Fıtrat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fıtrat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mart 2020 Çarşamba

Allah'ın ibadete ihtiyacı mı var?

Kızlar yine fena değil. Elhamdülillah. Fakat erkek yeğenlerimin tamamı yarım mideli. Hatta çoğu zaman beslenmeleri için zorlanmaları gerekiyor. Yani annelerinin şevkinin bittiği yerde babalarının cebri başlıyor. Yapacak birşey yok. Aile olmak biraz böyle. Geçenlerde Hamza Enes olanı beni birşeyler atıştırırken gördü. İzledi. İzledi. İzledi. Sonra şöyle buyurdu: "Amca, öyle iştahlı yiyorsun ki, benim bile yiyesim geliyor!" Öhöm! Ancak beyzademi tanıyanların takdir edeceği üzere büyük bir iltifattır bu. Evet. Tıpkı bir kaplumbağanın tavşana bakıp "Öyle güzel koşuyorsun ki benim de koşasım geliyor!" demesi gibi birşeydir. Ne yalan söyleyeyim muhterem kârilerim. Uzun zamandan beri böyle gururlanmamıştım. (En azından göbeğim çıktığından beri.) 'Maşaallah' çektim kendime. Fazla varsa sizden de alırım bir dal. Sigara değil canım. Maşaallah.

Allah hepimize sağlık versin. Huzur versin. İman versin. Âmin. İştah bunların derkenarı. Tek başına varolabilen birşey değildir o. Asgarî bir mutluluk düzeyi de ister. İlla zengin olmak bağlamında söylemiyorum. İnsan kuru ekmeği bile iştahla yiyebilir. Ondan yağlı köfteden fazla lezzet alabilir. Ramazan'da yaşıyoruz. Bir bardak suyu bile nasıl özlüyoruz. Asıl önemli olan kafa-beden-gönül sağlığıdır. Bu üçünün sağlığı yerinde olursa insan taşı sıksa bile mutluluk çıkarır.

'Mutluluk' dedim de aklıma geldi. Yeğenimle diyaloğumuzun devamı da var. İlgili olduğunu görünce, fırsat bu fırsat, tabağın kromunu kazır kertede bir gayretle dibindekileri süpürmemin hikmetini şöyle açıkladım: "Allah mutlu olsun istiyorum!" Aslında 'mutluluk' ifadesi Cenab-ı Hak için kullanılmaya çok uygun değil. Belki Bediüzzaman'ın şuunat bahsinde dediği gibi 'memnuniyet-i münezzehe' diye tabir etmeli. Yani kusurlardan tenzih etmeli. Yahut da en genel şekliyle "Allah razı olsun istiyorum!" denmeliydi. Fakat mutluluk kelimesini kullanarak yeğenimin dikkatini çekmeye çalıştım. Başarılı da oldum zannederim. Zira muhabbetimiz şöyle devam etti:

"Sen böyle yeyince Allah mutlu mu oluyor?"

"Elbette. Şöyle düşün: Okuldan eve geliyorsun. 'Açım!' diyorsun. Annen de sevdiğin yemeklerden yapıyor. Sen de iştahla yiyorsun. (Aynı benim yaptığım gibi.) Annen mutlu olmaz mı? Bir de aksini düşün: Annen özene bezene nice yemekler yapmış. Sen de şöyle bir bakıp hemen sofradan kalkıyorsun. Veya kenarından azıcık kaşıklayıp yüzünü asıyorsun. Veyahut da tabağın birazını yiyerek gerisini bırakıyorsun. Bunlar anneni mutsuz etmez mi?"

"Eder tabii."

"Hatta yemeği beğenip yesen bile 'Eline sağlık!' demediğinde bu anneni üzebilir. İşte biz bu yüzden yemeğin dibini sünnetlemeyi ibadet sayıyoruz. 'Bismillah' diyerek başlıyoruz. 'Elhamdülillah' diyerek kalkıyoruz. Başlarken de Ondan geldiğini hatırlıyor/hatırlatıyoruz, biterken de Ondan geldiğini anımsıyor/anımsatıyoruz. Böylece teşekkür etmiş oluyoruz."

