22 Eylül 2021 Çarşamba
Cennette nasıl bir fizik var?
"(...) GUT ve süpersicim kuramları dünyanın buharlaşmasından daha büyük bir felakete işaret etmektedir. Fizikçiler maddenin daima en düşük enerji durumunu (boşluk durumu olarak adlandırılır) aramaya çalıştığını öngörürler. Örneğin: Daha önce anlatıldığı gibi su daima yokuş aşağı akmaya çalışır. Bununla beraber, eğer bir nehrin üzerine baraj kurarsak, durumu değiştirmek mümkündür. Barajın arkasında biriktirilen su en düşük enerji hâli olmayan bir 'yalancı boşluk durumu' içerisindedir. Bu, suyun barajı patlatarak aşağıdaki gerçek boşluk durumuna akmak istediği, fakat başaramadığı anlamına gelir.
"(...) kuantum mekaniğinde suyun bir 'kuantum sıçraması' yapması ve barajın içinden geçmesi olasılığı mevcuttur. Belirsizlik ilkesi uyarınca suyun nerede olduğunu bilmediğimiz için onu olabileceğini en az beklediğimiz yerde (yani barajın öbür yanında) bulmamız konusunda belli bir olasılık vardır. Fizikçiler suyun engel içinden bir tünel açacağı kanaati taşımaktadırlar. Bu durum rahatsız edici bir düşünce uyandırmaktadır. (...) Ya evrenimiz olabilecek en düşük enerjili evren değilse? Ya daha düşük enerjiye sahip başka bir evren daha varsa ve birdenbire bir kuantum geçişi meydana gelirse? Bu bir âfet olurdu. Yeni boşluğun içinde fizik ve kimya yasaları tanınmayacak kadar değişebilirdi. Bildiğimiz şekliyle madde mevcut olmayabilirdi. Tamamen yeni fizik ve kimya yasaları ortaya çıkabilirdi. Sık sık 'fizik yasalarının değişmez olduğu' söylenir. Eğer evren aniden daha düşük enerji durumuna kuantum sıçraması yaparsa bildiğimiz fizik yasaları da tanınmayacak kadar değişikliğe uğrayabilir."
Bütün varlığı bir nehir olarak düşünmek... Ama bir saniye. Bu bana tanıdık geldi. Sanki mürşidim de ahiret hakkındaki bir bahiste benzer şeyler söylüyordu: "(...) Madem bu karışık mevcudat dâr-ı fâniden dâr-ı bekàya akıp gidiyor. Elbette, nasıl ki hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler Cennete akar; öyle de, şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler Cehenneme yağar. Ve bu mütemadiyen çalkanan kâinatın selleri o iki havza girer, durur." Eh, evet, elbette İslamî meseleleri "Bugün böyle, yarın şöyle, öteki gün öyle..." diyen bilimin argümanlarına bağlamamalı. Onlara kat'iyyet atfetmemeli. Fakat sağladığı imkanı da kullanmalı değil mi arkadaşım? Ve dahi bütün evreni kapsayacak bir kıyameti kafalarını sığdıramayanlara göstermeli: Kuantum mekaniği de böylesi bir geçişi öngörebiliyor. En azından ihtimallerden bir ihtimal olarak tanıyor. Cahiller gibi "Olmaz öyle şey!" demiyor.
Bana bu mevzuda ilginç gelen ikinci şey de şu: Cennet-cehennem hayatlarıyla ilgili ayetlerde-hadislerde bugünün fiziği, kimyası, hatta biyolojisi ile anlaşılamayacak şeylerden bahsedilir. Cehennemlikler gördükleri azaba rağmen bir türlü ölmezler mesela. Cennetlikler de yine bizimkinden apayrı, aşkın, daha üst bir fizikte, kimyada, biyolojide yaşamaktadırlar. Şunu da mutlaka anımsayalım bu makamda: Cennetlikler karşılaştıkları nimetleri dünyadakilere 'benzetirler' ama 'apayrılığını' da ifade ederler. (Bediüzzaman'ın böylesi ayetleri tefsir ettiği 28. Söz'ün 1. Makam'ını vaktiyle "Cennette nasıl bir fizik var?" başlığı ile ders konusu yapmıştım. Youtube'da kaydı vardır.) Haşr-i cismanîyi, yani bedensel dirilişi, reddedenlerin kavrayamadıkları şeylerden birisinin de bu olduğunu zannediyorum arkadaşım. Yani: İçinde yaşadığımız fiziği, kimyayı, biyolojiyi mutlak görmek, değişemezliğine körükörüne inanmak, cennet-cehennem tasvirlerini 'ancak maddeyi inkâr etmekle inanılabilecek şeyler' sanmayı zorunlu kılıyor onlar için belki. Bizse, elhamdülillah, bu zorunluluğa katılmıyoruz. (28. Söz'ün 1. Makam'ı haşr-i cismanînin zaruretinin savunusunu da yapar.) Görünüşe göre fizikçiler de böylesi bir zorunluluğun olmadığını söylüyorlar: "(...) Sık sık 'fizik yasalarının değişmez olduğu' söylenir. Eğer evren aniden daha düşük enerji durumuna kuantum sıçraması yaparsa bildiğimiz fizik yasaları da tanınmayacak kadar değişikliğe uğrayabilir."
Şimdi tekrar en başa dönelim: “Özgürlüğe yönelen irade boşluğa düşer..." cümlesini Thomas Mann'a söyleten nedir? Bence kıymetli bir farkındalığıdır. Hakikaten irade sahibi olmanın bedeli bir tür boşluğa düşmektir. Evet. Zira seçilecek şeyde tereddüt vardır. Şıklar vardır. Alternatifler vardır. Yollar vardır. Yöntemler vardır. Karar vermeden hemen önceki o anda/dönemde insan bir boşlukta asılı kalır. Michio Kaku'nun yukarıdaki tasvirleriyle ele alırsak: En kararlı enerji düzeyine ulaşmadan, yani dengesini bulmadan, hemen önce bir baraj önündeki su gibi birikir insanın meyelanı. İçimizdeki geçiş/dönüşüm başlarken bir sıçrama da olur. Nihayet karar verilir. Yani karar bulunur. Burada 'karar' kelimesindeki bir zenginliğe de dikkatinizi çekmek isterim: Onun bir manası da sükûnettir. Değişmezliktir. Ölçülülüktür. Durgunluktur. Aleyhissalatuvesselamın Tirmizî'de naklolunan bir hadisinde "Semâ emvâcı karardâde olmuş bir denizdir!" buyurması bu anlam katmanına bakar. Yine Bediüzzaman'ın bu fani âlem hakkında en çok yaptığı benzetme 'kararsız' ifadesiyledir. "Sakın zannetme tebdil-i memleket delilleri bu Oniki Sûret'e münhasırdır. Belki had ve hesaba gelmez emareler, deliller var ki, şu kararsız mütegayyir memleket zevâlsiz, müstekar bir memlekete tahvil edilecektir." Âşık Yunus'a da bir rahmet duası göndermeden ayrılmayalım bahisten: "Ne zaman anarsam seni,/Kararım kalmaz Allahım./Senden gayrı gözüm yaşım,/Kimseler silmez Allahım."
Ben şimdilerde bu iki fizik arasında bir bağ olabileceğini düşünmeye başladım. Belki de zâhirdeki bu âlemin 'kararsızlığı' bâtınımızda 'iradeyle' kendisini gösteriyor. Oradaki boşluk buradaki boşlukla karşılığını buluyor. Âlemden ayrı değiliz. Aynı sırrın parçalarıyız. Mürşidim de "Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir..." diyerek başladığı bahiste "Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar..." diyerek aynı kararsızlığa işaret eder. Yani kuvve-i gadabiyemiz (korunma güdüsü), kuvve-i şeheviyemiz (menfaat güdüsü) ve kuvve-i akliyemiz (kârı-zarardan ayırma güdüsü) fıtraten sınır sahibi değildirler. Taşkınlığa yatkındırlar. Onların bu kararsızlığı vahiyle, nübüvvetle, şeriatla, sünnetle bir baraj sahibi yapılmıştır. İfrattan-tefritten korunmuştur. İstikamet böylece tayin edilmiştir. 'Sırat-ı müstakim' de buna denilmiştir: "Sırat-ı müstakimden murad şu üç mertebedir." Allahu'l-a'lem kaydıyla şunu da ekleyelim:
Belki de fizik âlemin dönüşümü bizimle başlamaktadır arkadaşım? İnsan cennet görmüş bir varlık olarak dünyaya dönmüştür. Harcı dünyadandır. Ancak sırr-ı imtihan gereği beka âlemine ayağını basmışlığı da vardır. İki âlem arasındaki bu gitgelli hukuku belki de köprünün bizzat kendisi veya bidayeti olmasına işaret eder. Michio Kaku'nun 'kuantum sıçramasının başlayacağı tünel' olarak tarif ettiği şey belki de insanın bizzat kendisidir. İmtihanıdır. Biz şu an bâki âlemlerle fâni âlemin arasındaki eşiğiz. Dışımız-içimiz arasındaki bu etkileşim de buna işaret ediyor olabilir. Âlemin özetiyiz. Çünkü belki âlem bizden geçiyor. Bizden geçerek dönüşüyor. Biz nasıl seçersek öyle dönüşüyor. Yahut dönüşmesi bizimle başladı. Kıyamette de tam dönüşümünü yaşayacak. Evet. Belki biraz da bu yüzden herşeyden bu kadar çok etkileniyoruz. Herşeyi bu kadar çok etkiliyoruz. Bu kadar ilgiliyiz. Bu kadar bilgiliyiz. Bu kadar kabiliyetliyiz. Allah'ın katında bu yüzden bir kıymetimiz var. Bu yüzden imtihanla muhatabız. Bu yüzden sınanıyoruz. Bu yüzden şeriatla mükellefiz. O büyük resimde denk geldiğimiz böyle bir eşik olduğu için belki. İblis de bizimle bu yüzden uğraşıyor.
