, aynamızı daha net görebilmek ve gösterebilmek için. Tefekkür ediyoruz, duruyor ve durgunlaşıyoruz, aynamızı daha net görebilmek ve aynalığımızı gösterebilmek için. İbadetlerin çoğunda varolan bu hayatın akışından kopup bambaşka bir hale bürünme, en azından deneme bunu, durgunlaşma/berraklaşma, belki de aynanın kendi aynalığının farkına varması için gereken birşey. Çünkü insan da nihayetinde kendisinin ötekisidir. Kendim'izin iman etmesi için ben'i görmeyi ihtiyacı var. Ayet-i kerimenin işaret ettiği şekliyle ifade edersek: 'Attığın zaman' atanın 'sen' olmadığı görünce ancak 'sen'in imanı tamam olur.
Arthur Rimbaud
Bu sıralar beni kendisiyle meşgul eden şeylerden birisi de şu: Sanki nerede bir güzel var ona bir ayna da yaratılıyor. Hem o kendisini seyretsin hem ayna onu seyretsin. İkisi de var. İkisi de yaşanıyor. Kilitsiz anahtar veya anahtarsız kilit olmuyor. Kalp bile kendine mukabil bir kalp arıyor. Güzel ile aynası birbirine bağlı. Tıpkı mürşidimin sivrisineğin gözüyle güneşi birbirine bağlaması gibi. Öyle ya! Göz olmasa ışığın ne kıymeti kalırdı? Âşık Veysel'in kendi kalbinden okuduğu: Güzelliğin ederi neydi aşk olmasaydı? Masivasının varlığı Allah'ın marifet aynası olduğu gibi, o büyük aynanın parçaları da birbirlerinin aynası, bir şekilde o kanunun birer parçası. Birbirleriyle yaşadıkları tecrübeden 'daha üst bir aynalığın' varlığını hissediyorlar. Eğer aynalar koridorunda boğulmazlarsa...
Şu an yaptığım yazma işi bile bir tür yansıtma aslında. Yahut da durup aynamda yansıtılanı seyretme. Seyre zaman ayırma. Yazarak kendimi seyrediyorum veya seyretmeye çalışıyorum. Tekrar tekrar düşünerek aynama uzanıyorum. Ona yoğunlaşıyorum. Görüyorum. Bu göz yüksek konsantrasyon istiyor. Kendilik nehrimde 'an' avlıyorum. Arkamda bıraktığım Ahmed'lerin izini takip ediyorum. Kendime, kendiliğime, mana-i harfîliğime, arızî varlığıma dokunuyorum. Beyaz kağıdın da bir yansıtıcılığı var. Ötesini görmek için baktığın herşeyin bir yansıtıcılığı var. Kalemimle üzerimi kazıyıp ortaya çıkarıyorum.
Bu yazıyı kaleme alıncaya kadar bir dizi şey yaşadım. Bir dizi metin okudum. Bir dizi tecrübe yaşatıldı bana. Bir dizi fikir ihsan edildi. Birçok şeye dikkatim çekildi. Birçok detay, ben farkında olmadan, bana dokunup gittiler. Sabah sokakta gördüğüm kediler. Ağladığına şahit olduğum kadın. Otobüsteki asık yüzler. Martıyla karganın kavgası. Gökyüzü, gökyüzü, gökyüzü... Bütün bunlar bir yere yansıdı. Ben de onların birazını okudum. Vahyin, Cebrail aleyhisselam ile Efendimiz aleyhissalatuvesselam iletilmesi gibi, biz de kalp aynamız üzerinden okuduk bazı şeyleri. Berzahı oydu. İçimde hem yansıtan hem yansıyanı izleyebilen bir göz vardı. Şuur insanın kendisini de izleyebildiği bir göz gibiydi. Yüzlerce fotoğraf çektim kendi içimde. Yazmak bundan başka ne ki?
Şimdi, eğer mecalin varsa, kulluk diye üzerimizde vazife olan herşeye bu pencereden bakmaya çalış. Belki de her eylediğimiz bir aynalıktan ibaret. Sadece bu aynalıkların derinlik farkı var. Göstermek bir aynalık olduğu gibi, gösterdiğini bilmek ve bildiğini göstermek de bir aynalık. Namaz kılıyoruz, duruyor ve durgunlaşıyoruz, aynamızı daha net görebilmek ve gösterebilmek için. Oruç tutuyoruz, duruyor ve durgunlaşıyoruz, aynamızı daha net görebilmek ve gösterebilmek için. Tefekkür ediyoruz, duruyor ve durgunlaşıyoruz, aynamızı daha net görebilmek ve aynalığımızı gösterebilmek için. İbadetlerin çoğunda varolan bu hayatın akışından kopup bambaşka bir hale bürünme, en azından deneme bunu, durgunlaşma/berraklaşma, belki de aynanın kendi aynalığının farkına varması için gereken birşey. Çünkü insan da nihayetinde kendisinin ötekisidir. Kendim'izin iman etmesi için ben'i görmeyi ihtiyacı var. Ayet-i kerimenin işaret ettiği şekliyle ifade edersek: 'Attığın zaman' atanın 'sen' olmadığı görünce ancak 'sen'in imanı tamam olur.