Yeğenimle diyaloğumuz bu şekil. Fakat sonra düşündüm: Aslında tebessüm etmenin bile böylesi bir yanı var. Yani yaşarken mütebessim olmak, eğer niyet Allah'ın rızası olursa, gündelik hayatı ibadete çevirebilir. Zira bu da bir memnuniyet ifadesidir. Her an söylenen "Eline sağlık!" cümlesi gibidir. Sadece başkalarına değil kendisine de bir bağışta bulunur insan böylece. Bir sadaka verir. Hem içine bir pozitif enerji yayar hem de dışına. Memnuniyet paylaşıldıkça çoğalır.

Çocuklarımıza teşekkür etmeyi ahlak olarak aşılamak istiyoruz. Kendileri için yapılmış fedakârlıklara teşekkür etmelerini öğretmeye gayret ediyoruz. Bu öğretiş teşekküre muhtaç olduğumuz için değildir. Bir anne çocuğu teşekkür etmese de annelik eder. Fakat şunu da bilir: İnsaniyete yakışır kemale sahip olmak teşekkürle ilgilidir. Teşekkürü bilmeyen insan yarım kalır. Sevilmez. Tıpkı özür nedir bilmeyenlerin sevilmeyişi gibi. Yani 'tevbe' nasıl fıtrîdir. Yaratılışımızda vardır. Bizi tamamlar. 'Teşekkür' de öyledir. Onsuz da eksik kalırız. Yara alırız. Belki biraz da bu yüzden Aleyhissalatuvesselam buyurur: "İnsanlara teşekkür etmeyen Allah'a da şükretmez.”

'Teşekkür' diyoruz ama belki teşekkür sadece bir tezahür. Yahut da tezahürlerden birisi. Asıl gerisinde bir memnuniyet, bir farkediş, bir takdir, belki de bir minnet hissi yatıyor. Yani teşekkür eden insan kendisine edilen iyiliğin farkına vardığını gösteriyor. Bu farkındalığın şiddetine göre ahlaktaki karşılığı da değişiyor. Bazen minnet oluyor. Bazen hürmet oluyor. Bazen vefa duyuyor. Bazen aşka varıyor. Bazen de bu teşekkür bir ömür ruhunda asılı kalıyor. Ne zaman hatırına gelse "Ne güzel insandı!" deyu sevgisini yolluyor. Tıpkı babasıyla yaşayan bir oğul gibi.

Ve biz asla şöyle birşey demiyoruz: "Rahmetli, ne vefalı insandı, bir kere bile uğramadı!" Veya söylemiyoruz: "Ahmed, çok saygılı bir çocuktur, bir Allah'ın selamını dahi vermez." Veyahut hiç ağzımızdan çıkmıyor: "Ona o kadar iyilik borçluyum ki hiç yardımına koşmam!" Bunlar belki ancak bir ironi olarak, ilk cümlede altı çizilenin aslında ne kadar hakikatsiz olduğunu ifade etmek için, dilimizden dökülebiliyor. Yani, eylemsizlikle sıfatlar ispat edilmiyor, ancak yanlışlanıyor.

Tam da bu noktada mürşidimin "Cenab-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var?" sorusuna verdiği cevap hatırımıza gelmeli işte: "Cenab-ı Hak, senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın. Mânen hastasın. (...) Acaba bir hasta, o hastalık hakkında şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."

Bunun şu yüzden hatırımıza gelmesini istiyorum: Biz, yukarıda zikrettiğim şekilde, çocuğumuzun teşekkür etme yeteneğine/ihtiyacına sahip olmasını onun kemalinin bir parçası olarak takdir edebiliyoruz. (Bunu ateist ebeveynler bile takdir edebiliyor.) Fakat gelgelelim: İbadet etmenin insanda ne türden bir fonksiyon gördüğünü bir türlü göremiyoruz. Evet. İbadet de bir teşekkürdür. Ve her teşekkür gibi bir ihtiyaçtır. Fıtratımızın parçasıdır. Onsuz eksik kaldığımızdır. Yara aldığımızdır. İnsan nasıl 'teşekkür etme yeteneği' gelişmezse odunlaşır. Ve çevresindekiler onun hamlığından, bencilliğinden, ilgisizliğinden, dikkatsizliğinden veya hissizliğinden sıkça dem vurmaya başlar. Aynen öyle de: İbadetsizlik de bu şekilde odunlaştırır. Varlığa karşı ilgisizleştirir. Farkında olunsun-olunmasın. Hamlaştırır. Bencilleştirir. Hissizleştirir.