Arkadaşım sözlerim çok mu farazî geldi? Haklısın. Bazen hayallerim aklımın önüne geçiyor. Lakin şu sana da gizemli gelmiyor mu? 'Eûzü' çekerek okumaya başladığımız Kur'an yine 'istiaze sırrı'nı anlatan Felak-Nas sûreleri ile bitiyor. Yani bütün süreç bize bir 'sığınma' öğretiyor. Neyden sığınıyoruz peki? Çok şeyden. Biraz şeytanımızdan, biraz nefsimizden, biraz kararsız âlemin gösterdiği kötü sûretlerin yapacağı tahripten, ama en çok da 'irade sahibi olmanın yaşattığı boşluk'tan. Kendimizden. Kararsızlığımızdan. Düşebileceklerimizden. Seçebileceklerimizden. Onlar sonucu olacaklardan. Yaratılacaklardan.
Evet. Biz, ne zaman şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam ile amel etsek, ne zaman onun öğrettiği marifetullahı hatırlasak, hatta ne zaman küçücük bir sünnete ittiba etsek, bir kararsızlıktan Allah'ın bizim için seçtiği karara kaçarız. Onun bizim için seçtiği şeyin kendi seçimlerimizden hayırlı olduğuna inanırız. Âlemler Rabbi Odur çünkü. Doğru kararı en iyi o bilir. Ona tevekkül ederiz. Yani özetle demem o ki: Belki de kararsız kainatın muhatap olduğu boşluğun bir özü/özeti irade sahibi olmak üzerinden bizde tezahürdedir. İnsanda da irade sûretinde sınanmaktadır. Onun da muvaffakiyeti Allah'a kaçmaktadır. Herşey böylesi bir bütünde bütünlenmektedir. Veya... Neyse. Çok uzattım arkadaşım. Seni de sıkmaya başladım. Duayla bitirelim en iyisi: Cenab-ı Hak, bizi, Kur'an'daki ifadesiyle 'kendisine firar edenlerden' eylesin. Âmin.
14 Eylül 2021 Salı
İhsan Şenocak Hoca "Selçuk Bayraktar Filenin Sultanlarını döver!" mi dedi?
Bakışımızı biraz daha kaldırınca yine farkına varırız ki: Hocaların, dinî sembollerin, İslamî tezahürlerin tek dünyacı cenahta oluşturduğu alerjinin ardında da bu vardır. Yani: Oyun bozulmaktadır. Kur'anî ifadesiyle 'asıl hayata sahip olan ahiret' hatırlanmaktadır. Yine kıymetli bir alıntının yeri geldi. Roman Diliyle İktisat'ında Mustafa Özel Hoca Faust II'den şöyle bir alıntı yapar: "Lanet olası çan sesleri! Yaralıyor insanı./Alçakça, hain bir mermi gibi./Hatırlatıyor kindar seslerle./Hâkimiyetimin pürüzsüz olmadığını." Ve Faust bütün zenginliğine-gücüne rağmen bu kuleyi yaktırmadıkça mutlu olamaz: "İşte, böyle zenginlik içinde, eksik olan şeyimizi hissederek, en acı ızdıraplarla kıvranıyoruz. Şu küçücük çanın sesi ve o ıhlamurların kokusu, sanki kilisede veya mezarımdaymışım gibi, vücudumu kaplıyor. O herşeyi alteden iradenin kudreti burada, şu kumların üstünde, kırılıyor. O çan çalınca tepem atıyor. Bu karşı koyma ve inat en şerefli başarının zevkini kaçırıyor..." Eh, evet, Goethe'nin çan sesleri üzerinden anlattığı metafiziği biz coğrafyamızda ezan sesinden işitebiliriz. Bazılarının 'çav bella' özlemini buradan anlayabiliriz.
Sonra korktum bana da bir linç gelir. Aman, yok, kimse beni kâle almadı efendim. Sonra düşündüm: Aslında İhsan Şenocak Hoca'nın parmağı da aynı yönü göstermiyor mu? Daha doğrusu: İslam'ın parmağı bu yönde değil mi? İnsan sahici, faydalı, hikmetli, işe yarar birşeyler ürettiğinde İslam bunlardan hangisiyle savaşıyor? Hangisine 'Olmaz!' diyor? 'Olmaz'ı bırak hatta destekliyor. Teşvik ediyor. Sırtını sıvazlıyor. 'Olmaz!' dediği neyi kurcalasanız peşinde bir zarar var. Abeslik var. İsraf var. Selçuk Bey ekibiyle birlikte cihadda omzumuzu güçlendirecek birşey yapıyor. Geliştirdiği teknoloji müslüman coğrafyasında yeni bir direniş noktası oluşturuyor. Bu ekibin yaptığına kadın-erkek ayırmadan gıpta edilmez mi? Ekibindeki ablalar-abiler hep birden alkışlanmaz mı? Peki Filenin Sultanları ne üretiyor? Popçular ne üretiyor? Tik-Tokçular ne üretiyor? Youtuberlar ne üretiyor? CHP'nin heykel mühendisleri ne üretiyor? (M)edeniyetin her ıslığına koşmak zorunda mıyız? Peşine düşmek mecburiyetinde miyiz? Halimize bakıp, imanımıza bakıp, ahlakımıza bakıp bir 'seçmece' yapamaz mıyız? Eurovizyona kaç yıldır katılmıyoruz mesela. Katılmamakla kim/ne kaybediyor? Hiç. Bilakis epeyce saçmalıktan kurtulduk bence.
11 Eylül 2021 Cumartesi
Senai Demirci nereye düşüyor?
"Narsizm, kişinin ilgisini kendisine yöneltmesinin karanlık yüzüdür, ancak çoğunlukla özsaygıyla karıştırılır. (...) Günümüzde herşeyi kendimiz için yaptığımızı söylemek istiyoruz. Başkaları için fedakârlık yapmak istiyorsanız, hele de kadınsanız, bu bir çeşit zayıflık olarak görülüyor. (...) Bütün yaşamları boyunca kendilerine 'çok özel' oldukları söylenen gençler, çaresizce özsaygılarını korumaya çalışıyor ve birçoğu da eleştirelliği ve karamsarlığı zırh olarak bürünüyor. (...) Ben Nesli aşırı övgüyle büyüdü. Bu nesil sorumluluk duygusu ile motive olmaz. Çok çalışmak kendi içinde bir erdem değildir. Ancak toplumda onları diğerlerinden ayırıyorsa o zaman uğraşmaya değer."
Jean M. Twenge, Ben Nesli kitabından...
İmam Zahid el-Kevserî Hazretlerinin ehl-i bid'a hakkında bir sözü vardı. Ebubekir Sifil Hoca'nın kaleminden okuduğumu anımsıyorum. Aynıyla ezberimde değil maalesef. Manaca nakledeceğim. Diyordu ki merhum: Bir insan ehl-i sünnetten ayrılan görüşlere sahipse illa bir yerde kendisiyle, söylemiyle, iddiasıyla, kurgusuyla, uydurmasıyla çelişkiye düşer. Bizcesini söylersek işin: Saçmalar. Tutarsızlığını açığa vurur. Rezil olur. Hakikaten de gün geçtikçe bunun misallerini daha bir sıklıkla görüyoruz. İşte onlardan bir tanesini de Senai Demirci vasıtasıyla gördüğümüzü düşünüyorum.
