6 Aralık 2012 Perşembe

İşaratü'l-İ'caz üzerine...

Okuduğum her kitap hakkında birşeyler yazmaya çalışıyorum. Fakat bazıları hakkında sarf-ı kelam etmek cidden güç oluyor. Bu, anlatacak birşey bulamamaktan kaynaklanan bir zorluk değil. (Belki tam tersinden.) Hamdolsun, her metin birşeyler öğretiyor bana. Hayretini diri tutana bütün âlem muallimdir, diye bilirim. Cehaletimi itiraf etmekten de çekinmem üstelik. İtiraf, istiğfarın kapısıysa, ki öyledir imanımca, ben bu kapıyı kafamla kırarım. Neden korkacağım? Korku Allah’a kaçmak içindir, Allah’tan kaçmak için değil. Ben böyle inanırım.

İşte, her satırının cahili olduğum bir kitap, belki yedinci kez (belki yediden de fazla) elimden düştü. Onunla ayrılmak her zaman burukluktur benim için. Ben bırakmam onu, o hep düşer ellerimden. Çünkü yedi kere okusam da asla bitiremediğim bir kitap o! Her okuyuşumda önemli bulduğum cümlelerinin altını çiziyorum üstelik. Yavaş yavaş okuyorum. İçinden çıkardığım şeylerle yazılar yazıyorum. Huyumdur zaten, her defasında farklı bir nüshasından okurum külliyatı. Karalıyorum, katlıyorum.

Karşılaştırıyorum ikisini... Çizdiğim satırlar farklı. Onlardan anladıklarım farklı. Bir önceki okuyuşumda hiç farketmediğim bir tanesine bu sefer bayılmışım. Neden şimdi? Bu sefer sırrını görmediğim bir tanesi de (bin yazık ki hatırlamıyorum) bir önceki nüshada altı çizili, bana bakıyor. Kenarına neden ‘muhteşem’ yazmışım? Neden ha neden? Anımsamıyorum. O, o zaman nasibimmiş. Bunlar da bu zamana ayrılmış kısmetlerim. Haddimden ve hakkımdan fazlasını aramıyorum bu kitapta. Tek şefaatçim, ihtiyacım. Ben Risale-i Nur’u dünyayı kurtarmak için okumuyorum. Yokluğundaki hiss-i açlık bana onu okutturuyor. Zaten farkettiniz. Bu sefer size kitabı da anlatmıyorum. Kendimi anlatıyorum. 

İşaratü’l-İ’caz, külliyat içinde okunması değil, ders alınması gerektiğini düşündüğüm üç kitaptan birisi. Birisi Muhakemat, diğeri Sikke-i Tasdik-i Gaybî, üçüncüsü bu. Çünkü bakıyorum; Arapça grameri bilmemekten dolayı benden saklanan çok pırıltısı var. Sanki müellif de hissediyor bunu. Ara sıra—Yeni Said döneminde kendisine iyice hâkim olacağını göreceğimiz—üslubuyla gramer dışına taşarak manevî tefsir tarzı izahlarda da bulunuyor. Ama yok, bunlar çok fazla değil, İşaratü’l-İ’caz’ın üslubu klasik tefsire daha yakın. Biraz altyapı istiyor. Çocuksu fehmime çekingenlik geliyor.

Fatiha ile başlayan bu tefsir, Bakara sûresinin 33. ayetine kadar devam eden bir izahı içeriyor. Bu eserin yazıldığı dönemde Bediüzzaman, Doğu Cephesinde mücadele ettiği için (malumunuz Birinci Dünya Savaşı’nda kendisi gönüllü Kürt Milis alayındaydı) eserini bitirmeye muvaffak olamamış. Zaten daha sonra yazdığı metinlerden anladığımız kadarıyla bu metni, daha sonra yazılabilecek bu tarz bir tefsire başlangıç olarak düşünüyor. Giriş kısmında kardeşi tarafından yapılan bu tercümeye bir Tenbih yazmış. O tenbih demiş, siz Önsöz gibi anlayın.

Ne niyetle yazmış olursa olsun, metnin insanın beyninde yaptığı açılımlar harika... Ayetlerde kullanılan kelimelerin, hatta kullanılmayan kelimelerin hikmetlerinin izah edilmesi; çekimlerinin mucizevî yanlarıyla ortaya konması kalpteki imanı kavileştiren birşey. Zaten belki ben gibi çoklarını Bediüzzaman’a çeken de bu: İmanındaki özgüven. Bu kitap gibi daha nicelerinde Üstad; itikatını o kadar sağlam ve rahat bir mantıkla izah ediyor ki, insan karşı koyamıyor. Karşı konulabileceğini de düşünmüyor. Kalbimi on yıl kadar önce düştüğü yerden kaldırdığı için Üstadımın ruh-u şeriflerine tekrar tekrar dualar yolluyorum. Allah ondan razı olsun. Kitabı anlatamadım bu sefer, siz de hakkınızı helal ediniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...