Teşekkür etme ihtiyacı/yeteneği bizi nasıl etkileşimlerimize karşı duyarlı hale getiriyorsa ibadetler de aynı şekilde bizi şahitliklerimize karşı duyarlı hale getiriyor. Nankörlüğümüzü alıyor. Teşekkürsüzlük nasıl iyiliklerin önemsenmediğine bir ima içeriyorsa ibadetsizlik de böylesi bir ima içeriyor. Tabir-i caizse: "Siz teşekkür, takdir, tefekkür vs. etmeye değmezsiniz!" mesajı taşıyor. Dikkat edin: Eşler arasında 'değer görmeme' tartışmaları en çok bu minvalde yaşanıyor. Marifetin iltifata tâbi oluşu kainatın her yerinde işleyen bir kanun gibi kulluğumuza çağrışımlar gönderiyor. Her yerdeki geçerliliğiyle buradaki geçerliliğini de hissettiyor. Belki biraz da bu yüzden Bediüzzaman diyor: "Mevcudatın kemalleri Sânie müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. İbadeti terk eden mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder."

Şöyle toparlamaya çalışayım: Ahlak iliklere kadar işlemiş bir alışkanlıktır. Alışkanlıkların en şiddetlisidir. Duyarlılık da bu nedenle bir alışkanlık işidir. Alışkanlıklarsa ancak düzenli tâlimler sayesinde ayakta dururlar. Ruhumuzu duyarlılığa alıştırmak istiyorsak teşekküre de alıştırmalıyız. Kula bakan yönü teşekkürdür. Allah'a bakan yönü şükürdür. Başta namaz olmak üzere ibadetlerdir. Biz ibadet ederek Allah'a bir bağışta bulunmuyoruz. Hâşâ. Onun hiçbirşeye ihtiyacı yok. Bilakis: Kendimizi odunlaşmaktan korumaya çalışıyoruz. Duyarsızlaşmaktan korumaya çalışıyoruz. Kalp ölümünü engellemeye gayret ediyoruz. Çünkü biliyoruz: Odunun yeri ateştir. Yeşerenin yeri cennettir. Üzerimize yağan yağmura, bakan güneşe, ısıtan toprağa bir tebessüm etmemiz gerek. Yoksa "Bu cansızdır!" deyu cehenneme atarlar. Allah saklasın.

8 Ocak 2020 Çarşamba

Sibel Ünli'yi Aleyna Tilki mi öldürdü?

Geçenlerde Gençlik ve Spor Bakanlığı bir iş etti. Hepimizi işkillendirdi. Gerçi sonradan "Ödülü veren biz değiliz!" deyu açıklamalar yaptılar. Fakat twiti atan çoktan Üsküdar'ı geçmişti. Ne demiş atalarımız: "Forbes'ın koyunu sona çıkar oyunu." Herkesle iş tutmamak lazım. Popülizm itibar merdivenleri çabuk çıkarsa da kereveti kendisi belirler. Onun kayığına otostop çekenler Aleyna Tilki'nin sahiline inince "Ne oluyor lan?" dememeli. Zira bu sıralar magazin medyasında sıkça zikredilen bir deyiş var: "Bütün yollar Aleyna Tilki'ye çıkar."

Eh, evet, yeterli miktarda deyim-deyiş-atasözü naklettiğimize göre asıl konumuza geçebiliriz. Mürşidimin Lemeat isimli eserinde roman-tiyatro-sinema üçlüsü üzerine yaptığı bir analiz vardır ki tam şimdi zikredilmelidir: "Zahiren der: 'Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.' Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez." Bu eleştiri aslında Bediüzzaman'ın modern (me)deniyete de yaptığı eleştiridir.

