Tefsir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tefsir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ekim 2023 Pazartesi

Çünkü 'kız gibi ilahlara' ihtiyaçları var

Efendim, bendeniz, lise 2’ye kadar pek efendi bir çocuktum. Etliye sütlüye karışmazdım. Derslerimden başımı kaldırmazdım. Ancak lise 2’ye gelince içimde birşeyler kırıldı. Yoruldum. Yarışmayı bıraktım. Serserileştim. Herşeye boşvermeye başladım. (Yıllar sonra Hermann Hesse’nin Çarklar Arasında’sını okuduğumda biraz maziyi görür gibi olmuştum bu yüzden. Kitapta geçen ‘İçimin çiçeği soldu’ cümlesinde de halet-i ruhiyemin en güzel resmedilişini bulmuştum.) Hatta bendeki bu değişim nedeniyle edebiyat öğretmenimiz Ömer Faruk Beyazıt Bey (ki kendisi bir yazardı aynı zamanda) yemekhanede şöyle demişti: “Oğlum, sana ne oldu böyle, kız gibi oğlandın geçen sene!”

‘Kız gibi oğlan’ ifadesi arkadaşlarım için makara malzemesi olsa da kastedilen kötü birşey değildi. O dönemde kızlar erkeklere kıyasla daha edepli olduğundan, aşırılık yapmaktan uzak durduklarından, bir tür iltifat sayılırdı. (Belki Anadolu’da hâlâ böyle yerler vardır. İstanbul’a dair ümitlerimi yitireli epey oldu. Bence buralarda edepsizlik yarışı başabaş gitmektedir.) Kişinin itaatkârlığına da bir işareti vardı elbette mezkûr ifadenin. Kız çocuğu dediğin daha bir söz dinler. Erkek çocuğu o kadar itaatkâr olmaz. Zaten bir eşikten sonra öyle olması da istenmez. Mücadele etmelidir. Hatta, tıpkı saltanat düzeninde yaşandığı gibi, yeri geldiğinde babasının bile ayağını kaydırmalıdır.

Her neyse. Geçenlerde Zuhruf sûresinin 15 ila 18. ayetlerini tefekkür ederken aklıma bu hatıra geldi. Daha doğrusu şöyle birşey oldu: O ayetleri tefekkür ederken başka bir anlam katmanı daha kafamda açılır gibi hissettim. Şimdi aklıma gelenleri, "Allahu a'lem!" kaydıyla, hikâye edeceğim. Bakalım sizde de bir hakveriş olacak mı? Fakat önce ayetlerin kısa bir meallerini buraya iktibas edelim:

"Kimi kullarını Onun bir parçası saydılar. Şüphesiz insan apaçık bir nankör! Yoksa O, yarattıkları arasından kızları kendisinin saydı da, erkek çocukları size mi ayırdı? Onlardan biri, Rahman’a yakıştırdığı (kız çocuğu) ile müjdelenince öfkeye kapılarak yüzü mosmor olur. 'Mücadelede başarısız olarak ömrünü süslenmekle geçirecek olan kız çocuğu mu?' diye öfkeyle sorar." Başka meallerde 18. ayetin şöyle verildiğini de görmek mümkündür: "Süs içinde yetişip de mücadelede kendisini savunamayanı mı Allah'a yakıştırıyorlar?"

Diyanet İşleri sitesinde mezkûr ayetlerin kısa bir tefsiri şöyle yapılıyor:

"Müşrik Araplar kız çocuklarını istemedikleri, onları doğru dürüst insan saymadıkları, savaşa dayanıklı olmayıp, ömürlerini güzel görünmek için süslenmekle geçirmeleri gerekçesiyle kadın cinsini hor gördükleri halde hem meleklerin hem de Allah’a ortak kıldıkları putların dişi olduklarına inanır, ayrıca bu dişi putları Allah’ın kızları olarak kabul ederlerdi. Ayetlerde bu hurafî ve tutarsız inançlar reddedilmiştir. (Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 770)"

Evet, müşrikler, kendilerine yakıştırmaktan hoşlanmadıkları kız çocuklarını Allah'a yakıştırıyorlardı. Allah'ın altında kurguladıkları sözde hiyerarşide dişi kimliğine öncelik veriyorlardı. Bu elbette bir açıdan büyük bir tutarsızlık oluyordu. Zira kendi hayatları için kötüledikleri şeyi Allah için iyi görüyorlardı. Halbuki kötü hep kötü olmak zorundadır. Zaten inkârcılığın mahiyetinde müzmin bir tutarsızlık vardır. Onlar gündelik hayatlarında inanmayacakları şeylere teolojik düzeyde iman etmeyi seçerler. Sözgelimi: Evlerinde mükellef bir sofra bulsalar bunun tesadüfler eşliğinde oluşacağına inanmazlar. Ancak kainattaki binbir muhteşemliğin aynı tesadüflerle açıklanabileceğine inanırlar. Yaşarken rastgeldikleri her fiilin bir faili olduğunu bilirler. Lakin yaratılışta 'Failsiz de olur'cu kesilirler.

Peki benim kafamda açılan ikinci katman ne? Onu da yukarıda söylediğimine ters gibi görünen bir başka iddiaya bindireceğim: Belki de müşrikler Allah'ın altındaki hiyerarşide düşledikleri diğer ilahlara dişi kimlikleri verirken pek de tutarsız değildirler? Hoppala! Ne demek şimdi bu? Şu demek:

Bediüzzaman'ın eserlerinde tekrar tekrar dikkatimizi çektiği bir durum var. İnsan bir kere şirkin kucağına düştü mü birçok imkansızlığı da yutmak zorunda kalıyor. Yahut da içinden çıkılmaz pekçok zıtlaşmayla boğuşmaya mecbur oluyor. Eh, tutarsızlıkla yaşamak da bir yere kadar, akıl en nihayet bir parça 'kandırılmayı' talep ediyor. Onlar da çeşitli argümanlarla kandırmaya çalışıyorlar. İşte içinden çıkamadıkları mevzulardan birisi de budur ki: Herbiri ilahlığı itibariyle sonsuzluk barındıran birçok tanrı nasıl olup da yaratılışta birbirine galip gelmeye çalışmaz? Birbiriyle çatışmaz? Birbirinin düzenini altüst etmez? Sınırlı mahluklar arasında bile hâkimiyet şiddetli kavgalara sebep olurken, baba oğluna katlanamazken mesela, ilahlar dairesinde nasıl böyle kavgalar olmaz? Zira yine Kur'an'ın ifadesiyle: "O ikisinde (yerde ve gökte) Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, (düzenleri) elbette bozul(up gitmiş)ti."

"Bu kâinatın Sâni-i Kadîr ve Hakîminin mülkünde iştirak yeri yoktur. Çünkü herşeyde nihayet derecede intizam bulunduğundan, şirki kabul edemez. Çünkü müteaddit eller bir işe karışırsa, o iş karışır. Bir memlekette iki padişah, bir şehirde iki vali, bir köyde iki müdür bulunsa, o memleket, o şehir, o köyün her işinde bir karışıklık başlayacağı gibi, en ednâ bir vazifedar adam, o vazifesine başkasının müdahalesini kabul etmemesi gösteriyor ki, hâkimiyetin en esaslı hassası, elbette istiklâl ve infiraddır. Demek intizam vahdeti ve hâkimiyet infiradı iktiza eder. Madem hâkimiyetin bir muvakkat gölgesi, muavenete muhtaç ve âciz insanlarda böyle müdahaleyi reddederse, elbette, derece-i rububiyette hakikî bir hâkimiyet-i mutlaka, bir Kadîr-i Mutlakta, bütün şiddetiyle müdahaleyi reddetmek gerektir. Eğer zerre kadar müdahale olsaydı, intizam bozulacaktı. Halbuki bu kâinat öyle bir tarzda yaratılmış ki, bir çekirdeği halk etmek için, bir ağacı halk edebilir bir kudret lâzımdır. Ve bir ağacı halk etmek için de, kâinatı halk edebilir bir kudret gerektir. Ve kâinat içinde parmak karıştıran bir şerik bulunsa, en küçük bir çekirdekte de hissedar olmak lâzım gelir. Çünkü o, onun nümunesidir."

Benim böylesi metinler eşliğinde vardığım neticeyse şudur arkadaşım: Müşrikler, Allah'ın altında tevehhüm ettikleri ilah hiyerarşisinde, elbette kızlara öncelik vermek zorunda kalıyorlar. Zira 'kız gibi ilahlara' ihtiyaçları var. Bu kadar tanrıya rağmen âlemin düzeninin bozulmayışını ancak bu şekilde açıklayabilirler(!). Alttaki ilahların itaatkâr olması lazım. Erkek gibi düşlenmemesi lazım. Eğer 'erkek gibi ilahlar' düşlenirse bu defa tutarsızlıkları hepten meydana çıkacak. Hevasatı elinde aptallaşmamış olanlar da soracak: "Aga, bunlar nasıl olup da kavga etmiyorlar, garip değil mi?"

Hülasa: Kur'an'ın müşriklerin mezkûr arızasına dikkat çekişinde böyle bir hikmet daha olabileceğini düşündüm. Böyle bir sırrın da öğretiliyor olabileceğini tefekkür ettim. (Cenab-ı Hak taksiratımı affetsin.) Hatta işi orada da bırakmadım. Bugüne taşıdım. Bugün feminizmi dünyaya dayatan küreselci müşriklerin de idealler dünyasını erkek kimliğinden arındırmayı hedef ittihaz ettiklerini aklıma getirdim. "Acaba bu da bir tür 'kadıncı müşrik teolojisine dönüş' mü?" diye sordum. Hepsinin cevabını ben veremem. Biraz da sizden yardım almam lazım. Fakat şu kadarına dikkatinizi çekip gideyim: Kadınları hem bu denli pespaye metalar haline getirip hem de bu kadar baştacı yaptığını iddia eden, cahiliye dönemini saymazsak, bunlardan başka kim var Allah aşkına?

11 Aralık 2022 Pazar

Nur'un İlk Kapısı ile Küçük Sözler arasında bir çelişki mi var?

"Sözlerdeki hakaik ve kemâlât benim değil, Kur'ân'ındır ve Kur'ân'dan tereşşuh etmiştir. Hattâ, Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur'âniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir." 
Mektubat'tan.

Bediüzzaman'ın İlk Dönem Eserleri içinde derlenen telifi Nur'un İlk Kapısı'nın bir özelliği beni düşündürüyor. Fakat düşündüğümü aktarmazdan evvel 'kitabın müellifini tekrar buluşu' hikâyesini kendisinden dinleyelim: 

"(...) Barla karyesine, yirmi beş senelik bir mufarakattan sonra, aynen meskat-ı re'sim Nurs karyesine karşı olan sıla-i rahimden daha ziyade bir sâikle geldim. (...) Sonra, gayet zevkli ve neşeli bir halet içinde iken, sekiz sene hiç gücendirmeden mükemmel bana hizmet eden Sıddık Süleyman bana bir kitap getirdi. (...) Küçük Sözler'in ve bazı mühim Sözlerin çekirdeklerini ve bir kısmının tam izahlarını içinde gördüm. (...) Aslâ ve kat'a hatırıma gelmemişti. Bütün bütün bu eseri unutmuştum. Vücudunu hiç bilmiyordum. Sıddık Süleyman'ın sekiz sene sadakatli hizmetinin tam bir yadigârı nev'inden, onun gayet büyük bir hizmeti hükmünde kabul ettim, 'Bin bârekâllah!' dedim."

Yani, mürşidim, o bitmek bilmeyen sürgün/hapis telaşı içinde böyle bir eseri kaleme aldığını unutmuştur. Seneler sonra, kitabı himaye eden talebesi sayesinde, hatırlamıştır. (Allah ikisinden de razı olsun. Cennette Aleyhissalatuvesselam Efendimize komşu eylesin. Herbir harfi için bin hasene yazsın.) Benim dikkatimi çekense şu arkadaşlar: Bediüzzaman, mezkûr eserde, daha sonra Sözler'de (hassaten Küçük Sözler'de) karşımıza çıkacak pekçok temsili/izahı tekrarlıyor. (Nur'un İlk Kapısı'nın telifinin daha önce olduğu düşünülürse aslında tekrar diğerleridir.) Ancak önemli bir farkla: Başlarındaki ayetleri kimi zaman değiştiriyor. Halbuki, nur talebeleri olan hâkim kanaatimiz o ki, Risalelerin başındaki ayetler 'eserde tefsir edilen ayetler'dir. Yani manşetteki ayet neyse içerideki izah onunkidir. Nur'un İlk Kapısı ise bu bakışı 'daha üst bir tanesiyle' değiştirmemizi mecburî kılıyor. Çünkü izah aynı kaldığı halde ayet musırrane değişiyor.

Misal olarak hemen bir tanesini zikredebiliriz: Nur'un İlk Kapısı'nda 2. Ders, Sözler'de 8.'ye denk gelmektedir. İçerikleri hemen hemen aynıdır. Fakat 2. Ders'in başındaki "O gün Cennet takvâ sahiplerinin gözleri önüne getirilir. Cehennem de azgınlara gösterilir." (Şuarâ Sûresi, 26:90-91.) ayeti 8. Söz'de hiç anılmamaktadır. Aynı şekilde, 8. Söz'ün başındaki "Allah Teâlâ ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Hayy Odur (Hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıklara hayat veren Odur). Kayyum Odur (Bizzat kâim Odur. Varlığı sonsuza kadar devam eder, bütün varlıklar Onunla ayakta durur ve varlıkları Onunla devam eder)." (Bakara Sûresi, 2:255.) ile "Şüphesiz Allah katında makbul olan din İslâm dinidir." (Âl-i İmran Sûresi, 3:19.) ayetleri de 2. Ders'in hiçbir bölümünde geçmemektedir. Peki bu 'mübarek müşkül' karşılaşanı hangi uyanışa iter?

