30 Haziran 2017 Cuma

Neden kötü şeyler hep iyilerin başına geliyor?

"(Musa:) Rabbim, gerçekten kendimden ve kardeşimden başkasına malik olamıyorum. Öyleyse bizimle fasıklar topluluğunun arasını Sen ayır, dedi. (Allah) Dedi: Artık orası kendilerine kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yeryüzünde şaşkınca dönüp duracaklar. Sen de o fasıklar topluluğuna üzülme.” (Maide sûresi, 25-26)

Bediüzzaman'ın özellikle Lemeat'ta 'musibetler' ile 'ibadetler' arasında kurduğu bağlantı bana şöyle (bence ilginç) birşeyi düşündürdü: Musibetlerin, özellikle umumî/genel musibetlerin, yaratılış hikmetlerinden birisi de toplumun alışkanlıklarının değişmesi. Ne demek bu? Biraz şu demek: Bir toplumda İslamî (dolayısıyla insanî) emir veya yasaklardan genel bir sapma olduğu zaman bunun salt bir nasihat ile, yani "emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker ile" düzeltilmesi çok zor oluyor. Ancak ihsan-ı ilâhî türünden özel akrebî dokunuşlarla bu sağlanabiliyor. (Mümkün lakin sık yaşanan bir durum değil.) Fakat genelde kavimler/topluluklar bu derece alıştıkları bir kem ahlaktan vazgeçmekte zorlanıyorlar. Direniyorlar. Ayak sürüyorlar. Çünkü ona 'kötü' bile demiyorlar. Kötülüğü delillerle izah edilse dahi inkârı iknadan daha kullanışlı görüyorlar.

Peki bu neden yaşanıyor? Onun cevabını da bencileyin şöyle veriyorum: Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Birşey alışkanlık (ve hatta bağımlılık) noktasına geldiğinde, insan, onun emirlerini fıtratının doğal çağrılarından ayıramaz. Sesler karışır. Direnmek güçleşir. Fıtratın çağrıları zaruriyattır. Emmârdır. (Şiddetle emredicidir.) İnsan (veya başka bir canlı/cansız) onlara uzun süre karşı koyamaz. Zaten üzerlerine (yani onları gerçekleştirmek üzere) yaratılmıştır.

Temelinde/esasında onlar vardır. Dolayısıyla onları hayata geçirmemek 'kendisini inkâr etmek' veya 'kendisine karşı koymak' gibi rahatsız eder. Yanlış anlaşılmasın. Bu ömürde bir veya birkaç kere yaşanan bir mücadele de değildir. Her an yeniden bu mücadele yaşanır. (Su içmeye direndiğinizi düşünelim mesela. Bir veya birkaç kere karşı koymakla geçer mi hiç? İçmedikçe artarak sürer.) Yaratılışına konulmuş bu seslere insan uzunboylu kulaklarını tıkayamaz. Çünkü bu ses, hayatın fon müziği gibi, sürekli mesajını tekrar eder.

İşte, biz, bu sesleri bazen alışkanlıklarımızın sesleri ile karıştırırız. (Aslında sıklıkla karıştırırız.) Çünkü her ikisi de mesajlarını tekrar eden şeylerdir. Bir insan herhangi birşeye alışkanlık ile tutulduğunda sahte bir fıtrat sahibi olur. Yahut da şöyle demeli: Fıtratına kaçak kat çıkmış olur. Alışkanlığının terki için mücadele edene kadar da onun 'sürekli kendisini tekrar eden' mesajlarından kurtulamaz. Alışkanlık ile fıtratı da tam bu noktadan ayırabiliriz zaten:

Alışkanlık, kendisine karşı ciddiyetle mücadele verildiğinde seslenmeyi bırakır, sahteliğini kabul eder, geçer. Fakat fıtrat, kendisine karşı ne kadar mücadele verilirse verilsin, sesini kısmaz. Sesini kısma çabaları farklı noktalarda arızalarla yapılanın yanlışlığını ortaya koyar. Örneklendirmeye çalışalım: Bir insan tedavi görerek bonzai kullanmayı bıraksa bundan elbette ferahlık duyar. Ancak su içmeyi bıraksa bundan alacağı bir ferah yoktur. Sonu ölümdür.

Tasavvuf ve tarikat mabeyninde sıklıkla istimal edilen 'nefs-i emmâre' veya 'nefis terbiyesi' veya 'nefsin bendini kırma' gibi tabirler bu şekilde düşünülürse daha kolay anlaşılır. Nefis fıtratın çağrılarını/ihtiyaçlarını bize iletmek, hatta bir açıdan 'bizi onları tatmin etmeye mecbur etmek' için içimize konulmuştur. Onlardaki ihmaller hayatımızı kötü etkileyeceğinden nefis gibi hayata sıkı tutunan birşeyle oyunda kalmaya zorlanırız. (İntihar oranlarını düşüren şeylerden birisinin de nefis olduğunu düşünürüm ben.)

Ancak nefis bazen (hatta çoğu zaman) mesajları karıştırır. İçeriden gelen sesler ile dışarıdan gelen dayatmaları ayıramaz. Bir insanın sürekli yapmakla kendini alıştırdığı şeyleri de fıtrattan saymaya başlar. (Yapılmadığı zamanları unutur çünkü.) Onların da (velev şer, haram, günah olsun) gerçekleştirilmesi için bizi baskılar. Sıkıştırır. Zorlar. İşte nefsin bu hali nefs-i emmâredir. Kötülüğü de emredecek kadar güçlüdür. Tasavvuf (veya daha genel manada İslam diyelim) nefsi terbiye ederek ona 'zaruri' ile 'zaruri olmayan'ı ayırmayı öğretir. Nefisle ilgili mesailerin arkasında yatan en önemli argüman, bana göre, budur. Nefis fıtrat ile kem alışkanlıkların seslerini birbirinden ayırsın diye eğitilir.

Tekrar baştaki meseleye dönersek: İşte, kitlesel anlamda bozulmaların yaşandığı, zaruri ile zaruri olmayanın ayrılmakta zorlandığı zamanlarda umumi musibetler bizi fıtrat noktasında, tabir-i caizse, 'reset'lerler. Fabrika ayarlarımıza döndürürler. Bağımlılığımızı zaruriyattan saydığımız şeylere karşı bizi soğuturlar. Bireysel anlamda da genel anlamda da musibetlerin böyle bir hikmeti de vardır. Özellikle umumi musibetler toplumsal ahlakın topyekün değişiminde büyük bir hizmet görürler. Bediüzzaman'ın I. Dünya Savaşı'nda yaşanan mağlubiyete dair Lemeat'taki izahları da bize bu sırrı fısıldar:

"Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu. Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima tâlim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffâreten beş sene cebren oruç tutturdu. Kendi verdiği maldan, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti. O da bizden aldırdı müterâkim zekâtı. Haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Salih amel ikiydi: Biri müsbet ve ihtiyarî; biri menfi, ıztırarî. Bütün âlâm, mesâib, a'mâl-i salihadır; lâkin menfidir, ıztırarî. Hadis teselli verdi."