27 Mayıs 2017 Cumartesi
Kendilik kuyularından kaçış
"Hiçbirşey düşünmemek için saatlerce kitap okuyordum." Emile Ajar, Kral Salomon'un Bunalımı'ndan.
Bütün bu yazmak-okumak çabalarının bir kaçıştan ibaret olduğunu düşünüyorum bazen. İçimizdeki karanlık yerden, kendi kendimize kaldığımızda yaşadığımız o boşluktan, batma hissinden, çeşitli meşguliyetlerle kaçıyoruz. Bu bir 'yüzeyde kalma' çabası. Kendilik kuyularından kaçış. Hareketin sarhoşluğu. Tıpkı boğulan veya düşen birisinin çevresindeki nesnelere tutunarak kendisini yukarıya çekmeye çalışması gibi. Sığlığımız bize kurtulduğumuzu düşündürüyor. Yüzeyde kaldığımızı...
Herşey düşüyor. Herşey düştüğünü hissediyor. Herşey, eğer kendi kendisine kalırsa, bu düşüşe gözlerini kapatamayacağını görüyor.
Bu yüzden devam ediyor şu çılgınca hareket. Bu yüzden galaksiler, yıldızlar ve gezegenler sürekli dönüyor. Bir girdaba kapılmış gibiyiz. Sistemler düşerken yıldızlara, yıldızlar düşerken gezegenlere, gezegenler düşerken uydularına tutunmaya çalışıyor. Bir çekim kanunu değil bu. Bu bir tutuş kanunu. Tutunmak böyle olur. Tutunduğunu çekersin. Herşey kendisinden küçükleri beraberinde sürüklüyor. Bu yüzden, eğer mevcutta böyle şeyler yoksa, yüzeyde kalmasını sağlayacak kavgalar kurguluyor, 'mış' gibi yapıyor.
8. Söz'de kuyuya düşen talihsiz kardeş gibi. Bahtı hakkında kendisini kandırıyor. Düşüşü hakkında kendisini kandırıyor. Kuyu hakkında kendisini kandırıyor. Futbolu konuşuyor. Politikayı tartışıyor. Komşunun arabasını parkediş şeklini eleştiriyor. Boşanan ünlülerin dedikodusunu ediyor. Ulaşabildiği her sığlığa muhtaç. Aklını geveze etmeli. Gevezelik aklın uyuşturucusudur. Bunlarla meşgul olması lazım. Yüzeyde kalması lazım. Kuyunun dibinde ağzını açmış bekleyen bir ejderha var. Üstünde aslan var. Onları görmemesi lazım. Oyalanması lazım. Unutması lazım. Öyle sanıyor.
Bu boğulma fobisi insanda fıtrîdir. Hepimizde vardır. Varoluşumuzla birlikte gelmiştir. Bizler, "Hayy ve Kayyum Neden Kardeştir?" yazı serisinde dikkat çekmeye çalıştığım gibi, varlığımızın ism-i Kayyum ile sıkı ilişkisinin, an'dan an'a sürekli varedilmesi gerektiğinin (şuurlu veya şuursuz) farkında/hissinde olan bireyler olarak, kendi arızîliklerimizden kaçmaya muhtacız. Nefis arızî olduğunu düşünürek 'lezzetlerin acılaşmasından' kaçınamaz. Arızîlik bütün kısavadeli düşleri öldürür. Nefsin canı kısa düşünmektedir. Lezzeti orada arar.
Faniliğin sancısından dolayı intihara meyleden şey de nefistir. Devamı gelmeyen lezzet hakikatte 'lezzet' değildir çünkü. Tanıştırıldığınız yeni bir yoksunluktur. Her yeni aşk yeni bir ayrılıktır. Nefis 'geçicilik'le barışamadığında sahibini ya gaflet yahut da elem içinde bırakır.
Neden telaşlıyız? Neden heyecanlanıyoruz? Neden korkuyoruz? Neden hüzünlüyüz? Neden karamsarız? Hepsinin yaratılmış olmamızla bir ilgisi var. Bunlar yaratılmışlığımızın psikolojik delilleri. İpten köprüler üzerinde zorlukla yürüyen insanlar gibi, bir yerden elimizi çektiğimizde, bizi güvende tutacak diğer bir parçadan tutunmaya koşarız. An'dan an'a sıçrarız. Arası korkudur. Konağı endişedir. Durakları sıkıntılıdır. Süreç garantisizliğinden dolayı karamsarlık kokar ve hüzünlüdür. Gelecek korkusunu atomlarına kadar parçalasanız bu an'dan an'a sıçrayışların endişesine dönüşür.