"Allahu'l-a'lem!" kaydıyla söyleyeyim. Çünkü en doğrusunu ancak Allah bilir. Ulaşılması gereken uyanış şudur: Bu eserler sadece başlarındaki ayetlerin tefsirleri değildir. Hem salt içlerinde bir şekilde zikredilmiş ayetlerin izahları sadedinde de sayılamazlar. Bediüzzaman teliflerinde sezdiğimiz-sezemediğimiz birçok ayetin/hadisin tefsirini yapmaktadır. Fakat, bir sebeple de onlardan bazılarını açığa vurmakta, hatta en başa almaktadır. (Diğer birçoğunuysa gizli tutmaktadır.) Sathî nazarla bakıldığında o eser sadece o ayetin tefsiri gibi görülmektedir. Öyle iddia edilmektedir. Halbuki Nur'un İlk Kapısı'nın bana yaşattığı türden uyanışlar yaşandığında bu iddia anlamsızlaşmaktadır. Bediüzzaman Risale-i Nur'da kaç ayeti tefsir etmiştir? Kimbilir. Belki bütün Kur'an Risale-i Nur'da zaten tefsir edilmiştir. Belki de edilmemiştir. "İçinde şu kadar ayet geçiyor!" denilmekle muradı/kapsamı tahdit edilemez. Öyle bir bakışla yukarıdaki durum açıklanamaz.

İşte düşündüğüm bundan ibaretti arkadaşlar. Sürç-i lisan ettiysem affola. Bana kıymetli geldi. Belki size de gelir diye yazdım. Zaten bildiğinizi tekrar ettiysem cahilliğime verin. Ben yeni farkettim. Heyecanlandım. Çocuk dediğin heyecanlandı mı dilini tutamaz. Cahillik de çocukluğa benziyor. Vesselam. 

12 Ekim 2022 Çarşamba

Bediüzzaman meal mevzuunda israf mı ediyor?

Kur'an'ın hakiki tercümesi mümkün değildir. Bu nedenle istikametli ulemamız eserlerinde 'kısa anlam' manasına gelen 'meal' sözcüğünü kullanmışlardır. (Öyle isimlendirmişlerdir.) Konuyu İİKV'deki bir seminerinde izah eden Prof. Dr. İshak Özgel Hoca hatta demişti ki: Mealler bize ancak şöyle-böyle, azıcık azıcık, yani çok budanmış-özetlenmiş bir şekilde, ayette ne söylendiğini bildirirler. Onlara Kur'an'ın kendisi nazarıyla bakmak yanlıştır. Hele hele hüküm çıkarmaya cüret etmek insanı itikadda/amelde tehlikeli noktalara götürebilir. Zira, muhatap olunan söz vahyin bizzat kendisi değil, bir beşerin anladığı-aktardığıdır.

Yanlış anlaşılmasın. Bunu demekle "Asla meal okunmasın!" gibi bir yasaklamaya girişmiyorum. Yapmadığını söylemek doğru değil. Ben de meal okuyorum. Fakat, tıpkı İshak Özgel Hoca'nın dediği gibi, 'mealin Kur'an'ın kendisi olmadığına' dikkat ederek yapmaya çalışıyorum bunu. Daha ne yapıyorum peki? İstikametine inandığım kişilerin teliflerine bakmaya özen gösteriyorum. Zaten sıkı şekilde takip ettiğim bir tefsir de var. Risale-i Nur külliyatının meftun bir okuyucusuyum. Ehl-i Sünnet çizgisinin yegane fırka-i nâciye olduğunu bilmekteyim. (Adım gibi hatırımda tutmaktayım.) İtikadda-amelde sahip olduğum zırhlardan soyunmayı cehennemim sayarım. Bu tedbir-teyakkuz halinin, inşaallah, gerçekleşebilecek vartalardan koruduğunu ümit ediyorum. Tavrıma rağmen, herhangi bir anladığımın istikamete denk gelmediğini öğrenirsem, ateşe basmış hızında terketmeye hazırım. Çünkü şunda inatçılık ancak ahmaklıktan gelir.

Pek mübarek bu teenni ruhuma öyle işledi ki, meal naklederken bile, karşımdakini uyandırmaya çalışırım. (İşte yazının asıl konusuna geldik.) Hatta geçenlerde sual-cevap mevzuu oldu. Yani bir mecliste dediler: "Neden böyle yapıyorsun?" Ne yapıyorum arkadaşım? "Her meal verişin sırasında 'kısa-kısacık' gibi belirteçler kullanıyorsun. Halbuki meal zaten 'kısa anlam' demektir. Sözü ziyadeleştirmiş oluyorsun. Edebiyatta sözü ziyadeleştirmek israftır." Ben de cevaben dedim ki: "Mürşidim öyle öğrettiği için." Evet. Bana bu faydayı da yine Bediüzzaman öğretti. Metinlerinde o kadar çok böylesi ifadeler kullanılır ki, insan, bu hassasiyetin 'bir usûl öğretmek için' gösterildiğini düşünmeden edemiyor. Mesela: Bazen 'gayet kısa bir meali' diyor. Bazen 'muhtasar bir meali' ifadesini kullanıyor. Bazen 'kısacık bir meali' diye beyan buyuruyor. Bazen de 'meal-i icmalî' diye zikrediyor. Elhamdülillah. Benzeri pekçok 'uyandırıcı' istimali var. Elbette "Aman ha!" deyici bu tedbire denk gelenler önceleri şaşırıyor: Meal zaten 'kısa anlam' demekken neden böyle bir yol tercih ediliyor? 

Onun da cevabını Sünuhat'ta bulduğumu zannederim: 

"Mantıkça mukarrerdir ki, zihin, melzumdan tebeî olarak lâzıma intikal eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de ikinci bir teveccüh ve kasıtla eder. Bu ise gayr-ı tabiîdir. Meselâ: Hükmün me'hazı olan şeriat kitapları melzum gibidir. Delili olan Kur'ân ise lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitaplara temerküz ettiğinden yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren tasavvur eder. Bu cihetle, vicdan lâkaytlığa alışır, cumudet peyda eder.

Karmaşık mı geldi? O halde şöyle 'gayet kusurlu bir temsil'le zihninize yaklaştırmaya çalışayım. Herhangi bir edebî eserdeki çağrışımlar dünyasını düşünün. Yahut olmadı kendimiz bir kurgu çatalım: Mecnun isimli esas oğlanımız Leyla nâm sevdiğinden bir çınar ağacının altında ayrılmış olsun. Yüzükler atılsın. İyice dramatikleşsin sahne. Son sözler söylensin. Tamam. Şimdi, romanın devamında, 'çınar ağacı' ifadesi geçtiği her anda, kaç kişinin aklı Leyla'yla ayrılık sahnesine intikal eder? Peki hatırlayanlardan kaçının hatırına Leyla'nın o günkü görünümü gelir? Peki onlardan kaçı Leyla'nın giderken bindiği otobüsü hatırlar?

Böylesi çağrışımların tamamını yakalayabilmek zordur. Zira zihin genelde kolay olana kavuştuktan sonra diğerlerini terkeder. Okuduğundan uzaklaşmaz. Direnir. O yüzden sorularım çoğaldıkça sayı giderek düşecektir. Belki 'sıfır'a dayanacaktır. Zincirdeki halka sayısı arttıkça ağırlığı da artar. Zinciri kısa tutmak isteyenlerse belki şöyle birşey yapar: "Kırmızı elbiseli kızın, altında yüzüğünü attıktan sonra, Fatih otobüsüne bindiği ağacı gördüm." Burada olmayan şey sadece ağacın ismidir. Ancak ismi dışındaki bütün detaylar çağrıştırılmıştır. Söz uzamıştır fakat okuyucuya kolaylık da sağlanmıştır. Neyse. Esasa dönelim:

Zihinde yolu kısaltmanın yolu bazen kelimeleri çoğaltmaya bakıyor. Çünkü insan zihni mesuliyet kendisine bırakıldıkça çağrışım dünyasında ilerlemekte zorlanıyor. Sözgelimi: Bugün 'meal' kelimesinin 'tercüme' demek olmadığını, özellikle başka birşeyi çağrıştırmak için seçildiğini, kaç kişi biliyor? Mealistler-modernistler kaç kişinin kafasında böyle bir duruluk bıraktı? Hadi, onların muğalatasını geçelim, ahirzamanda âdemoğlunun/kızının fehminde bu detayı kollayacak ne kadar derman kaldı? 

O yüzden mürşidimin bu tarz kullanımlarının bir maksada binaen yapıldığını iddia ediyorum. Nedir? 'Meal' denildiğinde 'bizzat Kur'an'ın kendisi' gibi anlayacak olanlara, 'gayet kısacık' gibi uyarıcı ifadeler de eklenerek, ayılma şansı sunuluyor. Zahirî nazarla bakıldığında bu bir 'kelime israfı' sanılabilir. Ancak hikmete konsantre olunduğunda israf kesinlikle yok. Hatta ben bu kullanımı bütün hocalarımıza-vaizlerimize tavsiye etmekten kendimi alamıyorum. Öyle ya: Muhtemelen onların dinleyicilerinde de bu ayrımı kaçıranlar çoğalmaktadır. Meali Kur'an'ın kendisi sananlar artmaktadır. Hassaten genç kuşakta bu yara fazlasıyla bulunur. Cenab-ı Hak cümlemizi müfessirîn-i izâmın âli yolu üzere eylesin. Âmin. Allahümme Âmin.

27 Haziran 2022 Pazartesi

Peki ya Bediüzzaman Kur'an'ı neden bitiremedi?

Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'da neden bütün ayetleri tefsir etmediği üzerine bir tartışmadan sonra Prof. Dr. Bilal Saklan Hoca'nın Muhaddis Sûfiler isimli eserinde rastladım şu bilgiye: "Ebu'l-Abbâs hergün bir hatim indirir. Ramazanlarda ise bir günde üç hatme çıkardı. Yalnız onun Kur'an'dan istinbat niyetiyle yaptığı hatim on küsur sene sürdü. Vefat ettiğinde bu hatmi tamamlayamamıştı." Dalgınlaştım biraz bu satırlardaki hikmet üzerine. "Demek" dedim. "Ayete nasıl bir niyetle müracaat edersen onu buluyorsun. Damlaları sayayım dersen damlalar sayılıyor. Deryasına doyayım dersen deryasının dibi bulunmuyor."

Sonra A'râf sûresinin 203. ayeti dikkatimi celbetti arkadaşım. Hani orada 'hâżâ besâiru min rabbikum' buyruluyor. Birçok meal çalışmasında bu ifadeye "Rabbinizden gelen basiretlerdir!" karşılığı verilmiş. (İçlerinde Diyanet İşleri, Diyanet Vakfı, Hayrat Neşriyat vs.'nin de bulunduğu ondan fazla meal çalışmasının ortak karşılığı denilebilir.) İşte bu karşılık kalbimi alıp Risale-i Nur'dan bazı bahislere götürüyor:

"Kur'ân-ı Hakîmin kelâm-ı ezelîden gelmesi ve bütün asırlardaki bütün tabakat-ı beşere hitap etmesi hasebiyle, mânasında bir câmiiyet ve külliyet-i harika vardır. İnsandaki akıl ve lisan gibi, bir anda yalnız bir meseleyi düşünmek ve yalnız bir lâfzı söylemek gibi cüz'î değil, göz misillü muhît bir nazara sahip olmak gibi, kelâm-ı ezelî dahi bütün zamanı ve bütün tâife-i insaniyeyi nazara alan bir külliyette bir kelâm-ı İlâhîdir. Elbette Onun mânâsı, beşer kelâmı gibi cüz'î bir mânâya ve hususi bir maksada münhasır değildir. Bu sebepten, bütün tefsirlerde görünen ve sarahat, işaret, remiz, îma, telvih, telmih gibi tabakalarla müfessirînin beyan ettikleri mânâlar, kavaid-i Arabiyeye ve usul-ü nahve ve usul-ü dine muhalif olmamak şartıyla, o mânâlar, o kelâmdan bizzat muraddır, maksuddur."

Kuantum fiziğine ilgi duyanlar 'dalga hareketi' ile 'tanecik hareketi' arasındaki farka aşinadırlar. Meşhur Çift Yarık Deneyi de mesmuatlarındandır. Gözlemcinin nazarı nasıl birşeyse nesnenin hareketini etkiler sanki. Hayret ki hayret. Fakat müslümanlar buna şundan evvel aşinadır: "Ameller niyetlere göredir."

Metne geri dönelim. "Göz misillü muhît bir nazara sahip olmak!" Nedense iktibasın mecmuundaki hakikat bana mezkûr 'basiret'in tefsiri gibi geliyor. Şimdi soracaksın haklı olarak: "Kur'an ayetleri nasıl basiret olur?" Ben de diyeceğim ki: "Kur'an'ın sözlerine göz nazarıyla bakarsan bu sırrı kavrayabilirsin." 

Söz yalnız söyleyeceğini söyler. Gözse görebileceklerinin hepsine kasteder. Manzarayı sarar. Hatta bu eşikten İşaratü'l-İ'caz'daki şu metne de bir parça yaklaşabilirsin: "İnsanların fehimlerine göre Cenâb-ı Hakkın hitâbâtında yaptığı bu tenezzülât-ı İlâhiye insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlâhî bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur'ân-ı Kerimin üslûpları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avâm-ı nâsın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür."

Demek biz Kur'an'dan söz değil göz alıyoruz. Onlar, söze benziyorlar, ama elbette beşer sözü gibi değiller. Sözümsü gözler onlar. Sözün söylediği bitebilir. Ama gözün gördüğü bitmiyor. Yahut da şöyle söylemeli: Eğer Kur'an'ın sözlerine göz nazarıyla bakarsak hakiki basiretine eriyoruz. Onun manasındaki külliyet, sözü sözde bitirmemekle, bir bakış açısı (hatta yaşam açısı) kılmakla inkişaf ediyor. 