Bu noktada ben artık diyorum ki: 'Menfî ibadet' dediğimiz şey de zaten 'müsbet ibadetleri' yapacak şekilde ahlakımıza verilen balans ayarlarıdır. Cenab-ı Hak, musibetler vesilesiyle, aksi şekilde davranmayı zaruriyat sanan nefsimize, ahlaksızlığın veya ibadetsizliğin zaruriyat olmadığını öğretir. Cepheden cepheye koşmaya alışmış bir askerin nefsi için, namaz, evinde maç izleyen bir insan için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.) Malını ve mülkünü dünya musibetleriyle harcamaya alışmış birisi için, zekat vermek, sürekli malına mal katan bir insan için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.)

Yaşadığı mahrumiyetlerle aç kalmaya alışmış bir insan için, oruç tutmak, hiç mahrumiyet yaşamamış bir şişgöbek için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.) İşte, biz, tam da bu şekilde, ibadetleri yapabilecek bir nefis ayarına kavuşuruz musibetler sayesinde. Mürşidimin, sadece genel belalar anlamında değil, bireysel musibetler noktasındaki yorumları da bu dersi bize söyler: "Eğer sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır."

Yine bu bakış açısıyla 'musibetlerin neden müslümanlara daha sık geldiğine dair metinler' de kolay anlaşılır olur. Müslümana verilen musibetten murad, arızî zulmünün kesilmesi, yani kem alışkanlığının değişmesidir. Fakat kâfire verilecek olan musibette, böyle bir hayrın ihyasının murad olunabileceği iman temeli mevcut değildir ki, 'ahlak değişiminin' ona bir faydası olsun. Onunki zulüm değil küfür meselesedir. Devam edeceğinden musibete uğramaz.

"Sual: Has dostlarınıza gelen musibetleri, tokat eseri deyip hizmet-i Kur'âniyede füturları cihetinde bir itab telâkki ediyorsun. Halbuki size ve hizmet-i Kur'âniyeye hakikî düşmanlık edenler selâmette kalıyorlar. Neden dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor? Elcevap: 'Zulüm devam etmez, küfür devam eder!' sırrınca, dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir. Düşman ise, hizmet-i Kur'âniyeye zıddiyeti, mümânaati, dalâlet hesabına geçer. Bilerek veya bilmeyerek hizmetimize tecavüzü zındıka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için, onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar."

29 Haziran 2017 Perşembe

'Ben' bir 'biraz ben'ler koalisyonudur

İnsanın 'kendini beğenmesi' bir açıdan 'kendisine bizzat yine kendisinin kefil olması' gibi. Ben böyle bir yükün altına giremem. Hem biraz da aptalca duruyor. Evet, evet, aptalca. Karşılığı yok. Birşey hem kendisinin delili hem de sonucu nasıl olabilir? (Ben doğru sözlüyüm! Nereden biliyoruz? Çünkü ben söylüyorum. Vay be!) Hem zaten kayda değer birşeyler söylüyorsam bunun ayrıca bir kefalete ihtiyacı yoktur. Çünkü doğrudur. Doğrunun ayakta kalmak için kendisinden başka birşeye ihtiyacı yoktur. Fakat söylediklerimde yanlışlar varsa kendimi beğenmem yalancı şahitlik yerine de geçer. Yani iki kere yanlış olurum. O nedenle kendimi beğenmiyorum. En azından aklım başıma geldiğinde...

"Aklım başıma geldiğinde..." kaydını şu yüzden kullandım: İnsan tek bir parçasından ibaret değil. Kendilik bir 'biraz ben'ler topluluğudur. Yahut da şöyle söylemeli: İnsanın karar verme yeteneği sanki mahiyetindeki bütün latifeler/hisler içinde gezebiliyor. İslamî metinlerde niyetin korunmasına yapılan vurgu sanıyorum biraz da bununla ilgili. Akışkan birşey şu irademiz. Cıvamsı.

Bizi oluşturan parçaların ellerinde yakan top gibi geziyor. Doğru ellerde kalmasına dikkat etmek gerekiyor. (Biraz da bilimkurgu: "Kaldığı yerin karakterine göre amel silaha veya şifaya dönüşüyor!" diyelim.) Bazen öfkenin eline geçiyor. Bazen aklın elinde kalıyor. Bazen hüznün girdabına kapılıyor. Bazen... Bazen... Bazen... Bütün bu kapışmalar içinde o kadar çok ayrı karar ve o kadar çok 'ben' dediğim benler var ki. Bu yüz başlı koalisyon hükümetinin aldığı her karara kefil olmakla kendimi tehlikeye atmam ben. Hepsinin birden niyetine kefil olmam. Kendini beğenmemek en özünde budur. Bütünün parçalarına karşı temkinidir. Ancak o koalisyonun bazı parçaları kendilerini şahane beğenirler.

Birisi bana "İyi çocuk!" dese bu benim hem canımı sıkar hem mutlu eder. Mutlu olan da benim canı sıkılan da... Nasıl olur? Mutlu olurum. Çünkü bunun doğru çıkmasını isterim. (Ellerinin tutulmasını isteyen yanlarım vardır.) Böylesi cümleler hayatta doğru bir yolda ilerlediğimi müjdeler gibi gelir. Bazı yanlarım varlığının ispatı için dışarıdan şahit ister. Bazı yanlarım buradan bir menfaat kokusu da alır. Bazı yanlarımın sevilme ihtiyacı karşılanır... vs.

Hem de rahatsız da olurum. Çünkü onun doğru olmadığını bilen yerlerim de vardır. (Ellerinin tutulmasını sevmeyen yerler. Kendi ayakları üzerinde durabilen yerler. Kendilerini yargılayabilen yerler.) Olması gerektiği yerin çok gerisinde kaldığını bilen yerler. Onlar idrak ettikleri kem hallerine rağmen sevilmelerini (Yeşilçam'ın sakat kalmış karakterleri gibi) alay ve hatta hakaret sayarlar. Nasıl anlatmalı şunu? Belki şöyle: İltifatla sırtı sıvazlanan çocuk mutlu olur. Zira kendi durumunu tartacak idrake sahip değildir. Müşevvik ona iyi gelir. Ancak kendi kem durumunu tastamam farkeden çaresiz bir kanser hastasına "Sen hepimizi gömersin!" derseniz bu ona alay edildiğini düşündürebilir.

İşte, bir iltifat duyduğumda, içimdeki kanserliğini bilen kanserler bağırıyor: "Bizle alay ediyorlar! Ne kadar geride olduğumuzun farkında değil miyiz biz kuzum? Görmüyor muyuz kendimizi? Ayıp değil mi şu yaptıkları?" Halinin ne olduğunu bilmeyen çocuksu yanlarımızsa gülümsüyor: "Teşekküy edeyim amca/teyze!" Ben ne tam birisiyim ne ötekisiyim. Ayakta kalmam ikisinin de varlığına muhtaç. Kendimi beğenmezlik eline bırakılırsam içime çökerim. Birşeyler üretmeye güç bulamam gibi gelir. Ama diğer ellerde "Kral çıplak!" öyküsünde olduğu gibi kendimi aldatırım. Kendimin mecnunu olurum.

Sonuç bölümü: İçimdeki bu zıtlaşmalar hiç bitmeyecek. Çünkü onlar sayesinde varlığımı sürdürüyorum. Klimanın soğutucusu da motorun harareti de yolumu güzelce alayım diye. Nefis beni dünyaya bağlıyor. Ânlara tutunmaya ihtiyacım var çünkü. Ânlara bağlanmayan onlarda birşey yapamaz.

