Ebubekir Sifil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ebubekir Sifil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ocak 2021 Cumartesi

Özdil'in eline Zülfikâr yakışır mı?

"Oysa Allah size Kitap’ta (Kur’an’da) 'Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müddetçe, onlarla oturmayın, aksi halde siz de onlar gibi olursunuz!' diye hüküm indirmiştir..."
(Nisa sûresi: 4/140)

Kısacık da olsa bu konuya değinmeden geçemeyeceğim: Yılmaz Özdil, 'yağmur duasıyla alay etmesi' üzerinden başlayan tartışmada, mevzuyu çok başka yerlere çekmeye çalışıyor. Kaçak güreşiyor. Hatta yazılarından birisinde "Camiye almazsan, cemevinden kaldırırlar, müsterihim..." gibi bir cümle kurdu. Hoş, ona bu cümleyi kurmasında yardım edenler de oldu ya, neyse. Meselenin o kısmına çok girmeden burada çevrilen bir muğalataya dikkatinizi istirham edeceğim. Nedir? Özdil'in bireysel hatasıyla başlayan süreci 'mezhep çatışmasına' dönüştürmek istemesidir. Yani? Yani sanki Ebubekir Sifil Hoca malum uyarısını kendisine değil de alevilere yapmış gibi lansesidir. Halbuki, takip edenler bilirler, Ebubekir Hoca'nın gösterdiği haklı tepkide hiç böyle bir yan yoktur. Mevzuun merkezi bellidir.

Hatta, ihtiyacı yok ama, haklı tepkisinde Ebubekir Hoca'ya, değil yalnız sünniler, hem aleviler hem de sair din mensuplarının destek olması gerekirdi. Çünkü, yalnız sünnilikte değil, bütün manevî öğretilerde duayı ehemmiyetli bir parçaları sayıyorlar. Önemsiyorlar. Kime dua ederlerse etsinler. Neye tapınırlarsa tapınsınlar. Kudsîyetini itikadlarınca kabulleniyorlar. Sözgelimi: Özdil, bu alayı Türkiye'de değil de Roma'da etseydi, mevzu 'yağmur duası' değil de 'katolik ayini' olsaydı, Vatikan'dan tepki almaz mıydı? Alırdı. Hem de sağlam alırdı. Dindarlığı benimseyen her birey duanın hukukunu savunur çünkü. Dini ne olursa olsun. Hatta hatırlarsınız: Charlie Hebdo hâdisesi sonrasında, papa, yaptığı açıklamayla seküler dünyayı bir hayli şaşırtmıştı. Demişti ki: "Eğer Dr. Gasbarri, ki benim dostumdur, anneme küfrederse kendisini bir yumruk bekler. Bu normaldir. Provokasyon yapmak, başkalarının inancına hakaret etmek, doğru değildir."

Şimdi nasıl oluyor da, aleviliğin de yadsınamaz parçası olan duayı 'alay edilir bulan' birisi, alevilik kalkanına saklanabiliyor? Onları kendisine siper edebiliyor. Bir de aymazlıkla mevzuu 'mezhep çatışması' gibi gösterebiliyor? Tevbe-hâşâ! Aleviler Allahsız mı? Dua etmiyorlar mı? Cenazelerini çukura atar gibi mi gömüyorlar? Üstüne Fatiha bile olsun okumuyorlar mı? Doğrusu, yakınlarımın cenazeleri sebebiyle gittiğim cemevlerinde, böyle bir havaya hiç rastlamadım. Ki ben de alevi kökenli birisiyim.

Toparlarsam: Özdil'in bu taktiksel tutumuna CHP kardeşliği üzerinden alevilerin sahip çıkması, en azından teolojik anlamda, doğru bir tavır değil. Ne kadar ihtilaf noktaları olursa olsun, Özdil'i sünnilerle birlikte uyarması gerekenlerdendiler, çünkü din-diyanet sahibiydiler. Üstelik Özdil'in mevzuu alevi-sünni zeminine çekmesine de iyi gözle bakmamalıydılar. Zira zaten konunun böyle bir bidayeti yoktu. Böyle bir noktadan başlamamıştı. Bu tıpkı, yukarıdaki misalden istifade edersek, Charlie Hebdo baskınından sonra papanın çıkıp "Hristiyanlara karşı düşmanlıklarından dolayı müslümanları kınıyorum!" demesi gibi birşey olurdu. Halbuki ne alaka? Charlie Hebdo müslümanlarla bir alay ediyorsa hristiyanlarla beş alay ediyor. Papanın bu dille olaya dahil olmasının beklenir miydi?

Hiç unutmam: Danimarka'yla karikatür krizinin yaşandığı dönemde bir etkinliğe katılmıştım. Sunum yapanlardan birisi de bir Vatikan görevlisiydi. Sunumlar bitip de seyirciyle soru-cevap faslına geçilince karikatür meselesi hemen gündem oldu. Katılımcılar "Avrupa'da neden müslümanlara böyle eziyet edildiğini..." sordular. O görevli, gayet bağrı yanık şekilde, şu manada birşeyler söyledi: "Siz daha ne gördünüz ki! Ateistlerin asıl bizim başımıza getirmedikleri kalmadı. Ne papanın onurunu sayıyorlar, ne Meryem'in, ne de İsa'nın. En çirkin şekillerde bütün kutsallarımızla alay ediyorlar. Sizden önce biz yılgınız. Bıkmışız. Yani, bunu yapanlar hristiyanlar değil, ateistler. Onlar da zaten herkese saldırıyorlar."

Ben şimdi Bediüzzaman'ın "Alevîler ne kadar ifrat da etse, Râfizî de olsa, zındıkaya, küfr-ü mutlaka girmez. Çünkü muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl-i Beytin adavetini tazammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar..." şeklinde tarif ettiği alevilere seslenmek istiyorum: Neden bu meselede kalkanlık ediyorsunuz? Özdil'i uyarsanız da böyle mevzularda cak-cuk etmese daha hayırlı değil mi? Hem şunu da unutuyorsunuz: Sekülerizm sünnilerle işini bitirdiğinde dönüp gitmez. Bin yıllık camileri ahıra çevirenler cemevlerine acır mı sanıyorsunuz? Eğer böyle düşünüyorsanız aldanıyorsunuz. Allah aldanışınızı yaşatmasın. Âmin.

27 Aralık 2020 Pazar

Tutma, ey Cibali Baba, çünkü mücahid güllesidir!

Bugün twitterda bir sualle karşılaştım. Aslında bir sual değildi. Cevaptı. Daha doğrusu: Sual cevabını da dayatıyordu. Malumunuz: Eğer bir sual cevabını da öğretiyorsa ona 'merak'tan çok 'mühendislik' gözüyle bakmak gerekir. Ne mühendisliği? İnsan mühendisliği. Düşünce mühendisliği. Sosyal mühendislik. Yani arkadaşım bu bir nevi sufle vermektir. "Bu soruya şu şekilde cevap vereceksin ha. Sakın başka cevap arama. Hadi bakalım koyunum. Bu da sana yeni oyunum..." tarzı bir endoktrinasyondur. Basit zihinlere çabuk tesir eder. Fakat kendi 'acaba'larınızı üretebilen bir beyne sahipseniz böylesi dayatmalara cevabınız şöyle olur: "Cevabın burada aranması gerektiği ne belli? Belki de bu sorunun başka bir cevabı vardır ha? Ne dersin?"

Evet. Herkes aynı kaval sesinin peşine düşmüş gidiyor: "Din istismarcıları yüzünden bu toplumda deizm-ateizm artıyor bla bla..." Kavala kim üflüyor? Soran yok. Azıcık daha kurcalasanız, mesela, deseniz: "Kim efendim o istismarcılar?" Hemen ehl-i sünnet ulemayı saymaya başlıyorlar. "Yahu, ötekiler de kitap satıyor, seminer veriyor, program program geziyorlar?" deyu soracak olsanız, el-Aman. Sakın. Aaaa! Nasıl böyle birşey dersiniz? Hiç onların yaptığı ile şunlarınki bir mi? İslamoğlu'nun, Özdil'in, Saymaz'ın sattığı ile Cübbeli Hoca'nın sattığı eşitlenir mi? Cık, cık, cık. Sizin meseleyi anlayamadığınız hemen belli oluyor canım.

Yani efendim, bu ülkede, ömür verdikleri ihtisas alanları üzerinden geçimini sağlamaya cür'et eden (başka nasıl kazanacaklarsa) sadece 'ehl-i sünnet uleması' oluyor. Ne doktorlar doktorluktan, ne fizikçiler fizikten, ne akademisyenler akademisyenlikten, ne de bilmem kim bilmem neyden para kazanmıyor. Yok. Hayır. No. Hepsi eğitimlerini Allah yoluna, vatan uğruna, halkın rızasına adamış (hey maşaallah) geceleri çöplerden topladıkları çürük meyveleri yerken, ah bu gelenekçiler, yağlı pilavları götürüyorlar. Yalnız götürmekle kalsalar efendim, bir de halkı 'kutuplaştırıp' duruyorlar, 'din jandarmalığı' yapıyorlar. Yaaa!

Halbuki, bakınız, Bediüzzaman Hazretleri Osmanlı'nın son döneminden bugüne 'bir bütün olarak' yaşadığımız şu hazin bozulmayı nereye bağlıyor: "Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur'ân'ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mâzisini dehşetli lekedar, belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikati verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz."

Dur bakalım. Aaa! Mürşidim bugünkü bozulmanın "Geliyorum!" seslerini daha evvelden mi okumuş? Galiba öyle. Peki esbabını neye bağlamış? 'Din istirmarcılarına' öyle değil mi? Hatta belki Cübbeli Hoca'yı falan görünüşüyle bile tarif etmiştir. Yehu! Ne? Kendisinin görünüşü de mi onlara benziyordu? Yapma yahu! Ah. Of. Püf. Kimi suçlayacağız peki? Hürriyetçileri mi? Ne? Olamaz! Modern zamandayız. Böyle suçlamaları kaldıramayız. Özgürlüğün kötülük getirebileceğini 'bazı' takyidiyle dahi inanamayız. Üf. Tüh. Peh. Neyse. Biz yine suçu 'gelenekçilere' atacağız dostum. Cübbeyi-sarığı-sakallıyı suçlayacağız. Onları dövmek kolay çünkü:

"Batsın kutuplaşma. Yansın din jandarmaları. İslam'ın sınırlarını hatırlatanlar kaybolsun! Bu dinde herşeyin caiz olmadığı zikredenler kahrolsun! Hârim-i İslam yolgeçen hanına dönsün. Ancak bu yumuşaklıktır ensemizi seküler tokatlardan kurtaracak. Belki teslim olursak tecavüze uğramayız."

Acaba? Acaba uğramaz mıyız? Yahut da teslim oluşun kendisi zaten bizatihi tecavüz mukaddimesi midir? Arkadaşlar, ben, böylesi arızalı tutumların şöyle bir yanlış kanaatten kaynaklandığını düşünüyorum: İslam'da cihadın bittiği sanılıyor. Hayır. Asla. İslam'da cihad bitmez arkadaşlar. Kıyamet kopana kadar bu cihad devam edecek. Maddisi olmazsa manevisi olacak. Tebliği olmazsa tedbiri olacak. Fakat imtihan sürüp gidecek. Kur'an'da, sünnette, kısacası dinde, 'yakîn gelinceye kadar' sınanacağımız hiçbir hususta bu kavga bitmeyecek. Yalnız yöntemler-usûller-şekiller değişecek. Beden ne kadar değişse de ruhu bâki kalacak.

Aleyhissalatuvesselam bu dinin 'tenzili' için cihad etti. Hz. Ebubekir radyallahuanh dönemindeki irtidat hâdiselerine karşı 'tevil' cihadında bulundu. Ömer radyallahuanh ile Osman radyallahuanh hidayetin tüm dünya coğrafyasına ulaşması uğrunda 'tebliğ' cihadı ettiler. Sonra yine bulutlanmalar oldu. Şah-ı Merdan Ali radyallahuanh meydana çıktı. Yine bir 'tevil' cihadı başladı vs... (Allah cümlesini hayırlarla mükâfatlandırsın.) Büyük resimde görünense şuydu: Evet. Bu ümmetin bir daha 'tenzil' için cihad etmesine gerek yoktu. Allah dinini tamamlamıştı. Vahiy bitmişti. Ancak 'tebliğ' ve 'tevil' cihadları kıyamete kadar sürecekti. Dört Halife döneminde bu cihadların varolması 'kıyamete kadar da süreceklerinin' belirtisiydi. Çünkü sahabe tecrübesi bu ümmetin hayatının özeti gibidir. Misal-i musağğarıdır. Her hususta rehberidir.

Gerçi sonraki dönemlerde daha belirgin bir 'görev paylaşımı' olduğu söylenebilir. Mesela: Cihadın maddisinden sorumlular başkalarıdır. Ordudur. Manevisinden sorumlu başkalarıdır. Ulemadır. O manevi cihad içinde 'mübelliğ' görevi başkalarındadır. 'Murabıt' görevi başkalarındadır. Yani, kimisi yeni toprak kazanırlar, kimisi sınırları korurlar. 'Kazanma' mesleğindekiler nisbeten yumuşakçadır. 'Koruyucuların' üslûbu uyarıcıdır. 'Kazanma mesleği'nde gidenler muhataplarına karşı 'tolere edici' tavırlar takınırlar. Fakat 'koruyucular' sapmalar konusunda cidden hassastırlar. Çünkü mücadele verdikleri alan dinin, akidenin, amelin 'seleften tevarüs ettiği kemalde/saflıkta muhafazası'dır. Elbette müdebbir hali mübelliğden başkadır.