Belki insan idrakiyle Kur'an'a bu hizmeti de veriyor. Evet. Suya atılan taş dalga başlatır. Kuma atıldığında bu olmaz. Taşı sinesine alacak yumuşaklık lazımdır dalga için. Lâtif kalpler Kur'an'ın nücumuna su hizmeti de veriyor olamaz mı? Canını, ömrünü, nazarını, tefekkürünü, zamanını kelamullahla yoğurarak yaşayan bir tefsir oluyor yani insan. Sırf okumak değil bu. Metnin içinde yaşamak. Metinle yaşamak. Gönlüne basmak onu. Kevnî ayetler ile kelamî ayetlerin arasında berzah olmak. İkisini birbirine kendi âleminde dokumak. İkisine birden dokunmak. Ayeti okumaktan aşkın olarak onu başımızın üstünde, gözümüzün önünde, gönül gözünde taşımak. Niçin? Herşeyi o okusun diye. O okuyup bize aslını söylesin. 

Bizde görünsün. Biz aradan çıkalım. Biz 'ben' olarak azalalım. Reşha olalım. Hakikat güneşini görünce buharlaşalım. Biz eksiğiz çünkü. Biz sınırlıyız. Bizde yalnız basar var. Basiret basardan üstündür. Evet. Göz yalnız gördüğünü bilir. Basiret görülmeyenleri de sezer. Kur'an bizi söz değil göz sahibi yapıyor. "Mü'minin ferasetinden çekinin. Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar!" hadisi belki biraz da bunun müjdecisi. Ve belki Kur'an'ın sözünün göz olduğunu düşünenlerin ömürleri de hatimlerinin sonuna gelmeye yetmiyor. Bu onların/eserlerinin eksikliğinden değil. Kaşık okyanusa kastettiğinden. Öyle ya. Yetirebilir mi hiç arkadaşım?

9 Aralık 2020 Çarşamba

Allah'ın Webo kadar hatırı yok mu?

Böyle şeylerin yaşanmasına insan sevinmez ya. Fakat tam yerine rastgeldi. Gökte ararken yerde bulundu. Yok. Özür. Dünde ararken günde bulundu. Neden bahsediyorum? İki şeyden. Birincisi: PSG-Başakşehir maçında yaşanan tatsızlıktan. İkincisi: Hasan Ali Toptaş ile başlayıp başka isimlere de sıçrayan taciz iddialarından. Aslında ikincisini anmayacaktım. Çünkü iftiraya maruz kalıp-kalmadığını bilmiyordum. Ancak beyan ettiği özür metnine bakınca anmanın bu açıdan sakınca oluşturmayacağına kanaatine vardım. Onları bağlayacağım vakıa ise daha eski bir olaydır. Evet. Başlıktan düğümü çözmüştünüz zaten: Mustafa Öztürk'ün Kur'an'ın insan sözü olduğu yönündeki iddiası/iftirası üzerine yaşananları konuşacağız yine. Yani kendisinin uğradığı 'linç'in meşruiyetini savunacağız.

Benim bu konuda karnımda hiç ağrı yok arkadaşlar. İlk yazımdan itibaren de belirtmiştim. Çerçeve içinde kalındıktan sonra 'kalbindeki iman yalan olmayan' her müslümanın geleceği bir gayretin sonucuydu yaşananlar. Yani, çoluğumuza-çocuğumuza Allah'ı-Kur'an'ı-Peygamberi öğretsin diye beklediğimiz bir ilahiyat hocası, bizzat kendi alanında dinin altını oyuyordu. Öğrencilerinin aklını bulandırıyordu. İtikatlarını bozuyordu. Üstelik bunu da neredeyse Velid bin Muğire alaycılığıyla yapıyordu. Hoş, hocanın(!) kırdığı fındıkların ilki bu değildi ya, neyse. Ama en boyasını dökeni buydu. Ne sandınız. Allah elbette Kitabına düşman olanı rezil eder. Kendisinin vakt-i merhunu da o günmüş.

İlk yazımda da işaret etmiştim: Bu mevzuda karın ağrısı çekenlerin çoğunun sancısı başka hastalıkların tezahürüdür. Gazıdır. Kabızlığıdır. Sözgelimi: Mevzuun arşı titreten yanını boşverip "Canım, Mustafa Öztürk hususi bir sohbette dilegetirmiş, böyle sohbetleri yayınlayıp lince sebep olmak çok yanlış. Asıl konunun bu yanına bakmalı..." deyu, mü'minlere "Canbaza bak canbaza!" çeken zümrenin rahatsızlığı özünde 'linç'ten değildir. Ya? Bu alanda 'artık rahat at koşturamama korkusu'ndandır. Neden böyle söyledim? Açayım. Birincisi: Görüntülerin gizli kaydedilmediği bizzat Öztürk'ün çekimin sonunda kamerayı selamlamasıyla sabittir. İkincisi: Çünkü bu lince kızanların kendileri de birçok benzerine maaliftihar katılmışlardır. Şu sosyalmedyada kırk kardeşiz. Kırkımız da birbirimizi biliriz. Kıvırmaya gerek yok. Hatta işte daha bugün yaşanan iki mevzuda da o kimseleri linçlere dahil olmuş olarak müşahede ettik. Bütün o bize okudukları mavalları, pardon, hassasiyetleri unuttular. Gerek Romen hakemin hususi olarak Webo'ya söylediği ırkçı ifadeleri, gerekse Hasan Ali Toptaş'ın hususi ortamlarda birçok bayana karşı takındığı uygusuz tavırları konuştular, gocunmadılar, alınmadılar.

Birinci linçlerinden dolayı Romen hakemin meslek hayatı bitti. Haketti mi? Haketti. İkinci linçlerinden dolayı da muhtemelen Hasan Ali Toptaş'ın yazarlık kariyeri bitecek. Çünkü, şimdiden kitaplarının basılıp yayınlanmamasını, hatta basılmış kısmının da toplanıp satıştan çıkarılmasını talep eder oldular. Twitter'da gezinirken yayınevlerine baskı yapmaya çalışan yüzlerce mesaja denk geldim. Bunlar sadece tek mecrada rastlananlar. Daha kimbilir nerelerde ne kıyametler kopuyordur. Nereye bağlanacağınıysa göreceğiz.

Efendim, görüyorsunuz ya, mevzu 'hukuk-u ibâd' olunca kimsenin böyle mevzulara ses çıkarası, "Ama hususiydi o!" diyesi, "Nasıl serrişte edersiniz?" diye gücenesi gelmiyor. Fakat 'hukukullah' oldu mu ver gözüne! Kur'an'a insan sözü mü diyorsunuz? Deyin gitsin. Hadisleri mi inkâr ediyorsunuz. Edin gitsin. Öyle inanmanın küfür olduğu bir meselede gençleri mi zehirliyorsunuz? Zehirleyin gitsin. Liberal alışımlı hiçbir gönlün bunlara takıldığı yok. Hatta bir de beğeniyorlar. "Üniversitelerde fikir özgürlüğü..." falan. Romen hakemin fikir özgürlüğü yok mu? Yok. O ayrı. Onun yaptığı hukuka aykırıymış. Bugün birisi bana öyle yazmıştı. Peki, aga, Kur'an'a insan sözü demek itikada-fıkha aykırı değil mi? Müslümanın asıl sorumlu olduğu hukuk, hem de öncelikli olarak, 'hukukullah' değil mi?

Deriz, deriz de kardeşlerim, yine Ehl-i Sünnet müslümanlar birbirimizi işitiriz. Mezhebi genişler endişelerimizi işitmezler. Onların yanında Cenab-ı Hakkın hatırı Webo'nun hatırı kadar yoktur. #Blacklivesmatter'dır da #müslümanitikadıtırttır. Hasan Ali Toptaş vakıasına #MeToo çekerler de bize çektikleri #Yuh-Tüü! ayarında kalır. Eh, ne yapalım, onların sahipleri lobileriyse bizim de sahibimiz Allah'tır. Yakub aleyhisselamın ders verdiği gibi hüznümüzü Ona arzederiz. O elbette dini için dertlenenleri boşvermez. Bana sorarsanız asıl sakınılması gereken linç de budur. Öyle ya. Meleklerin linç ettiğini artık hangi sosyalmedya çalışması düzeltir? Kaç para eder? O ulu günde Rahman u Rahim olan Rabbimizin ayaklarımızı sırattan kaydırmamasını dileriz. Âmin. Âmin. Âmin.

24 Ekim 2020 Cumartesi

Evrim için Kur'an bükülür mü?

Bu sıralar sık rastladığımız şeylerden birisi: Evrimciler 'kolu bükülmez' sandıkları 'teorileri' için artık Kur'an ayetlerinin bükülmesini istiyorlar. Yani, "Daha önce anlaşıldıkları gibi anlaşılmasınlar, evrimi onaylar şekilde anlaşılsınlar..." arzu ediyorlar. Bu arzularını temellendirirken kullandıkları üç argüman var: 1) Evrimin artık bilimden olduğu. Kanunlaştığı. Kat'iliği. Değişmezliği. 2) Bilimsel tefsirlerin Kur'an ayetlerini zaten bilime göre anlamanın yolunu açtığı. Meşrulaştırdığı. Sıradanlaştırdığı. 3) Kur'an'ı anlama usûlünde aklın nakli bükebilir olduğunun zaten âlimlerimizce dile getirildiği. 

Belki başka argümanları da vardır. Kuşatamamış olabilirim. Ben bu üçünü seçebildim. Cevabımı da onlara karşılık vermeye çalışacağım. O zaman bismillah:

1) Evrim hakikaten artık bir kanun mudur? 

Arkadaşlar, Şemseddin Günaltay'ın 'materyalizm reddiyeleri'nde dikkat çektiği birşey vardır, özeti şudur: İdeolojiler argümanlarını 'bilim' diye yutturmaya/dayatmaya pek meyyaldirler. Bunu yapmaktaki amaçları arkalarına bilimselliğin manevî gücünü almaktır. Ancak söylemleri deşildiğinde, azıcık 'acaba' dendiğinde, işin pek de söyledikleri tarzda olmadığı ortaya çıkar. Evrimde de durum böyledir. O hâlâ teorilikten çıkamamıştır. Ancak "evrim dininin mü'minleri" argümanlarını muhataplarına kabul ettirmek için akidelerini kat'iyetten göstermeye sa'y ederler. Boyun eğmediniz mi bir de üstten üstten küstahlanırlar. Birçok misalini yaşamışımdır.

Halbuki birşeyin bilimsel olarak kat'iyete kavuşması için en azından 'tekrarlanabilir' olması gerekir. Bizim, 'mış gibi' milyonlarca yıl önce olmuş şeylere değil, şu an da görülebilir şeylere davet edilmemiz icap eder. Yerçekimi kanundur. Evet. Tecrübe edilebilir. Kaynama bir kanundur. Evet. Denenebilir. Suyun kaldırma kuvveti kanundur. Çünkü sınanabilir. Ancak evrim varlığının asıl kastı olan 'türden türe geçişte' bize hiçbir 'tekrarlanabilirlik' sunmaz. Türden türe geçiş bilinen zaman içinde hiç tekrarlamamıştır. Nümuneleri görülememektedir. Şartları oluşturulup deneylenememektedir. Dolayısıyla evrim dininin mü'minleri 'dogmatik' bir şekilde 'mış gibi'lerine inanırlar. Onlara göre "Oooordaaaa bir köööy var uuzaaaaktaaaa!" şarkısında olduğu gibi uzaklarda bir evrim vardır. Gidilmese de, görülmese de, o evrim onların evrimidir. 

2) Bilimsel tefsir sahiden Kur'an ayetlerini bilime göre anlamanın yolunu mu açıyor? 

Arkadaşlar, buna cevabımız, hem 'evet' hem 'hayır.' Neden evet? Çünkü hakikaten bilimsel tefsirlerde Kur'an ayetlerinin yakın zamanda ortaya çıkan teknolojilere veya keşiflere dair işaretlerine dikkat ediliyor. Ayetlere bu tarz açıklamalar getiriliyor. Fakat, buraya teveccüh buyurunuz, bu tarz açıklamaların hiçbiri ayetin 'mana-i sarihi incitilerek' yapılmıyor. Hele 'rağmına' hiç yapılmıyor. Bütün bu manalandırmalar ayetin i'cazına bir hoşluk, bir letafet, bir ahirzaman güzelliği daha katmak için 'işarî anlam çıkarma düzeyinde' yapılıyor. Kur'an'ın hitabından bütün zamanların kendilerine göre 'ayrıca' hisseleri de olduğuna dikkat çekmek için yapılıyor. Yoksa mezkûr ayetlerin önceki zamanlarda yanlış anlaşıldığı imâsıyla bilimsel tefsir yapan yoktur. Varsa da rastlamadım. Gördüğüm bütün misalleri 'işarî mana tabakasında' kalmıştı.

İşte burada 'hayır' dediğimiz yere geliyoruz. Neden? Çünkü evrimciler bize diyorlar ki: "Şimdiye kadar Kur'an'ın şu, şu... ayetlerinin mana-i sarihîni şöyle anlıyordunuz. Artık böyle anlamayı bırakın. Evrim teorisine göre bunları şöyle, şöyle... anlamaya başlayın!" Bu şekilde Ehl-i Sünnetin tefsir-kelam usûlüne karşı hiçbir sorumluluk hissetmeyen, hiçbir yere konulamayacak, vahye bakımışımızda yeri olmayan küstahlıklarıyla konuşuyorlar. Elbette bu bilimsel tefsirin yaptığı değildir. Bilimsel tefsirde yapılmaya çalışılanla şunu bir tutmak 'ahirzaman demagogları'nın oyunudur ancak.

3) Kur'an'ı anlama usûlümüzde akıl her zaman nakli büker mi?