Fakat ânlar beni aptal yerine de koyuyor ellerine kalırsam. Misal: Beş yaşındayken takla atsan ve büyüklerin "Maşaallah!" dese bunda bir sakınca yoktur. Ama kırkında aynı taklayı atmaya devam edersen ve sana hâlâ "Maşaallah!" deniyorsa bu deliliğine işaret eder. Demek: Kırk yaşımdayken beş yaşımdaki teselliyle yetinir kalmamalıyım. En nihayet kendime şunu diyeceğim: Parçalarını bil. Ama bütünün onların birinden/birkaçından ibaret olmadığını da bil. Bütününe güven. Ama herbir parçanın ayrı ayrı güvenilir olduğunu düşünme. Allah'ın yarattığı bir bütünlük olarak elbette güvenilecek kemale sahipsin. Ama parçalarının herbirinin ayrıca güvenilir olması bu garantinin içinde yok.

28 Haziran 2017 Çarşamba

Tekrarlarım üzerine...

Bazen tekrarlarıma rastlayıp kendime fena bozuluyorum. Neden mi? Sınırlı olduğumu hatırlatıyorlar çünkü. Nerede mi? Yazılarımda. Sadece yazılarımda mı? Hayır. Başka zamanlar da var. Örnek vereyim: Bir hatıram var diyelim anlatmayı sevdiğim. Onu anlatırken daha önce aynı kişiye bu anıdan bahsettiğimi sezinliyorum. Lakin kendimi tutamıyorum. Yazarken de böyle oluyor demek ki.

Yalnız şöyle bir ümidim var: İnsan aynı nehirde iki kere yıkanamadığı gibi aynı cümleyi de iki kere kuramaz. O cümleyi tekrar kurduğunda aradan çok sular akmıştır. Çok zaman geçmiştir. Çok olay yaşanmıştır. Çok Ahmed değişmiştir. Zâhiren, söyleyen yine ben olsam da, aslında ben o eski ben değilimdir. (Bu da şarkı sözü gibi oldu.) Belki buradan tekrarlarıma dönük bir teselli çıkabilir.

Bazen de şöyle düşünüyorum: Bu tekrarlar bana zayıflığımı öğretiyor. Sınırlarıma çarpıyorum. Her kurduğum cümle benzersiz olsaydı onları tanıyamazdım. Her anım başka olsaydı kendimi de tanıyamazdım. Yani kendime karşı aşinalığım olmazdı. Elbette duvarlarımdan dolayı tekrarlara düşeceğim.

Sadece insanım. Bunu çarptığım hudutlardan anlıyorum. Heyecanla koştuğum yollarda evvelden kalan ayak izlerimi görünce duruluyorum. Belki de kendimi çok abarttım. (Orası kesin.) İlk kez ifade ettiğimi sandığım şeyler belki başkalarının izleriydi. Kendi ayak izlerimi tanıyorum. Onlarınkini tanımıyorum bile. Belki daha uzaktan bize bakan birisi de bizim halimize tebessüm ediyor. Bir silindirin içinde koşan fare "Ne çok yol aldım!" diye seviniyor gibi. Belki de halim böyle. Ne çok 'belki' diyorum öyle?

İşte, bu da bir tekrar, bana sınırlarımı söylüyor. Bize sınırlarımızı söyleyen aslında kimliğimizi de söyler. Çünkü sınırlar aynı zamanda tanımlardır. Ahmed'in insan olduğunu takliden bilmesiyle tahkik etmesi arasında fark var. Hayatın bir hikmeti daha! Duvarlara çarparak mahluk olduğumuzu öğreniyoruz. Yaşamasaydık kendimizi mutlaktan nasıl ayırırdık? Haydi, teorik olarak bilirdik, pratiğini nasıl tadardık? Yaşamak insana (hâşâ) Allah olmadığını öğretiyor.

Yaşamak insana mutlak olmadığını öğretiyor. Yaşamak insana hayal ettiği herşey olmadığını öğretiyor. Birden fazla gerçeklik algımın bulunduğunu ve aralarındaki dengeyi ancak 'yaşamakla farkedeceğimi' yaşayarak farkediyorum. Misal: Eğer söylediklerimi yaşamasaydım bu yazıyı da yazamayacaktım. Ama bu yazıyı yazmamla aynı anda yapmayı hayal edebileceğim pekçok şeyi de yapmamayı seçtim. Birşeyi seçmek geri kalan herşeyi seçmemekti çünkü.

Tekrarda şöyle birşey de var sanki: İnsan kendiliğinin sınırlarına tekrar tekrar rastladıkça kendi olmayanın tarifine dair de birşeyler öğreniyor. Ben kendime çarptıkça kendim dışındaki dünyayı tarif edebiliyorum. İşte, benim gücüm ancak masamı toparlamaya yetti, her gün de buna yetiyor, peki dışımdaki dünyayı temizleyen kim? Yapmadıklarımı tayin edebilmem o yapmadıklarımın failini aramaya mecbur ediyor beni. Ben tekrar ettiklerimle mukayyetim. Ya kainatta sürekli tekrar edilenler? Her göğe attığımızın arsızca yere düşmesi? Suyun hafif şeyleri her defasında yüzeye itmesi? Bütün bunlar neyin nesi? Bu tekrarlar da bana mutlak olanı anlamamda yardımcı olmuyor mu?

Öyle ya! İsimleri olmasa ben onu nasıl bilirdim? Kainatta tekrar edegelen fiilleri olmasa o isimleri nasıl/ne şekilde okurdum? Nasıl isimlendirirdim? Onun yaratışı, bu açıdan, kendisini bilmemiz için bize bir lütuftu. Böylece tanımlayabileceğimiz alanlar bulduk. Bunlara hem tanım hem isim koyduk. Şimdi onlarla sonsuz olana dua ediyoruz. Sonsuz olandan yardım diliyoruz. Sonsuz olanı tefekkür ediyoruz. Eğer onun tekrar tekrar yaratışları olmasa bu isimleri nasıl bilecektik? Tekrarlardan aldığım bir ders de bu oldu.

24 Haziran 2017 Cumartesi

Kastettikleri mehdi değil sensin!

Hollywood filmlerinde şuna çok rastlarız: Direnişleri dinsel metinler, kehanetler veya efsaneler ateşler. Yüzüklerin Efendisi serisinde de vardı. Diğer birçoklarında da var. Halkın umudu dirilmek için kadim bir delili/geleneği arar. (Psiko-sosyolojik bir gerçektir bu. İsterseniz buna 'fıtrat' da diyebilirsiniz.) Kendi içinden bir şahidi. Daha önce inandığı birşeyi. Bir 'mümkünlük'ü. Bir 'olabilirlik'i. Bir hayali... Ve senin yeniden aşıladığın umut onunla bir yerlerde tevafuk ederse, diyelim efsanede geçen birşey senin elinden zuhur ederse, o umudu alev alev bir yangına dönüştürür. Halk inanır. Halk umutlanır. Halk ayaklanır. Artık direnişin zamanı gelmiştir. Su çatlağını yeniden bulmuştur.