Mevzu nedir peki? Efendim, mevzu aslında göründüğünden derindir, hazindir. Ahirzamanda insanlar üzerine çevrilen manipülatif dümenlerin tezahürüdür. Düğümlere üflemektir. Evet. Bu asır, Bediüzzaman'ın da ifadesiyle, 'enaniyet asrı'dır. Benliklere öylesine kitlesel/bireysel mağduriyetler-üstünlükler fikri aşılanmaktadır ki artık hiçbirisi ele-avuca sığmamaktadır. (Jean M. Twenge "Ben Nesli" eserinde hastalığın kökünü birkaç nesil öncesine kadar taşır. Yani bugün görülen arızalar yüzyıllara yayılmış bir tahribatın sonuçlarıdır. Kitabın altbaşlığıysa bu noktada çok ilginçtir: "Bugünün gençleri niçin bu kadar özgüvenli, iddialı fakat bir o kadar da depresif ve kaygılı?") Faşist ekollerin ırkçılık zemininde yücelttikleri 'toplum'la Liberal çizginin övgüsüyle yükselttiği 'birey' aynı 'ben'e hizmet ederler. Birincisinde "Ben üstünüm!" daha bir "Biz üstünüz!" sosuyla süslenmişken ikincisinde anamesaj daha ortadadır. Ancak, Bediüzzaman'a göre, ikisiyle de aranılan aynı şeydir:
"Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünemâ bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel' eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle adeta ene olur. Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder."
İşte, bugün, ister 'feminizm'in bizzat kendisi ister daha 'modernist İslamî' versiyonları olsun, aynı manipülasyona çalışmaktadırlar: Kadın üzerinden bir mağduriyet edebiyatı/zemini oluşturup bu mağduriyetin mesuliyetini yükledikleri geleneksel/kimliksel her öğeyi 'enaniyetin intikamcı coşkusuna' dövdürmek. Zincirlerinden boşanan bu duygusallıkla yerli-yerleşik olanın konumunu elverdiğince geriletmek. Gözden düşürmek. Ezdirmek. 'Kadına şiddet-kadın cinayeti' konulu haberlerin 'erkeğe şiddet-erkek cinayeti' (zaten böyle başlıklar yoktur) mevzulu haberlerden daha belirgin şekilde basında yeralmasından tutun, benzer kurgudaki sanatsal ürünlerin medyada 'egemen/tekil söylem' haline gelmesine kadar, her noktada bu manipülasyonun izlerine rastlamak mümkündür.
Eh, evet, küresel zeminde hal böyleyken Senai Demirci gibi İslam modernistlerinde de benzer söylemlere rastlamak normal karşılanmalı artık. Ki kendisi twitterda sormuş: "Hiç merak ettiniz mi cennetle müjdelendiği söylenen on sahabe içinde neden hiç hanım yok?" Böyle bir muğalatayı Demirci'ye sorduran nedir? Hakikaten bilmiyor mu? Hayır. Doğrusu buna inanmayı 'kendimi aptal yerine koymakla' eşdeğer sayıyorum. Senai Demirci elbette cerbezesinin cevabını biliyor. Fakat o böyle argümanları dillendirmekle altyapısı olmayan sevenlerinde bir algı operasyonunu başarabileceğini düşünüyor. Nedir? Belki böylelikle o kitlede hadis-i şeriflere karşı bir önyargı inşa edebilecektir. Madem ki, 'sadece erkekleri' cennetle müjdeliyordur, o halde bir kadın hadislere nasıl inanır? Öyle ya. Taktik taktiktir efendim. Mü'minler olmasa da mü'mineler belki bir parça gaza gelirler. Ya Nasib.
Bir takipçisinin itirazı üzerine de iddialarını şöyle genişletiyor: "1) Peygamberimiz bile cenneti garanti görmezken 'cennetle müjdelenmek' nasıl mümkündür? 2) Hadi bu mümkün diyelim, listeye Mekkeliler girer de, Yesriblilerin girmemesi nasıl açıklanır? 3) Hadi bunu da anladık diyelim, hiçbir kadın cennetle müjdelenmeyi haketmez mi?" Doğrusu bu cümleleri okuyunca kendimi "Bir insan giderek cahilleşir mi?" sorusu karşısında buldum. Neyse. Takipçilerine hürmeten kısaca cevaplayalım:
1) Cennetle müjdelenen on sahabe içinde neden hiç hanım yok?
Çünkü 'cennetle müjdelenen on sahabe' rivayeti bu kadarcıktır. Tam liste açıklaması değildir. Hem zaten, standart bir müslümanın bildiği üzere, cennet müjdeleri bu hadisten ibaret değildir. Kişilerin kimliği ve de sayısı ise bu müjdeyi paylaştığı şartlarla ilgilidir. Sözgelimi: 'Cennet hanımlarının efendileri' hadisinde de hiç erkek yoktur. Yine münhasıran bir hanımın veya erkeğin cennetle müjdelendiği hadislerde de o hanım veya erkekten başkası yoktur. Bu tarz hadislere sanki Aleyhissalatuvesselamın hasmıymış gibi "Gördün mü bak şunları anmadı!" imâsıyla bakılmaz. Bu fitne/husûmet imâsıdır. Çirkefçe açık aramaktır. Ben eminim ki: Medine münafıkları bu hadis-i şerifi Demirci kulağıyla işitseler, böyle bir manipülasyonun iş yapacağını da düşünseler, aynı şeyi salyalar akıtarak dillendirirlerdi. Onlara da bu çok görülmezdi. Meslekleri budur. Fitne çıkarmaktır. Ya Senai Demirci'ninki nedir? Demirci Bektaşî misali rivayetlerin yarısını yutarak neyi amaçlamaktadır?
2) Peygamberimiz bile cenneti garanti görmezken 'cennetle müjdelenmek' nasıl mümkündür?
Aleyhissalatuvesselamın mizac-ı beyanına aşina olmayan birisi böyle şeyler söylese denir ki: Bilmiyor. Cahil. Yazık. Halbuki Demirci bu konularda malumatlı birisi. Hadi, kendisi okuduğunu-yazdığını unutacak bir yaşa geldi diyelim, çevresinden de mi uyaran olmuyor? Elbette Efendimiz aleyhissalatuvesselam cennetliktir. Bütün peygamberler cennetliktir. Kendisi de vaad-i ilahî ile cennetlik olduğunu bilmektedir. Hakkın bildirmesiyle haberdardır. Bunda şüphesi olan mı vardır? Onun endişe bildiren hadis-i şerifleri öncelikle 'irade-i cüziyesine' sonra da 'tedris-i ümmete' bakar. Yani kul nefsi/sa'yi üzerinden cenneti garantileyemez.
Bu ucbdur. Manevî bir hastalıktır. Ancak Allah lütfederse cennete girer. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz lütf-i ilahî ile cennete gideceğinden haberdar edilmiştir. Lakin bunun kendi iradesinde olmadığını beyan sadedinde, hem de ümmetine ders olması için, endişe arzetmiştir. Yani birisinin mevzuu 'fıkh-ı bâtın'dır. Diğerinin mevzuu 'fıkh-ı zâhir'dir. Sözgelimi: Bir insan şartlarına riayet ederek zekatını verse, sonra ona sorulsa, "Zekatın oldu mu?" Elbette zâhire göre "Oldu!" diye cevap verecektir. Fakat bu şartların ötesinde "Allah bu amelinden razı oldu mu?" diye sorulsa nasıl "Evet!" diyecektir? Bunu bilemez ki. İşin bu tarafı iç terbiyeye dönüktür. İçin tekinliği amelinden emin olmamaktadır. Dışın tekinliği şartlarına uyulan amelden şüphe etmemektir. Dönüp iade etmemektir. Tevekküldür. Ötekinde aksidir. Birisinin makamı havftır/korkudur. Diğerininki recadır/ümittir. Eskilerin tabiriyle manevî alanda "Oldum!" demek "Öldüm!" demektir. İç-dış şartları birbirinden başkadır.
Millete çarşaf çarşaf 'esma' öğrettikten sonra tutup kendinde unutmak taaccüb edilecek bir iştir. Elbette Cenab-ı Hakka kullukta birçok ismin gölgeleri bulunmaktadır. Bu gölgelerde haller başka başka olmaktadır. Allah'ın Sadıku'l-Vaad isminin tecellisinde beyan edilen hakikatle ism-i Ğâfûr'un secdesinde edilen dua bir olmaz. Efendimiz aleyhissalatuvesselamın cennet için edeceği şefaat de haktır akıbeti için duyduğu endişe de... Hiçbirisi diğerine nakise getirmez. Kemal katar. Senai Demirci bunları unuttuysa mahallesindeki çocukların ellerinden tutsun da camilerdeki Elif-Bâ derslerine devam etsin. Belki eksiklerini tekmil eder.
3) Hadi bu mümkün diyelim, listeye Mekkeliler girer de, Yesriblilerin girmemesi nasıl açıklanır?