Denî bir misal olmakla birlikte şöyle diyebiliriz: Bir AVM'nin, güvenliği başka hassasiyetler gösterir, pazarlamacısı başka hassasiyetler gösterir. Pazarlamacı ister ki: Hasbelkader birşey alabilecek herkes içeri dolsun. Gönlünce takılsın. Canı sıkılmasın. Sıkılmasın ki satışlar da iyi olsun. Bereketlensin. Fakat güvenlik böyle davranamaz. O satıştan ziyade asayişten sorumludur. Elbette herkesi içeri almaz. Üzerlerini arar. Tavırlarına karşı daha dikkatli olur. Bazen aykırı davranışlarda gördüklerini cebirle dışarı atar. Onun hali öyledir. Bunun hali böyledir. Ve bu ikisi birarada olmazsa AVM'de denge sağlanmaz. İstikamet ikisinin de olmasındadır. Bu tıpkı insandaki 'kuvve-i şeheviye' ile 'kuvve-i gadabiye' dengesine benzer. Her neyse...

Nihat Hatipoğlu Hoca'nın Ebubekir Sifil Hoca'ya yaptığı eleştirileri okurken de bu misal hatırıma geldi. Öncelikle: Kim ki İslam'ın saadetine sa'yederse onun duacısıyım. Lakin Ebubekir Sifil Hoca'ya eleştirisinde Nihat Hoca'nın cidden hataya düştüğünü düşünüyorum. Ebubekir Hoca murabıttır. Sizse mübelliğsiniz. Mesleğinize sa'y edebilirsiniz. Fakat istikametin tek öğesi sanırsanız fena aldanırsınız. Hatta sizin programlarınızı takip eden bir yakınım şöyle bir yargıda bulunmuştu: "Nihat Hoca'ya 'Şu-bu helal mi?' diye birşey soruyorlar. O kadar çok laf çeviriyor ki... Bitirdiğinde bence kimse yargısından emin olamıyor. Soru olduğu gibi kalıyor. Ne tam 'helal' diyebiliyor ne de tam 'haram' diyebiliyor. Herkes istediğini alıyor."

Konu dallandı-budaklandı. Toparlamayı deneyeyim: Mübelliğler murabıtları 'kutuplaştırmakla' suçlarlarsa kıvamımız kaçar. Özdil güler. Öz-bir kardeşin ağlar. Kimin akidesi kimin cebinde belli olmaz. Mübelliğ işine bakıp murabıtın mesleğine hürmet duymalıdır. Bu sınırlar bekçisiz kalırsa düşmanın nerelere hücum ettiğini kimse göremez. Mübelliğ hiç sezemez. Hele ki ahirzamanda! Ebubekir Hoca ve emsali, Allah onları hayırla mükâfatlandırsın, bir sınır nöbeti tutuyorlar. Düşmanın uyumadığı yerlerde onlar da göz kırpmıyorlar. Nöbetçinin tavrı elbette teşrifatçı tavrı gibi olmaz. Haşin olur. Celal görünür. Nihat Hoca eğer hasma uyup ordusunun sınır karakollarına savaş açarsa hârim-i ismetini telef eder. Cenab-ı Hak cümle ulemamızın gözlerini istikamete açsın. Murabıtta 'dikkat'i mübelliğde 'rikkat'i eksik etmesin. Âmin. Âmin.

14 Haziran 2020 Pazar

Kur'an Mustafa Öztürk'ü neden Allah'tan uzaklaştırıyor?

Hiç dürbününüz oldu mu bilmiyorum. Benim olmadı. Ama emmoğlumun dandik bir tane vardı. Oyuncak kabilinden. Onda dahi farkettiğimiz şu olmuştu: Kullanıcının tavrına göre dürbün hem 'yakınlaştırıcı' hem de 'uzaklaştırıcı' olabilir. Yani hem gösterebilir hem de körleştirebilir. Evet. Eğer göze gelmesi gereken yeri öteki tarafa düşürürseniz, yani ki dürbünü ters çevirirseniz, manzarayı yakınlaştırmak için yapılmış bu araç uzaklaştırıcılık da yapabilir. Bu nedenle Mustafa Öztürkgillerin Kur'an okuyarak vardıkları tuhaflıklara şaşırmıyorum. Damağımı hayretle şaklatmıyorum. Çünkü Furkan'ın bizzat beyanıyla sabit olan şu hususiyetini biliyorum: Vahiy, imana temayül gösterenlerin imanını, dalalete temayül gösterenlerin de dalaletini arttırır. Buna işaret eden birçok ayet vardır. Bir tanesi İsra sûresinin 82. ayetidir. Kısa bir meali şöyledir: "Kur'an'dan indirdiğimiz şeyler, mü'minler için şifadır, rahmettir. Zalimlerin ise yalnızca hüsranını arttırır."

İmtihanın sırrı budur. Varlık nefsü'l-emirde göreceli olmamakla birlikte insanda yansırken göreceli bir hal alabilir. Çünkü insandaki yansımasının teşekkülünde beşerî beklentilerin de payı vardır. Bir âşığın gözünde sevgilisinin her tavrı kendisine işarettir. Fakat başkasını sevdiğini öğrendiğinde okumalarının şekli değişir. Renkler solar. Belki zıttına inkılap eder. "Kedi uzanamadığı ciğere murdar der!" kabilinden muhabbet sebepleri husumet nedenlerine dönüşür. Birazda bu hikmetle mürşidim Mesnevî-i Nuriye'sinde der ki: "Kur'an'ın cemalini müşahede etmek kalbin sıhhat ve selametine tâbidir. Kalbi hasta olan kimse ise ancak hastalığının karıştırdığı şeyi görecektir. Zira Kur'an'ın üslûbu ile kalp birer aynadır. Herbirinde diğeri görünür." Şunu da hatırlayalım arkadaşım: Haricisinden şiisine, mürciesinden müşebbihesine, mutezilesinden bâtınîsine, hatta FETÖ'süne kadar, İslam tarihi boyunca varolmuş ne kadar bid'a fırka varsa hepsi kendilerine Kur'an'dan dayanaklar bulmuşlardır. Ama bir dikkat isterim: "Kendilerince bulmuşlardır." Çünkü Kur'an-ı Hakîmimiz tam da böyle bir kitaptır. Yani Furkan'dır. Doğruyla yanlışı ayırıcıdır. Onun karşısında herkesin asl-ı sîreti ortaya dökülür. Foyası meydana çıkar. Kim kalbinde neyle gelmişse onda bulur.

Mustafa Öztürk de, Ebubekir Sifil Hoca'nın (Allah ondan razı olsun) bir Riyazü's-Salihîn dersinde bildirmesiyle vakıf olduğumuz, şunları buluyor: "İnsan, takat sınırları son derece kısıtlı olmasına rağmen, 'Deme şu lafı!' derler. Tanrı, merhametin katsayısı belli değil, engin merhamet ve şefkat sahibi, dilinden lanet eksik olmuyor. Şimdi üstadım ben bunu tanrıya nasıl yakıştırayım? Tanrı niçin bu kadar hiddetli? Gazabı olsun. Kendisini övmesi/övünmesi olsun. Laneti olsun. Ve sairesi olsun. Acaba Resulullah bir tür Hermes gibi, hani Hermes'i biliyorsunuz, mitolojide tanrının mesajının insanın idraki tarafından kuşatılamayacağı için, o mesajın insan diline çevirisini/aktarımını Hermes üstlenir. Bir tür elçilik yapar. Peygamber de Allah'ın soyut mesajlarını muhatap olduğu insan kitlesine kendi zihin süzgecinden geçirerek aktarıyor olabilir mi? Tanrıyla ontolojik bir yakınlığı olmadığı için, tanrı gibi düşünemeyeceği-davranamayacağı için, insanca davranacaktır ve ister istemez hem dilinin kısıtlılıkları hem de insan olma özellikleri itibariyle tanrıyı da kendi idrak sınırları içinde tanımlayacaktır."

Devamını merak edenleri linkine havale (https://youtu.be/qTZ7JzvH51U) edeceğim bu derste Ebubekir Sifil Hoca durumun tesbitini şöyle yapıyor: "Mesele, dedim ya az önce, idrak. 'Zira bu terazi bu sikleti çekmez!' diyor ya. İdrakine sığdıramayınca kendi seviyesine düşürmeye başlıyor. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz Cenab-ı Hakkı bize anlatacak ama, işte, çok da bizi tatmin edecek bir şekilde anlatmayı da becerememiş sanki. Böyle bir tuhaf birşey. Bir müslümanın dilinden böyle birşey nasıl sâdır olur?" Aslında bu mevzuya şahit olunca insanın aklına Bediüzzaman'ın İblis'le yaptığı münazara geliyor. Hani orada geçiyor: "Şeytan yine döndü. Dedi ki: Kur'ân'ın mesâili gibi çok zatlar o çeşit mesâili din namına söylüyorlar. Onun için bir beşer din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?"

Bakınız, hayret edersiniz, Mustafa Öztürk'ün 'taraf tutarak' dillendirdiği iddianın aynısıdır Bediüzzaman'ın naklettiği. O vakit cevabından bir parçayı da buraya koyalım ki tam olsun: "Dindar bir adam, din muhabbeti için, 'Hak böyledir, hakikat budur, Allah'ın emri böyledir!' der. Yoksa Allah'ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah'ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz." Öyle ya, eğer bu mübarek Kur'an'ımız, Mustafa Öztürk'ün savunduğu gibi, 'zihin süzgecinden geçirilerek' aktarılıyorsa, kelam illa ki beşerîleşiyor demektir. Yani kendisinin vahiy olduğunu dilegetiren bu muazzez Kitap, aslında vahiy değil de, insan sözü demektir. O zaman Öztürk'ün kafasındaki peygamber de, büyük bir yalancı, yani kendi düşünüşlerini "Bunlar birebir Allah'tan geliyor!" diye aktarabilen birisidir. Hâşâ! Yüzbin kere hâşâ! O temiz eteğe bu çamuru değdirene yüzbin lanet olsun!

"Kur'ân'ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i İslâmın semâsında bilmüşahede pek parlak ve daima envâr-ı hakaiki neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemâlât telâkki edilen Kitab-ı Mübînin mahiyeti—hâşâ sümme hâşâ—bir yıldız böceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu daima âli ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytanetinde ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız, mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun."

Yine 'uzaktan baktırma' meselesine geri döndük. Yani dürbünün tersini elimize aldık. Tam da bu eşikte Bediüzzaman'ın 'Mustafa Öztürkgiller'den bahsettiği bir metne daha uzanmak kaçınılmaz oldu. Son cümlesinde 'mirsad' yani 'dürbün' kelimesinin de geçtiği bu metin bence birebir 'tersten tutulanın ne olduğunu' göstermektedir. Alıntılayalım:

"Arkadaş! Bütün zamanlarda, bütün insanların maddî ve mânevî ihtiyaçlarını temin için nâzil olan Kur'ân'ın hârikulâde hâiz olduğu câmiiyet ve vüs'atle beraber, tabakat-ı beşerin hissiyatına yaptığı mürâat ve okşamalar, bilhassa en büyük tabakayı teşkil eden avâm-ı nâsın fehmini okşayarak, tevcih-i hitap esnasında yaptığı tenezzülât, Kur'ân'ın kemâl-i belâgatine delil ve bâhir bir burhan olduğu halde, hasta olan nefislerin dalâletine sebep olmuştur. Çünkü zamanların ihtiyaçları mütehaliftir. İnsanlar fikirce, hisçe, zekâca, gabâvetçe bir değildir. Kur'ân mürşiddir. İrşad umumî oluyor. Bunun için, Kur'ân'ın ifadeleri zamanların ihtiyaçlarına, makamların iktizasına, muhatapların vaziyetlerine göre ayrı ayrı olmuştur. Hakikat-i hal bu merkezde iken, en yüksek, en güzel ifade çeşitlerini Kur'ân'ın herbir ifâdesinde aramak hatâ olduğu gibi, muhatabın hissine, fehmine uygun olan bir üslûbun mizan ve mirsadıyla mütekellime bakan, elbette dalâlete düşer."

İşte Öztürkgillerin tersten tuttuğu dürbün budur. Onlar 'tenezzülat-ı ilahîye' olarak tarif ettiğimiz, yani 'Cenab-ı Hakkın kullarının fehmine göre konuşması' hakikatini, kullara bakmak için değil, Allah'ı (hâşâ) tartmak için kullanmaktadırlar. Nasıl? Misal? Misalini de İşaratü'l-İ'caz'da buluyoruz. (Burada enteresan olan bir nokta da, Bediüzzaman'ın misalde kullandığı ayetin, Öztürk'ün mezkûr videoda itirazına masadak kıldığıyla aynı olmasıdır. Videonun tamamını izleyenler bu tevafuka da şaşıracaklardır.) Devam edelim:

"Meselâ, Cenâb-ı Hakkın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki 'er-Rahmanu âla'l-ârşi's-teva!' (Kısa bir meali: Rahman arşı istiva etti) âyetinde kinaye tarîki ihtiyar edilmiştir. Hissiyatı bu merkezde olan avâm-ı nâsa yapılan irşadlarda, belâgat ve irşadın iktizasınca, avâmın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasıl ki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avâm-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur'ân-ı Kerim'in ince hakikatleri 'et-Tenezzülatü'l-ilahiyyetü îla ukûli'l-beşer!' ile anılmaktadır. Yani, insanların fehimlerine göre Cenâb-ı Hakkın hitâbâtında yaptığı bu tenezzülât-ı İlâhiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlâhî bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur'ân-ı Kerimin üslûpları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avâm-ı nâsın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür. Bu sırra binaendir ki, büleğa, büyük bir ölçüde ince hakikatleri tasavvur ve dağınık mânâları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar."

Bakınız, bu metinde de döndük dolaştık, 'dürbün' kelimesine geldik. Evet, öyledir, ben henüz altı aylık olan yeğenimle türlü sesler çıkararak konuşurum, ki onunla anlaşabileyim. Anlaşırım da. Ancak o seslerle yalnız bana bakarak tartarsanız 'zihinsel özürlü' olduğuma dahi hükmedebilirsiniz. Fakat o sözleri, sırf bana değil, muhatabıma da bakmak için kullanırsanız bu defa bir amca olarak 'şefkatime' veya 'empatime' veya 'iletişim yeteneğime' ulaşırsınız. Kelimeler aynı kelimelerdir. İfadeler aynı ifadelerdir. Ancak dürbünün duruşu farklıdır. Aslımı görme niyetiyle gelen onlarda neler görür de körleşme niyetiyle gelen aksine perdelenir.