Siyer-i Nebî'yi okuyanlar da Asr-ı Saadet'e böyle birçok hidayet öyküsü olduğunu bilirler. En meşhurlarından birisi Selman-ı Fârisî'ninkidir (r.a.). Onu İran'dan Medine'ye getiren peşine düştüğü bir düştür. Öncekilerin haberleri, yani Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın pişdarları, onun gelişine insanlığı hazırlamışlardır. Geleceğine dair, alametlerini de vererek, dikkat çağrılarında bulunmuşlardır. Ve o dönemde, birçok insan, daha önce işittiği haberlerin tasdikini/delilini Efendimiz aleyhissalatuvesselamda gördüğü için İslam'a girer.

Modern zaman âdetlerinden 'mehdinin inkârı' beni şu tarafıyla ayrıca düşündürüyor: Bu inkârla öldürülmek istenen ne? Sadece bir kavram mı? Yoksa o kavram etrafında büyüyen umut mu? Meselenin hadis ilmiyle ilgili kısmını epeyce tartıştık. Vardığımız kanaat şu oldu: Bu işi tartışmaya açamayız. Eğer senetleri bu kadar kuvvetli ve rivayetlerinin sayısı tevatür derecesinde bir meseleyi inkâr edersek, bundan sonraki adımımızın "Dünya aslında tepsi şeklindedir!" olmayacağını kimse garanti edemez. Çünkü nihayetinde bilgi denilen şey illa ki birilerinden ulaşıyor. Yani bir nakille ulaşıyor.

Her bilgi, eğer keşşafı bizzat kendin değilsen, nakildir. Yani nakil yoluyla sana gelmiştir. (Hiç gitmediğim ABD'nin varlığını bana nakledilen bilgiler öyle iddia ettiği için öyle biliyorum.) Dünyanın yuvarlaklığını parmağında döndürdüğü veya bizzat dışarıdan izlediği için bilen mi var? Bu konuda hepimiz 'aksi iddia edilemez bir şekilde öyle söylendiği için' böyle olduğuna inanıyoruz. Gelen veriler öyle dediği için 'böyledir' diyoruz. Hadis ilminin yüzyıllarca sınanmış/denetlenmiş kıstaslarıyla bize gelen, hem de çoklukla ve tekrarla gelen, bir haberi reddetmekle dünyanın yuvarlaklığını reddetmek arasında ne fark var? Benim nazarımda hiçbir fark yoktur. Hatta, hadis ilmine NASA'nın verilerinden daha çok güvenirim, açık söyleyeyim. Çünkü hadisler Kur'an'da sadakatleri ve doğrulukları övülen bir nesilden kaynayıp gelir.

O halde bu meselenin hadis-i şeriflere bakan yönüyle maksadı açık: Dinin altını dinamitlemek bu. İslam'da bilgi naklinin en kuvvetli/güvenilir şekliyle aktarılmış bir meseleyi (ki malumunuz Kur'an'ın da nakli tevatürledir) 'inkâr edilir' kıldıktan sonra dinin gerikalanını üfleyerek devirmek pekâlâ mümkün olur. Bu tıpkı şuna benzer: Hakkındaki karşıkonulmaz bilimsel veri yığınına rağmen "Dünya tepsi şeklindedir!" dedirtmeyi başardığınız insana "Ay da gökte uçan bir peynir tekeri!" dedirtmek kolaydır. (O kadar çok peyniri kim istemez?)

O kıvama geldikten sonra, dünyanın değil, güneşin döndüğüne bile inanır insan. Mesele, mürşidimin tabiriyle, 'enenin gaga ve pençesiyle akılları havaya kaldırmak'tır. Akıl, bir kere o 'akılalmaz inkâr özgüvenine' kavuşup ayaklarını hakikatten kesmeyegörsün, onu 'dalâlet derelerine atıp dağıtmak' kolay olur.

Bu birinci tarafı. İkinci tarafı ise bana daha enteresan geliyor. O da şudur: Naklî bilginin kuvve-i hayaliyeyi açan/geliştiren/sürümünü yükselten bir yanı da vardır. Buna dair daha önce de yazdım. Tekrarı da güzeldir. Bediüzzaman'ın 20. Söz'de 'peygamber mucizeleri' ve 'teknolojik buluşlar' arasında kurduğu ilgi bize bunu söyler: İnsanlığa teknolojinin düşünü görmeyi mucizeler öğretmiştir. Yani onların beşerin hatırına düşürdüğü 'mümkünlükler' sayesinde beşer böyle şeylerin 'olabilirliğiyle' tanışmıştır. Olabilirlikle tanışmak ise o şeyin hayaliyle tanışmaktır. Hayal, 'dimağdaki meratip' bahsinden de biliyoruz ki, düşünmenin veya inanmanın başlangıcıdır: "Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir."

Meseleyi bir örnekle açmaya çalışalım: Uçmanın hayalini bize kurduran nedir? Kuşlar öyle değil mi? Veya daha genel anlamda: Uçabilenler. Peki, uçabilen hiçbir canlı olmasaydı, o zaman durumumuz ne olurdu? O zaman bize uçmanın hayalini kim kurdururdu? Ben tahmin ediyorum ki, eğer kuşlar olmasa, insanlığın uçma yolculuğu başlamadan biterdi. Çünkü böyle birşeyin 'olabilirliğini' bilmezdi. Neden? Bence şundan: Varlığından (-ebilmek) haberdar olmadığımızın vukuundan (-ebilir) da haberdar olamayız.

İşte peygamber mucizeleri insanlık için böyledir. Onlar, tabir-i caizse, bizim aklımıza düşürülmüş karpuz kabuklarıdır. 20. Söz'de, Bediüzzaman, mucizeler sayesinde insanlığın böyle şeylerin imkanıyla nasıl tanıştığını ve bu imkanın nasıl bir hayal olarak 'dest-i teşvik' hükmüne geçtiğini şöyle izah eder:

"İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu'cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf'u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (aleyhisselâm)..."

Süt Gibi Beyaz Kan Gibi Kırmızı'da, Alessandro D'Avenia, Leo karakterinin dilinden bizlere der ki: "Kağıtlar dolusu hayallerden kurtuluyorum. Hepsini kül ediyorum. Hepsini beyaz dumana dönüştürüyorum. İşte yanıt burada! Hayalleri küle dönüştürmek. Düşmanı kesin olarak yerle bir etmenin sırrı hayallerini yakmaktan geçiyor. Böyle olunca ayağa bir daha kalkma ve yeniden başlama gücünü bulamazlar kendilerinde. Şehirler ve başkalarının hayatları hakkında, başkalarının özgürlük ve sevda dolu öyküleri hakkında güzel hayaller kuramasınlar. Artık hiçbirşey hayal etmesinler. İnsanlara hayal kurma izni vermezsen onları köle edersin..." Bence; günümüzde mehdinin inkârının, önce oryantalistler, sonra da onların sömürü toplumundaki öğrencileri modernistler eliyle dillendirilmesinde böyle bir maksat da var. Bir hayali öldürmek istiyorlar.