Bunu Senai Demirci değil de din düşmanlığı açık birisi dese ağzımın dolusuyla "Alçaaak!" diye bağırırdım. Çünkü buradaki alçaklık pek açıktır. Azıcık hadis-i şerifleri karıştırmış herkes bilir ki: Medinelilerden de cennetle müjdelenen çoktur. Hatta onlara dair iltifatları toplansa kitap olur. Senai Demirci, haydi bütün bunları unuttu diyelim, Hz. Hasan ile Hüseyin'in (radyallahu anhum ecmain) Medineli olduklarını da mı bilmez? Evet. Onlar Medine'de doğmuşlardır. Ve cennet gençlerinin efendileridirler. Ha, yok, iş daha da çirkefleşiyor da bu hadislerde bir 'kabilecilik' güdüldüğü imâ ediliyorsa, buna da ancak gülerim. Kabileciliği (bir fitne aracı olarak) dibine kadar kullanmaya çalışan Medine münafıklarının o gün bulup gösteremediklerini Demirci bugün mü bulup göstermektedir?
Dördüncü soruya değinmeyeceğim. Çünkü cevabını birinci soruda verdik. Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hanımları da cennetle müjdelediği pekçok hadis-i şerif bulunmaktadır. Senai Demirci'nin burada yaptığı bir markette manav reyonunun önünde durup "Burada et düşmanlığı yapılıyor!" diye bağırmak kadar saçmadır. Şarlatanlığı kesip azıcık ilerlese kasap reyonuna gelecektir. İddialarının ne kadar boş olduğunu görecektir. Ama elbette 'görmek isteyen' görecektir. Bile-isteye kör olanın kalbi mühürlenmiştir. Allah onlara hakkı göstermez. Güneşe baksalar da ışıktan hisseleri olmaz.
En başa dönersek, arkadaşlar, ahirzaman fitnesi 'enaniyet/benlik' üzerine çalışıyor. Herbirimizi 'benbenci' bir hale getirmeye gayret ediyor. Irkçılık bunun bir versiyonu. Feminizm başka bir versiyonu. Modernizm daha başka bir versiyonu. Liberalizm bambaşka bir versiyonu. Hangisinin arkasına düşseniz kendini 'en doğruyu bilen' ve 'en az kıymeti bilinen' olarak görüyor. Varlık hiyerarşisinin zirvesinde kendisini konumlandırıyor. Dışındaki âleme de parmak sallıyor. İş öğretiyor. Din öğretiyor. Oradan aldığı enerjiyle başka herşeyin üzerine gidiyor. Bediüzzaman'ın ahirzaman terbiyesinde acz/fakr bilincini en başka koyması belki de biraz bundan ötürü. Çünkü ilk önce 'benlik bilincinin' doğru yerde konumlanması lazım. Bozulma oradan başladı. Düzelme de ancak oradan olacak. Cenab-ı Hak ehl-i sünnet ve'l-cemaat istikametinden ayaklarımızı ayırmasın. Âmin. Âmin.
8 Eylül 2021 Çarşamba
Mehdiyet sosyo-psikoloji kaldırır mı?
Bu nedenle birşeyin 'sosyoloji' veya 'psikoloji' veyahut 'sosyo-psikoloji' ile açıklanması neredeyse otomatik olarak semavîlikten kurtarılıp arzîleştirilmesi anlamındadır. Yani: Fizik nasıl ki "Işığı kim yaratıyor?" sorusuna "Allah!" değil de "Güneş!" diye cevap vermeyi tercih ediyorsa; kimya nasıl ki "Yağmuru kim yağdırıyor?" sualine "Allah!" değil de "Bulutlar!" demeyi beğeniyorsa; biyoloji nasıl ki "Meyveyi kim veriyor?" merakına "Allah!" değil de "Ağaçlar!" demeyi uygun görüyorsa; sosyoloji de "(...) inancını kim yaratıyor?" tarzındaki tefekkürlere "Toplum!" demeyi makbul görür. Psikoloji aynı cevabı "İnsan!" temelinde zeminlendirir. Özetle: Bu tür ilimlerin yapmaya çalıştığı şey zaten 'herşeyi madde sahasında açıklamak'tır. Madde ötesi izahlara alan/gerek bırakmamaktır. Bu nedenle İslamî bir umdeyi bu mezkûr zemine çekip 'vardır-yoktur' tartışmasına girenler bıçağı Cebrail aleyhisselamın boynuna indirirler. Şeriatın gayb-aşina bağlarını görmezden gelmelerinin sonucudur şu.
Her ne kadar isimleri Mustafa-Mehmed de olsa İslam modernistlerinin yaptıkları da aynı şeydir. 'Mehdiyet' gibi keyiflerine uygun bulmadıkları mevzuları 'sosyo-psikoloji' zeminine taşıyıp cerhetmek isteyen bu zevat, eğer bunu bir usûl kaidesi olarak İslam'a sokarlarsa, dinin bütün itikad zeminini dinamitlediklerini bilmezler. Veya bilmezden gelirler. Zira, az-çok bu neviden kitapları karıştıranlar hatırlarlar, ateist sosyo-psikoloji yaklaşımı kullandıkları argümanların hemen hemen aynısını, dinin herbir umdesine karşı-için kullanmaktadır. Sözgelimi: "Mehdiyet tarih boyunca insanların hep bir kurtarıcı bekleme arzusundan doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." derseniz ateist meslektaşınız da size der ki: "Allah da öyledir. Peygamber de öyledir. Haşir de öyledir. Kader de öyledir..." Çünkü mehdiyet için geçerli olan bütün şartlar bunlar için de geçerlidir.
Yine mesela: "Yok, yanılıyorsun, peygamberlik öyle değildir!" derseniz adam size der ki: "Peygamberlik tarih boyunca insanların hep gizemli bir varlıkla iletişim kurma ihtiyacından doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Haşir konusunda itiraz etseniz der ki: "Öldükten sonra dirilme tarih boyunca insanların sonsuzluğu arzulamasından doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Hatta Allah konusunda uyarınıza da karşılık verir ki: "Tarih boyunca korkulacak olaylar karşısında insanlık bir üstün varlığa sığınma ihtiyacı içinde olmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Hülasa: Kur'an deseniz öyle der. Namaz deseniz böyle der. Oruç deseniz şöyle der. Yani siz semavî neyi dillendirseniz size arzda yayılmış veresesini göstererek cerheder. Kendi argümanınızla size avlar. Ondan sonra dizlerinize vurmaya başlarsınız. Fakat geç olur. Çünkü semavîyi arzda açıklamaya konsantre olmakla tuzaklarına düşmüşsünüzdür.
Doğru yöntem nedir peki? Doğru yöntem yerdeki bağların yaratıcılık anlamına gelmediğini kavramakla başlar. İslam'dan önce de 'mehdiyet' diye bir inanç olabilir mi? Evet. Olabilir. Çünkü İslam, bizzat müslümanların inanışına göre de, ilk peygamber Hz. Âdem aleyhisselamdan son peygamber Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselama kadar hep gönderilen dindir. Dolayısıyla tarih boyunca benzer izlere rastlamak mümkündür. Hz. Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın şeriatında varolan emirlerin, özellikle de itikad umdelerinin, benzerlerinin İsa aleyhisselamın veya Musa aleyhisselamın dinlerinde de varolması müslüman için "Aaaa, nasıl olur öyle şey, cık cık cık!" bir durum değildir ki. Zaten İslam geçmişten-geleceğe gelenin hep kendisi olduğunu tekrar tekrar beyan eder. Böyle olduğunu apaçık beyan eden bir din tarihsel/toplumsal düzlemde kendi izlerine rastlayınca neden yadırgasın? Neden bunların bulunmasını kendisi için bir nakise saysın? Hatta, aksine, bir delil sayar. Geçmiş şeriatlardan böyle izlerin kalması İslam'ın hak din olduğunun delilidir. Zebur'da, Tevrat'ta, İncil'de Aleyhissalatuvesselamı haber veren birçok ifade bulunmaktadır.
Fakat bununla beraber şunu da soralım: Kendisi doğrudan Allah'ın semavî hakikat hazinesine bağlanan son din neden yatayda/arzda incik-boncuk toplamaya muhtaç olsun? Müslüman olmayana zaten diyecek birşeyimiz yok. Ama müslüman olan buna niye ihtimal veriyor? Allah'ın vahyi, Allah Resulünün sünneti, onların açtığı deniz gibi marifet nerede müslümanı aç bırakıyor ki başka sofralardan doymaya çalışsın? Biz 'mehdiyet' meselesini zaten üzerinde şekillendiği bu zeminde neden ele almıyoruz da hep sosyolojinin-psikolojinin dilencisi ediyoruz? Hadis kaynaklarımızdaki bu kadar rivayete rağmen. Ulemanın konu hakkındaki bu kadar beyanına rağmen. Arkamızdaki bu külliyetli mirasa rağmen.