İşte aynen bunun gibi de, Kur'an-ı Hakîm'deki bu tarz ifadeleri, Âlemler Rabbinin kullarına 'anlayacakları bir dille hitabı' diye okumazsanız, yani ki dürbünü ters çevirirseniz, bu defa Cenab-ı Hakkı o ifadelerle tartmaya başlarsınız. Tıpkı Öztürk örneğinde olduğu gibi "Bu nasıl Allah ki canım öyle?" diye itiraza cür'et edersiniz. Kendi kasır fehminizce yakıştıramadığınızdan bu defa Allah'ın kelamını beşerîleştirmeyi seçersiniz. Kaçarsınız. Uzaklaşırsınız. Ya Hermes'e satarsınız yahut da kermese. Çünkü dürbün ters dönmüştür bir kere. Allah'ı anlamak için bir mirsad-ı tefekkür, bir minik pencere, bir azıcık ölçücük, bir küçük başlangıç, bir şefkatli kolaylık olması gereken şey, temsil, ifade; artık (hâşâ) Kadîr-i Külli Şey'in çerçevesi olarak sanrılanmıştır. Muhatap unutulmuş yalnız hatip nazara alınmıştır. Bu yanlış kalıba doğru sığmayınca da gözden düşmeye başlamıştır.

Halbuki azıcık feraseti olan bilir: Belagat 'mukteza-i hale' ve 'muhataba' uygun söz söylemektir. Kim söylemiş, kime söylemiş, ne makamda söylemiş ve ne söylemiş ile kelamın kıymeti belirlenir. İlkokulda yüksek fizik anlatan öğretmenin kemaline hükmedilmez. "Ne süper âlim!" denilmez. Hem aynı okulda yerçekimi kanununu Newton'un başına düşen elmayla anlatan muallimin fehmi de manavlığa indirgenmez. Akıl akıl ise bu iş böyle olmaz. Olmazsa olur. Vesselam. Cenab-ı Hak cümlemizin aklını sevdiği akıllardan eylesin. İrşadına çıkmaya basamak kılsın. Yolu menzilin yerine geçirtmesin. Âmin. Âmin. Âmin. Vesselam.

22 Mayıs 2020 Cuma

Sen aya çık da istersen sol ayağınla çık

Kenan Demirtaş Hoca'nın kavramlar üzerine yürüttüğü o kıymetli çalışma sırasında farkedip anlattığı birşey vardı: "İnayet kısaca 'nizam' demektir." Tabii kendisi bu keşfini nurculara bile anlatmakta zorlandı. Çünkü alışıldık manası şu idi: "İkram, yardım, ihsan, lütuf, iyilik, bağış..." Halbuki alıntı da yapıyordu: "Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir." Yazının içinde tekrar bu konuya dönemeyeceğim, ama bu yazıyı okuyanlar, belki nizamın neden 'inayet' olduğuna da bir işaret bulacaklar. Uyarmadan yazıya girmeyeyim dedim. Uyardık. O zaman başlıyoruz. Bismillah.

Başrollerini Kelly Macdonald ve İrfan Han'ın paylaştığı Puzzle filmi hakkında daha evvel bir yazı karalamıştım. (Şimdi arşivime baktım. 9 Mayıs 2019'da yazmışım. Yani neredeyse tam bir yıl önce. Başlığı da şu: Gidecek bir yerin kaldıkça bir yere gitmezsin.) İkincisini de yazacağımı vaadetmiş fakat yapamamıştım. Macdonald'ın, satışa çıkardıkları gölevinin önünde, "Eskiden burası var diye her tatilde buraya geliyorduk. Başka hiçbir yere gitmedik. Şimdi ne olacak?" gibilerinden konuşan oğluna verdiği cevap üzerine söyleşiyorduk: "Gidecek bir yerimiz varken hiçbir yere gitmiyorduk. Şimdi gidecek bir yerimiz yok. Bir yere gitmek zorunda kalacağız. Birşey yapacağız. Birşey ya da birisi olacağız."

Yeri gelmişken yazının ahirine bıraktığım 'not'u da tırnaklayayım: "Bu filme dair şu yazdığım yazı 'ibret alınması gereken' kısmına dairdi. Bir tane de 'dikkat edilmesi gereken'e dair yazmayı düşünüyorum. Çünkü film aynı zamanda 'belirsizliğin bereketi' üzerinden bir parça ateizm-hedonizm propagandası yapıyor. Onu ikinci yazıda konuşalım inşaallah. Tevfik ise Allah'tan."

Zaman geçti. Havam dağıldı. Yazamadım. Ve İrfan Han öldü. Filmi/yazıyı yeniden hatırladım. Sonra twitter'da dolaşırken Âdem Hanbaba (@AdemHanbaba) isminde birisinin yazdığı şu twiti görüp yeniden gayrete geldim: "Tuvalete hangi ayakla girileceğini bile dini konu yapan bu ümmet, Kur’an’ı nasıl anlasın? Nasıl teknoloji üretsin?" Bu süper ilmî(!) tesbit beni önce Ebubekir Sifil Hoca'nın bir hadis dersine götürdü. Mişkatü'l-Mesabih'in Kitabu't-Tahare bahsinin 3. Bâb'ındaki 367 numaralı hadisle başlayan ders, aslında Asr-ı Saadet'ten bugüne 'bâtıl psikolojisi'nin çok da değişmediğini gösteriyordu. Özetleyeyim: Bir müşrik, Selman radyallahu anha, alaycı bir üslûpla soruyordu ki: "Arkadaşınız (Aleyhissalatuvesselamı kastediyor) tuvalette dahi ne yapacağınızı öğretiyormuş ha?"

Tam bu noktada Ebubekir Hoca'nın dikkatimizi çektiği şey şu idi: Selman radyallahu anh bu alaycılık karşısında hiçbir 'acaba' yaşamadan diyordu ki: "Evet. O bize def-i hacette şöyle şöyle yapmamızı öğretti." Zaten hadisin Kitabu't-Tahare bahsinde yeralması 'temizlik adabı'na dair içerdiği bilgilerden ötürüydü. Hakikaten de Asr-ı Saadet'ten bize ulaşan bütün nakiller, sahabenin, Aleyhissalatuvesselamın konumunu sırf bir 'postacı' olarak değil, hayatın her alanında rehberliğinden istifade edilmesi gereken bir 'muallim' olarak gördüklerini gösteriyordu. Bu rivayetlerin içerisinde tuvalet âdâbı da vardı. Hangi kapıdan hangi ayakla girileceği de. Sahabeye göre bunlardan hiçbirisi 'absürt' değildi. Müşriklere göre durumun aynı olmadığını ise baştaki sorudan anlıyoruz.

Şimdi bu Hanbaba kardeşimiz de, yazık, orijinal birşey söylediğini sanıyor işte. Okumadığından bilmiyor. Halbuki tekrardan ibarettir. Yani söylemi esasında bir 'sapkınlık klişesi'dir. Selman radyallahu anh ondört asır önce gereken cevabı vermiştir. Ama yanak dediğin kolay kolay eskimez. Hak aşkına bir tane biz yapıştıralım. Yapıştırmaya da mürşidimin şu metniyle başlayalım: "Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. (...) Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır. Ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa. Yol da zulümatlı. Ne vakit sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."

Dâhilerin hayatlarına dair okuma yapanlarınız varsa bilirler. 'Neredeyse ortak' diyebileceğiniz şöyle bir özelliklerine sıkça rastlarsınız: Hayatlarında ayrı ayrı dikkat edilecek detayları azaltmaya çalışırlar. Mesela: Einstein'ın 'her sabah ne giyeceğini tekrar tekrar düşünmemek için' giysi dolabını aynı takım elbiseden birçok adetle doldurduğu söylenir. (İlgili bir makelede yirmi takım olduğu söyleniyor.) Yakın tarihe gelirsek: Oracle'ın kurucusu Larry Ellison, Google'ın kurucusu Sergey Brin, Segway'in mucidi Dean Kamen, Microsoft'un ceolarından Satya Nadella, Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg, Apple'ın kurucusu Steve Jobs ta benzer kaygılarla aynı tür kıyafetlere dadananlardan. Uzatmayayım. İnternette şöyle bir aratınca konuyla ilgili epey bir done bulabiliyorsunuz zaten.

Benimse bununla varmak istediğim hakikat şu: Tuvalete hangi ayakla gireceğini 'belirli kılma'nın Kur'an'ı tefekkür etmeyi veya teknoloji üzerine çalışmayı zorlaştırdığını kim söylüyor? Sandalyesinin sırtlığından başka neye dayanarak? Hatta, aksine, hayatın geri kalanında 'izlerinin sıhhati konusunda hiçbir acaba olmayana tâbi olma'nın, yoğunlaşılmak istenen başka alanlara zaman/dikkat kazandırdığı söylenemez mi? Zihnî gayretin dağılmasını engellediği savunulamaz mı? Bana gayet savunabililiriz gibi geliyor. Çünkü esasında gündelik yaşamın her alanında biz zaten birilerinin sünnetini 'kolaylaştıcılar' olarak kullanıyoruz. Sözgelimi: Başımız ağrıdığında gidip eczaneden ağrıkesici alıyoruz. Yeni baştan oturup ağrıkesici keşfetmiyoruz. Olanı tüketiyoruz. Tıbbın sünnetine uymuş oluyoruz. Yine trafikte ilerlerken tâbi olduğumuz yasaları tekrar tekrar baştan ele almıyoruz. Otoritenin belirleyiciliği işimizi kolaylaştırıyor. Herkesin norm kabul ettiği sistem içinde daha rahat hareket edebiliyoruz.

Yani Hanbaba efendinin tamba da tumba salladığı mezkûr Kur'an Müslümanı klişesinin özünde bilimsel hiçbir karşılığı yok. Çünkü bilim hep öncesinin sünnetinden faydalanarak ilerliyor. "Atomun proton-nötron-elektron değerlerinin nasıl yazılacağını bile bilimin konusu yapan bir ümmet nasıl gelişsin?" falan denmiyor. Aksine, yazım sistemini 'norm' kabul edilerek, üzerine yoğunlaşılacak şeyler azaltılıyor. Dikkatini hususi meşgale alanına kaydırıyor. Yani her defasında yeni sistem kurmuyor. Sistemin kendisini yolculadığı yerden seyahate devam ediyor. Aferin bilimselliğin sünnetselliğine.

Yalnız bilim mi böyle? Yok. Hayır. Edebiyat da öyle. Hangimiz yeni metin telif edeceğinde yeni dil inşa ediyor? Hayır. Anlamıyla, alfabesiyle, imlasıyla ve noktalamasıyla bir dilin sünnetini takip ediyoruz. "Tuvalete sol ayakla girilmelidir!" deniyor sol ayakla giriyoruz. Pardon. "Yazmaya soldan başlanmalıdır!" diyor öyle yazıyoruz. Virgülün, noktanın, soru işaretinin vs... Hepsinin konulacağı yerleri bizden evvel norma bağlıyor. Biz de arkasından yürüyoruz. Böyle yapmak işimize geliyor. Çünkü öncemizde kurulmuş bir sistemin içinde hareket ediyoruz. En başa dönmemiz gerekmiyor. 'Acaba'lar azalıyor. Hem muhataplarımız da bu sistemin içinde oldukları için mesajlarımızı kolay anlıyorlar.

Her yerde geçerli olan (hem de hoşumuza da giden) bu yolu, mevzu Aleyhissalatuvesselamın sünnet-i seniyyesi olunca, neden kaldıramıyoruz? Neden aklımız almıyor? Neden işimize gelmiyor? Cevabını yine ben vereyim: Çünkü yolumuz yol değil. Birşey üretmek peşinde değiliz. Varmak niyetinde değiliz. Okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkmak derdindeyiz. Normlar işimize gelmiyor. Yoksa İslam medeniyeti dediğimiz, turistlere gösterirken göğsümüzü kabarttığımız, övündüğümüz, şişindiğimiz neyimiz varsa ümmetin 'taklid dönemi'nde inşa ettiğini gayet iyi biliyoruz. Demek: Taklid 'durmak' anlamına gelmiyor. 'Belirgin usûller-uygulamalar-bilgiler sahibi olma' anlamına geliyor. Zaten taklidin bozulmasından değil mi ki şimdilerde ancak çenemiz çalışıyor da hiçbirşey üretemiyoruz. Sabah en erken kalkan sözde ilahiyatçı, darbe dönemlerinde erken kalkan generalin darbe yapması gibi, dinden birşeyi inkâr ediyor. Öteki peşinden daha ileriye gidiyor. Beriki daha da gaza geliyor. Sonuç? Sonuçta hiçbirşey yok. Demagoji var. Yıkım var. Toz var. Duman var. Gelişme yok. Samimiyet yok. Yok, yok, yok.

Hasılı bu 'Hanbaba'ların Dembaba kadar imanı olmadığı için kendi işlerine baktıkları yok. Habire ihtisasları olmayan mevzuları karıştırıyorlar. Öncekinin belirginliği yıktıkları için de ileriye bir adım yürüyemiyorlar. Öyle ya: Önüne, yüz sorudan doksanının doğru cevaplandığı bir kağıt gelse, sen kalanları rahat rahat cevaplamaya çalışmak yerine tutup önceki doksan soruyu yeniden çözmeye çalışsan, üstelik işaretli cevapları da beğenmesen, o öğrenciliğin nasıl bir şekle girer? Sünnete ittibaı midesi kaldırmayan şaşkınlar verdiğim bu misalde imanlarını görsünler. Baksınlar: Ne şekle girmiş? Hasılı: Hanbaba kardeş, sen aya çık da, istersen sol ayağınla çık. Sıkıntı yok.

