27 Haziran 2012 Çarşamba

Yoksa Bediüzzaman'ı küçültüyor muyuz?

Bugün bu yazıda siz kardeşlerimle bir mülahazamı paylaşmak niyetindeyim. Ki bu mesele bir yıla yakın bir zamandır zihnimi meşgul etmekte... Bediüzzaman ile ilgili yakın tarih çalışmalarının bir hayli arttığı malum. Hatta benim de iltifat ettiğim bir şekilde bu çalışmalar, Bediüzzaman’ın hayatını bir bütün şeklinde incelemekten çok, bir kesitini, daha lokal ve derinlemesine bir şekilde ele alıyorlar. Bu elbette güzel birşey. Çok da takdir topluyor. Fakat kanaatimce bir hata, bir eksen kayması bu çalışmalar içinde neşrünema buluyor. Benim gibi vehhamları da kara kara düşündürüyor.

Bahsettiğim eksen kaymasını en çok Bediüzzaman’ın eser neşirlerini yakın tarih olaylarıyla birbirine bağlayanların teliflerinde görüyorum. Onlar, belki iyi bir niyetle Bediüzzaman’ı yakın tarihin daha aktif bir üyesi gibi göstermeye çalışırken (ki bunu daha çok toplumsal hayattan geri durduğu Yeni Said dönemi için yapıyorlar) diğer yandan Bediüzzaman’ı alabildiğine küçültüyor, daraltıyorlar. Evet, evet, küçültüyorlar!

Mesela Haşir Risalesi’nin telifini Abdullah Cevdet ve avanesinin Resimli Ay Mecmuası ile bağlayarak yorumlarken Bediüzzaman’ı daha çok yücelttiklerini sanıyorlar. Yine diğer eserlerin teliflerini adeta birileriyle Bediüzzaman’ın oynadığı satranç oyununun taşları gibi yorumluyorlar. Diğer yandan yine bazılarının öyle bir yakın tarih algısı var ki, sanki Mustafa Kemal ve Bediüzzaman karşılıklı oturuyor, düşünüyor ve birbirlerine karşı hamleler yapıyorlar. Hatta bu çalışmaları yapan hocalarımız elde ettikleri bilgileri de malumlarına/yorumlarına tâbi kılarak; yontuyorlar, zorluyorlar, zahmetli tevillere girişiyorlar.

Ben bu algının (doğruluğunu veya yanlışlığını sorgulamadan) bir hata olduğunu düşünüyorum. Bunu bir eksen kayması, hatta bir daraltma olarak tarif ediyorum. Zira Risale-i Nur’un telifini böyle bir yakın tarih paralelliğine mahkum kılanlar, bu sefer şu sorunun cevabını vermekte zorlanıyorlar: “Madem bu eserleri yazmak Bediüzzaman’ın kalbine zikrettiğiniz olaylarla birlikte geldi; peki neden müellif-i muhterem, Eski Said döneminde yine bu bahislere dair telifler yapmıştır? Mesela Haşir Risalesi, madem Resimli Ay Mecmuası ile bu denli alakalıdır, neden bundan yıllar önce telif edilen Mesnevi-i Nuriye’de Lasiyyemalar isminde yine Haşir üzerine yazılmış benzer bir bölüm bulunmaktadır? Ve neden Mesnevi-i Nuriye buna benzer örneklerle dolu bir fidanlık hükmündedir? Yoksa müellif, daha satrançtaki rakipleri piyasaya çıkmadan taşları mı oynamaya başlamıştır? (Yoksa rakipler yalnızca onlar değil midir?)”

Oysa ki, bizzat kendisi Mesnevi-i Nuriye’nin bir bölümünde şöyle demektedir (Ümit Şimşek tercümesi): “Bu meseleler geliştirilip tanzim ve izah edildiği takdirde, onlardan, bu zamanın fikrî dalaletlerine karşı gayet kuvvetli ve sağlam bir akaid-i imaniye ile yeni bir ilm-i kelam çıkarmak mümkün olabilir.” Bunun altına düştüğü dipnotta Ümit ağabey şöyle demiştir: “Bu tasavvuru gerçekleştirmek daha sonraki yıllarda yine bizzat müellifin kendisine nasip olmuştur.”