Şimdi varız, fakat sonra da varolacak mıyız? Bugün varız, fakat yarın da olacak mıyız? İsm-i Kayyum ile olan bu ilişkimiz bizi varolmak konusunda sürekli endişeli kılıyor. Mürşidimin 'acz ve fakr' öğretisiyle insanlığa tekrar hatırlatmaya çalıştığı açlık bu. Ayna ışığını korumak için güneşe muhtaç. Hakikatimiz böyle. Sorunla yüzleşmeden tedavi başlamaz. İsm-i Kayyum bize bu güçsüzlüğü Allah'a olan muhtaçlığımızın şuurunda olalım diye yaşatıyor. Kayyumiyete maruz kalmak Rahmaniyeti aramak/anlamak için. Ayna parıltı için güneşin rızasını kollaması gerektiğini anlasın. Ancak biz meselenin o tarafına doğru gitmeyi tercih etmediğimizden yüzeyde birşeylere tutunmaya devam ediyoruz. Yüzeyin de bizimle birlikte battığını görmezden gelmeye çalışarak.
Sığlaşma, gaflet, körlük, vurdumduymazlık, ahmaklık veya her ne derseniz deyin, bütün bu hamlıklar insanın yüzeye âşık yaşamasının sonucudur. 6. Söz'deki ifadesiyle, 'fırtınalı dünya yüzü'ne âşık yaşayanlar, dalgalar içindeki değişime tutunarak hayatta kalmaya çalışırlar. Fakat fırtına sadece yüzeydedir. Batmaya cesaret ettiğin anda suyun altında fırtına kalmadığını görürsün. Derinlerin yüzeyde yaşanan kavgalardan haberi yoktur.
Komşunun arabasını parkediş şekli melekleri endişelendirmez. İnsan kendi içinde batmaya cesaret edebildiği ölçüde dışarının fırtınalarından korunmuş olur. İçinde birşeyleri değiştirmek için değil sadece. İçindeki âlemin yüzeyin fırtınalarıyla aslında o kadar da ilgili olmadığını görebilmek için.
"Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir..." derken belki mürşidimin dikkatleri çektiği de budur. Eşyanın hakikatine indiğinde fırtınanın aslında ötende yaşanan birşey olduğunu görürsün. İncinmekten daha az korkarsın. Cesaretin artar. Fakat bunun için yüzeyle arana biraz mesafe koyman lazım. Yüzey, onunla meşgul oldukça, seni kendi üstüne itiyor. Seni kendine maruz bırakıyor. Eskitiyor. Sığlaştırıyor. Hamlaştırıyor. Bugünleştiriyor. Sıkıyor da sıkıyor.
Bir nehri, onun üzerindeki hiçbir nesneye tutunmadan izlediğinde, gözlerin nehirle beraber gitmez. Manzara hep önünde kalır. Fakat bu kadarcık olsun tutunduğunda, birşeye takıldığında, onunla akar gider bakışın ve belki bu gidişten acı da çeker. Yüzeyle ilgilenmek o ilgi boyunca sarfedilen her çabayı kendisiyle beraber eskitir. Gidici kılar. Fırtınaya maruz bırakır. Canını yakar. Dünyanın canımızı daha az yakmasını istiyorsak bizi yüzeyine itmesine izin vermemeliyiz. Çok az insanın ilgi gösterdiği sessiz derinliklerle barışmalıyız. Önce kendi içimizdeki derinlikle. Sonra kainatın esma derinliğiyle. Bir kere insek göreceğiz. Orada bu fırtınalar yok. İşte, Ramazan orucu, yaşattığı şu dinginlik içinde kulağımıza aynı şarkıyı söylemiyor mu?
Bütün bu yazmak-okumak çabalarının bir kaçıştan ibaret olduğunu düşünüyorum bazen. İçimizdeki karanlık yerden, kendi kendimize kaldığımızda yaşadığımız o boşluktan, batma hissinden, çeşitli meşguliyetlerle kaçıyoruz. Bu bir 'yüzeyde kalma' çabası. Kendilik kuyularından kaçış. Hareketin sarhoşluğu. Tıpkı boğulan veya düşen birisinin çevresindeki nesnelere tutunarak kendisini yukarıya çekmeye çalışması gibi. Sığlığımız bize kurtulduğumuzu düşündürüyor. Yüzeyde kaldığımızı...
Herşey düşüyor. Herşey düştüğünü hissediyor. Herşey, eğer kendi kendisine kalırsa, bu düşüşe gözlerini kapatamayacağını görüyor.
Bu yüzden devam ediyor şu çılgınca hareket. Bu yüzden galaksiler, yıldızlar ve gezegenler sürekli dönüyor. Bir girdaba kapılmış gibiyiz. Sistemler düşerken yıldızlara, yıldızlar düşerken gezegenlere, gezegenler düşerken uydularına tutunmaya çalışıyor. Bir çekim kanunu değil bu. Bu bir tutuş kanunu. Tutunmak böyle olur. Tutunduğunu çekersin. Herşey kendisinden küçükleri beraberinde sürüklüyor. Bu yüzden, eğer mevcutta böyle şeyler yoksa, yüzeyde kalmasını sağlayacak kavgalar kurguluyor, 'mış' gibi yapıyor.