Canına kastettikleri şey bu: Umudumuz. O umuda yaslanan direnişimiz. Çünkü biliyorlar: Bize vahiyle ve sünnetle gelen bilgi bizim mutlaka düşümüze düşer. Biz o düşümüze düşenin peşini bırakmayız. Ondan ümit kesmeyiz. O içimizde bir umut yangınına ve duaya dönüşür. Dualar gayreti ateşler. Gayret ise bir direnç yaratır ve sonuç aldırır. Ben de en nihayet bu kanaate vardım: Onlar aslında sömürü düzenlerinin devamını tehdit eden hayallerimizi yakmak istiyorlar. Tıpkı hilafeti kaldırarak ittihadın ümidini söndürdükleri gibi.

Bunun da üzerinde tekrardan yükseleceği kavramı öldürmeye çalışıyorlar. Hâlâ yangın istidadı taşıyan son kıvılcımı söndürme çabası bu. Çünkü nakille gelen haberler olmazsa onlarla ilgili kavramlar da olmaz. Kavramlar olmazsa ondan ateş alan hayalimiz de olmaz. Hayalimiz olmazsa umudumuz da olmaz. Umudumuz olmazsa gayretimiz de olmaz. Gayretimiz olmazsa direnişimiz de olmaz. Bence mehdinin inkârı üzerine sarfedilen şu gayretlerin arkasında 'modernizmin karşıkonulmazlığına inanan' küresel güçlerin ve onların çanak yalayıcılarının da payı var. O hayal varoldukça direniş de varolur çünkü. Ve direnenleri gönül huzuruyla köleleştiremezsiniz. Yusuf rüya gördükten sonra zindanda dahi hürdür. Gün gelir hakettiği yere geçer. Mısır'a aziz olur.

23 Haziran 2017 Cuma

Terzi sultanlığa özenirse...

Özgürlüğe yönelen irade boşluğa düşer.
Thomas Mann, Mario ile Sihirbaz'dan.

İnsan birşeye ihtiyacı olduğunu anlayana kadar ona dair herşeyi fazladan yapıyor. Angarya gibi yapıyor. Yük gibi yapıyor. En iyi şeylerde bile bu böyle. Severken bile bu böyle. Sevdiğinize ihtiyacınız olduğunu anlayana kadar onu sevmek (gönle değil ama) nefse yüktür. Protokol gereğidir. Âdettendir. 'Veren el' olunan sevmelerdir bunlar. '-mış desinler' gibi yapılır. Ancak, ona muhtaç olduğunuzu anladığınızda, bu sevgi 'alan el' sevgisine dönüşür. Kibrinden kurtulur. Bağışçılığın zahmetinden arınır. Nefisteki sûrilik samimiyete döner. İhlasa kavuşur. Yeşilçam aksini söyler ama siz inanmayın. En güçlü sevgi ihtiyaç duyulana karşı duyulan sevgidir. Bu yüzden sevilenler (Zeki Müren'in de dediği gibi) "Sana muhtacım!" denmesini duymak isterler. (Bir de "Bir kere de bana ihtiyacın olsun!" diye bir şarkı vardı. Değinmeden geçmeyelim.)

Şu kendime dair güzel bir farkındalığımdır: Ben hadis inkârcılarıyla karşılaşana kadar salavat-ı şerifeye gereken değeri vermezdim. Yok, bu çok hızlı oldu, daha yavaş sonuca geleyim. Kıymetli olduğunu kabul ediyordum tabii. Getirilmesinde hayırlar olduğunu biliyordum. Fakat ona ihtiyaç hissetmiyordum. Evet, en açık ifadesi bu sanırım, ben salavat-ı şerifeye 'ihtiyaç hissetmiyordum.'

Yani nasıl? Şöyle: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam anıldığında salavat-ı şerife getirmek kör nefsime yük gibi gelirdi. Yazarken parantez içine (a.s.m.) koymak 'aleyhissalatuvesselam' diye yazmaktan daha kolaydı. Okurken de böyleydi. Hatta daha kötüsü. Bu kısaltmaları atlayarak ilerlerdim metinlerde. (Allah affetsin.) Ancak, ne zaman ki hadis inkârcılarıyla karşılaştım, onların sünnet-i seniyyeye dair saldırılarını duydum, birden tenime can geldi.

"Vay siz nasıl sünnet hakkında böyle şeyler söylersiniz!" öfkesi değildi hissettiğim sadece. İçimde sakladığım ve kusacak yer aradığım bir kavgacılığa adres bulmaktan değildi. Ben, eğer onlara hak verilirse dünya nasıl ayaklarımın altından çekiliyor, onu hissettim. Boşluğun dehşetini tattım. Mürşidimin 9. Mektup'ta dokunduğu o korku, yani aksinin varlığını (bir an kadar olsun) tasavvur etmekten gelen elem, işte o, beni öyle sarstı ki! Korktuğu birşeyin yaklaştığını ansızın farkederek annesine koşan çocuğa dönüştüm. Hani olur, elini istersiniz, uzatmaz. Rahat rahat yürümek ister. Fakat bir köpek görünce aniden dönüp bacaklarınıza sarılır. Öyle işte. Benim de hikayem buna benziyor:

Hattâ, bazı defa Evrâd-ı Şah-ı Nakşibendîde şehadet getirdiğim vakit, ‘Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz!’ dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor.

Her musibette bir ders var. Artık sadece konuşurken değil yazarken de 'aleyhissalatuvesselam' demekten ayrı bir tat alıyorum. Ateşi gördüm çünkü. Suyun kıymetini anladım. Ben, öyle bir dünyada varolmak istemem, biliyorum. Tarafımı seçtim. Neyin varlığını/yokluğunu savunacağıma kalpten bir karar verdim. Çünkü o dünya, eğer hakikatin ayarlarıyla hevasına göre oynamaktan rahatsız olacak gerçekçi bir insansanız, işkencelerin en büyüğüdür. Değişmeyen doğruları arayanların cehennemidir. Ki mürşidim de, bir yerde, sünnet-i seniyyenin otoritesi hiçe sayıldığında düşülecek boşluğa şöyle işaret eder:

"Bu fakir Said, Eski Said'den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya'dan serâya, kâh serâdan Süreyya'ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı. İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum.

Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, 'Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?' diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum.
"

Bu haleti belki şöyle kusurlu bir örnekle akla yaklaştırmak mümkün: Diyelim; bir terzisiniz, peşinen aldığınız ve çoktan harcamaya başladığınız yüksek bir ücretle (öyle yüksek bir ücret ki iş bozulursa geri ödemeniz mümkün değil) sultana elbise dikeceksiniz. Fakat sultanı ne görmüşsünüz, ne ölçmüşsünüz, ne de istediği elbiseye dair bir malumatınız var. Peki ne dikeceksiniz? Üstelik yetişmesi gereken zaman da yaklaşıyor. Böylesi bir durumun bizzat kendisi terzinin endişeden çıldırması için yeterli değil midir?

Sünnet-i seniyyeye yapılan saldırılar da bana aynen böyle hissettiriyor. Onunla nasıl yaşanır bilmiyorum. Yaşayanlara da (eğer zâhiren hakikat arayıcısı fakat hakikatte hevaperest değillerse) akıl erdiremiyorum. Çünkü görüyorum ki: Bu insanların modelden kurtulmak istemelerinin sebebi modeli kendileri belirlemek arzusu. Hatta modelin yerine geçmek arzusu. Başka açıklaması yok.