İkinci bir arıza da şurada arkadaşlar: İslam bir tevhid dini olarak elbette kainatı yaratanla insanı yaratanın, insanı yaratanla da dini gönderenin aynı Allah olduğunu ortaya koyuyor. Kabul ediyor. Öğretiyor. Böyle bir dine iman eden insanlar dinlerindeki hakikatlerle kendi ruhları-psikolojileri-fıtratları arasında bağlar gördüklerinde neden "Aaa, nasıl olur öyle şey, cık cık cık!" çeksinler? Elbette aynı ustanın elinden çıkmakla birbirlerine bakar yanları olacaktır. Birbirine bakan yanları olacaktır ki kevnî şeriatla kelamî şeriatın parçaları 'cuk' diye birbirine oturacaktır. Bu birbirine oturma sayesinde insan fıtratı da hak dini tanıyacaktır. Oturmasa, tutmasa, yakışmasa insan, hâşâ, Allah'a karşı bir argüman sahibi olmaz mı? "Ya Rabbi, gönderdiğin din bana uymadı, ruhuma karşılık gelmedi, kabullenemedim!" demez mi? Öyle sanması başka. Ama hakikatte öyle olması daha başka. Hakikatte öyle olmasını reddederiz. Kâfir ise öyle sandığı için küfrü seçebilir. Bu kendisinin hatasıdır. Varlığın değil.
Şimdi soralım: 'Mehdiyet' gibi meselelerin "İnsanlar tarih boyunca bla bla..." ile açıklanmasının bir müslümanın semavî argümanlarını cerheden ne yanı vardır? Nasıl olabilir? Fıtratta/zamanda mehdiyetin izlerine rastlamak "Onun aslında hakikat olmadığına..." nasıl bir göndermesi yapılabilir? Amerika kıtasının tarih boyunca varolduğunun söylenegelmesi şimdiki varlığının cerhine delil olabilir mi hiç? Aksine, standart bir müslümanın kafasına-kalbine göre, kendisine gelen bir haberin fıtratına uygun düşmesi ülfetin kaynağıdır. Vahdetin izleridir. Hak dinin müjdecisidir. Bilakis, böyle izlere rastlamadığı zaman, müslüman kendisine verilen haberden şüphelenir. Şimdi namazın, orucun veya Allah'a inanmanın ruha-psikolojiye bakan, rahatlatan, ihtiyaç olan yanları var diye hakikaten varolduklarını inkâr mı edeceğiz? Yoksa bu hallerini onların hakikatine delil mi sayacağız? İkincisi daha makûl görünmüyor mu? En azından kalbinde istikametten parçalar kalanlara sesleniyorum.
Her neyse. Sabah okuduğum bir köşe yazısından hareketle bunları yazdım. Acele ettim. Belki güzel de ifade edemedim. İnşaallah meramımı bir parça izah ediyordur. Cenab-ı Hak ayaklarımızı Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in istikametinden ayırmasın. Âmin. Âmin. Âmin.
7 Eylül 2021 Salı
Haşre iman etmezsek geçmez ki bu yarımlık!
Eh, serde nurculuk var, herşey bizi Risale-i Nur'a götürüyor. Bu mevzu da beni 12. Söz'e götürdü. Okuyanlar bilirler. "Hikmet-i Kur'âniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak..." diye başlayan bu metin benzer bir hakikatten bahseder:
"Bir zaman hem dindar hem gayet san'atkâr bir hâkim-i namdar istedi ki: Kur'ân-ı Hakîmi, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtındaki i'câza şayeste bir yazı ile yazsın, o muciznümâ kamete harika bir libas giydirilsin. İşte, o nakkaş zat, Kur'ân'ı pek acip bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti. (...) Sonra o hâkim, şu musannâ ve murassâ Kur'ân'ı, bir ecnebî feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: 'Herbiriniz bunun hikmetine dair bir eser yazınız.'"
Hikaye böyle başlar. Peki devamında neler olur? Atlamalar yaparak takip etmeyi sürdürelim:
"Feylesofun kitabı yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Mânâsına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebî adam Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan Arabî bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam bu san'atlara göre eserini yazdı."
"Amma Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki: O, Kitâb-ı Mübîndir, Kur'ân-ı Hakîmdir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-ı zahirisine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle birşeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âli, daha galî, daha lâtif, daha şerif, daha nâfi, daha cami'... Çünkü, nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı."
Özet geçeyim: Her ikisi de yazdıklarını Hâkim'e götürdüler. Hâkim filozofun manayı ıskalamasından kızdı. Âlimi ise tebrik etti. Sonra mürşidim temsili hakikat bahsine şöyle taşıdı: "Eğer temsili fehmettinse, bak, hakikatin yüzünü de gör: Amma o müzeyyen Kur'ân ise şu musannâ kâinattır. O hâkim ise Hakîm-i Ezelîdir. Ve o iki adam ise; birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefe ve hükemâsıdır. Diğeri Kur'ân ve şakirtleridir."
Daha çabuk sonuca varmak isteyenler içinse anamesaj şu satırlarda saklıdır sanki:
"Amma, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına 'mânâ-yı harfî' ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip 'mânâ-yı ismî' ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar..."
Evet. Anladınız. Mürşidim hikmet-i fenniyeyi (yani günümüz seküler bilimlerini) biçime saplanıp kalmakla itham ediyor. Onları, içeriğe değer vermemekle, hatta düpedüz anlamamakla, suçluyor. Kainata bakışları yüzeysel olduğu için de ürettikleri malumat manaya dair birşey söylemiyor. "Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır." Hikmet-i Kur'aniye ise okumalarında bir 'içerik' derinliğine sahip. Tasarımı inkâr etmemekle birlikte aslolanın 'anlam' olduğunun farkında. Bu yüzden okumasında isabet ediyor: "(...) nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı."
Varlıktaki sanatın içeriği nedir peki? Onu da yine mürşidimin şu cümlelerinde özetlenmiş buluyoruz:
"Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati, esma-i İlâhiyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikati bir isme veyahut çok esmaya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san'atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ, hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine, ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri esma-i İlâhiyeye istinad eder. Hatta muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: Hakikî hakaik-i eşya esma-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise o hakaikin gölgeleridir. Hatta birtek zîhayat şeyde yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir."
Kendimizi felsefenin dar kalıplarına sıkıştırmayalım arkadaşım. Fakat şu kadarcık dersimizi de alalım: Müslümanlar da 'yalnızca biçimi var diye' birşeyin sanat eseri olduğuna inanmazlar. Ya? Biçimle birlikte manidar bir içeriğinde bulunması gerekir. Hatta içeriğin anlamı çoğu zaman biçimin de önüne geçer. Bu nedenle İslam 'kalıp' değil 'gönül' dinidir. ‘Bedene’ değil ‘ruha’ bakar. 'Ne adına' olduğu 'ne olduğunun' önündedir. Yahut hadiste buyrulduğu gibi: "Ameller niyetlere göredir." Bu dinin değer atıflarının neredeyse tamamı maneviyatadır. Mesela: Takvaya, dürüstlüğe, ahlaka, cömertliğe, merhamete vs. Bunların üzerine varoluşunu bina eder.
Ahirzamanın Deccalî anlayışınınsa bir gözü kördür. Yani tek gözlüdür. O yüzden değer atıfları genelde 'tasarıma' yaslanır. Güçlü, güzel, zengin, başarılı, enerjik vs. kimlikler kaymağa yükselirler. Lakin buradan tasarımın da büsbütün önemsizleştirildiğini çıkarmayalım. Allah Hakîm'dir. Her işinde hikmetlidir. Dolayısıyla varoluşta hiçbirşey sanatsız değildir. Ancak asıl derinliğin 'mülk' değil 'melekût' kısmında olduğunu kavramak gerekir. Melekûtu kavranmayan şeyin vücudu da yarım müşahede edildiğinden manası eksik anlaşılır. Yahut hiç anlaşılmaz.
'Yarım kalmak' dedim. Aklıma Haşir Risalesi okumalarım geldi. Evet. Bu sıralar eseri tekrar tefekkür ederken farkediyorum ki: Bediüzzaman Hazretleri haşrin 'olmazsa olmazlığını' kainatın yarımlığına bina ediyor. Daha doğrusu 'biçim-içerik uyumsuzluğunu' haşrin gerekliliğine delil kılıyor. Nasıl? 10. Hakikat üzerinden örneklersem mesela diyor ki:
"Hiç mümkün müdür ki, şu bekàsız misafirhane-i dünyada ve şu devamsız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zahir bir inâyet ve bu derece kahir bir adalet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârını gösteren Mâlikü'l-Mülk-i Zülcelâlin daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sakinler, bâki makamlar, mukim mahlûklar bulunmayıp, şu görünen hikmet, inâyet, adalet, merhametin hakikatleri hiçe insin?"
Sorularla açmaya çalışalım: 1) Kainatın 'biçimi' nasıl? el-Cevap: Bekasız, devamsız, sebatsız. 2) Peki kainatın 'içeriği' nasıl? el-Cevap: Bâhir, zahir, kahir, vâsi... Yani eserin içeriğine indiğinizde sonsuzluk işaretleri okuduğunuz halde biçimine döndüğünüzde muhataplığınız fanilikten haber veriyor. Eğer bu biçim yarımlığını içeriğe taşırsanız Allah'ı, hâşâ, birçok eksiklikle suçlamak zorunda kalacaksınız. Halbuki bu eksikliklere sahip olsa, hâşâ, kainatı bu intizamla yaratamayacak. Hatta hiçbir yokluğu varlığa çıkaramayacak. Zira yokluğun varlığa çıkması da ancak burada bahsedilen sonsuz hikmet, inayet, adalet ve merhametle mümkün. Tek bir atomun varlığı bile karşısında bir sonsuzluk istiyor.