8. Söz'de kuyuya düşen talihsiz kardeş gibi. Bahtı hakkında kendisini kandırıyor. Düşüşü hakkında kendisini kandırıyor. Kuyu hakkında kendisini kandırıyor. Futbolu konuşuyor. Politikayı tartışıyor. Komşunun arabasını parkediş şeklini eleştiriyor. Boşanan ünlülerin dedikodusunu ediyor. Ulaşabildiği her sığlığa muhtaç. Aklını geveze etmeli. Gevezelik aklın uyuşturucusudur. Bunlarla meşgul olması lazım. Yüzeyde kalması lazım. Kuyunun dibinde ağzını açmış bekleyen bir ejderha var. Üstünde aslan var. Onları görmemesi lazım. Oyalanması lazım. Unutması lazım. Öyle sanıyor.
Bu boğulma fobisi insanda fıtrîdir. Hepimizde vardır. Varoluşumuzla birlikte gelmiştir. Bizler, "Hayy ve Kayyum Neden Kardeştir?" yazı serisinde dikkat çekmeye çalıştığım gibi, varlığımızın ism-i Kayyum ile sıkı ilişkisinin, an'dan an'a sürekli varedilmesi gerektiğinin (şuurlu veya şuursuz) farkında/hissinde olan bireyler olarak, kendi arızîliklerimizden kaçmaya muhtacız. Nefis arızî olduğunu düşünürek 'lezzetlerin acılaşmasından' kaçınamaz. Arızîlik bütün kısavadeli düşleri öldürür. Nefsin canı kısa düşünmektedir. Lezzeti orada arar.
Faniliğin sancısından dolayı intihara meyleden şey de nefistir. Devamı gelmeyen lezzet hakikatte 'lezzet' değildir çünkü. Tanıştırıldığınız yeni bir yoksunluktur. Her yeni aşk yeni bir ayrılıktır. Nefis 'geçicilik'le barışamadığında sahibini ya gaflet yahut da elem içinde bırakır.
Neden telaşlıyız? Neden heyecanlanıyoruz? Neden korkuyoruz? Neden hüzünlüyüz? Neden karamsarız? Hepsinin yaratılmış olmamızla bir ilgisi var. Bunlar yaratılmışlığımızın psikolojik delilleri. İpten köprüler üzerinde zorlukla yürüyen insanlar gibi, bir yerden elimizi çektiğimizde, bizi güvende tutacak diğer bir parçadan tutunmaya koşarız. An'dan an'a sıçrarız. Arası korkudur. Konağı endişedir. Durakları sıkıntılıdır. Süreç garantisizliğinden dolayı karamsarlık kokar ve hüzünlüdür. Gelecek korkusunu atomlarına kadar parçalasanız bu an'dan an'a sıçrayışların endişesine dönüşür.
Şimdi varız, fakat sonra da varolacak mıyız? Bugün varız, fakat yarın da olacak mıyız? İsm-i Kayyum ile olan bu ilişkimiz bizi varolmak konusunda sürekli endişeli kılıyor. Mürşidimin 'acz ve fakr' öğretisiyle insanlığa tekrar hatırlatmaya çalıştığı açlık bu. Ayna ışığını korumak için güneşe muhtaç. Hakikatimiz böyle. Sorunla yüzleşmeden tedavi başlamaz. İsm-i Kayyum bize bu güçsüzlüğü Allah'a olan muhtaçlığımızın şuurunda olalım diye yaşatıyor. Kayyumiyete maruz kalmak Rahmaniyeti aramak/anlamak için. Ayna parıltı için güneşin rızasını kollaması gerektiğini anlasın. Ancak biz meselenin o tarafına doğru gitmeyi tercih etmediğimizden yüzeyde birşeylere tutunmaya devam ediyoruz. Yüzeyin de bizimle birlikte battığını görmezden gelmeye çalışarak.
Sığlaşma, gaflet, körlük, vurdumduymazlık, ahmaklık veya her ne derseniz deyin, bütün bu hamlıklar insanın yüzeye âşık yaşamasının sonucudur. 6. Söz'deki ifadesiyle, 'fırtınalı dünya yüzü'ne âşık yaşayanlar, dalgalar içindeki değişime tutunarak hayatta kalmaya çalışırlar. Fakat fırtına sadece yüzeydedir. Batmaya cesaret ettiğin anda suyun altında fırtına kalmadığını görürsün. Derinlerin yüzeyde yaşanan kavgalardan haberi yoktur.
Komşunun arabasını parkediş şekli melekleri endişelendirmez. İnsan kendi içinde batmaya cesaret edebildiği ölçüde dışarının fırtınalarından korunmuş olur. İçinde birşeyleri değiştirmek için değil sadece. İçindeki âlemin yüzeyin fırtınalarıyla aslında o kadar da ilgili olmadığını görebilmek için.
"Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir..." derken belki mürşidimin dikkatleri çektiği de budur. Eşyanın hakikatine indiğinde fırtınanın aslında ötende yaşanan birşey olduğunu görürsün. İncinmekten daha az korkarsın. Cesaretin artar. Fakat bunun için yüzeyle arana biraz mesafe koyman lazım. Yüzey, onunla meşgul oldukça, seni kendi üstüne itiyor. Seni kendine maruz bırakıyor. Eskitiyor. Sığlaştırıyor. Hamlaştırıyor. Bugünleştiriyor. Sıkıyor da sıkıyor.