Arkadaşlar, te'vile sebep olabilir, ancak şu var: Aklın delaletinin kat'iliğe çıkmış olması gerekir. Üstelik bu aklın da Bediüzzaman'ın tabiriyle İslamca akıl olması gerekir. Herhangi bir ideolojiyle yaralanmamış, daha doğrusu 'sınırlanmamış' olması gerekir. Sözgelimi: Müşrik aklına göre kainatı idare etmeye bir tane Allah yetmez. Bir tane Allah bu kadar işe nasıl yetişir? Eh, peki, şimdi müşrik aklı bunu namümkün görüyor diye İslam'ın en temel umdelerinden birisinden vazgeçmemiz mi gibi icap eder? Elbette hayır. İslam hiçbir konuda böyle bir zaruret hissetmez. Boyun bükmez. Dinin varlık amaçlarından birisi de budur zaten. Vahiy ve sünnet aklımızı şirk kokulu kalıplardan kurtarır. Asıl hürriyetine kavuşturur. Biz onun kazandırdığı 'iman açısı' sayesinde münkirlerden büyük düşünürüz. Herşeye gücü yeten bir ilahın varlığının zaruretini, zaten böyle olmazsa 'ilah' olamayacağını, ikincisi olanın ilaha yakışır biricikliğini yitirmiş sayılacağını savunuruz. Bu bizim nakısemiz değil yüksekliğimizdir.

Yani, öyle önümüze gelen her akıl, "Gel peşime takıl!" çekemez bize. Hele Allah'ın 'herşeye gücü yeten' olarak bütün türleri ayrı ayrı yaratmış olması gayet makulken-mümkünken, evrim teolojik anlamda, ilah tasavvurumuz anlamında, marifetullah anlamında bize zaruriyat çizemez. Koordinat biçemez. "Allah bütün türleri ayrı ayrı yaratmış olamaz!" diyemez. Bizim için bu iddia müşriklerin mezkûr iddiası gibidir. Zorunluluk algısı bizi ırgalamaz. 

Übey b. Halef'in kafası basmayıp "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diye sormasıyla İslam geri adım atmaz. "De ki: Kim onları ilk başta yaratmış ise o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir..." mealinde cevap verir. Elhamdülillah. Demek bize dayattığı mecburiyetin yüreğimizde/imanımızda bir anlamı yoktur. Bizim Allahımız öyle bir Allah değildir. Zeus değildir. Ra değildir. Hübel değildir. Süpermen değildir. Ya? Herşeye gücü yeten, herşeyi bilen, herşeyi benzersiz yaratabilen, yaratmanın her türlüsünü bilen vs. kemalde bir Allah'tır. Böyle bir Allah tasavvuruna göre de evrimin aklı 'bükebilir' bir akıl değildir. Buna da özetle bu şekilde cevap verebiliriz.

Bitirirken son birşeye değinmek istiyorum: Bediüzzaman Hazretleri Muhakemat'ın Unsuru'l-Hakikat kısmında bir endişeyi çok dillendirir. Nedir? Kat'i sanrılanan, belki bugünkü gibi dayatılan, dönemsel bilgilerin/bilimlerin Kur'an'ın tefsirine sirayet etmemesi gerektiği. Açıp bakın o bölüme. Tekrar be tekrar mürşidimin aynı konu etrafında döndüğünü görürsünüz: Aman felsefe-i Yunaniye'nin gübürleri Kur'an manalarının üzerini örtmesin! Tek onlar mıdır endişe edilen? Hayır. İsrailiyyatın ayrımında da aynı hassasiyeti gösterir mürşidim. Tabir-i caizse, bütün bölüm boyunca, Kur'an'la veya hâdislerle muhatap olunurken Ehl-i Sünnet usûlündeki mizanların korunmasını arzu eder. Çünkü bu noktada yaşanan kirlenmeler vahyi-sünneti anlamada da zihinleri toz-toprak içinde bırakacaktır. Haklı istifade yapılamayacaktır. Mevzuyu şu özlü cümleyle de bağlar: "Demek muhakkak oldu ki, âyâtın delâil-i i'câzının miftahı ve esrar-ı belâğatın keşşafı, yalnız belâğat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa felsefe-i Yunaniyenin destgâhından değildir."

 İşte bugün biz de eğer evrim gibi 'bilim görünümlü ideolojileri' Kur'an'ın tefsirine sokarsak aynı kirlenmeyi yaşamış oluruz. Ayetleri 'Evrimciler öyle istiyor' diye incitirsek önce biz inciniriz. Bizim Kur'an'a muhatabiyetimiz incinir. Kuşandığımız miras incinir. Evimizdeki herhangi bir eşyanın üzerine gelen kirden-pisten nasıl sakınıyorsak Kur'an'ı anlamamıza perde olabilecek kalıpların varlığından da bin derece şiddetli sakınmalıyız. İlla ki o kalıp Ehl-i Sünnet mizanının bir gereği ola. O zaman o mizan zaten fehmimizin lazımıdır. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Âmin. 

7 Ekim 2020 Çarşamba

Ayasofya açıldı da ne oldu?

Arkadaşım, binler elhamdülillah önce, sonra sorarım: "Ayasofya'nın aslına dönmesi bize ne kazandırdı?" Şimdilerde, biraz da alaycılıkla, çokları dillendirir oldu bu suali. Bense Bakara sûresinin 248. ayetinden mülhem bir cevap veriyorum buna. İstersen arzedeyim: Hani orada İsrailoğulları 'yenilgi içinde geçen bir dönemin ardından' müjdelenirler. Müjdelendikleri nedir peki? İçinde Musa ve Harun aleyhümüsselamın bakıyyesi bulunan sandığa eriştirilmeleridir. Tefsirlerde söylendiğine göre bu sandık, yeni değil, zaten daha önceleri sahip oldukları birşeydir. Fakat mağlubiyetlerinden sonra ellerinden alınmıştır. Tekrar kavuştuklarında ise İsrailoğullarını sekinete ulaştıracaktır. 

İşte, "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla söylersem arkadaşım, Kur'an-ı Hakîm'de bu hâdisenin nakledilmesindeki pekçok sırlardan birisini kendimce şöyle fehmederim: Milletler şanlı devirlerine dair eşyalardan/mekanlardan bir 'sekinet' alırlar. Onlarla göğüslerine bir genişlik gelir. Bir özgüven artımı yaşarlar. Ayaklarını zemine daha sağlam basarlar. Bunu bana söylettirenlerden birisi de mürşidimin 20. Söz'deki o meşhur cümlesidir: “Kur'ân-ı Hakîm’de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor.”

Yani mezkûr hâdisenin bize aktarılmasındaki hikmetlerden birisi de budur. Bu 'düstur-u küllî' ve 'kanun-u umumî'yi farketmemizdir. Hatta şear-i İslamiyeye dair ne varsa hepsinin ihyası mertebe mertebe bu sırra dahildir. Hem de öyledir: Ayasofya'nın vazife-i asliyesine dönmesi de bunlardandır. Osmanlı'nın inşa ettiği mirasa kendisini bağlı hisseden Türk, Kürt, Arab, Laz, Çerkes, Arnavut, Boşnak vs. her kim varsa hepsi, tıpkı İsrailoğullarının kayıp sandıklarına tekrar kavuşmaları gibi, şu müjdeli hâdiseden bir sekinet alırlar. Bir cesarete kavuşurlar. İlla ki kişi kendisini hâlâ bu cehdin parçası saysın. Varlığını burada konumlandırmayanların gözündeyse aslına dönüş kazanım değil kayıptır.

Evet. Bediüzzaman'ın "(...) âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:" dedikten sonra zikrettiği "Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de, Ayasofya'yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir..." cümlesi de böyle bir nasihati barındırır diye düşünüyorum. Ki okuyanlar bilirler. Mürşidim bu cümlenin ardına da şu ifadeyi ekler: "O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi başkalarının zâlimane kabahatları onlara yüklenmez fikrindeyim." 

İsrailoğulları, kayıp izzetlerine tekrar kavuşturulduktan sonra, Talut'un komutasında Calut'un muazzam ordusunu devirmişlerdi. Yitirdikleri şanlı günlere tekrar kavuşturulmuşlardı. Biz de, elhamdülillah, kayıp sandıklarımızdan birisine bu sene ulaştırıldık. Sevindirildik. Cenab-ı Hakkın fazl u kereminden umudumuz o ki: Sırrı şimdi de tecelli etsin. Bizde hükmünü tekrarlasın. Birkaç asırlık bocalamamızın ardından yeniden yükselmeye muvaffak olalım. Ondan umut kesilmez. Ona hiçbirşey ağır gelmez. Onun hazinesi vermekle eksilmez. Diliyoruz. Özlüyoruz. Bekliyoruz. Âmin. Âmin. Âmin.

24 Mart 2020 Salı

Kur'an'da boşluk var mı?

Geçenlerde İbrahim sûresini okurken birşey dikkatimi çekti. Sizinle de paylaşmak istiyorum. Zira böyle şekerlere ne kadar çok dil değse o kadar tatlanırlar. Başka türlü paylaşmalar paylaştıkça paylaşılanı azaltırlar. Amma marifetullaha dair her neyi paylaşsak paylaştığımız sayısınca bereketlenir. İnşaallah. Şu da doğrudur: Zulmetli şeyler sahiplerinde kaldıkça birikirler. Amma nuranî şeyler öyle değildir. Onlar ışıldadıkça çoğalırlar. Evet. Elhamdülillah. Ancak aydınlatmasıyla güneşin hazinesi bilinir. Ben de o Rahman u Kerîm'den fehmime bağışladığı hediyeyi kardeşlerimle bereketlendirmesini dilerim. Âmin.

Fakat, bir saniye, önce sizi elinizden tutup bir parça Yunus sûresinin bahçesinde de dolaştırmalıyım. Çünkü orası da bu bala bir kaymak sürecek. Hazmına kolaylık sağlayacak. Evet. Yusuf sûresi, 'kıssaların en güzelini' aktardıktan sonra, son ayetinde âdeta bir 'sıçrama' yapıyor ve icmalî bir mealiyle buyuruyor: "Ey Rabbim! Mülkten (nasibimi) verdin ve (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni salihler arasına kat!"

Şu karşılaştırmamı hoşgörün lüften: Biz, küçük yaşlardan itibaren, dinlediğimiz/okuduğumuz masallardan ne öğrendik şimdiye kadar? Yani, herşey en nihayet tatlıya bağlandığında, entrikalar bitip mutlu sona ulaşıldığında, zorluklar aşıldığında ne der bize beşerin kurguları: "Sonsuza dek mutlu yaşadılar!" Bütün masallar bize böyle söyler. Çünkü onlar dahi devamsız mutluluğun 'mutluluk' olmadığını bilir. Aşk-ı beka her mutlu sonun ardından ağzı kulaklarında gülümser. Arsızca diklenir. Ve hayalimizi kendine heyecanlandırır: "Beni iste. Beni de düşle. Yoksa bu mutluluğun tadı damağında kalacak!" el-Hak. Haklıdırlar da bunu söylerken. Zira, Bediüzzaman'ın da kendi çocukluğundan misal verdiği gibi, en küçük yaşlarımızda dahi mutluluğun ancak sonsuzlukla olduğunu biliriz. Tıpkı onun gibi derinlerde bir yerde "Cehennem de olsa beka isterim!" deriz. Bunu fıtratımıza söyleten hiçliğin korkusudur.

Yusuf aleyhisselamsa kıssasında böyle yapmıyor. Kıssaların en güzeli, pek de güzel bir sonla bitmesine rağmen, dilimize bir hüzün dokunduruyor. Yok. Zulmetmeyelim. Hüzün değil bu aslında. Fakat masal dinlemeye alışmış seküler kulaklarımız bu tarz neşeye yabancı. Dünyada herşeyin olup bitmesini talim etmiş nefsimiz bu ümidi yadırgıyor. Zira Yusuf aleyhisselam gamlarının hasadını tam alacağı makamda tarladan yüzünü çeviriyor: "Beni müslüman olarak öldür!"

Mürşidim, öğrencisi Hulusi Yahyagil merhuma yazdığı bir mektupta, bu kıssaya dair kalbine gelen bir nükteyi "Kur'ân'a ve imana ait herşey kıymetlidir. Zâhiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür..." diyerek paylaşıyor:

"Sair ferahlı ve saadetli kıssaların âhirindeki zevâl ve firak haberlerinin acıları ve elemi, kıssadan alınan hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bahusus kemâl-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda mevtini ve firakını haber vermek daha elîmdir; dinleyenlere eyvah dedirtir. Halbuki şu âyet, kıssa-i Yusuf'un en parlak kısmı ki, Aziz-i Mısır olması, peder ve validesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf'un mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki: Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisi Cenâb-ı Haktan vefatını istedi ve vefat etti, o saadete mazhar oldu. Demek, o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yusuf aleyhisselâm gibi hakikatbîn bir zât, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun."

Yani, arkadaşım, kıssa bize bir 'sıçrama' yaptırdı. Çünkü büyük uyanışlar ancak böyle olur. Büyük metinler böyle terbiye eder. Bunların söyleyişi öyle bir zirveye ulaşmıştır ki, bir hakikati, yüz cümlede boğmazlar bizim gibi. Haybeye gezdirmezler. Bir sıçramada yüz hakikati tek cümleye sığdırırlar. Hatta bir boşluğa sığdırırlar. Boşluklarıyla da konuşurlar. Buraya sığdırılan da binlerce yıldır dinlediğimiz masalların yıkıntısıdır. Dünyanın balı bal değildir. Düşü düş değildir. Saadet bu dünya şartlarında tastamam mümkün değildir. Akıllı olan yüzünü ötenin tarlalarına çevirerek oraların hasadına talip olur. Yani, tabir-i caizse, diyebiliriz ki: Şu iki ayet arası geçiş bütün ideolojilere karşı çekilmiş bir kılıçtır. 'Kıssaların en güzeli' seküler kafaların pek de alışık olmadığı türden bir 'en güzel sona' işaret ederek hitama erer. Küçükken dinlenilen masalları da titretir bu son, büyükken ardına düşülenleri de...