Öyleyse, Allah içerikte kemal sıfatlara sahip olduğunun birçok delilini arzetmişken, biçimde neden aksini de gösterir(!) tezahürler yaratmaktadır? Sözgelimi: Zalim zulmünün cezasını görmeden ölmektedir. Mazlum hakkını almadan dünyadan ayrılmaktadır. Halbuki fizik, kimya, biyoloji vs. düzeyine indiğinizde biçimde de en ince hakların/adaletin gözetildiği bir düzen işlemektedir. Peki bu kafa karıştıran çelişki(!) kainata neden bırakılmıştır?
Arkadaşlar, Bediüzzaman'ın bu soruya cevabı gayet basittir, mâkuldür. Aklın gideceği tek yoldur. O da şudur: Tasarım eksik değildir. Müşahedemiz yarımdır. Melekûta dair çıkarımlarımız doğru. Fakat mülkte gördüğümüz kısım noksandır. Bunu şöyle bir temsille fehminize yaklaştırmak istiyorum: Çok iyi bir yazarın yeni romanının üçte birlik bölümünün elinize geçtiğini düşünün. Okuduğunuz kadarından sağlam bir müellifle muhatap olduğunuzu anlıyorsunuz. Cümleler kallavî, ifadeler yerinde, akış muhteşem. Fakat? Fakat roman ansızın kesiliyor. Olayların bazıları doğru yerlere bağlanmadan kalıyor. O zaman ne düşünürsünüz? A) Kitabın önceki kısmında yaptığımız çıkarımların aksine bu yazar aslında roman yazmaktan hiç anlamamaktadır. Hatta böyle bir yazar yoktur. Roman kendi kendine oluşmuştur. B) Elimizde romanın sadece bir kısmı vardır. Kitabın tamamını henüz görmemişizdir. Devamını da yaşadığımızda şahitliğimizdeki mülk eksiği tamamlanacaktır. Mülk-melekût, yani biçim-içerik, uyumu sağlanacaktır. Taşlar yerine oturacaktır. İşte, elhamdülillah, doğru tercih budur.
Yani bizim mülkte/biçimde eksiklik sandığımız şeyler aslında şahitliğimizin yarımlığından kaynaklanmaktadır. Manzaranın tamamını görecek kemale henüz erişmeyişimizdendir. Zamanı vardır. Mekanı vardır. İmtihan da buradadır. Bizim içim ‘gayb’ vardır. Gaybı olan eserin tamamını görmüyor demektir. (Gayba iman eden de "Eserin tamamını görmüyorum!" hakikatine ferasetle iman edendir.) Bu nedenle biçimle içerik arasındaki uyumu yakalayamaması normaldir. Evet. Onun sınandığı şey de belki budur: İçeriğe bakıp biçimin devamına iman etmek. Ve tek dünyalıların itikadını da bozan en çok budur: Biçimde kendi kısıtlılıklarınca gördükleri sorunları içeriğe de taşımak. Daha doğrusu: Kendi sınırlarını içeriğin de sınırları sanmak. Mahlukiyetten kaynaklanan eksiklerini hatta Allah tasavvurlarına kadar götürmek. Allah’ı insanlaştırmak. Kendi kayıtlarıyla onu da kayıtlı bellemek. Her neyse. Yazı giderek dallanıp budaklanıyor. Belki sizi de bıktırıyor. Bende de başka konulara girme isteği uyandırıyor. En iyisi burada bitireyim. Cenab-ı Hak el-Hâdî ismiyle bizi istikametimize hidayet eylesin. Âmin.
30 Ağustos 2021 Pazartesi
Haşir mü'minler için "Ordaaa bir kööy vaar uzaaktaaa!" değildir
Daha meal düzeyinde bu ayetle muhatap olduğumuzda dahi şunu farkederiz: 1) Cenab-ı Hak baharı 'haşrin bu dünyadaki bir delili olarak' nazarımıza vermektedir. 2) Bahara (ve elbette baharımsı bütün oluşlara) 'rahmet' penceresinden bakmamızı dilemektedir. 3) Bahardan 'kudret' dersi çıkarmamızı buyurmaktadır. Ben de ders arkadaşlarıma bu makamda derim ki: Bu ayet-i kerimede haşrin hem 'delili' var hem 'muktazisi' var hem de 'imkanı' var. Nasıl? Açalım:
1) Bahardaki dirilişler nazara verilmekle haşrin 'bir kanun olarak' her vakit câri olduğuna hatırlatma var. Yani kıyametten sonra muhatap olacağımız haşir büsbütün gaybımızda bir hâdise değil. "Ordaaa biiir köy var uzaaaktaaa!" diye iman etmiyoruz. Ya? Bu dünyada hep olagelen bir kanunun devamı, parçası, sonucu olarak haşri görüyoruz. Çünkü Cenab-ı Hak varlığı dirilişlerle muhatap kılıyor zaten sürekli. Baharda en külliyetlisini gördüğümüz şey aslında başka şekillerde de hep hayatımızda. Her anımızda. Dolayısıyla, haşre iman ettiğimizde, büsbütün gaybımızda olan birşeye iman etmiş olmuyoruz. Evet. Dünyada zaten yaşadığımız bir kanunun ahirette de geçerli olacağını kavrıyoruz sadece. Daha doğrusu: Kanuna biz de dahil oluruz. Milyonlarca türün dahil olduğu bu düzenden hariçte kalamayacağımızı idrak ediyoruz. Burayı biraz daha açarsam:
Nasıl ki, Newton, Galileo'nin farkettiği yasayı uzaya yaymayı akıl etti. Yani dedi ki: "Küremizdeki çekim yasası diğer kürelerde neden geçerli olmasın?" Böylece okuması 'yerçekimi yasası' seviyesinden 'kütle çekim kanunu' mertebesine çıktı. Böylece elindeki verilerden daha kapsamlı bir çıkarım yaptı. Aynen öyle de: İnsanoğlu da Rum sûresinin 50. ayetinin uyandırıcılığı sayesinde idrak etti: "Baharda gördüğüm şey bütün varlık için de, dolayısıyla âdemoğulları için de, neden geçerli olmasın? Böylesi bir kanun da bütün zamanlara/mekanlara yayılmış olamaz mı?" Mealdeki ifadesiyle yeniden kurgularsak: Yeryüzünü ölümünün ardından dirilten Allah insan türünü böyle bir diriliş kanunundan hariçte tutar mı? Üstelik o varlığın en değerlisidir. En kapsamlısıdır. En akıllısıdır. En sanatlısıdır. En çok rahmete muhtaç olanıdır. Yani en acizidir.
2) Ayet bizi sadece delille muhatap kılmıyor. Ya? Bir de 'muktazi' açıklaması yapıyor. Ne demek bu? Onu da açalım. Aklımıza gelebilir ki: "Allah neden böyle birşey yapmaya mecbur olsun? Onu yaratmaya, tabir-i caizse, sevkedecek ne zorunluluk var?" Hâşâ. Samed olan Zat-ı Zülcelal'i elbette zorunda bırakacak hiçbir kuvvet yok. İlah olan zorunda bırakılamaz. Zorunda bırakılan da ilah olamaz. Fakat kemaliyle O böyle murad ediyor. Yani rahmet olarak müşahade ettiğimiz aslında Cenab-ı Hakkın uluhiyetinin kemalidir. Büyüklüğünün şanıdır. Belki biraz da bu hikmetle besmele bize 'Uluhiyeti' ihtar ettikten hemen sonra 'Rahmaniyeti' ve 'Rahimiyeti' hatırlatır. Demek uluhiyetin kemalini dünyamızda rahmet/rahimiyet tecellileri sayesinde okuruz. "Gizli bir hazineyken bilinmek istedim!" sırrına bu yamaçtan yaklaşırız. Elhamdülillah.
Evet. Allah yaratmaya mecbur değildir. Hâşâ. Ama Zat-ı Uluhiyeti kemalini bir de bununla gösterir. Kusurlu bir temsille açarsak: Ebeveyn çocuğunun ihtiyaçlarını karşılamaya mecbur değildir. Fiziksel olarak hiçbir çocuk ebeveynine güç yetiremez. Boyun eğdiremez. Lakin ebeveyn merhameti iktiza eder ki: İhtiyaçlar karşılansın. Hatta yeri geldiğinde kucakta taşınsın. Yani çocuk kendisini kuvvetiyle/tehditiyle taşıtmaz. Ebeveyn olmanın büyüklüğü, güzelliği, keremi, şânı, merhameti, kemali, civanmertliği o çocuğu kucakta taşıtır.