Neden mi böyle söylüyorum? Çünkü bütün bir Batı medeniyetinin bu çelişki üzerine kurulu olduğunu düşünüyorum. Hem zaten mürşidimin metinleri de beni bu noktaya götürüyor. Korkmayın. Daha fazla alıntı yaparak yormayacağım. Ancak şöyle bir soru hakkında bir parça düşünmenizi teklif edeceğim: "İnsanın imtihanı ne üzerine kuruludur?"

Cevaplarınızı avucunuzda tutun. İlk ben açıyorum: Bence insanın imtihanı da 'çelişkileri' üzerine kuruludur. Evet. İnsan bir koalisyondur. Ve bu koalisyonu oluşturan latifelerden herbirinin kendine has 'doğruları/yanlışları' vardır. Şeriat (korkmayın 'din' demek o) akidesiyle inanç dünyamızı 'bir'lerken aynı zamanda bu farklı algıların doğrularını/yanlışları da 'bir'ler. Mesela: Nefsimiz için 'hırsızlık' bazen 'iyi' bazen 'kötü'dür. (Yani: Bizden çalınıyorken 'kötü' bize çalınıyorken 'iyi'dir.) Çünkü o doğruları çabuk menfaati ekseninde tayin eder. Ancak vicdana taşındığınızda durum değişir. Orada hırsızlık her zaman kötüdür.

Yok. Öyle de demeyelim. Vicdanın bile hırsızlığı makul gördüğü yerler olabilir. Ancak o bu makuliyeti menfaati ekseninde değil de şefkati/adaleti ekseninde tayin eder. Zaten insandaki en temel çelişki de budur. Âdemoğlu/kızı 'nefsi' ve 'vicdanı' arasına bikarar bırakılmıştır. Nefis, kısavâdeli menfaatleri önceleyerek, bugüne tutunmamızı sağlarken; vicdan, uzunvâdeli menfaatleri kollayarak, yarını kollamamızı öğütler. Bu nedenle, vicdana danıştığımız amellerin yüzü genelde ahirete, nefse danıştıklarımızınsa dünyaya yatkındır.

Peki ben bu kadar laf kalabalığını neden yaptım? Hızlıca geleyim: Vahyin zarureti burada saklı aslında. Yani insanın şu mahiyeti vahyi gerekli kılıyor. Dinimiz bizi bu çelişkilerin vahiy ekseninde giderildiği bir medeniyete davet ediyor. En azından koalisyonumuzdaki bütün doğru algılarından daha üst doğru tayini latifelerimizi uzlaşıya zorluyor. Evet. Elhamdülilah. Mü'min için "Hırsızlık iyi midir kötü mü?" şeklinde bir soru kalmıyor. Çünkü Allah "Kötüdür!" hükmünü indirmiş oluyor. Bu hal artık sadece 'doğruya ittibayı' içimizin gayret mesaisi eyliyor. Yoksa "O mudur, bu mudur, şu mudur?" mevzuu sıfırlanıyor.

Müslümanlar dönüp dönüp tekrar iyi-kötü tayini tartışması yapmıyorlar. "Gıybet kötü müdür? Kibir iyi midir? Zina hüner midir? Zulüm maslahat mıdır?" gibi münazaralara girmiyorlar. Ya? "Gıybetin kötülüğünü nefsime nasıl kabul ettirebilirim? Kibirlenmemeyi nasıl başarabilirim? Zinadan korunmak için ne tedbirler almak lazım? Zulümden sakınmak için daha neleri gözetmem gerekir?" gibi amelî arayışların içine giriyorlar. Eğer, "Felsefî tartışmaları da büsbütün dışlamayalım canım!" dersek, azıcık şu kapıyı açabiliriz: Müslümanlar kem nefislerini doğruya ikna etmek için bazen bunu kullanırlar. Yoksa doğruyu/yanlışı silbaştan tayin etmek için değil. (İçtihad meselesi bahsimizden hariçtir.)