Lakin sizi çok dolaştırdım. "Bir bakıp çıkacağız!" gibi söyleyip bahçede eğleştirdim. Ne yapalım? Kaleme öyle geldi. O vakit yolun kalanını kısa tutmaya çalışalım: Bismillah. İbrahim sûresinde kıssa-i İbrahim aleyhisselam anlatılırken ilginç birşey yapılıyor. Nedir? Yusuf sûresindekine benzer birşey. Bir sıçrama. Keskin bir geçiş. Bir boşluk. Şöyle: 35. ayetten itibaren İbrahim aleyhisselamın mübarek duaları aktarılmaya başlıyor. Yine çok kısacık bir mealini paylaşalım:

"Hatırla ki İbrahim şöyle demişti: Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü, onlar (putlar), insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin. Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler. Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki sen bizim gizleyeceğimizi de açıklayacağımızı da bilirsin. Çünkü ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. İhtiyar halimde bana İsmail’i ve İshak’ı lütfeden Allah’a hamdolsun! Şüphesiz Rabbim duayı işitendir. Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle, ey Rabbimiz! Duamı kabul et! Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve mü'minleri bağışla!"

Ve ardından sıçramanın olduğu 42. ayetin kısacık bir meali: "(Resûlüm!) Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor."

İşte, mürşidimin Yusuf aleyhisselam kıssası hakkında öğrettiği şeyi idrak edene kadar, ben, Kur'an'daki böyle geçişleri 'konudan konuya geçiş' gibi düşünürdüm. Yani, bir önceki konunun final ayetiyle tastamam bittiğini, yeni temayı çağrıştıran ilk ayetle de başka konuya geçildiğini kabul ederdim. Zannederdim. Artık böyle düşünmüyorum. Zira şunu farkediyorum: Boşluklar da tasarıma dahil. Sıçramalar da metnin parçası. Hakîm olan Rabbin kelamında abes birşey yok. Parçalı nüzul, peyderpey indiriliş, kitabın bütünlüğünü asla bozmuyor. Geçişler dahi metnin zenginleşmesine vesile oluyor. Âdeta bu geçişler vasıtasıyla hakikat 'olayların hakikati'den 'kanunların hakikati'ne dönüştürülüyor. Öncesinde İbrahim aleyhisselamın tecrübelerinden aldığımız marifet sonrasında zalimlerin başına inecek bir azabın deliline evriliyor. Bu 23 yıllık bir mucizedir. Bu kadar çok konudan bahseden bir kitabın böylesine bütün kalabilmesi onun beşer sözü olmadığına büyük bir delildir. İnsan bunu yapamaz.

Önceki ayetlerin mealine şöyle bir bakınız mesela. Ben onlarda İbrahim aleyhisselamın kabul olmuş dualarını görüyorum. Bunların bir kısmına kendisi bizzat şahit olmuş. Diğer bir kısmına Ahirzaman Nebisi aleyhissalatuvesselamın gelişiyle bizler şahit olmuşuz. Bu durum evvelemirde onun tecrübeleri üzerinden şunu izah ediyor: "Şüphesiz Rabbim duayı işitendir!" Evet. İbrahim aleyhisselamın kabul olmuş duaları bu durumun apaçık delilidir. Peki daha başka?

Böyle kıssaları dinlerken insan kendi hayatındaki izdüşümlerini de arayıp buluyor. Benzer şekilde kabul edilmiş dualarıyla karşılaştırıyor. Bazen de ilk kez bu kıssalar vesilesiyle karşılaşıyor. Daha önce hakkında düşünmemiş. Tefekkür etmemiş. Onları da birer şuhudî ayet olarak bu ayetlere bağlıyor. Yani sanki bu duaların ardında bizim tecrübelerimizin de zikri var. Peki daha daha başka?

Bu duaların kabulü hakikati içinde bize birçok ikram da görünüyor. Nasıl? Belki biraz şöyle: Duaları işiten Allah'ın bir delili de 'nimetler bağışlayan' olmasıdır. Bizim Rabbimiz yarattıklarına ilgili bir Rabdir. Sadece işitmekle yetinmez. Deistlerin bâtıl tasavvurları gibi değildir. İster istidadî, ister ızdırarî, ister fiilî, ister kavlî tüm duaların münasip karşılıklara erişmesi Rabbimizin ilgisizlikten münezzeh olduğunu da hatırlatır. Ve en nihayet sıçramayla verilen derse geldik: Yarattıklarına bu kadar ilgili olan Allah, zalimlerin yaptıklarından ne habersizdir, ne de onları karşılıksız bırakır. Sadece bir hikmetle bekletir. Tıpkı İbrahim aleyhisselama oğul vermeyi ilerleyen yaşına ertelediği gibi.

Arkadaşım, işte, kalbime gelen buydu. Tekrar altını çiziyorum: Değerini bilirsek Bediüzzaman'ın öğrettiği enfes birşeydir. Sadece ayetleri değil, aralarındaki boşlukları, sıçramaları dahi anlamın parçasına dönüştürür. Zaten grafikerler ne derler sen de bilirsin: Tasarım boşluk yönetimidir. Sadece doldurmak değildir yani. Düşünsene: Hiçbir yıldız gözümüze yersiz görünmüyor. Çünkü onları bir bütünün parçaları olarak izleyebiliyoruz. Kur'an'da da bunu yakalamalıyız. O zaman Bediüzzaman'ın 13. Söz'de işaret ettiği 'intizamsızlık içinde kemâl-i intizam'ı bir parça anlayabiliriz. İnşaallah. Allah'tan böyle olmayı dileyelim arkadaşım. Çünkü o zaman hangi ayete baksak, sadece bir ayet değil, bir galaksi göreceğiz. Yeter ki dilenci istemeyi bilsin. O Sultan duaları işiticidir.

15 Aralık 2019 Pazar

Bediüzzaman İşaratü'l-İ'caz'dan neyi terketti?

Zaman zaman dönüp dolaşıp önüme düşen bir iddia var. Hakkında kısa da olsa birşeyler karalamayı kaçınılmaz kılıyor. Efendim tekrar eden iddianın özeti şudur: Bediüzzaman, İşaratü'l-İ'caz'da başka birşey yapmıştır, Risale-i Nur'da başka birşey yapmıştır. Yani eskisiyle yenisi, her ikisi de aynı Üstadın tefsirleri olmasına rağmen, apayrı şeylerdir. Hatta Bediüzzaman'ın Yeni Said dönemi klasik tefsir usûlünü terkettiği(!) bir dönemdir. Senai Demirci abinin bunun için Zaman Aynası Namaz'da bir tabiri de vardı: 'Vahiyle yüzleşme.' Yani Bediüzzaman Yeni Said'le daha önce yapmadığı(!) bir şekilde vahiyle yüzleşmiştir.

Hey mübarek. At aforizmayı kurtarsın karizmayı. İşin bu yanını daha önce irdelediğim için tekrar dönmeyeceğim. Zaten şu var: Bu iddiayı, farklı düzeylerde olmakla birlikte, tek dilegetiren Senai abi de değil. Daha başkaları da az-çok böylesi şeyleri imâ ediyorlar. Büsbütün haksızlar mı peki? Hayır. Değiller. Hakikaten de İşaratü'l-İ'caz külliyatın genelinden bir miktar farklı duruyor. Kur'an'ın mushaf sırasına göre bir tefsiri olmak üzere başlanması ilk alamet-i farikası olarak hemen göze çarpıyor. Mevzuun bu kadarını reddeden yok zaten. Evet. Öyledir. Kabulümüzdür. Bediüzzaman yani Yeni Said döneminde tefsirini daha bir konu bazlı olarak şekillendirmiştir. Kendisinin tarifiyle bu metodun ismi 'hakikat tefsiri'dir.

Müellifin terkettiğinin sadece bu olduğunu söylesek, Allahu'l-a'lem, hakikate isabet de edeceğiz. Ancak orada kalmıyor ki. Kimileri Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet tefsir usûlünü bir ayakbağı gibi görmeye başladığına kadar vardırıyor işi. Yani onlara göre Risale-i Nur'un tefsir usûlü yine ancak Risale-i Nur'dan çıkarılabilecek yepyeni bir usûldür. Ey, vay, tamam. Çıkaran var mıdır peki? Cık. Yok. Sıfır. Zero. Böyle bir usûl çıkarıp karşımıza koyabilen yok.

'Karşımıza' derken neyin ehl-i sünnet usûlünden farklı olduğunu gösterebilecek bir babayiğit yok demek istiyorum. Sağda-solda gezinen söylentiler var. Bunların da şöyle delilli/burhanlı birşey olup sınanmaya niyeti yok. Ancak aforizma. Kur'aniyyun taifesinin senelerdir ortaya Kur'an ilmihali koyamamaları türünden, bu tarz iddia sahipleri de, ağızlarının yanlarıyla fısfıslandıktan sonra "Hadi aslanım!" diyenlere "Nanik!" çekiyorlar.

Bunun bir level üstü de, hâşâ, Bediüzzaman'ın Yeni Said döneminde Kur'an lisanının anlam imkanlarını/sınırlarını öğreten ilimleri/usûlleri terkederek Risale-i Nur'u yazdığı. Kanıtı ne peki? O da şu: Said Nursî, İşaratü'l-İ'caz'da hakikatleri anlatırken ayetin hangi harfinden/kelimesinden hangi manaya ulaştığını, bu tarz ilimlerdeki dayanaklarını da göstererek, uzun uzun izah ediyor. Risale-i Nur'da ise bunu çok az yapıyor. Genelde ayeti anıyor. Sonra doğrudan izahlara başlıyor. Demek ki bu şekilde anlam çıkarmayı terketmiş.

Bir yanık "Yaaaa!" çekiyorsunuz çenenizi ayağınıza değmesin diye tutarak. Çünkü büyük bir boşluğa düştünüz. Eh, o boşluğun da doldurulması lazım, nasıl olacak bu? Soruyorsunuz: "Peki Risale-i Nur'da verdiği anlamları nereden buldu?" Arkadaşlar şuna dair aldığım cevapları bencileyin birkaç başlıkta topladım. Şöyle: 1) Bunlar ona ilhamen bildirildi. Yani ayetle izahın ilişkisinden ilhamla haberdar edildi. O da nakletti. 2) İzahları aslında mahza kendi tefekkürlerinin sonuçlarıydı. İlgili gördüğü ayetleri ise yeri geldikçe sarfetti. 3) Bediüzzaman ayetin, bir kısa mealcik kadar olsun, ne dediğini bilmeyi tefsiri için yeterli görüyordu. Yani, Yeni Said döneminde, aşağı-yukarı mealcilik akımının tezlerine hakverdi.

Dördüncü cevap ise bizimkisi. Daha doğrusu hâdisenin fotoğrafını doğru çekenlerin görüşü. O da şudur: Bediüzzaman, ne böylesi ilimlerden, ne de ehl-i sünnetin tefsir usûlünden hiçbirşeyi terketmedi. Risale-i Nur'da böylesi izahların az bulunması, onların kullanılmamalarından değil, okura nakledilmemelerindendi. Yani Risale-i Nur'daki bu durum tıpkı şuna benziyordu: Hesaptan hiç anlamayan bir işçinin muhasebe bölümüne uğrayarak 'bu ay ne kadar kâr edildiğini' sorduğunu düşünün. Muhasebeci bu elemana karşı nasıl bir tavır takınır? Neyi/nereden çıkardığını uzun uzun izah eder mi? Yoksa hesaplamaları kendisi yapıp sonucu mu aktarır? Bence genelde ikincisi olur. Çünkü anlatsa fehmi kısa muhatabının kafası karışacaktır. Sabrı azalacaktır. İzahlar içinde boğulacaktır. Ona rakamı söyler geçer.

Fakat bir de aynı muhasebeciye patronun bu soruyu sorduğunu düşünün. Hemen raporlar alınır. Alım-satımlar, giderler-gelirler, akarlar-kokarlar listelenir. Hepsi patronun huzurunda geniş izahlarla delillendirildikten sonra denir: "Kârımız bu kadar oldu."

İşte, arkadaşlar, Risale-i Nur'da Bediüzzaman'ın bu tarz izahları terketmesinin özü budur. Yani avam-ı nâsın eserlerinden daha fazla istifade etmesine imkan sağlamaktır. Yoksa, hâşâ, kullanmaması/önemsememesi diye birşey sözkonusu değildir. Metinde nasıllığının detaylandırılmaması bir usûlden veya ilimden istifade edilmediği anlamına gelmez. Zaten tefsir ilmine aşina olanlar da Bediüzzaman'ın atlatığı kısımları bulabiliyorlar. Bağları kurabiliyorlar. Biz bulamıyoruz. Kuramıyoruz. Çünkü cahiliz. Bu ilimlerden haberimiz yok. Ama bizim habersizliğimiz Bediüzzaman'ın terkettiği anlamına gelmiyor. Uçmayalım.

Ahmed Hamdi Tanpınar Beş Şehir'de basitleştirmenin Bektaşî mesleği olduğunu söyler. Bence burada da böylesi bir Bektaşîlik var. Ahirzaman çocukları olarak bu ilimlere sahip olmak gözümüze o kadar zor görünüyor, onlarsız cahilliğimiz de o kadar kanımıza dokunuyor ki, küçük bir bahaneyle inkârına cür'et ediyoruz. Teselli arıyoruz. Bediüzzaman'ın Yeni Said'de kuşandığı hakikat tefsiri metodu da hilal arayanlara takavvüs etmiş beyaz bir kıl etkisi yapıyor. Görüşlerini yanıltıyor. Daha doğrusu onlar bizzat bile-isteye kendilerini aldatıyorlar. Böylece hiç emeksiz/okumasız 'Pıııııır!' diye müfessirler kervanına katılıyorlar. Ne diyelim? Hak Teala ayaklarımızı kaydırmasın. An olsun kendimize bırakmasın. Âmin.

25 Haziran 2019 Salı

Yıldızlar kaybolurken neden Allah'ı anayım ki?