15 Mayıs 2020 Cuma

Bediüzzaman'ın tarikate bakışında tutarsızlık mı var?

Yamuk Bakan Öyküler'de deniyor ki: "Bilgi artan bir hızla çoğaldığı için anlamlı soruları saptayabilmek giderek daha zor bir hale geldi. Mantık tek başına yeterli değildi. İhtiyaç duyulan şey az bulunur türden bir sezgiydi." Bu satırları okuduğumda aklım hemen Ebubekir Sifil Hoca'nın 'entelektüel obezite' yahut Nabi Avcı Bey'in 'enformatik cehalet' diye tabir ettikleri şeye gitti. Benzer bir manayı eskiler daha farklı bir vurguyla şöyle isimlendiriyorlardı: 'Cehl-i mürekkep.' Mürşidim de yine yakın bir makamda şunları söylüyordu: "Çünkü, öyleler hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar."

Bediüzzaman Telvihat-ı Tis'a'da da şöyle diyor: "Tarikatte hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir." Halbuki biz Bediüzzaman'ı daha çok şu cümlesiyle tanıyoruz: "Zaman tarikat zamanı değildir!" Peki, kurcalayalım, bu iki ifade arasında bir çelişki yok mudur? Yani mürşidimin orada 'öyle' burada 'böyle' demesi fikriyatı hakkında bir 'tutarsızlık' verisi sayılabilir mi? Ben sırf bu ifadelere bakarak böyle bir iddiaya girişmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Zira Bediüzzaman 'tarikat' dediği her yerde 'tarikate dair herşeyi' murad etmiyor. Ya? İstimal ettiği her metinde, makama dair ince okumalarla farkedeceğiniz, nüanslar var. Ki mesela şu bahsin "Risale-i Nur'da tarikat kelimesi kaç bağlamda kullanılmıştır?" sorusuna bir parça cevap verdiğini zannetmekteyim:

"Tarik-i Nakşînin üç perdesi var: Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbânî de (r.a.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir. İkincisi: Ferâiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir. Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacip, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir..." Görüldüğü gibi mürşidimin dünyasında tarikat kavramının birçok ayrı boyutu var. Bu boyutlar ayrı ayrı hikmetleri/hizmetleri deruhte ediyor. Devamında ise yine şöyle diyor:

"Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylânî (r.a.) ve Şâh-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez. Fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz. Fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir. Hakaik-i İslâmiye gıdadır." İşte bu metinle daha berrak bir şekilde resmi seçiyoruz.

Bediüzzaman'ın gözünde Ehl-i Sünnet itikadına, ittiba-ı sünnete ve emraz-ı kalbiyenin define hizmet eden yönüyle tarikatlar bu zamanın elzem bir faaliyeti. Çünkü bu faaliyetler her zamanın elzem faaliyeti. Farzlar. Vacipler. Sünnetler. Dolayısıyla vazgeçilmezler. Fakat akaidi düzeltmeden bir mü'minin cennete gidebilmesi mümkün değil. Ahirzamanda ise mücadele daha çok bu alana çekilmiş durumda. Tabir-i caizse: Dinin merkezine küresel bir saldırı var. Her işgalden daha büyük bir işgal mü'min itikadında yaşanıyor. Yani "Zaman tarikat zamanı değildir!" denirken merkez-dışı alana dair uyarıda bulunuluyor. Gayretin bölünmemesi gerektiğini söylüyor. Yoksa "Tarikatleri kapatın!" falan demiyor.

Öyleyse ilk alıntıladığımı cümleyi de şöyle yorumlayabiliriz: Hakka tarafgirliği bir tarikat müntesibi/dervişi seviyesinde olmayanın sırf bilgisi onu kurtarmaz. Çünkü ahirzamanın süfyanî demagojisi kalbi harekete gelmemişlerin 'done'leriyle atlatabileceği basitlikte değil. Ya? Hemen o muhteşem hadis-i şerifi hatırlayalım: "İnsanlar helâk oldu ancak alimler kurtuldu. Alimler de helâk oldu ancak ilmiyle amel edenler kurtuldu. İlmiyle amel edenler de helâk oldu ancak ihlas sahibi olanlar kurtuldu. İhlas sahibi olanlar da büyük bir tehlike içindedirler." Yani ilmin âmele dönüşmesi için bir 'gayret' gerektiği gibi o gayretin meşru kalabilmesi içinde bir 'ihlas' gerekli. Bu anlamda Allah'ın ayetlerini az bir karşılığa satanları uyaran Kur'an-ı Hakîm'in 'ahirzamanın entelektüel kulağını' ayrıca çınlattığını dikkatten kaçırmamalıyız. Dinin bilgisi tek başına sahibini kurtarmaya yetmiyor. Onun hayatı da ihlas çünkü. İhlasın kalpte tutunması içinse 'hakka hak için tarafgir olabilmek' gerekir.

Mübarek emekleri bin yılı aşmış Ehl-i Sünnet tarikatların tamamı varolsun. Allah kıyamete kadar muazzez ellerini üzerimizden çektirmesin. Onların varlığından veya devamından hiçbir nur talebesinin şikayeti olamaz. Olmamalıdır. Nurculuğu 'tarikat karşıtlığı' olarak anlayan birileri varsa içimizde, hemen kaşesini basalım, nurculuktan nasibi yok demektir. Kesinlikle bu meslekte değiliz. Sadece ahirzamanın gerektirdiği yoğunlaşmaya dikkat çekiyoruz. Ki buna şimdilerde sadece nurcular da dikkat çekmiyorlar. Ehl-i Sünnet mirasının tehlikede olduğunu düşünen birçok âlimimiz şartlar gereği imanın önemine vurgu yapıyorlar. İtikadî metinlerden dersler sürdürüyorlar. Bu cepheye koşuyorlar. Bediüzzaman'ın da o sözlerden maksadı da işte bu cepheye koşmaktır. Merkezin düşmemesi için kuvvet tahkimidir.

İtikadımız değişmezimizdir. Kimliğimizdir. Zemine tutunan kökümüzdür. 'Olmazsa olmaz'ımızdır. Çınarımızdır. Pergelimizin iğnesidir. Tarikatlarımız, mesleklerimiz, meşreplerimiz dallardaki renklerimizdir. Çiçek çiçek açmamızdır. Çoğalmamızdır. Bereketli süsümüzdür. Değişken yüzümüzdür. Pergelimizin kalemidir. Fırtına geldiğindeyse insan çiçeğine/kalemine tutunmaz. Ya? Çınarına tutunur. Gövdesine tutunur. İğneye tutunur. Biz de ahirzamanın cerbezeli tehlikelerine karşı Ehl-i Sünnet itikadımıza sarılmalıyız. Çünkü fırtına geçtiğinde bağrından çiçekler çıkaracak hayat yine onlardadır. Lakin böyle yapmalıyız diye neden 'bilmediğimizi bilecek' kadar sezgi-edep öğreten çiçeklere düşman olalım? Gövde çiçeğine düşman olur mu hiç? Cenab-ı Hak ayaklarımızı istikametten kaydırmasın. Âmin.

10 Aralık 2019 Salı

Kur'an ile fıtrat arasında kim var?

Bendeki vücudunun bidayeti orası olduğu için yazıya da oradan başlamak yerinde olur. Mürşidim, İşaratü'l-İ'caz'ında, Nisa sûresinin 115. ayetini tefsir sadedinde diyor ki: "(...) âyet-i kerimesinde azamete delâlet eden 'na' zamîr-i cem'î, vahiyde vasıtanın bulunduğuna işaret olduğu gibi, 'bima erakallah/Allahın sana gösterdiği şeyler'de müfred hükmünde olan Lâfza-i Celâl, mânâları ilham etmekte vasıtanın bulunmadığına işarettir." Yani, tabir-i caizse, bu ayet-i kerimede Aleyhissalatuvesselama verilen bilginin iki türlüsüne de işaret vardır. Ancak daha fazla ilerlemeden mezkûr ayet-i kerimenin kısa bir mealini de alıntılayalım: "Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye, sana Kitab'ı hak ile indirdik, hainlerden taraf olma!"

İşte, bu metni okumuş hakkında düşünmekteyken, Ebubekir Sifil Hoca'nın "Emaneti Yerine Getirmek (1)" başlıklı 71. Riyazü's-Salihîn dersine rastladım. (Ne hamdedilesi bir tevafuktur.) Özet geçeyim: Ebubekir Hoca o dersin hemen başlarında 'Emanet Hadisi'ni izah ediyordu. Neden heyecanlandığımı mealini paylaşınca anlayacaksınız. Ağzı şeker-bal yesin Huzeyfe radyallahu anh naklediyor ki orada: "Şüphesiz ki emanet insanların kalblerinin ta derinliklerine kök salıp yerleşti. Sonra Kur'an indi. Bu sayede insanlar Kur'an'dan ve sünnetten öğrendiler."

Haddimi aşmak istemem. Her ne dersem "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla derim. Bu kulakla da dinlenilsin isterim. Evet. Hem ayet-i kerimeden, hem hadis-i şeriften, hem de Bediüzzaman ile Ebubekir Hoca'nın metinler üzerine yaptıkları izahlardan şöyle birşey kalbime doğuyor:

İnsanlara hakikat birkaç şekilde öğretiliyor. 1) Hadiste de buyrulduğu gibi önce içindeki 'emanet'le öğretiliyor. Peki 'emanet' nedir? Ebubekir Hoca derste 'emanet' ile 'fıtrat' ilişkisi üzerinde duruyor. Yani belki hakikatin bilgisine yaratılışça da bir açlığımız var. Muhtaçlığımız var. Arayışımız var. Potansiyelimiz var. Risale-i Nur'da da benzer bir yaklaşımın sıklıkla karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Hakikat Çekirdekleri'nde geçen "İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazan bâtıl eline gelir. Hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken, ihtiyarsız, dalâlet başına düşer. Hakikat zannederek kafasına giydiriyor..." ifadeleri de bunun delili sayılabilir. Hatta Ene Risalesi'ndeki 'emanet' yaklaşımının da bize sırlanmış bir yeteneği anlattığını biliyoruz. Yani ene de içinde taşıdığı bir potansiyelle marifete yollar açabiliyor.

Elhamdülillah. Tabii vahiy ile fıtratın ilgisini konuşurken şuraya uğramamak olmaz: "Hem Kur'ân fıtrat-ı selime cihetiyle musaddaktır. Eğer bir arıza ve bir maraz olmazsa herbir fıtrat-ı selime onu tasdik eder. Çünkü itmi'nân-ı vicdan ve istirahat-i kalb onun envârıyla olur. Demek fıtrat-ı selime, vicdanın itmi'nânı şehadetiyle, onu tasdik ediyor. Evet, fıtrat, lisan-ı haliyle Kur'ân'a der: Fıtratımızın kemâli sensiz olamaz." Belki bu kısma yukarıdaki hadis-i şerifin birnevi tefsiri gözüyle de bakılabilir. Yani Kur'an'ın fıtratla ilişkisini hadiste buyrulduğu gibi ifade eder.

2) Aleyhissalatuvesselamın sünnetidir. Sünnet-i seniyye Kur'an ile fıtrat arasında berzahlık görevini ifa ediyor. Yani âlemler arasında geçişkenlik onunla sağlanıyor. Tamam. Evet. Hakikat orada cümle cümle okunacak/işitilecek şekilde duruyor. Elhamdülillah. Lakin burada da bizim hayatlarımız/fıtratlarımız var. Hayat bilgiyi âlemine taşımak için bir berzah ister. Muallimi olmadan kitapları anlamak zordur. Pratik öğreticisinden yoksun teoriler, tıpkı yüksek teknolojili bir ürününün kullanma kılavuzuyla yaşadığımız derin anlaşmazlıklar gibi, ârâfta bırakırlar bizi. Bu noktadan hareketle belki artık diyebiliriz ki: Ayette 'Allahın sana gösterdiği şekilde' denilen hadiste de 'sünnet' diye zikredilen bu bilgi türü âdemoğlunda/kızında şu berzahlığını icra eder. Fıtrat vahiyle sünnetten buluşur. Sünnetle buluşur. Ancak sünnet ile fıtrat vahyi hayatına katar.

3) Kur'an. Kur'an'ın her iki metinde de ayrıca zikredilmesinin bence şöyle bir hikmeti var: İnsanın fıtratı tek başına hakikati bulmaya yetmiyor. Belki potansiyel olarak bu mümkün. Ancak sahada 'İblis' gibi kem bir oyuncu da var. Nefsimiz gibi onu dinlemeye yatkın kötü arkadaşımız da var. Bu nedenle içte olan hakikatin dışta bir kıyas noktasıyla dengelenmesi gerekiyor. İki nokta sayesinde bir doğru, bir istikamet, bir yol elde ediliyor. Tıpkı fırtınada denizfenerine bakınmak gibi. Kaptan belki yüz kere geçtiği yolu elbette biliyor. Fakat gecenin aldatması da mümkün. Korkuyor. İçimiz manipülasyona açık. Oynak. Karanın nerede olduğunu dışarıdan da duymalıyız. Desteklemeliyiz. Böylece içimize yolu karıştırdığında "Bak işte orası!" diyebiliriz.

Lafı uzattım. Azı çok ettim. Şu işte hata yapmışsam Cenab-ı Hakkın afv u mağfiretinden bağışlanmak dilerim. Yukarıdaki herşeyi "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla söylemişimdir. Bunu da sakın unutmayın isterim. Evet. Becerebilseydim, bir ayetle hadis arasında gördüğüm heyecanlandırıcı birşeyi, bir uyumu, bir tamamlayıcılığı, anlatmak isterdim. Denedim. Ortaya bu kadar çıktı. Kerîm ve Rahîm olan azımızı çoğa saysın. Bu yazıyla olmamışsa sizi ilhamıyla faydalandırsın. Âmin.