Terziye getirilecek ve "Sultan işte böyle böyle bir elbise istiyor!" denilecek örneği almak istememeleri, o elbise için getirilen malzemeden 'kendileri için' ve 'kendilerine göre' bir elbise biçmek istemelerinden. Ve bundan sultanın da rahatsız olmamasını bekliyorlar. Hatta, sadece kendileri beklemekle kalmıyorlar, civardaki bütün terzilere de tavsiyeleri bu yönde. Diyorlar ki: "Ne belli modeli bize sultanın yolladığı? Aradan çok zaman/insan geçmiş. Şu sâdık çalışanlar kendi istedikleri elbiseyi bize diktiriyor olamazlar mı? O zaman bu güvenilmez modeli boşverelim de biz kendimize göre bir elbise biçelim."

Bir terzinin kendisine diktiği elbiseden sultanın ne derece memnun kalacağı umuluyor acaba? Doğrusu, ben terzi olsam, sâdık çalışanların getirdiği modele göre bir elbise dikmeyi tercih ederim. Akıl da bunu emreder. Çünkü, sonuçta kusur olsa, en azından sultana şöyle deme hakkım var: "Senden bana iletilen bilgi böyleydi. Bu gaybî bilgiye ulaşabilmemin gönderdiğin elçilerden başka yolu da yoktu!" Bununla bir derece hesap verebilirim. Fakat kendime göre biçtiğim elbiseyle nasıl hesap vereceğim? Şöyle mi diyeceğim: "Gönderdiğin kumaşla birlikte getirilen modeli beğenmedim. Getirenlere de güvenmedim. (O halde kumaşı niye aldım?) Benim kalıbıma ve zevkime göre bir elbisenin sana daha çok yakışacağını düşündüm. Her terziye de böyle tavsiye ettim."

Oh, ne güzel, hiçbirisi birbirini tutmayan binlerce elbise var, hepsi de sultanın kumaşından ve sultan için. Fakat sultanın fikrini soran yok. "O nasıl bir elbise istiyor acaba?" diye kurcalayan yok. Modeline bakan yok. Nasıl olacak şimdi? Sultan nasıl razı edilecek? Sünnet-i seniyye düşmanlarının bu kadar da mı aklı yok sahi? Kur'an kumaşından kendi hevalarının kalıplarına göre dikecekleri elbiseyle o Sultan-ı Zişan'ın rızasını kazanabilecekleri mi sanıyorlar? Bir boyacı bile duvarları keyfine göre boyasa evsahibini kızdırır. Peki avam terzinin hevası Sultan'ı 'sevmeye' mecbur edebilir mi? Böyle birşey mümkün mü? Âlem acayipliklerle doldu arkadaşım. En iyisi biz yine mantığın gölgesinde kalalım. Demek: Terzi, yerini bilmez de sultanlığa özenirse, önce modelini inkâr eder.

22 Haziran 2017 Perşembe

Oblivion'dan içimizdeki boşluklara: Ağır hafiflikler...

Bir zamanlar "Her insan kalbinde bir karadelikle yaratılmıştır!" demiştim. Bir yazımın başlığıydı bu. Hiç geçmeyen boşluk hissimizin kaynağına işaret ediyordu. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" ayetini anlamaya çalışıyordu. Ve diyordu ki: "Sonsuzun doğurduğu boşluk ancak sonsuzla dolar." Bugün, ona devamla, 'boşluk' ve 'hafiflik' arasındaki farkı konuşmak istiyorum. Soruyla başlayalım: Biz 'boşluk' ile 'hafifliği' birbirinden nasıl ayırıyoruz? Yani ikisi de yoklukla ilişkili olan bu kavramların tanımlarındaki ayrım ne? Kalbimizdeki karşılıklarını farklı kılan ne? Bencileyin bu soruya şöyle cevap buldum diyebilirim: Hafiflik 'yokluğundan memnun kalınana' karşı duyulan bir histir. Boşluk 'yokluğunda eksik kalınana' karşı duyulur.

Evet, cevabımın arkasındayım, çünkü böyle hissediyorum. Her yokluk yükümü hafifleştirmediği gibi, her hafiflik de boşluğumu arttırmıyor. Hayatımda öyle şeyler var ki, onlar eksilse, bir daha tamam olmam ben. Yokluklarından kaynaklanan bir yük çekerim. Hafiflemem. Lakin öyle de "Hayatımdan çıksın!" istediğim şeyler var ki, onların yokluğu da bir boşluk hissettirmez bana, hakikaten hafiflik olur. Genel olarak şöyle söylenebilir belki: Gereksizin yokluğu hafifliktir. Gereklinin yokluğu boşluktur. Bu 'yokluğu boşluk doğuranlar' ve 'yokluğu hafiflik olanlar' bahsi beni ister istemez mürşidimin 3. Söz'üne götürüyor.

"O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise askerliği bırakır, nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur; fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem herşeyden, her hadiseden titrer bir surette gider. Ta mahall-i maksuda yetişir; orada âsi ve kaçak cezasını görür."

Ah, ama acele ettim, hikayemizin başını alıntılamadım. Onu da dinleyelim: "Bir vakit iki asker uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler. Ta yol ikileşir. Bir adam orada bulunur. Onlara der: Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur."

Sağa gideni, ağırlığına rağmen, silahı taşımaya iten neydi? Sola gideni, yoldaki rahatlığa rağmen, mutsuz kılan ne oldu? İşte bu temsilin detayları içinde 'hafiflik' ve 'boşluk' arasındaki nüans bize gülümsüyor. Ve belki bir kafa karışıklığının da adresi belli oluyor. Biz insanlar 'hafiflik' ve 'boşluk' ayrımında şaşırıyoruz. Boşluğunu hissedeceğimiz şeylerin her zaman hafifliğinin olmadığını unutuyoruz. Hatta boşluk hissini besleyen her yokluğun hafiflikten birşeyler götürdüğünü, omuzlarımızdaki yükü arttırdığını, işimizi zorlaştırdığını kaçırıyoruz.

Bediüzzaman'ın bu temsili ibadetler sadedinde vermesi boşuna değil. İbadetler bize her eylemin yük olmadığını öğretir. Rahmet olan zahmetler de vardır. Mesela farzlar yokluklarından hafiflik değil boşluk doğan şeylerdir. Allah'ı ve ona karşı sorumluluklarını öteleyen insanın boşluğu öyle bir noktaya varır ki sonunda kendisini yutar. Bu katlanılmaz çekilişten kurtulmanın yolunu karadeliğe karşı duyarsızlaşmayla aşmaya çalışır. Kuyuya düşerken duvarlardaki nakışlarla meşgul olur. Ki bunu da 3. Söz'ün ilk cümlesi bize söylüyor: "İbadet ne büyük bir ticaret ve saadet, fısk ve sefahet ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle..."