Bir nehri, onun üzerindeki hiçbir nesneye tutunmadan izlediğinde, gözlerin nehirle beraber gitmez. Manzara hep önünde kalır. Fakat bu kadarcık olsun tutunduğunda, birşeye takıldığında, onunla akar gider bakışın ve belki bu gidişten acı da çeker. Yüzeyle ilgilenmek o ilgi boyunca sarfedilen her çabayı kendisiyle beraber eskitir. Gidici kılar. Fırtınaya maruz bırakır. Canını yakar. Dünyanın canımızı daha az yakmasını istiyorsak bizi yüzeyine itmesine izin vermemeliyiz. Çok az insanın ilgi gösterdiği sessiz derinliklerle barışmalıyız. Önce kendi içimizdeki derinlikle. Sonra kainatın esma derinliğiyle. Bir kere insek göreceğiz. Orada bu fırtınalar yok. İşte, Ramazan orucu, yaşattığı şu dinginlik içinde kulağımıza aynı şarkıyı söylemiyor mu?
25 Mayıs 2017 Perşembe
Siyaset dışı kişilere/alanlara neden ihtiyaç var?
Okuyanlar hatırlayacaklar. Buna dair daha evvel de yazdım. Fakat şu mesele, dilimin kestiği öyle tatlı bir şeker ki, ne kadar bahsetsem az geliyor. "Zikrullah veya kelimat-ı mübareke dediğimiz şeylerin tekrarının veya Kur'an gibi kudsî metinlerin kıraatinin veya salih âlimlerin eserlerinin tefekkürünün insana en özünde kattığı şey nedir?" diye kendime sorduğumda şu cevabı buluyorum: "Onlar parçaya bütünün anlamını hatırlatıyorlar." Evet, şuurunda olalım/olmayalım, Allah'ı çeşitli şekillerde zikretmekle kazandığımız kemal budur. Parça kesret/çokluk âleminin dağınıklıklarından, karışıklıklarından, kalbî ve ruhî yüklerinden bütünün anlamını zikrederek kurtulur. Bu nasıl olur? Bu 'büyük resme bakmanın rahatlatıcılığı' ile olur. İnsan, zorlu bir süreçle karşılaştığında, o sürecin kendisinde yaptığı yıpranmalara, yaşattığı sapmalara ve hissettirdiği acılara sürecin anlamını ve neticesini anarak karşı koyar.
Askerlik yapanlar nasıl sürecin geçiciliğini hatırlayarak/hatırlatarak yaşadıkları sıkıntılara karşı koymaya çalışıyorlarsa; evlilik sürecine giren insanlar da benzeri şekilde o sürecin 'süreçte yaşananlardan aşkın' anlamını hatırda tutarak (veya birbirlerine hatırlatarak) aşmaya çalışıyorlar. Biraz daha ilerleyelim. Bir hastanın tedavi süreci boyunca kendisine telkin ettiği de budur. Çevresi de ona bunu telkin eder. Bir çocuk iğne vurulurken ebeveyninin söylediği dahi budur. "Geçti yavrum, bak, hemen geçti!"
Birşeyin geçiciliği, ancak, onun parçası olduğu bütünün amacı/mahiyeti üzerinden ispatlanır. Uçağın yolculuk sırasında yaşadığı sarsıntıyı aşmak, o sarsıntının binlerce kez benzeri şekilde yaşandığını, fakat yine de menzile ulaşıldığını hatırda tutmakla olur. Pastanın pişmemiş yerini ısıranın isyanı, tamamının, hatta ekseriyetinin öyle olmadığı hatırlatılmakla tedavi edilir.
Demek: Bütünü hatırda tutmak parçayı rahatlatıyor. Bütünün anlamını hatırda tutmak parçayı yaşadıklarına karşı daha dayanıklı kılıyor. Bu gözle bakılırsa görülecektir: Mürşidimin Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi veya Çocuk Taziyenamesi gibi eserlerinde yaptığı da budur. Bu aslında Kur'an ve sünnetin bize öğütlediği bakış açısıdır. Bu zamandan geriye doğru gittiğinizde, her dönemin mehdi-misal mürşidlerinin, dönemlerinde yaşanan fitnelere karşı benzer bir tedavi yolunu tuttuğunu görürsünüz. Bu bir tarikat usûlü çerçevesinde ve zikrin tekidi ile de olabilir; bir eserin telifi, neşri ve etrafında oluşturulan sohbet halkaları şeklinde de olabilir. İkisinde de yapılmaya çalışılan önce 'hıfz' sonra 'hatırlatma'dır.