12 Haziran 2019 Çarşamba

Bencillik büyücülüğün başlangıcıdır

Derslerinden daima çok kıymetli şeyler öğrendiğim Ebubekir Sifil Hoca'nın bir keresinde 'tevekkül' bahsi içinde yeralan 'büyü' temalı bir hadis-i şerifi 'tevekkülsüzlük ve büyü arasındaki ilişki' ile anlamlandırdığını dinlemiştim. (Hocanın internette Riyazü's-Salihîn ve Mişkatü'l-Mesabih'ten başka hadis dersini takip etmediğime göre bu ikisinden birisinde olmalı o bahis.) O zamanlar tastamam kavrayamadığım bu meseleye daha sonraları kendimce bir miktar daha kafa yordum. En nihayet şöyle bir neticeye vardım: İnsan âlemin uyumunu ıskalarsa, daha doğrusu 'takdir edilen herşeyin tevhid uyumunun bir parçası olduğunu' göremezse, kendi parçası merkezinde evreni yeniden dizayn etmeye çalışıyor.

Bencilin çevresine verdiği zarar da buradan doğuyor. Bencil insan olanları 'kaderde takdir edildiği şekliyle' kabullenemiyor. Kendi menfaatlerinin odakta olduğu, unutulmadığı, eksik bırakılmadığı, hatta özellikle gözetildiği bir düzende herşeyin yeniden şekillenmesini arzu ediyor. Hatta aksinin vukû bulmasını haksızlık addediyor. Bu da eşiti olan diğer parçalara karşı zalimleşmesine sebebiyet veriyor. (Günümüz teknolojisinin tabiata verdiği zarar da böyle değerlendirilebilir mi?)

Tevekkül, işte tam bu noktada, bir parça da 'kainatın tevhidî uyumuna karşı duyulan güveni' ifade ediyor. Yani mütevekkil insan herşeyin muradına göre gerçekleşmesi gerekmediğini kabulleniyor. Varlığın merkezinden isteklerini çekip Allah'ın takdirini oraya koyuyor. Diğer bir ifadeyle: Zaten orada olanı oraya koyuyor. Evrende değil kendi içinde yapıyor düzenlemeyi. Değişmesi gerekeni kendisi olarak görüyor. Bu nedenle arzusu hilafına gerçekleşirse bazı şeyler onlarla savaşmıyor. "Allah'ın takdiri buymuş!" deyip kaderiyle barışıyor. Uyumun parçası oluyor. Uyumla yaşamayı seçiyor. Uymayı seçiyor. Varlığa içinde tevekkül tevekkül yeşerttiği bir hudabinlikle bakıyor. Çabalıyor ama çabalarının sonuçsuzluğuyla da bahtına küsmüyor.

Büyüde ise tam tersi bir durum var: Büyü yapan bencilliğinden kurtulmuş değil. Arzusunun evrenle uyumunu arıyor değil. Tevhidî bütünlüğün parçası olmayı kabullenebiliyor değil. Ya? Menfaati ekseninde herşeyin şekillenmesi arzusunda. "(…) gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm ediyor." Nasıl? Sevdiği adama/kıza meşru yollardan kavuşamıyor mesela. Doğru olan takdir-i Huda'yı kabullenip kadere tevekkül etmekken o başaramıyor. Teslim olmak yerine teslim almayı deniyor. Kendisi günaha girdiği gibi sevdiğine de zarar veriyor. Büyülediği ne kendisine ne de başkasına gönül huzuruyla yâr olabiliyor.

Nazara karşı "Maşaallah!" dememizde de böyle bir mananın izleri var sanki. Maşaallah ne demek arkadaşım? Ben şöyle biliyorum: "Allah dilemiş!" veya "Allah ne güzel dilemiş!" demek. Yani orada kendine birşey hatırlatıyorsun. Onun öyle olmasının Allah'ın takdiri olduğunu anımsatıyorsun. "Dur!" diyorsun tabir-i caizse kendine. "Dur bakalım! Çok beğendin. Hatta kıskandın. Başkasında olmasına içinden hüzünlendin. Hased ettin. Tamam. Ancak hatırla! Bu güzelliğin şurada olmasını takdir edeni hatırla. Onun öyle olmasını Allah diledi. Allah'ın dilediği elbet de en uygun olandır. Onun hikmetinden, rahmetinden, ilminden ve takdirinden razı ol. Rızasını ara. Düşün. Düşün ki, o neyi dilemişse, nasıl dilemişse, en uygunu odur." Evet. Kendi nazarımıza karşı dahi böyle bir tedbir alıyoruz. Tevekkül çağrılıyoruz.

Asıl söylemek istediklerime geleyim hızlıca. Bugün Kur'an okurken iki ayet arasındaki ilgi dikkatimi çekti. Yunus sûresi 2. ve 3. ayetler. Kısa bir mealiyle bize şöyle buyururlar kendileri: (2): "İnsanları (eğri yolun sonundan) korkut, inananlara Rableri nezdindeki yüksek makamları müjdele, diye içlerinden bir adama vahyimizi göndermemiz onlara tuhaf mı geldi? Kâfirler: 'Hiç şüphesiz bu besbelli bir sihirbaz!' dediler." (3): "Rabbiniz o Allah’dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arş üzerine istiva etti (hükmü altına aldı), işi tedbir eyliyor. İzni olmaksızın hiçkimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Ona ibadet ediniz! Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?"

İşte burada da Ebubekir Sifil Hoca'nın öğrettiği 'tevekkülsüzlük-büyü' ilişkisinin izlerini gördüm ben kendimce. "Allahu'l-a'lem" kaydıyla diyelim. İzahına girişelim. Öncelikle şuradan başlayalım: 3. ayette kâfirlerin 2. ayetteki tuhaf buluşlarına Cenab-ı Hakkın eserlerinden isimlerine-sıfatlarına-şuunatına çıkan bir bakışla cevap var. Deniliyor ki âdeta 3. ayette: Gökleri ve yeri altı günde yaratan, arşı hükmü altına alan, bunca varlığın tedbirle işini gören, izni olmaksızın şefaat edilemeyen böyle bir Rab, böyle bir Allah, böyle bir Subhan, mümkün müdür ki sizin işlerinizi başıboş bıraksın. Nübüvvet eliyle onlara karşı da tedbirler söylemesin. Vahyiyle bizzat ikazlarda bulunmasın. Kainata böylesine anlarına/zerrelerine sirayet eder bir ilgi göstersin de sizin gibi pek kıymetli sanat eserlerini ilgisiz bıraksın. Bunu tuhaf bulmanız normal mi? Aslında sizin bunu tuhaf bulmanızı tuhaf bulmak lazım. Demek ki siz Rabbiniz olan Allah'ı hakkıyla tanıyamamışsınız. Marifetinizdeki eksikten dolayı böylesi herzeler yumurtluyorsunuz. Utanmadan 'büyü' diyorsunuz.

'Büyü' ne demek? Yani siz bu olanı, size içinizden peygamber gönderilmesini ve onun da size vahyi iletmesini, kainat algınızla uyumsuz gördünüz. Evrenin sizce devam edegelen düzenine bir arsız müdahale tevehhüm ettiniz. Arıza sandınız. Halbuki bu dediğiniz yalandır. Kainatın her neresine bakılsa nübüvveti ve vahyi gerekli kılacak, şahidi olacak, isbat edecek bir tedbir, bir düzen, bir ilgi görünür. Yani esasında bakış açınızdır tuhaf bulunması gereken. Çünkü âlemin her parçasını büyük bir uyumla idare eden, tedbirini gören, hükmü altına alan elbette insanı görmezden gelmez. Cenab-ı Hak böyle bir eksiklikten sonsuz derece yücedir.

Evet. Arkadaşım. Bu yazı da böylece hitama erdi. Umarım hisseni aldın. Alamadınsa bir de mürşidimin şu sözlerine kulak ver. Vaktiyle bana iyi gelmişlerdir. Sana da tesir ederler: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır. İmam-ı Rabbânî'nin (r.a.) dediği gibi: Melikin atiyelerini ancak matiyyeleri taşıyabilir."

13 Nisan 2019 Cumartesi

Mustafa Öztürk nereye koşuyor? (1)

Niyetliyim, 'gece üstü açılanların üstünü örtme bakanlığı' teklifimi devletime ileteceğim, çünkü büyük bir ihtiyaç var. Efendim, malum-u âliniz ya, yine de bir dokunmadan edemeyeceğim. Bu sıralar, gece eskaza üstü açılan bir kısım ilahiyatçılarımız, kalktıklarında, hakkın ve de insafın gereği olarak "Ulaan! Aboo! Galiba sabaha karşı tersimizden şeytan üfürdü!" diyemiyorlar da, yaşadıklarını 'büyük bir aydınlanmanın ruh-u tayyibelerine teşrif ettiğine' yoruyorlar. Sonra da yemeden-içmeden kesilip, hemen bir makale veya video döşenip, herzelerinden bütün âlemi haberdar ediyorlar.

"Allah herşeyi bilmez!" diyen Bayındır'lar mı dersiniz, "Namaz aslında üç vakittir!" diyen Yaşar Nuri'ler mi dersiniz, "Hadis usûlü aslında hadis uydurmanın usûlüdür!" diyen İslamoğlu'lar mı dersiniz, çeşidine/sürüsüne bereket bir 'aydınlanma eflasyonu' var. Muz cumhuriyetlerinde yatağından ilk kalkan generalin darbe yapması gibi gece üstünü daha açık bırakan ilahiyatçılarımız da ertesi günün en 'cool entelektüeller'i oluveriyorlar. Ellerine malayı alıp yeni bir din inşa ediyorlar. Aman ki sabahlar olmasın.

Allah hem razı olsun hem de sayılarını arttırsın, Ebubekir Sifil Hoca gibi, "Durun yahu! Bu din geçtiğimiz pazartesi gelmedi. 2000'lerin 19'unda cami avlusuna bırakılmadı. Bizim bir geçmişimiz var. 14 asır öncesinde bir kökümüz var. Koyulmuş hükümler var. Belirlenmiş esaslar var. Onlara gitmeyi öğreten usûller var. Hepsinden ötesi, bu ümmettin, zamanın her dilimine ve dünyanın her coğrafyasına yayılmış bir yaşanmışlık mirası (geleneği) var. Onlara dikkat edin. Sözlerini kollayın. Tavsiyeleriyle hareket edin. Haltetmeyin!" diyen salih âlimlerimiz sayesinde bizler de bu herzelerin götürebileceği uçurumlardan haberdar oluyor, ne kadar becerebilirsek, içimizde-dışımızda kaymalara karşı tedbir alıyoruz. Elhamdülillah.

Fakat, acayibin en acayibi, her ilim âlimlerine sığınılarak ayakta durur, bizse bu yeni nesil ilahiyatçılardan avamımıza sığınıyoruz. Onların sâfi kalplerinde şunların her türden çerçöple karışmış aklından daha fazla nur buluyoruz. Evet. Ahirzamanın ümmete yaşattığı "Yaşa ki neler göresin!" denilecek ne ilginçlikler var. Rabbim muhafaza eylesin. Âmin.

İşte 'gece üstü açık kalmışlar' âleminden dünyamıza teşrif edenler arasında bu sıralar Mustafa Öztürk ismi ayrı bir nurla çağıldıyor. Güneş gibi ehl-i bid'a dünyasını aydınlatıyor. Ya? Aaa! Duymadınız mı? Fakat nasıl olur? Pek ilgili değilsiniz demek ki bu konulara. Cık, cık, cık. Halbuki duymuş olmanız lazımdı. Ortalık çalkalandı canım.

Ne mi söyledi? Şeeey. 'Gece üstü açık kalmışlar' âleminde çok önemli birşey değil. Fakat sıradan mü'min boyutumuzda insanın yüreğine indirecek şeyler. "Mesela?" Hani, bizim Allah'ın kelamı diye iman ettiğimiz Kur'an var ya. "Eeee?" İşte o meğer tam da öyle değilmiş. "Yaaaa! Aaaa! Ya neymiş?" Meğer Aleyhissalatuvesselamın kalbine mana olarak geliyormuş. Lafızlarını ise kendisi belirliyormuş. Müellifi o yani. Yazarı canım. İşte bunun gibi şeyler. "Peki böyle olursa Kur'an insan sözü olmaz mı?" diye soracaksın. Ben de merak edip sordum. Yok. Olmuyormuş. Sevenleri öyle diyolaaağ. Çok da açık edemiyolaaağ. Yersen.

Bin kere elhamdülillah ki yemedik. Yiyemedik. Çünkü birşeyin 'manası' ile 'lafzı' arasına konulan ayracın, daha bırakılır bırakılmaz, 'ikisinin tastamam aynı şey olmadığını' imâ ettiğini anladık. Lise seviyesindeki edebiyat eğitimimiz dahi böyle bir farkı anlamaya yetti.

Yani, Kur'an'ın manasının Allah'tan, lafzının ise Aleyhissalatuvesselamdan geldiğini söyleyenler, aynı zamanda 'yolda birşeylerin değiştiğini de' imâ etmiş oluyordular. Bu imâ ve içerik ile ancak 'mana' ile 'lafzın' arasını açıyordular. Bu demekti ki: Belki de Aleyhissalatuvesselam birşeyleri 'eksik' ifade etti. Bu demekti ki: Belki de Aleyhissalatuvesselam bazı şeyleri 'yanlış' aksettirdi. Bu demekti ki: Belki de Aleyhissalatuvesselam Kur'an'da beşerî malzeme kullandı. Yani mana olarak gönlüne inen ezelî vahyi, güya, diliyle fanî insan işi etti. Peki sahiden Kur'an böyle miydi?