Fısk ve sefahet arkadaşlığı biraz da fıskın ortaya çıkardığı 'ağır hafifliklerin' farkındalığından başka yüklerle kurtulma çabası değil midir? Allah'ı hayatımızdan çıkardığımızda öyle bir boşlukla karşılaşırız ki, buna dayanabilmenin tek yolu, her an uyuşmaktır. İlla alkol ve uyuşturucu da kullanmak gerekmez bunun için. Hareketin de bir sarhoşluğu vardır. Modern insan dikkat dağıtıcılarla öyle sarınmıştır ki, bu toprak altındaki kafa, ellerinden toprağı alınıncaya kadar gözünü güneşe açmaz. (Toprağın alınmasının üzerine toprağın atıldığı ana denk gelişi ne ilginç bir ironidir.) Boşluğu hissetmez. Çünkü boşlukla yüzleşmez. Boşluğu oluşturan hafifliklerle elde ettiği 'zahirî hıffet'i modern medeniyetin yapmasını önerdiği meşguliyetlerle doldurur. Oruç tutmaz. Ama sürekli rejime başlar/bozar. Namaz kılmaz. Fakat yogası vardır. Camide vaaz dinlemez. Lakin sinemada başka kürsülerin sessiz müstemisi olur. Yaşadığı 'hafiflik' değil 'boşluk'tur çünkü. Ve bu boşluk dolmadığı her anda azap verir.

Bu meselenin birinci yanıydı. İkinci yanını ise şu soru başlatıyor: İnsanda bu boşluk hissi neden var? Neden, hatta en mutlu olduğumuz anlarda bile, yakamızdan düşmüyor? Neden en başarılı zamanlarımızda bile 'doğru şeyi yapıp yapmadığımızı' sorguluyoruz? Ben bunun bir yanının insanın cennetten dünyaya yolculuğu ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Biz insanlar Formula pistinden köy yoluna inmiş Ferrari gibiyiz. Ferrari yola bir şekilde devam ediyor. Fakat hareketlerinde bir tuhaflık var. Altına taş çarpıyor. Engebeleri aşmakta zorlanıyor.

Kendisini yolla uyumsuz hissediyor. Bu uyumsuzluğu bazen kendi 'işe yaramazlığına' yoruyor. Boşluk hissini en çok buradan yaşıyoruz. Aczimiz ve fakrımız dünyaya indiğimiz günden beri ensemizde iki nasihatçi. Arabamızın altına her taş değişinde "Neden böyle oluyor?" diye soruyoruz. Hayallerimizde yüz kilometreye birkaç saniyede çıkmak var. Fakat bu şartlarda mümkün değil. Hayalimiz cenneti unutamamış yanımızdır. Korku. Endişe. Bu uyumsuzluk imtihanın başladığını haber verdi bize. Yaşadığımız yerle hatırladığımız yer arasında bir uyumsuzluk.

Oblivion filminde dünyayı sömürmeye gelmiş o devasa uzaygemisinin beyinlerini yıkamak istediği insanlara sorduğu soru neydi? (Ki filmin içinde bu soruyu hep Victoria [Andrea Riseborough] cevapladı.) "Uyumlu bir ekip misiniz?" Uzaygemisi endoktrine edeceği insanlarda bunu aradı. Ve diyebiliriz ki: İnsanlığı kurtaran da Victoria'nın bu soruya bir yalanla karşılık vermesiydi. Hayır, onlar aslında uyumlu bir ekip değillerdi, çünkü Jack Harper (Tom Cruise) ona değil Julia'ya (Olga Kurylenko) âşıktı. Rüyalarında onu görüyordu. Bu gerçek hayatla rüyaları arasında bir uyumsuzluk yaratıyordu. Bu uyumsuzluk bir sorgulamayı ve arayışı tetikledi. Bu sorgulama ve arayış sayesinde de insanlık kurtuldu.

Doğru yerde olmadığımız düşüncesi bizi arayışa iten ana sebeptir. Eğer durduğumuz yerle tastamam uyumlu olsak, hiçbir rahatsızlık yaşamasak, o zaman arayışa da girmeyiz. Şeytan bizim beynimizi rahatlıkla yıkar. Bizi bize düşman eder. Oblivion'da Jack hakikaten Victoria'ya âşık olsaydı duracaktı. Huzur duyacaktı. Hayatı ve rüyaları hakkında sorular sormayacaktı. Kendimize dönelim: İnsan da dünyada tastamam mutlu olsaydı cenneti aramayacaktı. Cenab-ı Hakkın bizi, aslımızı, atamızı önce cennetle tanıştırıp sonra dünyaya göndermesi büyük bir lütuf. Tanıştırıldığımız yoksunluklar sayesinde varolmakta kararsızlaştık. Bunlar bizi imtihan edilir kıldı. Eğer şu uyumsuzluktan doğan mübarek boşluk hissi olmasaydı hiç Allah'ı arar mıydık?

20 Haziran 2017 Salı

Kur'an Risale-i Nur'dan haber veriyor mu?


"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur'ân'a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor." 20. Söz'den.

Bu fıkrayı ya birinden duydum ya bir yerden okudum. Net hatırlamıyorum. Hatırladığım kadarıyla aktarayım: Bir gün Avrupalı bir aristokrat Namık Kemal'in de bulunduğu bir mecliste (bir yardım toplantısı sanırım) "Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!" ayetini hatırlatarak sorar: "Kur'an'da herşeyin bahsinin geçtiğini iddia ediyorsunuz. Bu nasıl mümkün olur? Mesela: Kur'an'ınız benden veya şu kel kafamdan da bahsediyor mu?" Bu söylerken müstehziyane bir şekilde eliyle de pürüzsüz kafasını sıvazlar. Namık Kemal ise gayet sakin bir şekilde "Evet!" der. "Sizin bahsiniz Kur'an'da var." Ve ardından Bakara sûresinin 264. ayetini okur:

"Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbirşeye sahip olamazlar. Allah kâfirleri doğru yola iletmez."

Bunu çağrıştırır bir anı da bende var. Hızlı ve Öfkeli serisinin 7.'sini izlerken kendi kendime şöyle demiştim: "Vay arkadaş! Adamların ne güzel hayatları var. Hem rahat rahat çalışıyorlar, hem dünyanın parasını kazanıyorlar, hem de güzel güzel dünyayı geziyorlar." Aynı gün takip etmekte olduğum mealli Kur'an okumasında şu ayete rastlayıp sarsıldım: "İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması sakın seni aldatmasın!" Tokat yemiş gibi oldum. Ben bu sarsılmayı neden yaşadım? Çünkü Kur'an o an benimle konuşuyor gibi geldi. Zamansal mesafe aradan kalktı. Ayet-i kerimeyi birebir üzerime alındım.

Bu demek değildi ki, mezkûr ayet, asırlar sonra gelecek Ahmet Ay diye bir günahkâr için nazil olmuştu. Hayır. Ayetin gelişinin asıl/ana sebebi ben değildim. Benim Hızlı ve Öfkeli 7'yi izleyip düşündüklerim değildi. Ama evet, bir açıdan ayet-i kerime benim için de nazil olmuştu, çünkü bahsedilen bendim. Ders alması gereken bendim. Uyarılan bendim. Peki nasıl bendim?

İşte tam da bu noktada mürşidimin 20. Söz'de bahsettiği birşeyi anımsamak gerekiyor. Alıntılayıp anımsayalım: "Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." 1. Lem'a'da Hz. Yunus (a.s.), 2. Lem'a'da ise Hz. Eyyub (a.s.) kıssası üzerinden örneklemesi de yapılan bu hakikat bize evvelemirde şunu söylüyor: Kur'an'da anılan hiçbirşey sadece kendisi için anılmaz. 20. Söz'ün başındaki soruya atıf yaparsak: Orada anlatılan kıssalardan, kişilerden, olaylardan, mesajlardan hiçbirisi sadece bir hadisat-ı cüz'iye veya vaka-i âdiyeden ibaret değildir. Bütün zamanlarla konuşur, bütün zamanlara ders verir, bütün zamanlara hitap eder bir yanı vardır.