İşte, aynen böyle de, Cenab-ı Hak 'yeniden diriltmeye' elbette mecbur değildir. Kimse onu böyle bir zorunluluğa sokamaz. Hâşâ. Fakat O böylece bize rahmetini, keremini, kemalini, sonsuz Esmaü'l-Hüsna'sını tekrar tekrar göstermek dilemiştir. Her giden geri dönmekle sevinir. Her acıkan doymakla sevinir. Her özleyen kavuşmakla sevinir. Her yıkılan onarılmakla sevinir. Her kuruyan yeşermekle sevinir. Her unutan hatırlamakla sevinir. Bütün bunlar ayrı ayrı boyutlarda birer haşirdir. Varlık, varlığın kıymetini anlamak için, yoklukla da tanıştırılır. Haşir kanunu bize böyle söyler. Rahmet eseri olarak böyle yaratışlarda bulunan bir Allah'ın merhameti/hikmeti yine iktiza eder ki, insan türü de kendi kışında kalmasın, açlığında boğulmasın, özlemiyle tutuşmasın. Mahvolmasın. Yokolmasın. Küsmesin. O da tekrar ruhunun alıştığı varlık lezzetine geri dönsün. Zat-ı Zülcemalin pahabiçilmez esma tecellilerine yeniden mazhar olsun.
3) Ayet bizi sadece muktaziyle de muhatap kılmıyor. Ya? Bir de işin 'imkan' yönü var. Evet. Aynen. Mesela: Yine aklımıza şöyle bir itiraz gelebilir ki: "Tamam. Allah'ın rahmetinin böyle iktiza ettiğini kabul ettim. Fakat bakalım gücü yeter mi? Yapabilir mi? Muradı bu yönde olsa da muktedir olmayabilir? Fail muktedir olmazsa dileğini de yerine getiremez."
İşte, ayet-i kerimenin 'kudret'le ilgili kısmı da gözümüzü bu ikinci şüphenin abesliğine açıyor. Nasıl? Bir baharda milyonlarca türü tekrar varlık sahasına çağıran, aynı toprak üzerinde bu kadar şümûllü yaratışlarda bulunan, hem de bunu birkaç gün zarfında vücuda getiren Zat-ı Kudret'in imkanından nasıl uzak olabilir ki, insan gibi tek bir türü tekrar varlığa çağıramasın? Her yıl bahar gibi bir eserine bizi şahit kılan Halık-ı Zülcelal'in böyle birşeyi 'başaramayacağını' düşünmek hâmâkât eseri değilse nedir? Zira yaptıkları ortadadır. O yapıştaki imkan şahitliğimizdedir. Ve siyasal klişe olarak tekrar edilegeldiği gibi: Yapılanlar yapılacakların teminatıdır. Dolayısıyla: Haşrin imkansızlığına hükmetmek ancak kainattaki oluşların inkârıyla mümkündür. Bu ise seçilmiş bir körlüktür. Hatta, o kadarcık da değildir, bile-isteye aptallıktır.
Arkadaşlar, uzattım, kusura bakmayın. Fakat son olarak Noel Carroll'un Sanat Felsefesi isimli eserinden yapacağım şu alıntıya da değinip yazıyı sonlandırmak istiyorum:
"(...) Bu düşünceleri ortaya koymanın çok kullanışlı bir yolu var. Kitap boyunca kullanacağımız için bu aşamada açıklamakta yarar var. 'X, y için gerek koşuldur!' demek, 'Y yalnızca x varsa var!' demektir. Birisinin prenses olması ancak kadın olması halinde söz konusu olabilir. Kadın olmak prenses olmaya 'yeter koşul' değildir. Ama gereklidir. Birisinin prenses olması için önce kadın olması gerekir. Bir insan kadın olup prenses olmayabilir. Ama prenses olup kadın olmaması sözkonusu değildir. Kadınlık prenseslik için gerek koşuldur. Ya da formüle etmek gerekirse: 'Y ancak ve ancak kadın olursa prenses olabilir.' Bu noktada 'Y kadındır!' koşulu, 'Y prensestir!' gerçeği için gerek koşul olup değiştirilemez bir gerekliliktir.
Ancak 'Eğer y kadınsa o halde prensestir!' diyemeyiz. Kadınların çoğu prenses değildir. Kadın olmak prenses olmak için yeter koşul değildir. Prensesliği sağlamak için kâfi değildir. Başka birşey daha gerekir. Olası aday olarak y'nin kraliyet soyundan gelmesi ve bunun da sözkonusu ülkenin kanunlarıyla belirlenmesi gerekir. O halde 'Eğer y kraliyet soyundan gelen bir kadınsa o zaman y prensestir!' diyebiliriz. Yani önermenin öncül koşulu 'Y bir kadındır ve uygun kraliyet soyundan gelmektedir!' - 'Y prensestir!' şeklindeki sonuç koşulun gerçekliğini garanti eder. Bu örnekte, kadın olmak ve kraliyet soyundan gelmenin herbiri 'gerek koşul'ken, birlikte prenseslik için 'yeter koşul'u sağlıyorlar. (...)"
Mezkûr ayetin kapısını 'çözümsel felsefe'nin bu metoduyla tekrar çalarsak şunu göreceğiz: 'Rahmet' ile 'kudret' tek başlarınayken 'gerek şart'tırlar. Yani haşrin yaratılması için 1) Herşeye gücü yetecek bir kudret gerekir. 2) O kudreti yaratmaya sevkedecek engin bir rahmet gerekir. Eğer kudret olup da rahmet olmazsa, fail muktedir olur, ancak yaratmaya gerek duymaz. Eğer rahmet olup kudret olmazsa, fail istekli olur, ancak yaratmaya kudreti yetmez. Yani ikisinin birden varlığıyla ancak 'yeter şart' tamamlanmış olur. Ve o zaman sonucun kesinliğine gitmek gerekir artık: "Fail eğer sonsuz bir rahmet ve kudret sahibiyse kesinlikle haşri yaratacaktır." Çünkü rahmet varlığı hiçliğe atmaya kıymaz. Küstürmeye çalışmaz. Kudret de o rahmetin emrindeyken hiçbirşeyi şeyi kışında bırakmaz. İnşaallah.
Ya Allah, ya Rahman, ya Kadîr. Çokça baharlar tattık. Rahmet eserlerini gördük. Ümitlendik. Böyle bir sahip kölesini terketmez. Sen bizi yine o sonsuz Uluhiyetin, Rahmaniyetin ve Kadîriyetinle kışlarımızdan kurtar. Yoksun kalışlarımızı sana şikayet ediyoruz. Acizliğimiz de ilmindedir. Mü'min gönüllerine baharlar ver. Âlem-i İslam'ın hazanını gülistana çevir. Bunları değiştirmek için ne gerekiyorsa yeter derecede Senin dairendedir. Bizi Esmaü'l-Hüsna'nın bereketinden mahrum etme ya Rabbi. Âmin. Âmin. Âmin. Ve bi hürmeti seyyidi'l-mürselin.
9 Ağustos 2021 Pazartesi
Neden 10'dan önce 9 var?
İşte, elhamdülillah, ben de şu duamla bugünlerde bir akçe kazanmış olabilirim arkadaşım. Neden olmasın? Dilencinin düşkünlüğüne değil Sultan'ın cömertliğine bakmalı böyle işlerde. Muhtacın hakareti Padişahın büyüklüğüne neyler? Hâşâ. Lütfettiği küçüldükçe keremi izzetlenir, azametlenir, büyüklenir Onun. Karıncanın sesini işitmek Süleymanlıktan eksiltir miymiş hiç? Aksine Şems'in şanıdır zerrecikten de karanlığı kovalamak. Akçem harcamakla da tükenmez üstelik. Çünkü hikmet akçesi. Bağışlandıkça çoğalır. Dağıtıldıkça artar. Ne mutlu bana. Ne mutlu avuçlarıma. Ne mutlu dilenciye. Fakat sen sevincime kanma da yazdıklarıma dikkatle kulak ver arkadaşım. Lütf-i Yezdan'a kavuşmuşluğun neşesinden avuçlarımı öpmekle meşgulüm. Belki de camı elmas sanıyorum. Herhalde acelemden karıştırdığım da olacak. Ben dağıtırsam sen merhametinle toparla. Müşteri nazarıyla incele. Fakat dostluğun hatırını da unutma. İnci bulursan alırsın. Helali hoş olsun. Yoksa kabahat benimdir. Denizlere küsme. Kabuğu kibarca geri yolla. Zamanından önce çıkarmam hazinesinden etti onu belli ki. Beklesem inci olacaktı. Beklememem ziyan etti. Yine de sen gavvassın. Gavvasın denize küsmesi caiz değildir.