Cenab-ı Hak böyle düşünmekten cümle mü'minleri muhafaza eylesin. Böylesi bir şüphe Kur'an'a bir kere kondurulduğu zaman ne olur biliyor musunuz? Dinin bütün parçalarına aynı soru cümlesi gider: "Ya bu söylenen tam da Allah'ın muradı gibi değilse?" Nasıl ki, Aleyhissalatuvesselamın 'ismetine/günahsızlığına' inanmamak, onun eylediği/öğrettiği işlerde "Ya burada hataya düştüyse!" şüphesine neden olur ve kalpte dinin muazzez kudsiyeti söner; aynen öyle de; Kur'an'ın kelam-ı beşer farzedilmesinde de benzer bir şüphe kelamullahın her köşesine siyaret edip mü'minin imanını kemirir-dişler. Çünkü içimizde en cahil bile bilir ki: Birisi, bir başkasının sözünü aktardığında, onun tam olarak ne söylediğini doğru şekilde aksettirmeyebilir. Hatta bu iki kişinin aralarındaki makam mesafesi arttıkça hata ihtimali de giderek artar. Bir matematikçinin söylediklerini bir çoban dostlarına ne kadar aksettirebilir? Bir filozofun beyanlarını bir çocuk ne kadar doğru aktarabilir? Bir insan Allah'ın 'Kelamım!' dediği vahyini ne denli 'kelamullah' ölçüsüne uygun nakledebilir?

Öyle ya! Kur'an'ın içindeki üslûp hiç de "Ben Allah'ın kalbime indirdiği manadan böyle anladım!" üslûbu değildir. Kur'an'ın içindeki cümlelerde apaçık anlaşılan odur ki: Âlemler Rabbi konuşmaktadır. Eğer, bu söz hakikaten Allah'ın sözü değilse, o zaman imâ edilen (aman Mustafa Öztürk fanatikleri kızmasın) Aleyhissalatuvesselamın kendisini Allah'ın yerine koyup öylece konuştuğu değil midir? Hâşâ. Yüzbin kere hâşâ! Böyle herzeleri uyduranlar 'hâşâ' demeyi bilmez. Biz diyelim. Dilimizden Allah'a sığınalım.

Mürşidim bir yerde benzer sadedde kendisine gelen bir soruyu zikreder: "Şeytan döndü yine dedi ki: Kur'ân'ın meseleleri gibi, çok zatlar o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?" Onun cevabı ise, Mustafa Öztürk'ün rağmına, şöyledir: "Evvelâ: Dindar bir adam, din muhabbeti için, 'Hak böyledir, hakikat budur, Allah'ın emri böyledir' der. Yoksa Allah'ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah'ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz. 'Allah adına yalan söyleyenden daha zalim kim vardır?' düsturundan titrer."

Devamında ontolojik/yapısal olarak bu durumun imkansızlığını ise şöyle izah eder: "Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler, muvakkaten insanları iğfal ederler, fakat daimi iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, alâ külli hal, etvar ve ahvâli içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek. Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak, belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki: 'Bu sahtekârdır!' İşte—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Kur'ân beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz, hakikî bir yıldız olarak rasat ehline görünsün?"

Yani Mustafa Öztürk ve emsalleri savunmaktadır ki: Ateşböceği bizleri yıldızlıkla kandırmıştır. Aynadaki güneş kendisini gerçek güneş diye bize satmıştır. Herkes de yemiştir. Fakat, nereden başladık, nereye geldik. Yazıyı da uzattıkça uzattık. Hem eyvahlar olsun. Başlarken asıl dokunmak istediğim meseleye ise hiç gelemedim. O zaman bir devam yazısı için şuracıkta sözverelim. Cenab-ı Hak nasip ederse, inşaallah, bu meseleyi Telvihat-ı Tis'a'dan bir alıntı ekseninde tekrar değerlendirelim. Tevfik Allah'tan. Hamd ise yalnızca Ona.

24 Mart 2019 Pazar

Peygamberi arkadaşa dönüştürmek...

Bir zamanlar ebeveynler-çocuklar arasında mesafe olmaması gerektiğine dair çok şeyler yazılır-çizilirdi. Şimdilerde bakıyorum, pedagojide de birşeyler değişmiş durumda, onlar da 'sınırların gerekliliğinden' bahsediyorlar. Hatta daha ileriye gidip 'eğitimin sınırsız mümkün olmayacağını' söyleyenler de var. Yani geçerse 'cıs' olacağını düşüneceği belli noktalar olmalı çocuğun. Olmalı ki üzerine birşeyler inşa edilebilsin. Daha yola başlarken sınır falan tanımayana yolun geri kalanında lazım olacak sınırları öğretmek zor oluyor. Sevginin bile tezahürleri saygı üzerinden okunuyor. Yani kişi saygı duyuyorsa seviyor. Seviyorsa saygı duyuyor. Saygısızın sevdiğine de inanılmıyor.

Kendi cümlelerimle anlatacağım. Kırılıp dökülen varsa bana aittir. Yanlış hatırlamıyorsam bir Riyazü's-Salihîn dersindeydi. Ebubekir Sifil Hoca, modernistlerin, "Kur'an'ın ulaşılabilirliği" temelli gelenek/ehl-i sünnet eleştirilerini masaya yatırıyordu. Ve nihayetinde diyordu ki: Bu insanların Kur'an'a hürmet öğütleyen kudsî metinlere, anlatılara ve hatta fıkhî hükümlere 'Mushafla aramıza mesafe koyuyorsunuz. Ulaşmamızı engelliyorsunuz. Sizin yüzünüzden onu hayatımıza katamıyoruz!" şeklindeki saldırılarının onları getirdiği nokta Kur'an'ı 'daha iyi yaşamak' olmadı. Ya? Kur'an'ı 'hayatlarındaki herhangi bir metin haline getirmek' oldu.

Hakikaten de Allah lafz-ı mübarekinin ardından 'celle celaluhu' demeyi 'yağcılık' sayan, Kur'an'da ismi geçen peygamberler için dahi 'aleyhisselam' veya 'hazreti' demeyi 'abartı' gören, elinin-elbisesinin-halinin kirini düşünmeden Mushafa dokunabilen, hatta, bundan bin beteri, ayetleri kirli niyetlerinin 'entelektüel eğlence'sine dönüştürebilen bu zihniyetin ürünlerini çoklukla sağımızda-solumuzda görmeye başladık.

Yani 'zamanın müfessirliği' birçok tersi örneği yaşatarak bize gösterdi: Kur'an'ın Mushafına duyulan hürmet bir silsile şeklinde onunla ilgili her tavrımıza yansır. Ona dokunurken temiz olmaya dikkat eden hakkında konuşurken de temiz niyetli/amelli olmaya çalışır. Mushafla muhatabiyetinde bazı sınırlar olduğunu kabul eden içindeki mübarek manalar hakkında düşünürken/konuşurken de sınırlarını bilir. Eğer bu türden davranışları birer 'abartı' olarak görüyorsa, kişi, artık Kur'an'ın kendisine buyurduğu hakikatlerde de 'abartılar' bulmaya başlar. Belki Abdulaziz Bayındır gibi en nihayet "Allah herşeyi bilmez!" deyu içindeki rezilliği patlatır.

Ben şimdi bunun benzeri bir saldırının Allah Resulü aleyhissalatuvesselam ile muhatabiyetimizde de yapıldığını görüyorum. Salavat getirmenin gereksizliği üzerinden başlayan ilk adımlar en nihayet Aleyhissalatuvesselama 'Arkadaşım Muhammed' deyip asker arkadaşı kıvamında muhatap olmaya kadar vardı. Bunun sonucu bir öncekinden farklı olacak mı? Bence kesinlikle olmayacak. Yine 'daha çok hayata katma' iddiasıyla hürmeti törpüleyenler 'daha çok sıradanlaştırma' meyvesini devşirecekler. "Aman bizden uzakta olmasın!" diye duvardan indirdikleri Mushafın masanın üstünde gazete kağıdı gibi serildiğine şahit olacaklar. (Allah muhafaza eylesin.) Belki zaten amaçladıkları da bu. Allahu'l-a'lem.

Ben şimdi Bediüzzaman'ın, Mucizat-ı Ahmediye ismiyle de meşhur, 19. Mektup'ta verdiği iki örneği ve sonunda söylediği mühim bir hakikati bu yaşadıklarımızla ilgili olarak tefekkür ediyorum. Diyor ki orada mürşidim:

"(...) Şimdi, o çekirdek ve o yumurtanın evsâfını ağaç ve kuşun evsâfıyla raptedip bahsetmekte lâzım gelir ki, her vakit akl-ı beşer başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin—tâ işittiği evsâfı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa, 'Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım' ve 'Şu yumurta, cevv-i âsumanda kuşların sultanıdır' dese, tekzip ve inkâra sapacak.

İşte, bunun gibi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın beşeriyeti, o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise, şecere-i tûbâ gibi ve Cennetin tayr-ı hümayunu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için, çarşı içinde bir bedevî ile nizâ eden o zâtı düşündüğü vakit, Refref'e binip, Cebrail'i arkada bırakıp, Kàb-ı Kavseyne koşup giden zât-ı nuranîsine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmâresi inanmayacak.
"

Evet. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şahs-ı manevîsine nazar etmek, bu şahs-ı manevînin ifade ettiği büyüklüğe karşı hürmet etmek, onu 'beşer üstü'leştirmek değil, hakikatini hakkıyla ortaya koymaktır. Bunun dışında yapılacak şeyler, tıpkı Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği gibi, Aleyhissalatuvesselamı sıradanlaştırmaya doğru gider. Onu sıradanlaştıranlar ise, sadece mübarek zatını değil, onunla gelen mesajı da sıradanlaştırır. Hürmetini yitirir. Şevkini kaybeder.

Yani, özetle, demem o ki muhterem okuyucularım: Siz 'siz' olun. Üzerine bir parmak bal sürüldü diye böylesi domuz niyetli söylemleri yemeyin. Hürmetsizlik aşılayan nasihatlere prim vermeyin. Zira Allah'a hürmet etmeyen Allah'a hakkıyla inanmaz. Kur'an'a hürmet etmeyen Kur'an'ı hakkıyla tefekkür etmez/edemez. Aleyhissalatuvesselama hürmet etmeyense onu peygamberliğini hakkıyla tanıyamaz. Hürmet müslümanda imanının özbir kardeşidir. Canının canıdır. Ruhunun ruhudur. Sakın ha sakın. Aman ha aman. Özsuyunu kurutursanız ağacınızın daha iyi serpileceğini söyleyenlere inanmayın.

12 Temmuz 2018 Perşembe

Delikleri kapamak...

Geçenlerde eve kertenkele girdi. Evet. Yanlış duymadınız. Kertenkele. (Yazları sürpriz ziyaretler yapıyorlar.) Bu vesileyle ailecek internette bir miktar araştırma da yaptık. "Kertenkele nasıl yakalanır? Kertenkeleden nasıl kurtulunur? Kertenkeleleri evden uzak tutmanın bir yolu var mı?" Bu türden başlıklar altında taramalar yaparken ilginç bir tavsiyeye rastladım. Hikmetli göründü. (Bir tür 'önleyici tedbir' diyelim.) Diyordu ki tavsiyeyi yazan arkadaş orada: "Evinizde çukur/delik varsa onları mutlaka alçıyla/betonla kapatın. Kertenkele yuva yapabileceği bir yer bulamazsa, durmaz, gider."

Bu bilgiyi okuyunca aklıma içinde 'kertenkele' geçen bir hadis-i şerif geldi. Meşhurdur, zaten bilirsiniz, ama hatırlatmış olayım: “Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.) naklediyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam şöyle buyurdu: 'Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz/onların inançları ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir keler/kertenkele deliğine girecek olsalar, siz de onları takib edeceksiniz.' Sorduk: 'Ya Resulallah (takib edeceğimiz bu topluluklar) yahudiler ve hristiyanlar mı olacak?' Şöyle buyurdu: 'Ya başka kimler olacaktı?'" (Buhari, Enbiya 50)

Ebubekir Sifil Hocanın seminerlerini/derslerini takip edenler bilirler ki, kendisi, bu hadis-i şerifle işaret edilenlerden birisinin de 'modernizm belası' olduğunu söyler. Yani, ehl-i kitap, dinlerini tahrif etmede hangi yöntemleri kullanmışlarsa, müslümanlar da (en azından bir kısmı da) dinlerini tahrif etmek için aynı yöntemleri kullanacaklardır. Bu tahrif yöntemlerinden en kullanışlı birisi de 'yorumlama'dır. Geçmiş ümmetler, dinlerini tahrif etmek için, nasıl kutsal metinlerini zamanın ilcaatına, hevalarına veya menfaatlerine göre yorumlara tâbî tutmuşlardır; bu ümmetin ahirinde de buna cüret edenler çıkacaktır. Hatta onlar bu konuda 'taklitçiliği' öyle bir noktaya getireceklerdir ki, diğerlerinden birisi metod olarak 'bir kertenkele deliğine' girse, arkasından şunlar da gireceklerdir.

Ebubekir Sifil Hoca, tam bu noktada, hadis-i şerifin mucizevî bir yanına dikkatlerimizi çekiyor. Ve hatırlatıyor: Hakikaten de bugün İslam dünyasında 'modernist/ehl-i bid'a söylemlere sahip olanların önderleri, ümmetin salih selefleri değil, müsteşriklerdir. Hangisinin uydurduğu yalan, kurguladığı cerbeze, üfürdüğü safsata kovalansa, müsteşriklerin/oryantalistlerin kullandığı bir argümana çıkar. Kendisinin bu bâbda aktardığı örnekler çok olduğundan, onları nakletmek yerine, meraklılarını eserlerine havale edelim.

Benimse şimdilerde dikkatimi çeken diğer birşey şu: Bediüzzaman'ın aynı yaraya parmak basan bir eserinin başında kullandığı ifadeler. Hangi eser bu? İçtihad Risalesi. Girişi ne söylüyor bize? Hemen alıntılayalım: "Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak, gark olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid'aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir."