"Her bir âyetin mânâ mertebeleri vardır; zâhirî (açık), bâtınî (açık ve görünür mânâsının içindeki, ehlinin anlayabileceği mânâ), haddi (kapsamı) ve muttala'ı (anlam çerçevesi) vardır. Bu dört mânâ tabakasından herbirinin de fürûatı (detayları), işaretleri, dalları ve ayrıntıları vardır..." (bk. Ebu Yâ'lâ, el-Müsned 9:287; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-Evsat 1:236.) hadis-i şerifinden Bediüzzaman'ın aldığı ders de böyledir. "Madem Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev-i beşerin herbir tabakası, herbir âyât-ı Kur'âniyeden hissesini alacak ve âyât-ı Kur'âniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette, ayrı ayrı ve müteaddit mânâları zımnen ve işareten bulunacaktır."

Peki bu konuşma nasıl olur? Bu konuşma, bizzat anılanlar için, bizzat olur. (Kur'an'da sarahaten bahsi geçen veya esbab-ı nüzul olarak nakledilen şeyleri/kişileri bu sadetten sayabiliriz.) Bizzat anılmayanlar içinse kanunen veya işaraten olur. Ne demek 'kanunen veya işareten?' Yani; Kur'an'ın, ayetlerinde ders verdiği hakikatlerin bütün zamanları kuşatan 'düstur-u küllî' veya 'kanun-u umumî' taraflarına dahil olduğumuzu hissettiğimiz an biz de o manaların gölgesinde gölgeleniriz. Ki zaten Kur'an'ı anlama ve yaşama yolculuğumuz da tastamam bunu ifade eder. Karun'un kıssasını okuduğunda kendisine çekidüzen verme ihtiyacı hisseden zengin bu yüzden hisseder.

Eyyub'un (a.s.) kıssasını okuduğunda derdi içinde koruması gereken kulluk şuurunu bulan hasta bu yüzden bulur. Süleyman'ın (a.s.) kıssasını okuduğunda 'nasıl bir yönetici olması gerektiği' dersini alan yönetici bu sayede alır... Yani hepsi kendisini 'bahsedilen' olarak görür. Üzerine alınır. O kanunun bir ferdi ve düsturun bir ucu olarak hayatını yorumlar. Kur'an'la böyle bir ilişkiye girilmedikten sonra zaten arza nüzul edenin kalbe nüzulu yaşanmaz. Ondan ders alınmaz. Tebliğin ahlaka dönüşmesi Kur'an'da hitap edilenin biz olduğumuzu, ama kanunun bir parçası olarak biz olduğumuzu, farketmekle başlar. İşte, tam da bu noktada, "Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!" hakikati bize göz kırpar.

Kur'an'da her cimriden tek tek bahis var mıdır? Vardır. Çünkü cimrilikten bahis vardır. Kur'an'da her kibirliden bahis var mıdır? Vardır. Çünkü mütekebbirlikten bahis vardır. Kur'an'da tüm müslümanlardan, kafirlerden veya münafıklardan bahis var mıdır? Vardır. Çünkü onların ait ve bağlı oldukları kanuniyetlerden, manalardan, hakikatlerden bahis vardır. Bu yüzden her mü'min Kur'an'ı okuduğu zaman sanki ayetler kendisiyle konuşuyormuş gibi hisseder. Çünkü hakikaten o ayetlerin ezelden gelen dersleriyle bir ilgisi vardır. Mürşidime göre; sarahaten Hz. Yunus'tan (a.s.) bahseden her ayet, işareten de aynı haleti hisseden herkese hitap eder:

"İşte, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor."

Bu noktada artık diyebilirim ki: Bediüzzaman'ın, Kur'an'da veya başka metinlerde Risale-i Nur'a işaretler bulunduğunu söylediği yerler de böyle anlaşılmalıdır. Çünkü Bediüzzaman bu yerlerin hiçbirinde ayetin sarih manasını sahiplenmez. Esir almaz. "Bu ayet Risale-i Nur için indi!" demez. Aksine; kastettiğinin bu olmadığını tekrar be tekrar belirtir. Onun dediği ise, yukarıda arzetmeye çalıştığım, bir mübarek alınganlıktır. Kur'an'ın bahsettiği kanuniyetlerden bazılarına dahil olmaktır. Kendi ifadelerinden okuyalım:

"Risale-i Nur'un makbuliyetine eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki 'Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!' sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur'ân'dır. Acaba Risale-i Nur'u Kur'ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?' denildi. O acip sual karşısında bulundum. Ben de Kur'ân'dan istimdat eyledim. Birden, otuz üç âyetin mânâ-yı sarîhinin teferruatı nev'indeki tabakattan mânâ-yı işârî tabakasından ve o mânâ-yı işârî külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhûlüne ve medâr-ı imtiyazına birer kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim. Ve bir kısmı bir derece izahlı ve bir kısmını mücmelen gördüm.

Kanaatime hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ve ben de ehl-i imanın imanını Risale-i Nur ile takviye etmek niyetiyle o kat'î kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede biz demiyoruz ki, âyâtın mânâ-yı sarîhi budur. Tâ hocalar fîhi nazarun desin. Hem dememişiz ki, mânâ-yı işârînin külliyeti budur. Belki diyoruz ki, mânâ-yı sarîhinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da mânâ-yı işârî ve remzîdir. Ve o mânâ-yı işârî de bir küllîdir; her asırda cüz'iyatları var. Ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mânâ-yı işârî tabakasının külliyetinde bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medâr-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde bir düstur-u cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmişken, Kur'ân'ın âyetine veya sarahatine, değil incitmek, belki i'caz ve belâğatine hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatin nihayetsiz işârât-ı Kur'âniyeden had ve hesaba gelmeyen istihraçlarını inkâr edemeyen bunu da inkâr etmemeli ve edemez.
"

Şimdi Bediüzzaman'ın bu mübarek alınganlığına itiraz eden, sözde Kur'an müslümanı, özde ehl-i bid'a olanlara sormak istiyoruz: Sizce Kur'an bizimle konuşmuyor mu? Bizi kastetmiyor mu? Bize işaret etmiyor mu? Bizi ilgilendirmiyor mu? Bizden bahsetmiyor mu? Bize deva olmuyor mu? Bize dokunmuyor mu? Bizi düzeltmiyor mu? Bize ders vermiyor mu? Bizi anlatmıyor mu? Bizi istikamete çağırmıyor mu? Bize yol göstermiyor mu? Bizi uyarmıyor mu? Bizi çağırmıyor mu? Bu soruların cevabını Bediüzzaman gibi 'olumlu' vermiyorsanız sizin nereniz Kur'an ve hatta nereniz/nasıl müslüman? Kur'an'ı bütün zamanlarla konuşur kabul etmedikten sonra, size, Kur'an müslümanı değil de 'ahirzaman şarlatanı' denmesi seza değil mi? Şarlatansınız ki, tevhid ile herşeyi yaratanın, kelamında yarattığı herşeyle ilgili olmasını, yani herşeye hitap etmesini inkâr ediyorsunuz.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...