Hal böyleyken ve müellif-i muhterem bazı yerlerde eserinin bin yıllık yaralara tedavi olduğunu söylerken onu yakın tarih olayları içine kıstırmak, sıkıştırmak; adeta nefes alamaz hale getirmek, geçmişe gömmek demektir. Kaldı ki, onları satrançta Bediüzzaman’ın rakibi gibi göstermek, Bediüzzaman’ı yüceltmek değil, aksine küçültmek olur.

Bediüzzaman’ın “Osmanlı bir Avrupa’ya hamiledir!” dediği vakitlerde ne Cumhuriyet ne de onun önderleri vardır. Ancak fikrî dalalet varlığını o zaman da (ve evvelinde de) sürdürmektedir. Bana öyle geliyor ki; Bediüzzaman’ın eserleri, bütün zamanlara hitap eder düşünülürse ancak hakiki tesirini icra eder. Ve kanaatimce de öyle bir niyetle yazılmıştır. Ani gelişen olaylarla değil, süreçlerle (belki süregelen dalaletlerle) ilgisi vardır. Yakın tarih olayları ise bazı bazı kimilerimizin ağızlarına şekerleme olabilir. Yoksa Yeni Said’in yazdığının özü, Eski Said’in dimağında, kalbinde durmaktadır. Fark yalnız üsluptadır. Muhatabın ömrü ise kıyamete kadardır.

15 Haziran 2012 Cuma

Mirac, Kürtaj ve Algılarımızın Kökeni...

Yazının başlığının gayet garip durduğunun farkındayım. Fakat eğer becerebilirsem birkaç meseleden ve metinden hareketle Risale-i Nur’un mesleğindeki bir nüans üzerine azıcık sarf-ı kelam edeceğim. Hem de dağınık bıraktığım her cümleyi yazının en nihayetinde toplayıp bast edeceğim. Hem başlığın da hakkını vereceğim. Tevfik Allah’tan ve hamd her vakit Allah’a...

31. Söz olan Mirac Risalesi’ni bilirsiniz. Miracın hikmetlerini ve hakikatlerini açıklar. Fakat bu risaleye başlarken Bediüzzaman ilginç bulacağımız bir ihtar yapar ve der ki; “Mirac meselesi, erkân-ı imaniyenin usulünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı, elbette bizzat ispat edilmez. (...) evvelâ o erkânı ispat etmek lâzım geliyor.”

Yani burada (benim anladığım kadarıyla) bize nasihat verilen Mirac özelinde şudur: Bir meseleyi savunduğunuzda önce muhatabın dünyasına dikkat edin. Eğer onun beyninde yaslanacak kabuller bulamazsanız, iddianızın kabul edilebilir olması mümkün değildir. Ve bizzat bu yüzden (müellifin kendi ifadesiyle) Mirac Risalesi’nin muhatabı bir mülhid değil, vesveseli bir mümindir.

Ben bu küçük ihtarda büyük bir meslek özelliğimizin saklı olduğunu düşünüyorum. Bizim mesleğimiz, hakikatin içinde bir hiyerarşik yapı olduğunu ve ayrıca ispatın da belli bir silsile şeklinde yapılabileceğini kabul eden bir meslektir. Yani empatiktir... Bu ihtarda Bediüzzaman, bir yönüyle talebelerine muhatabın kabul seviyesine göre bir inşa yöntemi öğretmiştir, öğütlemiştir.