İşte, ben, burada Bediüzzaman'ın kullandığı 'duvarlarda delikler açmak' ifadesinden internette okuduğum 'kertenkeleye yuva yapacağı delik bırakmama' tedbirine, oradan da hadis-i şerifteki 'kertenkele çukuruna girecek olsalar' teşbihine bir yol buluyorum. Öğrendiklerimle bütün bunları birbirleriyle ilişkilendirebiliyorum.

Bence mezkûr benzetmeler aynı noktaya nazarımızı çeviriyor: Ahirzaman şartlarında içtihad kapısından girilmesini tavsiye etmiyoruz, hoş bulmuyoruz, onaylamıyoruz. Neden? Çünkü yüzü yoruma benziyor. (En azından gafillerce benzetiliyor.) Kertenkeleler de kendilerine girecek yer buluyor. Yuvalanıyor. Kalıyor. Deliğin açılmasındaki niyet ne olursa olsun, varlığı, kerketenkele tabiatlılar için fırsata dönüşüyor. Yani, arkadaşlar, sorun kapının kendisinde değil. Ahirzaman sıcağında kertenkele tabiatlıların çoğalmasında.

Bu açıdan, Bediüzzaman'ın mezkûr eserinde saydığı 'altı mani' (tıpkı nette okuduğum şekilde) 'birer önleyici tedbire' dönüşüyor. 'Evdeki kertenkeleler'den kurtulmanın yolu bu olduğu gibi 'dindeki kertenkeleler'den kurtulmanın yolu da bu: "Delikleri kapamak."

3 Mart 2018 Cumartesi

İslam'ı güncellemek isteyen yerelliğini kaybeder

Şu mesele Ebubekir Sifil Hoca'nın derslerinde sıklıkla dikkat çektiği birşeydir: Mü'min ve müslüman kavramları, ayrı metinlerde kullanıldıklarında aynı şeyi ifade ederlerken, aynı metinde kullanıldıklarında ise ayrı şeyleri ifade ederler. Mürşidim bu sadedde (yani ayrı şeyleri ifade etmeleri sadedinde) der: "İslâmiyet iltizamdır; iman iz'andır. Tabir-i diğerle, İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir." Ve tarifinin devamında şöyle bir örnekle sözlerini açıklar:

"Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; 'dinsiz bir Müslüman' denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; 'gayr-ı müslim bir mü'min' tabirine mazhar oluyorlar."

Bense, burada yapılan izahları, 'parça-bütün' sembolizmi içinde bencileyin şöyle anlar ve anlatırım: Parçanın, içinde yeraldığı bütünün anlamını, 'en genel biçimde' onaylaması imanıdır. Çünkü ancak bu kabullenişle o bütünün bir parçası olabilir. Ondan sayılabilir. Ona dahil olabilir. İsmini alabilir. Kapsamına girebilir. Ancak aynı parçanın, bütünün diğer parçalarının da anlamını tasdik etmesi veyahut da bütünlüğün icap ettirdiği tüm gerekleri yerine getirilmesine taraftar olması, imanından ayrı olarak, onlardaki teslimiyetiyle ölçülür.

Yani mü'minlik genel manada 'itikadî' bir onaylayışı içerirken; müslümanlık detaylara da nüfuz eden 'amelî' bir tasdik edişi ortaya koyar. Meşhur Cibril (a.s.) hadisinde Efendimiz aleyhissalatuvesselamın "İman nedir?" sorusuna "Allah'a, Allah'ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır!" şeklinde cevap vermesi, fakat "İslam nedir?" sorusuna "İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir!" cevabını buyurması da bize benzer bir sırrı fısıldar: İslam amele yakındır. İman itikada yakındır.

Elbette bu durum, Ebubekir Sifil Hoca'nın isabetle ifade ettiği gibi, nüans içerdikleri hissettirilir şekilde kullanıldıkları durumlara dairdir. Yoksa, ayrı ayrı kullanımlarında mü'min müslümanlığı, müslümanlık da mü'minliği karşılar. Birisiyle diğeri de kastedilir.

Peki, durmayalım, İslam ve imanın farkını anlamada biz de kendimize bir misal bulalım. Belki şunu kullanabiliriz: Üzerinde yapıldığı firmanın ismi ve seri numarası olan bir motor parçası düşünelim. Tam da kullanılması gereken yerde takılı olsun. Bu motor parçasının şu hali der ki: "Ben iman ettim ki şu firmanın motor üretiminde kullandığı bir parçayım." Fakat aynı parçanın gereğince görevini yerine getirmediğini düşünelim. Hatta motorun yapmak istediği bazı şeylere de engel olduğunu tasavvur edelim. İşte, o zaman bu motor parçası 'iman'ı olduğu şeyde 'İslam'ı olmadığını gösterir bize. Çünkü motorluğun gereklerine taraftarlık göstermez. Hatta o hareketlerin bazılarına itiraz da eder.

Bu da, Kur'an'da 'amenu ve amilu's-salihat' şeklinde geçtiği üzere, salih amelin neden imanın en yakın arkadaşı olarak anıldığına dair bir hikmeti gösterir bize. İmanın insanda tamam olması için İslam'a ihtiyacı vardır. Hem mürşidim de aynı metnin ahirinde der: "İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz."

Asıl konumuza gelelim. Son zamanlarda yaşadığımız 'yerli ve milli' tartışmaları içinde Bediüzzaman'ın yukarıdaki tariflerinin önemli birşeyi daha söylediği kanaati hasıl oldu bende. O da şudur: Birşeydeki yerellik ondaki İslamiyet ile mümkündür. Ne demek bu? Soruya cevap vermeden önce Barla Lahikası'na uzanıp bir parça daha alıntı yapmak istiyorum:

"Müslim-i gayr-ı mü'min ve mü'min-i gayr-ı müslimin mânâsı şudur ki: Bidayet-i Hürriyette, İttihatçılar içine girmiş dinsizleri görüyordum ki, İslâmiyet ve şeriat-ı Ahmediye, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve bilhassa siyaset-i Osmaniye için, gayet nâfi ve kıymettar desâtîr-i âliyeyi cami olduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle şeriat-i Ahmediyeye taraftar idiler. O noktada Müslüman, yani iltizam-ı hak ve hak taraftarı oldukları halde, mü'min değildiler. Demek, 'müslim-i gayr-ı mü'min' ıtlakına istihkak kesbediyordular. Şimdi ise frenk usulünün ve medeniyet namı altında bid'atkârâne ve şeriat-şikenâne cereyanlara taraftar olduğu halde, Allah'a, âhirete, Peygambere imanı da taşıyor ve kendini de mü'min biliyor. Madem hak ve hakikat olan şeriat-ı Ahmediyenin kavânînini iltizam etmiyor ve hakikî tarafgirlik etmiyor, gayr-ı müslim bir mü'min oluyor."

Burada görüldüğü gibi: Bediüzzaman, ahiret nokta-i nazarında her iki grubun da ehl-i necat olmadığını düşündüğü halde, birinci grubun tavrını 'İslam siyasetine' veya 'siyasal İslam'a bakan yönleriyle daha olumlu buluyor. Yani, tamam, şu yukarıdaki iki duruş da ahiret saadetini kazandırabilecek duruşlar değiller. Allah'ın bizden asıl istediği duruşlar değiller. İdealimiz değiller. Bunun altını çiziyor. Fakat birincilerin duruşu, dolaylı da olsa, ümmetin saadetine hizmet edebilir bir duruş. Güçlendirebilir bir duruş. İşte, benim 'yerli ve milli' tartışmalarıyla bu metin arasındaki kurduğum ilgi de, arkadaşlar, şuradan besleniyor.

O bütünün parçası olarak dünyaya gelmemiş olabilirsiniz, hatta genel anlamda o bütünün anlamına iman etmiyor da olabilirsiniz, fakat bütünün işleyişinin detaylarını onaylıyor, destekliyor ve tarafgirlik gösteriyorsanız bu size bir 'yerellik' kazandırıyor. Hatta diyebiliriz ki: Hangi bütünlüğün iltizamlarına taraftarlık gösteriyorsanız onun parçasısınız. Türkiye'de doğup ABD'nin menfaatlerine taraftarlık gösteriyorsanız aslında oranın parçasısınız. Oranın yerelisiniz.

Yeri geldi. Ebubekir Sifil Hoca'nın, asırlar boyu İslam beldelerinde yaşayan gayrimüslimler hakkında kullandığı, 'kültürel olarak müslüman' ifadesini burada anmak istiyorum. Çünkü yukarıda arzettiğim şeye güzel bir delil oluşturuyor. Çok duymuşsunuzdur ya yine de anayım: Adam hristiyan. Oruç tutmuyor, namaz kılmıyor, kurban kesmiyor ama Ramazan'da çocuğunu sokakta birşey yerken görürse gazaplanıyor.

İslam'ın toplumsal tezahürlerine yapılmış bir saldırıyı kendisine yapılmış gibi karşılıyor. Çünkü detaylarda İslam'ın uygulamalarına bir taraftarlığı var. İslam'ın toplum hayatındaki yansımalarından hissesiz değil. Payına düşen terbiyesini almış. İşte bu gibiler, Ebubekir Sifil Hoca'nın güzel tarifiyle, 'kültürel olarak müslüman' oluyorlar.

Ancak bir başka zümre daha var. Adı müslüman. Kendisine sorsan ondan daha mü'mini yok. Fakat ezanı duysa rahatsız oluyor. Başörtüsü görse kıllanıyor. 'Namaz' desen kaçacak yer arıyor. Dinî birçok emrin, hem de açıkça, aleyhinde bulunuyor. Belki de değişmesi gerektiğini söylüyor. İşte, bu durum, o insanın yerelliğini çoktan kaybettiğini gösteriyor. Çünkü bütününe iman ettiğini söylediği şeyin detaylarına/uygulamalarına itirazları var. Sahada muteriz. Üzerinde fabrikasının ismi olsa da motorun işleyişinden rahatsız.

Böylece benim kafamda, tekfirden uzak bir şekilde, yerellik tanımı şöyle şekilleniyor: Parçası olduğun bütünün detaylardaki tasarruflarına taraftarsan yerelsin. Güzelce çalışmasının devamını istiyorsan yerelsin. İltizamlarını haklı buluyorsan yerelsin. Hatta bütünün parçası olmasan bile, çalışmasından mutlu olduğun bir bütünlük varsa, onun yerelisin. Osmanlı ordusunda Yunan'a karşı çarpışan bir Rum askeri gibisin.

Öteki türlü, ismen/cismen mü'min de olsan, imanın gerektirdiği emir/nehiy taraftarlığı sinende yer tutmadığı için, bütününün hilafına işlemeye başlarsın. Farkında ol veya olma. Bütüne taş koyarsın. İyiliğini isterken kötülüğünü getirirsin. Nitekim, herbirimiz, yakın tarihte şahit olduğumuz olayları zihnimizden bir geçirebilsek, şunlara çok örnekleri oradan bulabiliriz. Hatta teorim o ki: Bediüzzaman, Eski Said döneminde geçen şu tartışmayı tahattur edip naklederken de benzer tecrübelere yaslanıyordu. Kimbilir? Allahu'l-alem.

12 Şubat 2018 Pazartesi

Bediüzzaman hürriyetten vazgeçti mi?

Ebubekir Sifil Hoca bu yakınlarda izlediğim bir Riyazü's-Salihîn dersinde (Hayırlı İşlere Koşmak 1) "Yararlı işler görmekte acele ediniz. Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü'min olarak sabahlar, kafir olarak geceler; mü'min olarak geceler, kafir olarak sabahlar. Dinini küçük bir dünyalığa satar!" hadisini izah sadedinde (bilmana) dedi ki:

"Bu hadisin haber verdiği şeylerden birisi de 'fitne zamanı'nın amel-i salihte muvaffakiyetsizliğe sebep olacağıdır. Hakikaten de, ahirzaman geldiğinde insanlar, amellerini tam bir ihlas ile yerine getirmekte zorlanacaklar..." Ve devamında, Ebubekir Hoca, mezkûr muvaffakiyetsizliğin 'niyet'ten başlayıp 'ahirzaman psikolojisine' kadar uzanan yönlerine dair önemli teşhislerde bulundu. (Merak edenleri internetteki kaydına havale ederim.)

Allah razı olsun. Bu ders Risale-i Nur'da kısa zaman önce dikkatimi çeken bir hususu aydınlatmamda bana yardımcı oldu. O husus da şudur: Mürşidim Eski Said döneminde yazdığı Mesnevî-i Nuriye'de diyor: "İ'lem: İman ilimlerinden sonra en mühim ve en lüzümlu şey amel-i salihtir. Zira Kur'an-ı Hakîm devamlı şekilde 'İman eden ve amel-i salih işleyenler' der. Evet, bu kısa ömür, ancak en ehemmiyetli olan şeye yeter." Fakat daha sonra, yani Kastamonu Lahikası'nın telif edildiği dönemde (aynı dönemin II. Dünya Savaşı gibi delidolu eylem yıllarına denk geldiğini de akılda tutalım), sanki bu konudaki vurgusunu değiştiriyor:

"Bugünlerde, Kur'ân-ı Hakîmin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef'a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü'l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır..."

Ben de Ebubekir Sifil Hoca'nın dersinin ardından düşündüm: Eski Said'den Yeni Said'e dönüşümün izlerinden birisi de burada saklanıyor olabilir. Eski Said'in, özellikle İstanbul hayatı sırasında yaptığı, dinamik 'hürriyet' vurgusuna bedel, Yeni Said'in kendi şartlarında ve elinden geldiğince yaptığı 'asayişi muhafaza' çağrısı, yine yukarıdaki hadis-i şerifin sırrınca, önemli hakikatler fısıldıyor olabilir. Çünkü hakikaten 'hürriyet' ile 'amel-i salih' arasında 'asayişi muhafaza' ile 'takva' arasındakine benzer bir anlam/yöntem ilgisi vardır.