Moğolların fitnesi döneminde İslam âlimlerinin yazdığı ve etrafında büyük halkaların/ekollerin oluştuğu eserlere bakın veya daha ilerisine/gerisine gidin, fitneye karşı direnişin hep bu şekilde yapıldığını görürsünüz: "Asıl amacı koru ve hatırla!" Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) 'Ridde fitnesi' ile mücadelesinin hemen ardından Kur'an'ın bir mushafta hıfzı için attığı mübarek adımdan tutun, Hz. Ömer b. Abdülaziz'in (r.a.) hadislerin hıfzı için sergilediği gayrete kadar; İmam Gazalî'nin (r.a.) kendi döneminde bâtıl fırkalara karşı eserleriyle verdiği mücadeleden tutun, Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'la yapmaya çalıştığı şeye kadar; böylesi bütün örnekler gösterir ki: Müslümanlar bir fitne karşısında bütünün anlamını ellerinden geldiğince hıfzederek ve birbirlerine ellerinden geldiğince hatırlatarak ayakta dururlar. Parçalarda boğulmaktan böyle korunurlar.
Bediüzzaman'ın tarikatlere verdiği önemin ardında yatan sır da budur ki, şu metinde, kendisini bize güzellikle okutur:
"Daire-i takvâdan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreplerin ve tarikat namını haksız olarak kendine takanların seyyiâtıyla tarikat mahkûm olamaz. Tarikatin dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarikatler olduğu gibi, âlem-i küfrün ve siyaset-i Hıristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müthiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kale-i İslâmiyeden bir kalesidir. Merkez-i hilâfet olan İstanbul'u beş yüz elli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beş yüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde Allah Allah diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır. İşte, ey akılsız hamiyetfuruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarikatin, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz."
Bugün biz de böylesi bir açlığı çekiyoruz. Siyasetin dışında kalmış, ruhumuza nefes aldıracak, dünyanın dağdağasında boğulmaktan kalbimizi kurtaracak bir alan arıyoruz. Hakikat dersi için toplandığımız meclislerde, ardına düştüğümüz kişilerde, yürüdüğümüz yollarda bile siyasetin işgalini yaşıyoruz.
Bazıları, devanın da burada olduğunu, hatta İslam âleminin ancak böyle bir yerden ayağa kalkacağını söylüyor. Diyorlar ki: "Siyasi meseleleri konuşa konuşa kemalimizi bulacağız(!)" Onlara katılmıyorum. Çünkü siyaset parçadır. Hem de sorunlu bir parçadır. Ona dair konuşulanlar parçaya dair konuşmalardır. Parçalar hakkında konuşmak bizi parçalar. Bütün hakkında konuşmak bizi bütünler. Uhuvvet Risalesi'nin verdiği derstir bu: Bir, bir, bir'ler birleştirir. İttihad-ı İslam'ın saklı olduğu yer parça değil bütündür. Bize yalnız 'Allah' denilen alanlar gerek. 'Nur görünümlü topuzlara' veya 'topuz görünümlü nurlara' ihtiyacımız yok. Bu noktada, hangi meslek veya meşrepte olursak olalım, zikrullahın ihyasına mesai sarfetmeliyiz. Dinî faaliyet yürüttüğümüz yerlere parçanın dilini sokmamalıyız. Direnmeliyiz. Işığa çağıran olmadığında artmak mümkün olmaz çünkü. İnsanlar nura gelir topuza gelmezler.
Askerlik yapanlar nasıl sürecin geçiciliğini hatırlayarak/hatırlatarak yaşadıkları sıkıntılara karşı koymaya çalışıyorlarsa; evlilik sürecine giren insanlar da benzeri şekilde o sürecin 'süreçte yaşananlardan aşkın' anlamını hatırda tutarak (veya birbirlerine hatırlatarak) aşmaya çalışıyorlar. Biraz daha ilerleyelim. Bir hastanın tedavi süreci boyunca kendisine telkin ettiği de budur. Çevresi de ona bunu telkin eder. Bir çocuk iğne vurulurken ebeveyninin söylediği dahi budur. "Geçti yavrum, bak, hemen geçti!"
Birşeyin geçiciliği, ancak, onun parçası olduğu bütünün amacı/mahiyeti üzerinden ispatlanır. Uçağın yolculuk sırasında yaşadığı sarsıntıyı aşmak, o sarsıntının binlerce kez benzeri şekilde yaşandığını, fakat yine de menzile ulaşıldığını hatırda tutmakla olur. Pastanın pişmemiş yerini ısıranın isyanı, tamamının, hatta ekseriyetinin öyle olmadığı hatırlatılmakla tedavi edilir.
Demek: Bütünü hatırda tutmak parçayı rahatlatıyor. Bütünün anlamını hatırda tutmak parçayı yaşadıklarına karşı daha dayanıklı kılıyor. Bu gözle bakılırsa görülecektir: Mürşidimin Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi veya Çocuk Taziyenamesi gibi eserlerinde yaptığı da budur. Bu aslında Kur'an ve sünnetin bize öğütlediği bakış açısıdır. Bu zamandan geriye doğru gittiğinizde, her dönemin mehdi-misal mürşidlerinin, dönemlerinde yaşanan fitnelere karşı benzer bir tedavi yolunu tuttuğunu görürsünüz. Bu bir tarikat usûlü çerçevesinde ve zikrin tekidi ile de olabilir; bir eserin telifi, neşri ve etrafında oluşturulan sohbet halkaları şeklinde de olabilir. İkisinde de yapılmaya çalışılan önce 'hıfz' sonra 'hatırlatma'dır.