Kıymetini bilirsek bu büyük birşey. Çok değerli birşey. Zira insanı içindeki kavganın gelgitlerinden büyük ölçüde kurtarıyor. Bugün modern (me)deniyet bu kavgadan kurtulamadığı için hâkim olduğu toplumların psikolojileri dökülüyor. Ve biz de, itikadımızı yitirdikçe, yeniden bu kavgaya dönmüş oluyoruz. İyi-kötü tayinlerimizde kararsızlaşarak popülizmin hevâkâr rüzgârında yaprağa dönüyoruz. O nereye eserde oraya savruluyoruz.

Benedict Anderson'ın Hayali Cemaatler'de söylediği birşey vardı. Pek etkilemişti beni. Manaca nakledeyim. İdeolojilerden bahsettikten sonra diyor ki Anderson: Fakat doğuştan hasta/sakat bir insan "Ben neden böyleyim?" diye sorduğunda onlardan alabileceği cevap 'rahatsız edici bir sessizlik'tir. Evet. Aynen. Böyledir. Çünkü ideolojilerin tamamı seküler şeylerdir. Öteki dünyayla ilgilenmezler. Bahsetmezler. Hepsi sağlıklı/genç insanlar için kurgulanmışlardır. Modern (me)deniyetin düşünsel tesellisi mezara değil pazara kadardır.

Fakat, maşaallah, İslam böyle yapmaz. Abdullah b. Mes'ud radyallahu anh gibi engelli bir yıldız dahi parlamakta sağlığı yerinde kardeşlerini geçebilir. Zira İslam'ın ufuk olarak gördüğü insan-ı kamil böyle şeylere bağlı değildir. Üstünlük takvadadır. Hayır yapmaktadır. Faydalı ilimdedir. Salih ameldedir. Bütün bunların da arkasında ihlastadır. Bugünün bir milyoneri dağlar kadar altın da bağışlasa bir sahabenin dirhemine yetişemez. Bu yüzden kişi İslam olduktan sonra 'doğuştan kaybetmek' diye birşey kalmaz. Doğuştan kaybetmek yoktur.

Modern (me)deniyet böyle söylemiyor ama. O sezon sezon bir ideali, özellikle de fiziksel idealleri, besleyip büyütüyor. Bir dönem iskelet gibi kızları parlatıyor. Bir dönem balıkesirli olanları önplana çıkarıyor. Bir dönem sarışın olmayı methediyor. Bir dönem esmerlere iltimas geçiyor. Bir dönem erkeklerde maçoluk istiyor. Bir dönem erkekleri de erkek gibi beğenmiyor. Yani: Başta nefsimiz olmak üzere türlü latifemizin gururuyla oynuyor.

Sibel Ünli'nin intiharıyla ilgili ailesinin yaptığı açıklamalara dikkat ettiniz mi bilmem. En çok fiziksel durumuyla ilgili sosyalmedyadan maruz kaldığı saldırıları önplana çıkardılar. Evet. Hakikaten böyle şeyler modern (me)deniyetin bireylerini pek fena etkiliyor. Hangimizi etkilemez ki? Hangimiz böylesi bir manipülasyona maruz değiliz ki? Eskiden Batı kaynaklı dizilerde lisekızları arasında dönen entrikalara şaşar kalırdım. Özellikle okullarında popüler olmak için yaptıkları abartılıyor gibi gelirdi. Şimdi bakıyorum. Türkiye'ye de geldi bunlar.

Kabul edelim: Sibel bir çelişkiyle yaşıyordu. Bedenini değiştiremezdi. Fakat dünyası ona bu fizikle olmayacak bir cenneti(!) dayatıyordu. Orada ancak Aleyna Tilkiler gezebilirdi. Eğer bilseydi ki, çoban Abdullah b. Mes'ud'un da gezdiği cennetler var, bu marifetle nefsine karşı koyabilirdi. Faruk Nafız Çamlıbel gibi "Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek!" diye haykırabilirdi. Yapamadı. Yenilgisini kabullendi. Çelişkisiyle savaşmaktan yoruldu. Allah'tan bir inayet erişmezse biz de direnemiyoruz. Gençlik ve Spor Bakanlığına, Allah biliyor ya, çok kızdım o zaman. Neden? En çok bundan. Çünkü aynı çelişkiyi o da mayalamış oluyordu.