Ben, bugünlerde kamuoyunda çok tartışılan “kürtaj” konusunda da böyle bir hiyerarşik yapının takip edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Hatta kürtaj konusunun bu kadar tartışılmasının en büyük müsebbibinin de (tıpkı Mirac Risalesi’nde öğütlendiği gibi) ispattaki hiyerarşik algının gözetilememesinden kaynaklandığını tahmin ediyorum. Zira burada da kürtaj, özgürlüğü birbirinden farklı anlayan iki kesim tarafından çok farklı zeminler üzerinden tartışılıyor. Ve hiçbirinin ürettiği enformasyon, diğerinin kalbine tesir etmiyor. Halbuki karşılıklı zihinlerde yaslanacak noktalar ayarlansa, önce meselenin özüne; yani hürriyet ve sahiplik algımızın kökenlerine inilse bu sorunlar da kalmayacak. Çözüm de pek çabuk olacak. Ama meseleye başından değil, ayağından saldırılıyor.

Bir kere kürtajın yasaklanmasını kalben destekleyen benim gibi insanların kabul etmesi gereken birşey var: Bizim bu kalben desteğimizin muhatabı ancak özgürlüğü ve sahipliği bizim gibi algılayan insanlardır. Yani bedeninin ve kendisinin Allah’ın olduğuna inanan ve hürriyeti Bediüzzaman’ın Münazarat’ta tarif ettiği gibi “şeriatla mukayyed” ve “ne nefsine, ne gayrıya zarar dokundurmayan” şeklinde düşünenlere hitap eder.

Ancak bedenini ve hayatını kendi malı olarak bilen ve yine aynı eserin biraz evvelinde yer alan sualde geçtiği gibi hürriyeti; “insan her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar vermemek şartıyla birşey denilmez” şeklinde düşünenlere tesirimiz sıfırdır. Onlarla önce hürriyetin ve sahipliğin doğru tanımı üzerine konuşmak lazımdır. ("Benim Bedenim. Benim Kararım!" sloganı bile bu algının zeminin tarife yetiyor.)

Ki Kur’an dahi pek musırrane bir şekilde (6. Söz’de Bediüzzaman’ın da tefsir ettiği) “Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek suretiyle satın almıştır!” ayetiyle bu sahiplik algısını kökünden keser atar. Pekçok ayetinde daha bunu vurgular. Malik-i Hakiki’nin kendi olduğunu ilan ile bundan sonra oluşturulacak bütün yargı inşalarının bu algı üzerine temellendirilmesini ister. Bir mümin böyle düşünmelidir. Böyle düşünmezse üzerine şeriat binasını dikilmez, dikilemez. Sürekli “Acaba?”lar ile savrulup durur.

Devr-i Cahiliye’de kadınların ve çocukların dahi babalarının malı sanıldığı ve miras kaldığı bir dönemden (Yaşar Kandemir Hoca, Örneklerle İslam Ahlakı eserinde anlatır bunu) kişinin kendi istemedikçe feda edilemediği bir Saadet döneme geçiş işte böyle yaşanmıştır. Kur’an önce temellerle oynamış ve algı bozukluklarını insanın fıtrat-ı aslisine göre ayarlamıştır.

Bu noktada yine sık sık Hazret-i Peygamberin (ayağına toprak olayım); “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki...” diyerek sahipliğin kimde olduğunu sürekli vurgulaması (ki bu yemin bilindiği kadarıyla Allah Resulü’nün en sık kullandığı yemindir) sahiplik algısının doğru konulmasının İslam’da ne kadar ehemmiyetli olduğunu ilan eder.

Şimdi, buraya kadar söylediklerimizden hareketle diyorum ki: Kürtaj meselesinde önce konuşulması gereken işte bu özgürlük ve sahiplik algısıdır. Bunun ilmî ve felsefî bir zeminde tartışması yapılmadan ve muhatap bu noktada ikna olmadan üzerine bunun dinî savunmasını inşa etmek mümkün değildir. Bizim yaptığımız savunmalar da hep bu zemin üzerinde kaldığından muhatapta etkisiz olmaktadır. Böylesi kanunlarda “medenilere galebe ikna iledir” düsturu unutulmadan tüm ikna zeminleri ve dilleri üretildikten sonra adımlar atılmalıdır. Cebir ile iknanın mümkün olmadığı zamanlardayız. Bu yönüyle 31. Söz’ün ihtarından ve Eski Said'in hürriyet tariflerinden alacağımız daha çok ders vardır.