Şualar'da bir kısacık mektup var. Allah ikisinden de razı olsun. Bediüzzaman'ın talebesi Re'fet abiye yazdığı bir cevap. Şöyle başlıyor: "Âlimâne suallerin Risale-i Nur'un Mektubat kısmında çok ehemmiyetli hakikatlerin anahtarları olmasından senin suallerine karşı lâkayt kalamıyorum." Re'fet abinin neyi sorduğunu ise mektubun şu kısmından sezinliyoruz:

"Madem, Kur'ân bir hutbe-i ezeliyedir, nev-i beşerin umum tabakatıyla ve ehl-i ibadetin bütün tâifeleriyle konuşur. Elbette onlara göre müteaddit mânâları ve küllî mânâsının çok mertebeleri bulunacak. Bazı müfessirler, yalnız en umumî veya en sarih veya vâcip veya bir sünnet-i müekkedeyi ifade eden mânâyı tercih eder."

Yani? En doğrusunu Allah bilir amma sanki 'işarî tefsire' dair bir izaha ihtiyacı var Re'fet abinin. Sorusu da büyük ihtimal bunun üzerine. Bediüzzaman da, müfessirlerin ekserce yaptığı tefsirler ile aynı ayetlere yapılan işarî tefsirlerin, elbette ehl-i sünnet usûlüne bağlı kalınmak şartıyla, birbirlerini yanlışlamadığını, Kur'an'ın her muhatabına 'onun ihtiyacına göre görünür' şeyler de söyleyebildiğini, bunun da kelamullahın mucizeliğinin bir başka yönü olduğunu vurguluyor.

Ve devamında Tur sûresinin 49. ayetinden misal getiriyor: "Gecenin bir kısmında ve yıldızların kayboluşunda da Onu tesbih et!" Ayetinin manasının hem sünnet olan 'teheccüd namazına' ve hem de sünnet-i müekkede olan 'fecir sünnetine' işaret ettiğini, müfessirlerin de genelde bu manaların üzerinde durduklarını söylüyor, ancak şunu da fısıldamadan elimizi bırakmıyor: "Yoksa evvelki mananın daha çok efradı var."

Daha evvel de bir yazımda belirtmiştim: Ben bir hocanın talebesine bıraktığı boşlukların onun yetişmesinde büyük öneme sahip olduğuna inanırım. Fakat yanlış anlaşılmasın. Bu boşluklar talebeyi 'ne yapacağını bilemez' hale düşürecek türden boşluklar değildir. Yani yoldan çıkarıcı boşluklar değildir. Ya? Bu boşluklar talebeye 'nasıl balık tutulacağını' öğrettikten sonra oltanın, sandalın ve gölün karşısına bırakıp "Hadi bakalım!" demek gibidir. Eğer bu "Hadi bakalım!" denmezse, talebe kendi balığını tutma konusunda boşluğa düşürülmezse, aldığı bilgi teorik düzeyde kalır. Fiiliyata geçemez. Meleke olup yerleşemez. Ancak kendi boşluğundan boğulmadan çıktıktan sonra talebe ilmine güvenir. Tıpkı suyun üstünde kalmayı başaranın artık yüzüşüne güvenmesi gibi.

Bediüzzaman'ın da eserlerinde bu türden bıraktığı boşluklar var. Hatta ben Kur'an'ın bütün ayetlerini tefsir etmeyişini de böylesi bir cesaretlendirici boşluk olarak görüyorum. Tabii benim gibilere değil. Ehli olanlara. Ancak; velev ki deniz, göl, nehir olmasın; bizim de yüzebileceğimiz sular var. Sineğe damla da bir denizdir. Tutup Rahman sûresini tefsir edebilecek halimiz yok. Amma, yukarıda işaret edildiği gibi, bazı ayetlerden rızkımız olan işarî tefsirleri çıkarabiliriz. Evet. Ancak sakın ki ehl-i sünnet çizgisinden sapmayalım. Hevamıza koşmayalım. Salih seleflerimizin hükümlerine bağlı kalalım, inşaallah, âmin.

İşte, mezkûr mektuptan cesaret alarak ben de, "Gecenin bir kısmında ve yıldızların kayboluşunda da Onu tesbih et!" ayetini tefekkür etmeye başladım. İlk gördüğüm şu oldu: Gecenin bir kısmında Allah'ı tesbih etmek bir tedbir. Yıldızların kayboluşunda tesbih etmek ise bir ihtiyaç. Neden böyle söylüyorum? Çünkü kırsalda yaşamışlığım var. Yalancı ışıkların olmadığı yerlerde yıldızların anlamını iyi bilirim.

Yıldızlar ümittir. Yıldızlar güvendir. Yıldızlar kaybolmanın önündeki engeldir. Geceleyin yıldızlar arkadaşınız gibi olurlar. İnsan herşeyi ancak kıyasla bilebilen bir canlı olduğu için yıldızları görmekle kendi varlığından ümitlenir. "Onlar ordaysa ben de buradayım!" der. Burada olmak neşesini alır. Ama ya hava kapandığında? Allah Allah! Hava kapandığında insan korkunun en ağırını yaşar. Ne yöne gittiğini kestiremez. Nerede olduğunu kestiremez. Işık namına son ümitleri de ellerinden alınmıştır. Yani demem o ki: Gecenin bir kısmında tesbih etmek, sonrasında yıldızların kayboluşunun da anılmasıyla, esasında Allah'a körkütük bir karanlıkta bırakılmadığı için şükretmektir.

Allah Rahman'dır. Geceyle bizi muhatap kıldığında bile, hâşâ, zalim değildir. Zülcelali ve'l-İkram'ın celal içre ikramları pekçoktur. Geceyle korkutursa yıldızlarla da ümit verir. Gecenin bir kısmında Allah'ı tesbih ettiğinde, yani onun kusurlardan noksan olduğunu kendine hatırlattığında, bunun delillerini görücü niyetlerle varlığa baktığında, yıldızların nimetiyeti yüzüne tebessüm eder. "Böyle merhametli bir Sultan bana zulmediyor olamaz!" farkedişiyle keder-savar ümitler gözlerini sana kırpar. Yıldızlar gibi yanıp yanıp sönerler. O yanıp yanıp sönmeleriyle sanki nazarına 'hişt-pişt' çekerler. Yani dikkatini isterler.

Peki bunları da hesaba katınca tam tersi olmalı değil miydi? Yani, asıl gece tesbihi bir ihtiyaç, yıldızlar kaybolurken tesbih etmek ise bir tedbir sayılmalı değil miydi? Hayır. Böyle değil. Çünkü ihtiyacının şiddeti senin o ihtiyacı hissedişte zayıflayıp-kuvvetlenmene bakıyor.

Aczini hissettiğin yerde zaten yüzün tesbihe âmâde. Arayışında. Allah'a bakıyor. Rahman'ı arıyor. Asıl, Alak sûresindeki ifadesiyle, kendini ihtiyaçtan uzak gördüğünde, yani müstağni saydığında, muhtaçlığını kavrayamadığında azgınlaşıyorsun. Tesbih de bunun için. Bizi körlükten kurtarmak için. Yoksa Allah'a tesbihimizle birşey bağışlıyor değiliz.

Bu açıdan bakıldığında, elbette, seni Allah'a muhtaç hissettiren gecede tesbihin 'teheccüd namazı kıymetinde' bir sünnet; ama-fakat-lakin görece müstağni bir havaya girdiğin fecr vaktinde, yani kendi ayakların üzerinde durduğunu sandığın zamanlarda tesbihin ise 'fecir sünneti kıymetinde' sünnet-i müekkede. Bu bahiste emrin kuvveti senin ona ihtiyacınla orantılı. Gafletten sıyrılmaya ne kadar ihtiyacın varsa o kadar tesbih var. O şiddette tesbih var. O kadar anmalısın. Allahu'l-a'lem.

12 Mart 2019 Salı

Kur'an'ın 'son kullanma tarihi' olur mu?

Ebubekir Sifil Hoca'nın Riyazü's-Salihîn derslerinin 66.'sında "Din nasihattir!" hadis-i şerifinin ele alınış şekline bayıldım. Bayıldım, çünkü o hadis-i şerife dair öğrendiklerim yanında, elhamdülillah, başka birçok hadis-i şerife bakarken de kullanabileceğin bir bakış açısı öğrendim. Kendi cümlelerimle ifade edersem, Ebubekir Sifil Hoca, sahabenin suali ve Aleyhissalatuvesselamın o suale cevabı sadedinde diyor ki: Burada verilen cevabın zenginliği gösteriyor ki; Efendimiz aleyhissalatuvesselam, sahabesi kendisine birşey sorduğu zaman, sadece o suale cevap olacak şeyi değil, sahabeyi ve daha sonraki nesilleri üzerinde düşünmeye sevkedecek daha kapsamlı bir bilgiyi/bilgileri de paylaşırdı.

Aslında ben bunu Bediüzzaman'ın "Dünya öküzün ve balığın üstündedir!" hadis-i şerifine yaptığı izahlarda da görmüştüm. Fakat böyle formüle etmediğim için bakış açısı olarak da edinememiştim. Okuyanlar hatırlayacaktır. Mürşidim orada bu hikmetli sözden 'dünyaya müekkel olan melekler'den tut, 'hayvancılık-balıkçılık faaliyetleri'nin dünya düzeni için içerdiği anlama, oradan da astronomi bağlamında 'boğa-balık burçlarının ifade ettiği hakikat'e kadar uzanıyordu. Yani, orada da Aleyhissalatuvesselam, sahabisinin "Dünya ne üzerinde duruyor?" sualine, beklenilenden daha aşkın şekilde cevap veriyordu. Hadisi müteşabih kılan 'yanlışlığı' değil 'aşkınlığı' idi.

Tabii, arkadaşlar, çağrışım çağrışımı doğuruyor. Bunları düşünürken de Facebook'ta aylar önce yaşadığım bir yazışma hatırıma geldi. Fatır sûresinin 14. ayeti üzerinden bir kardeş soruyordu ki: "Abi, burada sanki putların işitmesi-konuşması mümkünmüş gibi birşey söyleniyor, bunu nasıl anlamak lazım?"

Cevaba geçmeden önce hemen soruya konu olan ayetin kısa bir mealini alıntılayayım: "Eğer onları çağırsanız çağrınızı duymazlar. Duysalar bile çağrınıza karşılık veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koştuğunuzu inkâr ederler. Bunları sana hiç kimse hakkıyla haberdar olan (Allah) gibi haber veremez."

O zaman aklıma Mucizat-ı Kur'aniye Risalesi'ndeki Tûr sûresi tefsiri geldi. Hani orada Bediüzzaman 29-43 aralığındaki ayetleri izah sadedinde der ki: "Onbeş tabaka istifham-ı inkarî-i taaccübî ile ehl-i dalaletin bütün aksamını susturur ve şübehatın bütün menşelerini kapatır. (...) Herbir fıkrada, bir taifenin hülasa-i fikr-i küfrîlerini ya bir kısa tabirle iptal eder, ya butlanı zahir olduğundan sükûtla butlanını bedahete havale eder veya başka ayetlerde tafsilen reddedildiği için burada mücmelen işaret eder."

Devamında da mezkûr ayetlerin herbir parçasının hangi fırka/fırkalara cevap olduğunu açıklar. Bu fırkalardan bazıları o zaman dünyada varolan fırkalardır. Bilinen dalalet türleridir. Diğer bazıları ise gelecekte ortaya çıkacak arızalardır. Yani bu ayette hem geçmişe hem geleceğe dair bilgi bulunmaktadır. Fazlasını okumak isteyenleri yerine havale edelim.

İşte, ben, o kardeşin Fatır sûresi hakkındaki sualine de bu örnek üzerinden şöyle cevap verdim: "O zamanlar Mekke müşriklerinde sadece putperestlik vardı!" diye düşünüp Kur'an'ın cevab-ı nuranîsinin sadece bu hususa ziya saçtığını düşünmeyelim. Kur'an bütün zamanlarla konuşuyor. Bir zaman içinde nüzul ediyor oluşu, devrinin olayları hakkında geliyor oluşu, bir dönemin insanını özellikle terbiye ediyor oluşu, ondan bütün zamanların, olayların, insanların hissesiz kalacağı anlamına gelmez. Kur'an'ı bu şekilde anlamak onu daraltmaktır.

Devamında da dedim ki: Allahu'l-a'lem. Burada da, Bediüzzaman'ın Tûr sûresi merkezinde ifade ettiği şekilde, şirkin birçok çeşidine birden cevap veriliyor olabilir. Misal: "Çağırsanız çağrınızı duymazlar!" ifadesi cansızlardan koşulan şirke, yani Mekke müşriklerinin putperestliği başta olmak üzere, bütün cansız tapınmalarına; "Duysalar bile çağrınıza karşılık veremezler!" ifadesi işitme yeteneği olanlardan koşulan şirke, mesela, Hinduların inek vs. canlılara tapınmalarına; "Kıyamet günü de sizin ortak koştuğunuzu inkâr ederler!" ifadesi ehl-i şuur olanlardan koşulan şirke, mesela, insan-iblis-cin vs. gibi 'inkâr etme yeteneğine sahip şeylere' yapılan tapınmalara; "Bunları sana hiç kimse hakkıyla haberdar olan (Allah) gibi haber veremez!" ifadesi de 'gaybdan haber verici oldukları iddiasındaki' kahin-medyum-brahma-batınî ekollere karşı duyulan tapınmalara bir cevap içeriyor olabilir. Yani mekan bir olduğu halde makam birçok olabilir. Muhatap bir gibi göründüğü halde konuşulan birçok sayılabilir.

Hatta mürşidim aynı eserde yine bu sadedde der: "Kur'an öyle bir maide-i semaviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukul ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyatını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hatta pekçok kapıları kapalı kalıp istikbalde geleceklere bırakılmıştır."

Buradan şu noktaya da değinip yazıyı bitirmek istiyorum: Bugün 'tarihselcilik' veya 'sosyolojik okuma' denen bir kısım yaklaşımlar Kur'an'ı 'zamanının şartları içinde' anlamak yönünde bir mesaiye girişiyorlar. Bu mesainin Kur'an'a katabileceği bir zenginlik varsa biz bunun aleyhinde değiliz.