Birinciler fethedicidir. İkinciler koruyucudur. Birinciler taaruzcudur. İkinciler savunmacıdır. Birinciler kılıçtır. İkinciler kalkandır. Birinciler genişleticidir. İkinciler mevcudu muhafazaya çalışırlar.

Hem şu da bir gerçektir: Asayişi bozacak şekilde amellerinde ifrat eden bir hürriyet talebi 'anarşiye' sebep olabileceği gibi, hürriyetleri görmezden gelecek şekilde şiddetlenen bir asayişi muhafaza kaygısı da 'zulümlere' sebep olabilir.

Belki Bediüzzaman'ın Eski Said döneminde yaşadıkları üzerinden Yeni Said'e taşıdığı bir tecrübe de budur: Güvenlik özgürlüğün önsözüdür. Eğer hürriyetten önce/beraber emniyet tesis edilmezse, talep edenlerle-edilenler arasında güven ortamı oluşmazsa, bu tarz talepler daha şiddetli istibdatları doğurmakla aksü'l-ameli netice verirler. Şu derdin de devası, belki hürriyet ile asayişi muhafazanın barıştırıcısı, müsbet harekettir. Yani hayrı talep ederken veya doğruyu dillendirirken bireyin, toplumun veya devletin güvenlik algısını bozmayacak şekilde hareket etmektir.

Baba, oğluna istediği hürriyet verir, ancak ondan karşılığında edep ve hürmet görmezse müstebitleşir. Devlet, halkına hakkı olan özgürlüğü tanır, ancak karşılığında emniyet ve itaat görmezse azgınlaşır. Hem bazen iyi niyetli amel edişler dahi sonuçları kestirilemeyerek yıkımlara neden olabilir. Yine bir hadisin ifadesiyle, fitne zamanı müslümanların oturanını ayakta olanından hayırlı kılan şey, biraz da bu türden amellerin kime/neye hizmet ettiğinin belli olmamasından kaynaklanan bir endişe olabilir mi? Bana bu ihtimal kuvvetle muhtemel geliyor. Neden? 'Uçları ecnebi elinde' bir manipülasyon alanında eylenen herşeyin nereye varacağını da elbette tezgâhın sahipleri belirler. Kullanılmaktan uzak kalabilmek ise ancak kenarda kalabilmekle mümkündür.

Bediüzzaman, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, 31 Mart'tan Şeyh Said Hâdisesi'ne yaşadıklarıyla elbette kendi içinde de bir noktaya geldi. Zamanın müfessirliğini bu olaylar üzerinden de okudu. Fakat zaman durmuyor ki! Gezi'den beri yaşadıklarımızla ben de şöyle bir noktaya geldim: 'Mümkün olanın' güzelliğini bozmamaya çalışmak 'mümkün olabilecek' güzellikleri istemekten önce gelir. Daha fazla güzellik istemek ancak eldekinin de yitirilmeyeceği bir üslûpla, ölçüde ve dengeyle mübarektir. Yoksa, Orwell'ın Hayvan Çiftliği'nde başarıyla tasvir ettiği gibi, ütopyalar ancak karaütopyaların doğumuna annelik ederler. Yani: Işığı arzulamaktaki ifrat yeni bir karanlığın önsözü olur.

21 Eylül 2017 Perşembe

İlhamların kesilmesinden neden korkarız?

Vahiy ile ilhamın hem bir arkadaşlığı hem de çok büyük farkları var. Mürşidim de, başta umum-husus meselesi olmak üzere, pekçok açıdan bu farkları izah eder. Hemen yazının başında bunu ifade edeyim ki kavramlar ve karşılıkları karışmasın. Karıştırdığım sanılmasın. Şunu yazmaya bir cesaret buldum. Çünkü Bediüzzaman da insanı kainatın misal-i musağğarı (küçük bir nümunesi) olarak anmakla bana bu cesareti veriyor. Hatta burada da bırakmıyor. Levh-i mahfuz ile hafıza arasında, âlem-i misal ve rüya arasında, lümme-i şeytaniye ile şeytanın zatı hakkında öyle ilginç benzerlik ilgileri kuruyor ki, bencileyin, böylesi ilgilerin peşine düşmeden edemiyorum. İşte, bu yazıda, onlardan birisine dair aklımdan geçenleri sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Sürç-i lisanlarımız baştan affola. Fakat önce, ne demek istediğimi anlamanız için, yine mürşidimin bu benzerliği ortaya koyduğu bir yerden damlacık olsun alıntılayayım. Yemeğimiz onun tuzuyla ballansın:

"İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır. İnsanda bulunan nümunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır. Meselâ, nasıl ki insanda kuvve-i hafızanın vücudu, âlemde levh-i mahfuzun vücuduna kat'î delildir; öyle de, insanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla konuşan bir şeytanî lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiplerinin ihtiyarına zıt ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini, hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat'î bir delildir. Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerîrenin vücudunu ihsas ederler."

Şimdi, kendimce kurduğum benzerlik ilgisine gelirsem, evveliyetle şunu ifade etmeliyim: Bu tefekkürüm aslında bir korkumdan besleniyor. Ben, ancak yazarak bir işe yaradığıma inandığım için, başıma gelecek en büyük musibetlerden birisinin ilhamlarımın kesilmesi olduğunu düşünürüm. Ne zaman, beyaz bir sayfayı açıp içini dolduracak birşey bulamayarak kalkarsam başından, aynı endişeyi tekrar yaşarım: "Bu hep böyle sürecek mi?"

Şükürler olsun. Sürmez. Rabbim bana hemence rahmet eder. Elimi uzun süreler boş çevirmez. Her yazımdan sonra içimden gele gele 'Elhamdülillah' derim demesine ama mutluluğumun huzuru da, tevekkülde zayıf olduğundan, pek kısadır. Bir-iki günü geçince yeniden "Hâlâ orada duruyorlar mı bakalım?" diye kontrol etmek için elimi klavyeme atarım. Beyaz sayfayı yine açarım. Kendimi yeniden test ederim: "Hâlâ yazabiliyor muyum? Hâlâ kalbime birşeyler fısıldanıyor mu? Hâlâ umutlanabilir miyim kendimden?" Bu halim tıpkı parkta oynayan çocuğunu kollayan anneye benzer. Her neyle uğraşıyor olsa dikkatinin bir kenarı oradadır, parktadır, evladındadır.

Şunu da yadsımıyorum: Hayatımı devam ettirebilmem için yazının dışında da devam etmesi gereken birçok şey var elbette. Her birine de ayrı ayrı muhtacım. Bazılarına yazıdan çok daha fazla muhtacım. (Nefes gibi an an lazım olan şeyler var.) Hiçbirini 'hazır cepte' sanamam. Fakat her nedense yazıda bu muhtaçlığımın daha bir şuurundayım. İhsan dairesinden musluk açılmazsa aklıma hiçbir güzel şeyin gelmediğini biliyorum. Deliriyorum. Böyle kabızlıklar yaşadım. Daraldım. Defter parçaladım. Tuşları tartakladım. Fakat yoksunluklarını da hikmetsiz görmedim. Onları da vahyin kesildiği dönemde Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nasıl bir sıkıntı çektiğini anlamaya pencerem yaptım.

Bediüzzaman bir yerde nimetin devamının o nimetle tanışmaktan daha büyük bir nimet olduğunu söylüyor.  Böyle münkabız vakitlerde daha iyi idrak ediyorum sırrını o bölümün: "Ve kezâ, Esmâ-i Hüsnâdan 'Vâris' isminin tecelliyatı adedince ve babalar gibi usulün zevâlinden sonra bâki kalan fürûatın sayısınca ve âlem-i âhiretin mevcudatı adedince ve uhrevî mükâfatları almaya medar olmak üzere hıfzedilen beşerin amelleri sayısınca, sadâsı ile şu fezayı dolduracak kadar büyük bir 'Elhamdülillâh' ile hamd edilecek Hafîziyet nimetidir. Çünkü, nimetin devamı, nimetin zâtından daha kıymetlidir. Lezzetin bekàsı, lezzetten daha lezizdir. Cennette devam, cennetin fevkindedir. Ve hâkeza..."

Bir nimeti tatmak, eğer devamı yoksa, tastamam beladır. Ayrılığı cefadır. Arızanın ta kendisidir. Çünkü özlenilecek bir yâr ile daha tanışılmış olur. Mecnun birdir. Ama Leyla 'devam etmeyenler kadar' çoktur. Bu nedenle Risale-i Nur'da denir ki: Nimetlerin nikmetlere dönüşmesini engelleyen şey öncelikle ahirettir. Tadı damağımızda kalmayacaksa hiçbirşeyin, bu, ancak ahiret sayesinde olur. Ahiret de Allah'ın ilmi, iradesi, rahmeti, kudreti vs. sayesinde olur. Allah'a iman ile ahirete iman tam da bu noktada birbirine bağlanır. Ölümü nimet haline getiren dahi bu gidişlerin sancısıdır: "Hem meselâ, güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedâidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır." (Vahiy gibi bir nimetin tamam olduğunu haber vermesinden Aleyhissalatuvesselamın gideceğini çıkaran Hz. Ebu Bekir (r.a.) ne ferasetlidir!)

Biraz dağıttım yine. Tefekkürüme geri döneyim. İşte böyle 'devamsızlık' korkusu çektiğim anlardan birinde, yanlış hatırlamıyorsam Ebubekir Sifil Hoca'nın kıyamet alâmetlerine dair dersinde dinlediğim, birşeyi hatırladım: "Kıyamet alâmetlerinden birisi de (belki de ilki) Ahirzaman Nebisî aleyhissalatuvesselamın gelişidir!" diyordu Ebubekir Sifil Hoca. Hakikaten öyleydi. O, hem Kur'an'ın hem de hadislerinin ifadesiyle, peygamberliğin mührüydü ve ondan sonra artık peygamber gelmeyecekti. Vefatıyla dünyadan vahiy 'geri dönmemek üzere' kesilmişti. Onun gelişiyle varlığın kıyamet eşiğine iyice yaklaştığı anlaşılıyordu. O zirveydi. Sonrası düşüştü. Zirveler kendilerinden sonraki düşüşü haber verirdi. Bu bana şunu düşündürdü: Birşeyin sonu yaklaştığında galiba ondan ilhamlar da kesiliyor. Kelamın kesilmesi fenanın habercisi oluyor.

Yaşlanmış güvercinler yuvalarını bulmakta zorlanıyorlar. Ölümü yaklaşan arılar kovanlarına dönmeyi beceremiyorlar. Hayvanlar âleminden ilham ile haşır-neşir hangi örneği kaldırsanız az-çok şunu görüyorsunuz: Vazifelerinin bitmesi yaklaştığında birşeyler oluyor şu masumcuklara. Birden boşluğa düşer gibi bir halet yaşıyorlar. En iyi yaptıkları görevleri bile yerine getirmekte zorlanıyorlar. Huyları değişiyor. Ahlakları değişiyor. Alışkanlıkları değişiyor. Aptallaşıyorlar. Sadece yaşlılık mı bunun sebebi? Bence değil. Ahirzamanlarının gelmiş olmasının da bunda payı var. Ötelerden, belki müekkel melek dillerden, görevlerini güzelce yerine getirmeleri için fısıldanan haberler kesiliyor. Varlıkları hikmetini eda edip bitiriyor. İnsan için de bu biraz böyle.

Nasıl ki, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dar-ı bekaya gidişiyle vahiy kesildi ve büyük âlemin ölümü yaklaştı, (ki bir hadis-i şerifte de şahadet ve orta parmaklarını göstererek kendisiyle kıyametin yakınlığını onlarla ifade ettiği aktarılır), öyle de misal-i musağğar olan insanın ölümü kendisinden ilhamların kesilmesiyle yaklaşıyor. Kalbimizin en derininde hissettiğimiz o ses kısılmaya başladığında belki de bu yüzden korkuyoruz.

Eskisi gibi üretemediğimizde, yazamadığımızda (özellikle şiir yazamadığımızda), âşık olamadığımızda veya güzel heyecanlar hissedemediğimizde içimiz ürpertiyor: "Yoksa o güzel ses kesildi mi?" Kendimde varolagelen bu korkunun böyle bir zeminden beslendiğini düşünmeye başladım.

Hatta bazı ihtiyarların yaşlandıkça gençlere özenmesinde de böyle bir hissedişin payı olduğunu hissediyorum. Yanlış yerde aranan bir hayat. Alıntıyla ayakta kalmaya çalışan bir yazar. Haberin kaynağını orada sanıyorlar. Sesin menbaını bu dünyada zannediyorlar. Peki bu bağ nasıl diri tutulacak? Bir yolu yok mu şunun? Ayet-i kerime onu bize güzelce müjdeliyor zaten: "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur."

"Birinizin elbisesi eskidiği gibi göğsündeki imanı da eskir. Öyle ise Allah'tan kalbinizdeki imanı tazelemesini dileyiniz!" buyruluyor bir hadis-i şerifte. Yüz kere söylüyorsak bin kere, bin kere söylüyorsak onbin kere, Allah'ı anışımızı, zikrimizi, tefekkürümüzü çoğaltmamız lazım. Kalbimize o eski heyecanlar, ilhamlar, güzel sesler gelmiyor; çünkü gitmemiz yaklaştıkça voltajımız düşüyor. Bu düşüklüğün tedavisi geçmişe özlem duymakta değil yedek bataryaların sayısını arttırmakta. 'Ahirzamanda yaşlı kadınların dinine tâbi olmayı' tavsiye eden hadisin belki böyle bir yanı da var. En çok zikrullah ile meşgul onları görüyoruz çünkü. Kalplerinde kısıldığını hissettikleri sesin desibelini kendi dualarıyla arttırıyorlar. Zaten acz de şu hissedişi arttırmanın aracı değil midir? "Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar." Şefaatçiye ihtiyacımız var. İlk şefaatçilerimiz; onun vahyi ile bize öğrettiği kelimat-ı mübarekedir, söylenmesini sevdiği kelimelerdir.

Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

  "Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. '...