9 Haziran 2012 Cumartesi

Risale-i Nur'da sadece Kur'an mı tefsir edilir?

Bir önceki yazımızda Risale-i Nur’un tefsir olduğu noktasında şüphe taşıyanların bu şüpheyi hangi zihnî önyargılardan beslediklerini konuştuk. Üslûpperestlik hastalığımız üzerinden meseleyi irdeledik...

Bu yazıda da (inşaallah) mevzuun bir başka yönünü ele alarak “Risale-i Nur’un tefsir olduğuna neden itiraz ediyorlar?” sorusuna cevap arayacağız. Ancak yine bu yazıda Muhakemat’ta geçen “üslûpperestlik” kavramından çok uzak kalamayacağımızı hemen belirtelim. Bu nedenle bu yazının daha iyi anlaşılması için bir önceki yazımızın da okunmasını istirham etmek mecburiyetindeyiz. Tevfik Allah’tan...

Bilindiği gibi yeni bilgiler, öğrenilmiş tanımların içine oturtularak zihni yerleştirilirler. Hatta yaptıkları çağrışımlar bile o bilgilerin içinde yer alan kelimelerin bizde yaptıkları çağrışımlara denktir. Bu noktada kötü bir sözlük bilgisi, iyi bir bilgiyi dahi kullanılmaz hale getirebilir zihinlerde...

Kelimelere hakikatte sahip olduklarından başka manalar verme, hatibin muhatap üzerindeki etkisini de değiştirir. İyi bir cümle kötü, kötü bir cümle iyi anlaşılabilir. Lügatçe eğitimi (ve kelimelerin kökenlerine ulaşma) bu noktada önemlidir. Hatta bir de okuduğunuz metin veya dinlediğiniz söz kendi içinde terminolojik bir dile sahip ilim dallarına aitse; mesele iki kez çetrefilleşir. Bu sefer aynı ilmin bazı özel kelimelerinin ıstılah manalarını da öğrenmeniz ve kökleriyle karşılaştırmanız gerekir. Bu sayede ancak cümleyi veya bilgiyi doğru anlarsınız. Yoksa pek fena yanılırsınız.

İşte ben tefsir meselesini ele alırken de kafamızdaki bazı tanımlara (belki üslûplara) saplanıp kaldığımızı, onları aşamadığımızdan Risale-i Nur’u bu kalıplara sıkıştıramadığımızı düşünüyorum. Mesela tefsirin tarifi bizzat Diyanet İşleri’nin sitesinde şudur: “Kur'an-ı Kerim'i usûlüne göre açıklamak ve yorumlamak demektir.”[1] Biraz daha araştırma yaptığınızda Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın Büyük Tefsir Tarihi eserinde şu bilgiye rastlarsınız:

“Bir şeyi iyice açıklamak, keşfetmek anlamında ‘el-Fesr’ masdarından tef’il babında bir kelime. Istılahta beşerî takat oranında, Allah Teala’nın muradına delalet etmesi yönünden Kur’an-ı Kerim’i inceleyen bir ilimdir.”