Moğolların fitnesi döneminde İslam âlimlerinin yazdığı ve etrafında büyük halkaların/ekollerin oluştuğu eserlere bakın veya daha ilerisine/gerisine gidin, fitneye karşı direnişin hep bu şekilde yapıldığını görürsünüz: "Asıl amacı koru ve hatırla!" Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) 'Ridde fitnesi' ile mücadelesinin hemen ardından Kur'an'ın bir mushafta hıfzı için attığı mübarek adımdan tutun, Hz. Ömer b. Abdülaziz'in (r.a.) hadislerin hıfzı için sergilediği gayrete kadar; İmam Gazalî'nin (r.a.) kendi döneminde bâtıl fırkalara karşı eserleriyle verdiği mücadeleden tutun, Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'la yapmaya çalıştığı şeye kadar; böylesi bütün örnekler gösterir ki: Müslümanlar bir fitne karşısında bütünün anlamını ellerinden geldiğince hıfzederek ve birbirlerine ellerinden geldiğince hatırlatarak ayakta dururlar. Parçalarda boğulmaktan böyle korunurlar.
Bediüzzaman'ın tarikatlere verdiği önemin ardında yatan sır da budur ki, şu metinde, kendisini bize güzellikle okutur:
"Daire-i takvâdan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreplerin ve tarikat namını haksız olarak kendine takanların seyyiâtıyla tarikat mahkûm olamaz. Tarikatin dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarikatler olduğu gibi, âlem-i küfrün ve siyaset-i Hıristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müthiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kale-i İslâmiyeden bir kalesidir. Merkez-i hilâfet olan İstanbul'u beş yüz elli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beş yüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde Allah Allah diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır. İşte, ey akılsız hamiyetfuruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarikatin, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz."
Bugün biz de böylesi bir açlığı çekiyoruz. Siyasetin dışında kalmış, ruhumuza nefes aldıracak, dünyanın dağdağasında boğulmaktan kalbimizi kurtaracak bir alan arıyoruz. Hakikat dersi için toplandığımız meclislerde, ardına düştüğümüz kişilerde, yürüdüğümüz yollarda bile siyasetin işgalini yaşıyoruz.
Bazıları, devanın da burada olduğunu, hatta İslam âleminin ancak böyle bir yerden ayağa kalkacağını söylüyor. Diyorlar ki: "Siyasi meseleleri konuşa konuşa kemalimizi bulacağız(!)" Onlara katılmıyorum. Çünkü siyaset parçadır. Hem de sorunlu bir parçadır. Ona dair konuşulanlar parçaya dair konuşmalardır. Parçalar hakkında konuşmak bizi parçalar. Bütün hakkında konuşmak bizi bütünler. Uhuvvet Risalesi'nin verdiği derstir bu: Bir, bir, bir'ler birleştirir. İttihad-ı İslam'ın saklı olduğu yer parça değil bütündür. Bize yalnız 'Allah' denilen alanlar gerek. 'Nur görünümlü topuzlara' veya 'topuz görünümlü nurlara' ihtiyacımız yok. Bu noktada, hangi meslek veya meşrepte olursak olalım, zikrullahın ihyasına mesai sarfetmeliyiz. Dinî faaliyet yürüttüğümüz yerlere parçanın dilini sokmamalıyız. Direnmeliyiz. Işığa çağıran olmadığında artmak mümkün olmaz çünkü. İnsanlar nura gelir topuza gelmezler.
24 Mayıs 2017 Çarşamba
Konu sen değilsin
Parıltı ne de çabuk ölüyor. Kelebeklerden bile çabuk. Belki de varlık sahasında gördüğümüz ölümlerin en çabuğu. Birşey, bir an parıldıyor, sonra o parlaklığı yokoluyor. Tamam, bu, o şeyin büsbütün öldüğü anlamına gelmiyor her zaman, fakat yine de bir yanıyla ölüm bu. Değişim de bir tür ölümdür. Öncekinin ölüp sonrakinin dirilişidir. Bu bir haşirdir. Ânın ahiretidir sonrası. İnsan yarını da yaşayabilen bir dündür. Fakat dünü, ne bugününün, ne de yarınının aynısıdır. Değiştiği zaman da onda birşeyler ölmüş oluyor. Öncekini öldürüp-defnedip sonrakine dönüşmüş-yeşermiş oluyor.