Fakat, aksine, görüyoruz ki: Bu mesai Kur'an'ın dersini zenginleştirmek yerine fakirleştiriyor. Onu, sanki sahibi ezelî ve ebedî değilmiş gibi, indiği döneme hapsediyor. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat kıstasları içinde, yani meşru dairede, anlaşılabileceklerin sayısını sınırlıyor. Hatta kimi zaman çarpıtıyor. Halbuki Kur'an bütün zamanlara ilaçtır. Bütün zamanlara hitaptır. Bütün dertlerimize devadır. Bu nedenle, elbette, kutusuna 'son kullanma tarihi' koymaya yeltenen de bizden değildir. Onların sözlerine 'bizden olanların sözleriymiş/yorumlarıymış gibi' muhatap olmayız, olamayız, olmamalıyız. Cenab-ı Hak cümlemizi istikametten ayırmasın. Âmin.

9 Şubat 2019 Cumartesi

İhlas Risalesi hangi sûrenin tefsiri?

111'in nurcular için anlamı rakamsal karşılığından fazlasıdır. Çünkü mürşidlerinden böyle ders almışlar. Onlar için 111 'ittihad etmiş üç elif'tir. Kardeşliktir. 1'lerin yalnızlıkla düşecekleri güçsüzlükten ihlaslı bir dayanışmayla kurtulmalarıdır. Tarifini bulduğu yerlerden birisi de şurasıdır:

"Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse yüzonbir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa onaltı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dörtbindörtyüzkırkdört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile onaltı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dörtbinden geçtiğine pekçok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor."

Bu metnin geçtiği yer de mühim. 21. Lem'a. Nam-ı diğerle İhlas Risalesi. Fakat benim yazımın esas konusunu burası oluşturmuyor. Yazımın merkezinde bugünlerde farkettiğim bir tevafuk var. Yusuf sûresiyle ilgili bir tevafuk bu. Nesil Yayınları'nın Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali'nin okurken dikkatimi çeken birşey. Peki nedir o? Hemen cevap vereyim: Yusuf sûresinin de 111 ayeti var.

"Tamam. Varsa var. Bize ne anlatıyor bu rakamsal denklik?" derseniz, onun da cevabını, bir yönüyle, sûrenin meal kısmına konulan açıklamada görüyorum. Deniyor ki o açıklamada: "Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlar: 'Yusuf sûresini öğrenin. Hangi müslüman onu okur, ailesine ve eli altındakilere öğretirse, Allah ona ölümü kolaylaştırır ve hiçbir müslümana haset etmemesi için kuvvet verir.'"

İşte canıma dokunan yeri burası meselenin. Bu hadis-i şerifle ilgili kısmı. Çünkü mezkûr hadis-i şerifte mübarek Yusuf sûresinin dikkat çekilen özellikleri aynı zamanda İhlas Risalesi'nin de özellikleri. Hem müellif-i muhteremi de bu sırra binaen diyor: "Bu lem'a laakal her onbeş günde bir defa okunmalı."

Peki sadece bu kadar mı benzerlikleri? Bence değil. Ancak bu tarz bir okumayı yapabilmek için hem Yusuf sûresinin hem de İhlas Risalesi'nin içeriğine hâkim olmak gerek. Nasıl ki, İhlas Risalesi'nde, hem bireysel hem cemaatî hasetlerden kurtulmanın yolları 'aynı bütünün parçaları olduğumuz hatırlatılmakla' gösteriliyor, aynen öyle de, Yusuf sûresinde de 'ziyade kemal sahibi bir kardeşe' karşı duyulabilecek hasetler, o kardeşin kemalinin en nihayet 'bütün kardeşlerine fayda verir' olduğu hatırlatılmakla tedaviye çalışılıyor. Yani Yusuf aleyhisselamın kardeşleriyle olan öyküsünde aslında hepimizin 'haset hikayesi' saklı.

Biz de bizden üstün olduğunu hissettiğimiz kişilere, gruplara, cemaatlere karşı bir haset hissedebiliyoruz. Onlara edilen ziyade iltifattan, kendi parçamız adına, mutsuz olabiliyoruz. Fakat tam da burada Yusuf sûresi bizi uyarıyor: Neden kendi parçan adına bütünün diğer parçalarına/kardeşlerine haset ediyorsun? Bak Yusuf aleyhisselamın kıssasına. Onun kıskanılan kemali en sonunda bütün kardeşlerine fayda vermedi mi? Ona kötülük eden kardeşleri en sonunda ettiklerinden pişman olmadı mı? Eğer kem yolundan dönmezsen sen de tıpkı onlar gibi olursun. Yaşadıklarını yaşarsın. Yapma!

Hem yine İhlas Risalesi Kur'an'daki bu buyruktan ders alarak söylüyor: "Ey Risale-i nur şakirtleri ve Kur'ân'ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz. Elbette dört fertten binyüzonbir kuvvet-i mâneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz."

Ben şimdi, yukarıdaki perspektif ile bakınca, Yusuf sûresi ile İhlas Risalesi arasında pekçok izdüşüm görüyorum. Hatta düsturlarında geçen detayları Yusuf kıssası içinde de yakalıyor gibi oluyorum. (Misal: Yakub aleyhisselamın "Sakın rüyanı kardeşlerine anlatma!" nasihati içinde 'kardeşlerinin gıpta damarını tahrik etmemek' arasında bir bağ seziyorum.) Fakat bu yazıda o bahse de girersem epey işi uzatacağım. Sizi de bıktıracağım. Cenab-ı Hak inayet buyurursa başka bir yazıda deneyeyim. Âmin.

27 Temmuz 2018 Cuma

Çaktırmadan 'tefsir' olur mu?

Bazen oluyor, mürşidimin, bazı Kur'an ayetlerini ve/veya sûrelerini 'onları tefsir ettiğini söylemeden' tefsir ettiğine şahit oluyorum. Daha doğrusu, onlar öylece duruyor da, ben yeni farkediyorum. İşte, bunlardan birisi, bugün hakkında yazacağım Kevser sûresidir. Gerçi aynı konuyu daha evvel de kaleme getirmeye çalışmıştım, fakat bu metni farketmeden yapmıştım o zaman. Demek, varlığını sezmişim, ama teşhis edememişim. Şimdi o metinle birlikte konuşmayı deneyelim. Tevfik Allah'tan. Ve hamd yalnızca Ona.

Peki, Risale-i Nur'da, Kevser sûresinin 'çaktırılmadan' tefsir edildiği yer neresidir? Bencileyin orası 24. Mektub'un Birinci Makam'ının 5. Remiz'idir. Ki şöyle başlar:

"Madem Cenâb-ı Hak var; herşey var. Madem Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücuda intisap var; herşey için bütün eşya var. Çünkü, Vâcibü'l-Vücuda nisbetle herbir mevcut, bütün mevcudata, vahdet sırrıyla bir irtibat peydâ eder. Demek, Vâcibü'l-Vücuda intisabını bilen veya intisabı bilinen herbir mevcut, sırr-ı vahdetle, Vâcibü'l-Vücuda mensup bütün mevcudatla münasebettar olur. Demek herbir şey, o intisap noktasında hadsiz envâr-ı vücuda mazhar olabilir. Firaklar, zevâller, o noktada yoktur. Bir ân-ı seyyâle yaşamak, hadsiz envâr-ı vücuda medardır."

İşte, bence, burası tastamam 'Kevser' kavramının bir tefsiridir. Çünkü Kevser, Efendimiz aleyhissalatuvesselama ahirette verilecek bir bereketli havuz olmasının yanında, onun varoluş şeklidir. (O bizim kevserimizdir.) Hatta, biraz daha ötesi, bize kattığı/öğrettiği varoluş şeklimizdir. Zira ancak onun öğrettiği şu 'intisab' sırrıyla bizler anlık varoluşlarımızı sonsuzluğa taşıyabiliriz. Yoksa, eğer onun ders verdiği varoluş şekli olmazsa, dünyevî bütün varoluşlar aslında soyukesikliklerdir. Ebterliklerdir. Aynı bahsin devamında denilir:

"Eğer o intisap olmazsa ve bilinmezse, hadsiz firaklara ve zevâllere ve ademlere mazhar olur. Çünkü, o halde, alâkadar olabileceği herbir mevcuda karşı bir firakı ve bir iftirakı ve bir zevâli vardır. Demek, kendi şahsî vücuduna, hadsiz ademler ve firaklar yüklenir. Bir milyon sene vücutta kalsa da (intisapsız), evvelki noktasındaki o intisaptaki bir an yaşamak kadar olamaz. Onun için, ehl-i hakikat demişler ki: 'Bir ân-ı seyyâle vücud-u münevver, milyon sene bir vücud-u ebtere müreccahtır.' Yani, Vücud-u Vacibe nisbetle bir an vücut, nisbetsiz milyon sene bir vücuda müreccahtır."

Burada özellikle 'vücud-u münevver' ve 'vücud-u ebter' tabirlerine dikkatinizi çekmek istiyorum. Zira bence Kur'an da, kâfirlerin, Efendimiz aleyhissalatuvesselamı 'varoluş süresi/şekli' üzerinden (yani erkek çocuğu olmaması üzerinden) yermesine, 'asıl/devam edecek vücud şeklinin ne olduğunu' hatırlatarak cevap vermektedir. Hemen mezkûr sûrenin kısa bir meailin alıntılayalım: "(Resûlüm!) Kuşkusuz sana Kevser'i verdik. Şimdi Rabbine kulluk et ve kurban kes. Asıl ebter (soyukesik) olan, şüphesiz, sana kin besleyendir."

Evet, asıl soyu kesikler onlardır, çünkü varoluşun hakiki şeklini reddetmişlerdir. Sonsuzla bağ kurmayı öğreten o Nebi-i Muhterem aleyhissalatuvesselama düşman olmayı seçmişlerdir. Onun düşmanı olan elbette Allah'ın da düşmanıdır. Allah ise düşmanlarına varlık hazinelerinden bahşetmez. Kaç sayıda çocuğu, kaç kişilik aşireti, kaç yıllık ömrü olursa olsun. Madem ki, sonsuzlukla bağı kopuktur, o halde bu dünyada varlık gibi görünen halleri de yoksunluktur. Tuttuğu dikenlerin sayısı ancak yaralarının sayısını arttırır.

Hem burada 'namaz' ve 'kurban kesme'nin birlikte anılması da ayrıca bana sırlı geliyor. Çünkü kurbanın kesilmesi görüşte 'yokluksal' bir eylemdir. Olan, bir canlının ölümüdür. Fakat, o 'yokluksallık/ademîlik' altında bir 'varlık/vücudîlik' hazinesi gizlidir ki, Allah'ın rızası böylece elde edilir.

Hem namaz da, tıpkı kurban gibi, zamana atılmış bir kesiktir. Günü beşe böler. Beş yerinden faniliğin kanını akıtır. Varlıksallık umduğumuz fani iştigallere güzel bir fasıla verir. Fakat onun da bu ara verişi de aslında 'asıl hayra' eriştirişidir.

İşte, Aleyhissalatuvesselamın hayatı da, müşriklerin penceresinden ne kadar ademî/yokluksal görünürse görünsün, varlığın en geniş membaıdır. Hakikatidir. Hakiki varoluşudur. Öyle ki, ancak ona yaslanan varlıklar, ahirette ayakta kalırlar. Böyle olacağı için de asıl soyukesikler şunlardır. Yani onun getirdiği nurdan nasipsizlerdir. O nasipsizlerin kalacağı yurt, yokluğa dair her acının tekrar be tekrar tadılacağı, bir cehennem yurdudur. O Rahman u Rahim bizi öyle kuyularda boğulmaktan korusun. Âmin.

11 Ağustos 2017 Cuma

Modernistler salavatlara neden takıktır?

Allah bu ümmeti âlimsiz bırakmasın. Cahillik acizliktir çünkü. Cahilden daha aciz insan yoktur. Belayı, bırakın defetmeyi, farketmek bile ilim ile oluyor. İnsan cahilken kendisine zararlı çok şeyin farkında olamıyor. Benim de İslamoğlu'na (genelde ise tüm modernistlere) dair ilk uyanışım yirmili yaşlarımda olmuştu.

O zaman bu derece açık-seçik, net, köşeleri belirgin birşey değildi elbette. Neyin/ne kadar ileri gidebileceğini veya neyin/ne kadar tehlikeli olabileceğini bilmiyordum. Bu konulara dair hiçbir okuma yapmamıştım. (En önemlisi Ebubekir Sifil Hoca'nın kitaplarıyla/videolarıyla karşılaşmamıştım.) Sadece bir tatsızlık, bir rahatsızlık, bir ince sızı gibi içimde taşıyordum. Rahatsızlık duyduğum şeylerin cevabını nasıl elde edeceğimi de bilmiyordum. Kendim de cevap üretemiyordum. Öyle elini-ayağını nereye koyması gerektiğini bilemez bir durum işte.

Her neyse... Bu kısmı kısa geçelim. 'Uyanış' dediğim olay şöyle gerçekleşmişti: İslamoğlu'nun Salat-ı Tefriciye'ye dair bir itirazı (çünkü bizim evde Hilal TV gayet izleniyordu) kanıma dokunmuştu. Nesil Yayınları-Moral FM binasındaki bir cuma sabahı dersinde söz alarak Mehmed Paksu Hoca'ya da bunu ifade etmiştim. Ve "Bir cevabımız yok mu?" diye sormuştum.

Allah var. Paksu Hoca, bir Ehl-i Sünnet âlimine yakışacak şekilde, hamiyet-i diniyesi gayrete gelerek, bu itiraza karşı hiddet etmişti. Hatta, orada bulunanlar hatırlayacaklardır, "Mustafa İslamoğlu kim oluyor?" gibi ifadeler de kullanmıştı. (O sırada yanında oturan Cemil Tokpınar da kendisini sakinleştirmekte zorlanmıştı.) Fakat, bu hiddetinden ziyade olarak, gönlümü teskin edecek bir cevap alamadım kendisinden. Çünkü o soruya dair bir mesaisi yoktu.