Aman. Eyvah. Ve de tüh. Lafı ne kadar uzattım öyle. Hiç de uyarmıyorsun. Belli ki arkadaşına pek kıymıyorsun. O halde ben kendime kıyayım da hemen sadede koşayım. Hatta bir soru kardeş kolaylasın zorumuzu: "Haşir Risalesi'nin sertacı olan Rûm sûresinin 50. ayeti bizi hangi 'kanun'a uyandırıyor?" Kısa bir mealini alıntılarsam yanıtlarsın belki: "Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan elbette ölüleri de öylece diriltecektir. O herşeye hakkıyla kàdirdir." Evet. Doğru bildin. Bu ayet bizi 'haşrin kanuniyetine' uyandırıyor. Büyük resmin her parçasındaki nümunelerini görmeye özendiriyor. Ne demek bu? Açayım: Yani 'diriliş hakikati' sadece kıyametten sonra yaşanacak birşey değil. O aslında her an yaşanıyor. Her dairede tecelli ediyor. Tazelenen her aynada okunuyor. Her fanilik kendince/varlığınca bir haşrin döngüsünde. Bizim, yani insan türünün, haşri bu kanunun en ahirki parçası sadece. Bir nevi tamamlanması. Son halkanın bağlanması. Nasıl ki varlığın hikmeti insanın hilkatiyle, dünyaya gönderilişiyle, imtihanıyla tamamlanıyor; aynen öyle de; dirilişin kanuniyeti de en ahirki parçanın tekrar hayata dönmesiyle tamamlanıyor. Yaşanacak aslında bundan ibaret.
Bediüzzaman Hazretleri de eseri boyunca bize hep varlığın içindeki haşirleri gösteriyor. Elbette Furkan'ın irşadıyla oluyor bu göstermeler. Ağaçlar nasıl diriliyorsa sen de öyle dirileceksin. Tohumlar mazilerini nasıl sinelerinde saklıyorlarsa senin de sırrın saklanıyor. Özetle: Baharı iktiza eden rahmet yine iktiza ediyor ki: Varlığın kıymetlisi, misal-i musağğarı, halifesi, sanatlısı insan da kışında kalmasın. Tekrar varlığa çağrılsın. Rahmaniyetle muhatap olsun. Yine bahara imkan veren kudret mümkün kılıyor ki: Milyonlarca türü bir baharda, bir dünyada, bir toprakta, birkaç günde haşreden Kadîr-i Zülcelal, tek bir insan türünü de pekâlâ haşretsin. Hem de kolaylıkla haşretsin. Çünkü baharda yaşananlar Onun diriltme gücünün sonsuzluğuna bir şahit. Yani ki arkadaşım: Bunlar aynı kanunun parçaları. Yansımanı farklı renkleri. Tonları. Dolayısıyla olabilirliğinin/gerekliliğinin delilleri. Hem iktiza hem imkan var bu okumalarda.
Newton nasıl yerçekimini büyük resme taşıyarak kütle çekim yasasını buldu. Yani Galileo'nin dünya hakkındaki keşfini bütün uzaya yaydı. Yayıldığını gördü. Cenab-ı Hakkın irşadıyla insanoğlu da haşir kanununun bütün mekanlara/zamanlara yayıldığını keşfetti. Rum sûresinin 50. ayeti 'bahar' ile 'haşir' ilgisini kurarak bizim gözümüzü bu kanuniyete açtı. Bediüzzaman Hazretleri de bu dersi cümle tazelenmelere taşıdı. Hatta dedi: "Pek çok nevilerde, hattâ gece ve gündüzde, kış ve baharda ve cevv-i havada, hattâ insanın şahıslarında, müddet-i hayatında değiştirdiği bedenler ve mevte benzeyen uyku ile haşir ve neşre benzer birer nevi kıyamet, bir kıyamet-i kübrânın tahakkukunu ihsas ediyor, remzen haber veriyorlar." Devamında da ekledi: "Evet, meselâ haftalık bizim saatimizin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan çarklarına benzeyen, Allah'ın dünya denilen büyük saatindeki yevm, sene, ömr-ü beşer, deverân-ı dünya, birbirine mukaddime olarak birbirinden haber veriyor, döner, işlerler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi, mevtten sonra subh-u kıyamet o destgâhtan, o saat-i uzmâdan çıkacağını remzen haber veriyorlar."
Dur yahu. Hızlı gitme. Bu satırlar sana tanıdık gelmedi mi? Buna benzer birşey 9. Söz'de de geçiyordu: "Nasıl ki haftalık bir saatin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmünü alırlar. Öyle de, Cenâb-ı Hakkın bir saat-i kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın saniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deveranı ve dakikaları sayan seneler ve saatleri sayan tabakat-ı ömr-ü insan ve günleri sayan edvâr-ı ömr-ü âlem birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmündedirler ve birbirini hatırlatırlar." Aaaa! Gördün mü bak. 10. Söz ile 9. Söz birbirine nasıl bir yerden bağlandı. Vay be arkadaşım! Maşaallah. Meğer gözümüz kanuniyet okumalarına 9. Söz'de alıştırılmaya başlanmış. Ne üzerinden? Namaz vakitleri üzerinden. Saatin milleri misalinden. 9. Söz bize namaz vakitlerini birer kanun olarak okumayı öğretmiş. Sonra da 10. Söz bunun üstüne Rum sûresinin tefsirini bina etmiş. Yani biz birbiriyle alakasız şeyler okumuyormuşuz. Ya? Usûlünde birbirine bakan yüzleri-yöntemleri olan iki metinle muhatapmışız. Hatta biraz daha cesaretle diyebilirim ki ben: 9. Söz'de nükteler boyunca yapılan pratiğin Haşir Risalesi'ne hazırlık olmak gibi bir misyonu da var. Olabilir. Zira bence Bediüzzaman hiçbir eserine numaralarını/yerlerini boşyere vermiyor.
Şimdi "Ne alaka?" diyebilirsin. Lakin dokunmadan edemeyeceğim. Fussilet sûresinin 47. ayeti gibi ayetlerde de böyle bir yan yok mu sence? Kısa bir mealini alıntılayayım: "Kıyametin ne zaman kopacağına ilişkin bilgi Ona havale edilir. Meyveler tomurcuklarından ancak Onun bilgisi altında çıkar. Dişi ancak Onun bilgisi altında hamile kalır ve doğurur. Allah onlara 'Nerede bana ortak koştuklarınız?' diye seslendiği gün şöyle derler: 'Sana arzederiz ki içimizden onları gören hiçbir kimse yok.'" Evet. Kıyamet bir yıkım olduğu kadar doğumdur da. Dünyanın yıkımıdır. Doğrudur. Fakat ahiretin de doğumudur. Ve her doğum sancılı olur. Cenab-ı Hak da bu yıkım-doğum ilgisini 'tomurcuk' ve 'doğum' tecellileriyle hatırlatır. Hem de kıyametten yüreğimize gelen sıkleti alır. Evet. Tomurcuğun sıkıntısı meyvelenmek içindir. Annenin sancısı doğurmak içindir. Varlığın kıyametle yaşayacağı sarsıntı da bu kanunun en büyük tecellisi sayılamaz mı? Yani kıyamet de, tıpkı haşir gibi, varlıkta işlemekte olan bir kanun olarak görülemez mi? Burada da 'saatin milleri' gibi bir ilgi yok mu?
Arkadaşım, birşeyi daha Allahu'l-a'lem kaydıyla diyeyim, avuçlarında tutuver. İşte bu eşikten bakınca ayetin ahirindeki soru-cevap faslı bana ayrıca hikmetli geliyor. Hak Teala dünyadaki tecellileri ile kıyametin uyumunu gösterdikten sonra müşriklere kendi itikadları-amelleri ile evrenin uyumsuzluğunu böyle gösteriyor: Kıyamet koptu. Vehmettiğiniz şirk kanununun tecellisini-tamamlanmasını görüyor musunuz? Hakikati olduğunu sanrıladığınız şeyin eseri, göstergesi, işareti varlıkta bulunuyor mu? Cevapları argümanlarının ne kadar kof olduğunu da ortaya koyuyor aslında: "Sana arzederiz ki içimizden onları gören hiçbir kimse yok." Şimdi mü'minin imanının bir farkını da buradan derket arkadaşım: Bizim iman ettiğimiz herşeyin bu dünyada nümuneleri var. Eserleri var. İzleri var. İşaretleri var. Yansımaları var. Çünkü onlar herşeyi yaratan Allah'ın tevhid bütünlüğündeki kanunlarının parçaları. Aynı Esmaü'l-Hüsna'nın delilleri. Elhamdülillah. Bu yüzden bizim imanımız burhan üzerine yükseliyor. Kâfirlerin dalaletleri ise vehimden ibaret kalıyor. Eh, evet, bu yazı da bitti. Avucumdaki akçe artık senin de avucunda. Ama bak. Benimki de hâlâ duruyor. Bu da sonsuzluğa bir delil sayılmaz mı arkadaşım?
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...