Parlaklık, biraz da bu nedenle, varlıkta en sık ve açık şahit olduğumuz gidişlerden birisi. Her parlayan şey solar. Her canlı renk matlaşır. Her ışıldayan söner. Herşey ilk halinden taviz vere vere son halini bulur. Eksilirken olgunlaşır. Daha azı olmakla daha fazlası olur. Heyecanlar diner. Sıcaklar soğur. Hevesler körelir. Arzular azalır. Ateşler söner. Acı bile alışkanlık olur. Elbette, yıldızların doğup sönüşüne şahit olmak, şu kısacık ömürlerimizle mümkün değil. Fakat bir su kabarcığında yansıyan güneşin, o minicik şirin pırıltının, o yepyeni heyecanın sönüp gittiğini görmek pek kolay. Hatta pek sık. Belki biraz da bu yüzden, mürşidim, fena ile ilgili verdiği derslerin çoğunda onu misal olarak kullanıyor:
"Nasıl ki, güneşe karşı cereyan eden bir nehrin yüzünde kabarcıklar parlar, gider. Gelenler aynı parlamayı gösterip, taife taife arkasında parlayıp, sönüp gider. Bu sönmek, parlamak vaziyetiyle, yüksek, daimî bir güneşin devamına delâlet ederler. Öyle de, şu mevcudat-ı seyyaredeki hayat ve mevtin değişmeleri ve münavebeleri, bir Hayy-ı Bâkînin bekà ve devamına şehadet ederler..."
Demek: Bizdeki değişimler de 'değişmeyenin' delilidir. Biz çiçek gibi solarız ki hiç solmayan bilinsin. Gözler onu arasın. Kalpler onu arzulasın. Bizde varolan güzelliklerin gelip geçiciliği, fakat güzelliğin kalıcılığı, biz onu yitirirken başka güzellerin yüzlerinde hayatını neşeyle devam ettirebilmesi, enerjisini bizden almadığını gösterir. Ateşli bir alna konulmak için suya batırılan bezler, ıslaklıklarını zamanla yitirirler, fakat su ıslatıcılığını yitirmez. Bezlerin değişmesi, ıslanıp kuruması, batırılıp çıkarılması, suyun ıslatılıcılığına zarar vermez. Islaklar kurumamak için suya muhtaçtırlar amma su ıslak kalmak için onlara muhtaç değildir. Çünkü şunların ıslaklığı 'arızî'ye suyun ki ise 'zatî'ye misaldir.
J. M. Coetzee Yavaş Adam'da diyor ki: "Eski bir oyun hamuru. Kiremit kırmızısı, yaprak yeşili, gök mavisi hamurlar içiçe geçmiş, donuk mora dönüşmüşler. Neden parlaklıklar donuklaşıyor da donukluklar parlaklaşmıyor, diye merak ediyor. Kırmızının, mavinin ve yeşilin morluktan yumurtadan çıkarcasına çıkmaları, geri gelmeleri için ne yapmalı?"
Yine benzer bir tefekküre de Lydia Millet'ın Benim Mutlu Hayatım'ında rastlıyoruz: "Gitgide görünmez olduğumu farketmiştim. Daha doğrusu yarı saydam olduğumu. Bu hadiseyi izlemek ilginçti. Yaşlandıkça erkeklerin gözüne daha az battığımı gözlemlemiştim yakın zamanda. İnsanın yüzü bir kuşun tüyleriyle aynı görevi görüyor gibi geliyordu bana. İnsanlar gençken muhteşem oluyor ama sonra solmaya başlıyor. Böylece yaşlandıkça görünürlükleri azalıyor insanların. En azından daha genç olanlarına kıyasla. Cilt kırışınca düzlemler ışığı eskisi gibi hemen yansıtmıyor ve yüzün parlaklığı azalıyor."
Dr. Strange filminde Tilda Swinson ile Benedict Cumberbatch'in aralarında geçen diyaloğu ders almamız için belki de bu yitirişler: "- Kibir ve korku en basit ve önemli dersi öğrenmekten seni alıkoyuyor. - Neymiş o? - Konu sen değilsin."
Evet, konu biz değiliz, konu biz olmadığımız için vurgu üzerimizde fazla oyalanmıyor. Bir ve, bir da, bir ile, bir ki kadar varız bu cümlede. Daha büyük birşeye işaret etmek için varız. O büyük anlam kainat çapında haykırılırken, her nasıl oluyorsa, ses bize de uğruyor, bizim varlığımız da dillendiriliyor.
Biz de parlıyoruz. Biz de güzelleşiyoruz. Biz de yaşıyoruz. Gülüyoruz, koşuyoruz, seviyoruz ve arzuluyoruz. Sonra cümle anlam için ve anlam içinde akmaya devam ederken ses bizi ağır ağır terkediyor. Zayıflıyoruz. Parlaklığımız azalıyor. Gözden düşüyoruz. Çünkü konu biz değiliz. Konu bizim üzerimizden yine bize anlatılan bir güzellik. Biz duyulmaz olacağız ki cümle hecemizde takılıp kalmasın. Bütün güzelliğiyle kurulmaya devam etsin. Kendi parlaklığımızdan güneşin güzelliği ile vazgeçiyoruz. Çünkü o güzel yansımalarından daha güzel.
Yitirdiklerinle belki böyle düşünerek barışabilirsin arkadaşım. Yitirdiklerini yitirmeseydin yalnız kendin olarak kalacaktın. Küçük bir çıra ateşi gibi yanacaktın. Çıranı ocağa atmakla daha büyük bir ateşin parçası oldun. Yandın. Yaktın. Yakıldın. O ateş hiç sönmeyecek. O sönmedikçe sen de sönmezsin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...