Şimdi, Risale-i Nur’u sadece tefsirlerin bu tanımları üzerinden ele aldığınızda içeriğiyle biraz onlardan ayrılmaktadır. Zira Risale-i Nur’da sadece Kur’an ayetleri değil; aynı zamanda tekvini ayetler ve hadisler de tefsire tâbi tutulmuştur. Bakınız müellif-i muhterem bu noktadaki düşüncesini farklı eserlerinde nasıl beyan etmiştir:

“Bir hadis-i şerifin, âhir zamanda an’anât-ı İslamiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam bu olduğunu ef’aliyle göstermesidir. Ben, otuz altı sene evvel o hadisi tefsir etmiştim.” (Emirdağ Lahikası)

Bu ifadede görüldüğü gibi Bediüzzaman, külliyat içinde sadece ayetlerin değil, hadislerin de tefsir edildiğini, yani kelimenin lügattaki köküne gidersek “açıklamak ve keşfetmenin” sadece ayetlere münhasır bırakılmadığını, hadisleri de içine alacak şekilde geniş düşünüldüğünü söylemiştir. Başka bir yerde de Kur’an’ı kainatın tefsiri olarak zikreder: “Üçüncüsü: Kitab-ı âlemin tefsiri ve mahlûkata karşı Allah’ın hücceti olan Kur’ân’dır.” (Mesnevî-i Nuriye)

Yine başka bir yerde kâinatın Kur’an’ı tefsir ettiğini söyler: “Kâinat terkiplerindeki intizam, cereyan-ı ahvaldeki nizam, suretlerdeki gara­bet, nakışlarındaki ziynet, yüksek hikmetler, eşyadaki muhalefet ve mümaselet, câmidattaki muavenet, birbirinden uzak olan şeylerdeki tesanüd, hikmet-i âm­me, inayet-i tâmme, rahmet-i vâsia, rızk-ı âmm, hayatlar, tasarruf, tahvil, tağyir, tan­zim, imkân, hudus, ihtiyaç, zaaf, mevt, cehil, ibadet, tesbihat, daavat ve hâ­ke­zâ, pek çok sıfatlar lisanlarıyla Hâlık-ı Kadîm-i Kadîrin vücub ve vücuduna ve ev­saf-ı kemâliyesine şehadet ettikleri gibi; Esmâ-i Hüsnâyı tilâvet ederek, Ce­nâb-ı Hakka tesbih ve Kur’ân-ı Hakîmi tefsir ve Resul-i Ekremin (a.s.m.) ih­ba­ratını tasdik ediyorlar.”

Görüldüğü gibi Bediüzzaman’ın tefsiri ele alış biçimi sadece Kur’an’ın tefsiri şeklinde değildir. O, ilk olarak Mesnevi-i Nuriye’de beyan ettiği gibi; Kur’an’ı, kainatı ve Hz. Peygamber’in (a.s.m.) sünnetini bir bütün olarak ele almıştır. (Hatta bir yerde buna vicdanı da ekler, başka yerlerde çıkarır.) Ve üçünü bir arada tefsir etmiştir.

Bu noktada elbette yukarıdaki tanımlara göre yapılan tefsirlerden bazı farklılıklar (hem üslûb, hem içerik olarak) içerecektir. Bu noktada kelimeye daha sonradan verilen terminolojik mananın, kelimenin sözlük anlamına engel olmaması ve Risale-i Nur’un bir tefsir eseri olduğunun hakkının verilmesi gerekmektedir. Çünkü hakikaten "açıklayan" ve "keşfedendendir."

Bilindik tefsirlerden bir farkı da işte böyle kainat, Kur’an ve sünneti ayrılmaz bir bütün olarak ele alması, kabul etmesidir. Birbirini tefsir ettiklerini düşünmesidir. Bu yüzden klasik tefsir üslubuna alışık olanlar Risale-i Nur’u yadırgamaktadırlar. Kainat, sünnet ve Kur’an arasında ördüğü kanaviçeyi garip bulmaktadırlar. Fakat bir önceki yazımızda dediğimiz gibi: Kusur eşyada değil, nazardadır. Tefsiri sadece Kur’an ayetlerine münhasır sanmak ve Allah’ın diğer kitaplarını (mesela kâinat kitabını) ve muallimlerini tefsirin dışına atmak üslûpperestlik hatasıdır.



[1] http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dy/DiniBilgilerDetay.aspx?ID=2242.

Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

  "Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. '...