Hem iş burada da kalmadı. O dönemde yetkili olan bir isimden 'böyle şeyleri ulu-orta dile getirerek cemaatler arasında düşmanlık sebebi olmamak' konusunda da uyarı aldım. Her neyse... Geçmiş zaman. İnşaallah, bana bu uyarıyı yapan da artık, en az benim kadar, bu derdin farkında. Ben çok gençtim. Cahildim. "Ehl-i Sünnet olmak ne demek?" bunun farkında değildim. O da İslamoğlu'na karşı ziyade hüsnüzan besliyordu muhtemelen. İşin geçmişte kalan kısmına tevbe edip geleceğe bakmalı.

Ancak bugünden bakınca İslamoğlu'nun bazı salavatların abartılı(!) oluşuyla neden bu kadar meşgul olduğunu kavrıyor gibiyim. Bence istediği taşları döşemek için yolu açmanın ilk adımıydı onlar. Hatta, o dönemde, bugün kendisini rezil eden söylemlerinin hiçbirisi dilinde yoktu. Ne menem birşey olduğunu çok da çaktırmıyordu. (Ehli gene anlıyordur elbette ama biz ehil değildik.) Lakin bu salavatlar meselesine resmen takıktı. Dönüp dönüp tefsir derslerinde bu meseleye değinirdi.

İşte, bugünlerde, 7. Söz'ün ahirindeki salavatın kısa bir mealini okurken, neden modernistlerin bu meseleye takık olduğunu ve neden Ehl-i Sünnet'e bıçak sallamaya böyle bir noktadan başlandığını anlar gibi oldum. Aklıma gelense şu:

Ehl-i Sünnet büyüklerinin salavat-ı şerifeleri, sadece birer salavat-ı şerife değil, aynı zamanda birer/birçok tanım ve tarifler içeren metinler. Nübüvvete (ve özellikle de Allah Resulü aleyhissalatuvesselama) nasıl bakılması gerektiğini öğretiyorlar. Bakış açımızı zenginleştiriyorlar. Şems-i Hidayet aleyhissalatuvesselamı 'postacı' mesabesine indirmek isteyenlere bedel, onun aslının ne büyük bir hakikati ifade ettiğini, ne çok renkler/yönler taşıdığını ortaya koyuyorlar. İsterseniz, bu bahsi konuşmadan evvel, okuduğum o salavatın mealini buraya da alıntılayalım:

"Kulun, peygamberin, yüce katından seçtiğin, dostun, mülkünün güzelliği, sanatının sultanı, inâyetinin pınarı, hidâyetinin güneşi, hüccetinin lisanı, rahmetinin timsali, yaratıklarının nuru, mevcudatının şerefi, pek çok olan mahlukatının içinde birliğinin kandili, kâinatının tılsımının keşfedicisi, rubûbiyet saltanatının ilâncısı, râzı olduğun şeylerin tebliğcisi, isimlerinin definelerinin tanıtıcısı, kullarının öğreticisi, kâinatının delillerinin tercümanı, rububiyetine ait güzelliklerin aynası, Senin görünüp gösterilmene vesile olan habibin ve âlemlere rahmet olarak gönderdiğin resulün olan Efendimiz Muhammed'e, bütün âl veashâbına, kardeşleri olan nebî ve resullere, mukarreb meleklerine ve sâlih kullarına salât ve selâm eyle. Âmin."

Elbette, şu salavattan böyle bir Resulullah tanımı aldıktan sonra, Ona, "Kur'an'ı getirmiş ve sonra da işi bitmiş, hayatının bundan aşkın bir kıymeti yokmuş, sünneti de çok ehemmiyetli değilmiş" gibi inanılamayacağını görüyorsunuz. Onu, konulması layık ve gerekli olan, asıl yerine koyuyorsunuz. Böyle bir bakış açısı eğitimi aldıktan sonra, yani kalbiniz ve aklınız ona böyle bakmaya alıştıktan sonra, nasıl Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'sadece bir postacı' olduğuna inanabilirsiniz ki? Nasıl sünneti önemsizleştirebilirsiniz? Hiç mümkün olur mu?

İşte, 7. Söz'ün ahirinde yeralan bu salavat-ı şerife, bana, İslamoğlu ve benzeri modernistlerin neden yolun başında böylesi salavatlarla uğraştıklarını ve neden Ehl-i Sünnet büyüklerinin böylesi salavatları yazmaya, okumaya, hıfzetmeye, nakletmeye ve hatta sevenlerine okunmasını tavsiye etmeye ayrıca bir özen gösterdiklerini anlattı. "Bediüzzaman'dan bize miras kalan böylesi salavatların (ve ehl-i sünnet muktesebatında yeralan daha nicelerinin) böyle bir hikmeti de olmalı!" dedirtti.

Evet. Kesinlikle böyle: Biz bu mübarek salavatları okurken nübüvvete nasıl bakmamız gerektiğini de ders alıyoruz. Mürşidlerimiz de bu salavat-ı şerifeleri sık okumayı tavsiye ederek hem Efendimizle ümmet ilişkimizi kavi, hem de nübüvvete bakışımızı zengin ve diri tutmamızı sağlıyorlar. Ve belki bugünlerde de en çok şu konuda eksiğiz. O salavat-ı şerifeleri ayrıca, ehemmiyetle, vurguyla ders almaya ihtiyacımız var. Ayrıca üzerinde durmalı ve haklarında daha çok konuşmalıyız. Nübüvvetin kalplerimizdeki tanımı saldırı altında çünkü.

10 Mart 2017 Cuma

Mustafa Öztürk'ün Bediüzzaman'a İşaratü'l-İ'caz hakkında ettiği iftira üzerine...

Ebubekir Sifil Hoca'nın tercüme ve derlemesini yaptığı, Semerkant Yayınları'ndan çıkan, "Böyle Seslendiler" isminde şeker-bal bir kitap var. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ve Hulefa-i Raşidîn'in hutbelerinden oluşuyor. Okuduğum günden beri başucu kitabım gibi birşey oldu. Ara ara tekrar bakıp o hikmetli cümleleri kendime hatırlatıyorum. İşte, orada, Hz. Ömer'in (r.a.) hutbelerine ayrılan kısımda, pek hoşuma giden bir cümle var. Diyor ki Hz. Ömer efendim: "Müslüman kardeşinden sâdır olan bir sözü, en güzel şekilde tevil edebildiğin sürece, şerre ve kötülüğe yorma."

Okuyanlar hatırlayacaktır. Bediüzzaman'ın metinlerinde de sık rastlanır aynı nasihate. Bunlardan birisi Mesnevî-i Nuriye'sindedir. Kulluğa zarar veren dört hastalığı teşhis-tedavi sadedinde der ki mürşidim: "Dördüncü hastalık: 'Sû-i zan'dır. Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise maddî ve mânevî içtimaiyatı zedeler."

Peki, bunu böyle anlatır da, uygulamaz mı Bediüzzaman? Elbette uygular. Eserlerinde bu uygulamanın yeraldığı birçok bahis görürüz. En sevdiklerimden birisi, talebelerinden Re'fet ağabeyin, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri'ne (k.s.) dair sorduğu suale cevabıdır: "İkinci sualin: İbrahim Hakkı, 'Cû' İsm-i Âzamdır' demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren mânâsızdır. Belki de yanlıştır. Fakat ism-i Rahmân madem çoklara nisbeten İsm-i Âzam vazifesini görüyor. Mânevî ve maddî cû' ve açlık, o İsm-i Âzamın vesile-i vüsulü olduğuna işareten, mecazî olarak, 'Cû' İsm-i Âzamdır, yani bir İsm-i Âzama bir vesiledir' denilebilir."

Sair ehl-i sünnet ve'l-cemaat ulemasının eserlerine baktığımızda da bir ahlak olarak bu tutumun onlara yerleştiğini görürüz. Seleflerinden kendilerine nakledilen bir sözü, eğer ilk akla gelen manası o kişinin şanına muhalifse, tevil veya tefsir ile anlamaya çalışırlar. Hemen suizan ve suitevil yoluna gitmezler. Kem bir hükme varmazlar. Amelini ahlakıyla tartarlar. Fiilini hayatıyla ölçerler. Eğer ahlakı, kendisinden o sözün veya tavrın (zâhirinin) beklenmeyeceği bir ahlaksa, aslında ne demek veya yapmak istediğini anlama mesaisine koyulurlar. Dinî metinlere aşina olanlar bu anlama çabalarının birçok misaline şahit olmuşlardır. Örnekler vererek yazıyı uzatmak istemiyorum.

Bırakınız ulemamızı, salih avamımız bile, bu ahlaka sıpsıkı bağlıdır. Kendilerine 'iyi bildikleri' kişilere dair iletilen kötü söz ve halleri hemen alıp bağrına basmaz salihlerimiz. Ya ne yapar? Öncelikle "Aslı var mı?" diye tahkik eder. Tahkik ettikten sonra, eğer iyiye tefsiri veya tevili mümkünse, tefsir ve tevil ederler. Bediüzzaman'ın "Güzel gören güzel düşünür..." sözüyle haber verdiği sırrın bir vechi de budur belki: Güzel bakmaya kastetmiş kişiler ancak güzel manalar çıkarırlar. Kastı suizan olanlar ise ancak aradıkları kemliği bulurlar.

İşte, Mustafa Öztürk'ün gündeme getirdiğini işittiğim, Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da geçen bir ifadesine dair tartışmaların da en nihayet buna dayandığı kanaatindeyim. Öncelikle üzerinde konuşulan o ifadeyi nakledelim. Bakara sûresindeki 25. ayetin tefsiri sadedinde der ki mürşidim: "'Minhâ min semaratin' denilmektense 'min semeratiha' denilmiş olsaydı daha muhtasar ve daha güzel olurdu. Fakat mezkûr suallerden iki suale cevap olduğundan 'minha' ayrı, 'min semaratin' ayrı söylemek icap etmiştir."

Öztürk'ün kitabını (Din Sermayesinden İktidar Devşirmek: FETÖ) bizzat görmedim. Bana nakledilen bilgiyse şöyle: Öztürk, burada, Bediüzzaman'ın 'ilahî kelama ayar vermeye çalıştığını' yani "Öyle değil de böyle olsa daha güzel olurdu!" dediğini ifade ediyor. Ben böyle bir iftiradan mürşidim ve eserleri adına Allah'a sığınırım. O da, eserleri de, eserlerini tercüme eden âlim kardeşi Abdülmecid ağabey de, böyle bir iftiranın eteklerine dokunmayacağı pâk ve salih kimselerdir. Hem nur talebeleri adına da teberri ederim ki, şu ifadeyi bu şekilde anlayan, Mustafa Öztürk'ten önce, bir tane insan yoktur. Bu tamamen Öztürk'ün ehl-i sünnet ve'l-cemaat âlimlerine dair sahip olduğu suizannın bir neticesidir.

Zira okuyanlar bilirler ki: Bediüzzaman, o eserde, itiraz edilebilecek noktaları dillendirerek Kur'an'ın belagatındaki mucizeliği ortaya koyar. Yani muhtemel sualleri veya itirazları da anar ve onlara da cevap verir. (Kelam ulemasının eserlerinde bu ispat metoduna sık rastlanır.) Burada da yaptığı, belagat ehlince veya ilmince dile getirilmesi muhtemel bir itirazı anıp cevabını vermektir. Meseleyi bundan farklı bir şekilde anlayan bir tane insan çıkmamıştır Mustafa Öztürk'e kadar. Ki, kendisi de, suizan ve önyargılarını bir kenara bırakarak İşaratü'l-İ'caz'ın tamamını okusa, benzeri 'anış ve cevaplayışlara' sıklıkla rastlayacaktır. Hadi, üşenmeyelim, bir tanesini biz alıntılayalım:

"Evet, durub-u emsâl, malûm kaidelerdendir. Daha kısa ve muhtasar olan masdar-ı 'darbe' üzerine 'en yadribe'nin fiil sigasıyla tercihan zikredilmesi, itirazlarının menşei bizzat temsil olmayıp, 'bağuzate'nin hakareti olduğuna işarettir. Çünkü temsiller haddizatında kıymetli olup, itirazlara mahal değildirler."

Burada da görüldüğü gibi; Bediüzzaman, muhtemel kullanımlar içinde Kur'an'ın seçtiği yolun neden 'seçimlerin en hikmetlisi olduğunu' ifade ve isbat sadedinde söylemektedir böyle şeyleri. Başka bir amacı, hele hele (hâşâ) Cenab-ı Hakka belagat öğretme amacı, yoktur. Aksine; ehl-i belagata, Kur'an'ın belagatindeki mucizeliği gösterme gayretidir ona bu metinleri yazdıran. Allah insaf ve iz'an versin. Bediüzzaman'ın Kur'an'a ayar vermek gibi birşey yaptığına/yapabileceğine hayatını veya eserlerini bilen kim ihtimal verebilir?

Kaldı ki; şu eser, şimdiye kadar milyonlarca kişinin eline ulaşmıştır. Ulemasıyla veya avamıyla milyonlarca kişi şu eseri okumuş veya dersini dinlemiştir. Öztürk gelinceye kadar bir tane de mi iman ve idrak sahibi kimse çıkmamıştır da itiraz etmemiştir? Ümmete malolmuş böyle bir metne şu iftirayı yapmak, dolayısıyla, onu okumuş ve takdir etmiş bütün müslümanlara da bir iftira ve saldırı değil midir? Ben böyle şeyleri gördükçe kötü ahlakın salt ilimle giderilebilir birşey olmadığına kanaat getiriyorum. Demek 'adam' olunmadan 'bilimadamı' da olunmuyor. Allah bizi istikametten ayırmasın.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...