Bâtılın yardıma ihtiyacı yok. Yardıma ihtiyaç duyan biziz. Bizim 'yalnız Aleynalara ayrılmamış' cennetlere ihtiyacımız var. Tilkilerin cenneti Adnan Oktar cemaati gibidir. Herkesi almaz. Bunlar da esasında görünüşte cennetler. Aslında cehennemler. Fakat içlerine girmeyenler hayretle damaklarını şaklatıyorlar. Tamam. Popülizmin albenili söylemini gözden düşürecek imkanlara sahip değiliz. Kabul. Başaramıyoruz. Kazanıyorlar. Ama bari onların değirmenine su taşıyan olmayalım. İdealleştiren biz olmayalım. Bu hükümetin en azından bunu gözetebiliyor olması lazım. Yoksa Aleynalar daha çok Sibeller öldürecek.

10 Aralık 2019 Salı

Kur'an ile fıtrat arasında kim var?

Bendeki vücudunun bidayeti orası olduğu için yazıya da oradan başlamak yerinde olur. Mürşidim, İşaratü'l-İ'caz'ında, Nisa sûresinin 115. ayetini tefsir sadedinde diyor ki: "(...) âyet-i kerimesinde azamete delâlet eden 'na' zamîr-i cem'î, vahiyde vasıtanın bulunduğuna işaret olduğu gibi, 'bima erakallah/Allahın sana gösterdiği şeyler'de müfred hükmünde olan Lâfza-i Celâl, mânâları ilham etmekte vasıtanın bulunmadığına işarettir." Yani, tabir-i caizse, bu ayet-i kerimede Aleyhissalatuvesselama verilen bilginin iki türlüsüne de işaret vardır. Ancak daha fazla ilerlemeden mezkûr ayet-i kerimenin kısa bir mealini de alıntılayalım: "Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye, sana Kitab'ı hak ile indirdik, hainlerden taraf olma!"

İşte, bu metni okumuş hakkında düşünmekteyken, Ebubekir Sifil Hoca'nın "Emaneti Yerine Getirmek (1)" başlıklı 71. Riyazü's-Salihîn dersine rastladım. (Ne hamdedilesi bir tevafuktur.) Özet geçeyim: Ebubekir Hoca o dersin hemen başlarında 'Emanet Hadisi'ni izah ediyordu. Neden heyecanlandığımı mealini paylaşınca anlayacaksınız. Ağzı şeker-bal yesin Huzeyfe radyallahu anh naklediyor ki orada: "Şüphesiz ki emanet insanların kalblerinin ta derinliklerine kök salıp yerleşti. Sonra Kur'an indi. Bu sayede insanlar Kur'an'dan ve sünnetten öğrendiler."

Haddimi aşmak istemem. Her ne dersem "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla derim. Bu kulakla da dinlenilsin isterim. Evet. Hem ayet-i kerimeden, hem hadis-i şeriften, hem de Bediüzzaman ile Ebubekir Hoca'nın metinler üzerine yaptıkları izahlardan şöyle birşey kalbime doğuyor:

İnsanlara hakikat birkaç şekilde öğretiliyor. 1) Hadiste de buyrulduğu gibi önce içindeki 'emanet'le öğretiliyor. Peki 'emanet' nedir? Ebubekir Hoca derste 'emanet' ile 'fıtrat' ilişkisi üzerinde duruyor. Yani belki hakikatin bilgisine yaratılışça da bir açlığımız var. Muhtaçlığımız var. Arayışımız var. Potansiyelimiz var. Risale-i Nur'da da benzer bir yaklaşımın sıklıkla karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Hakikat Çekirdekleri'nde geçen "İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazan bâtıl eline gelir. Hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken, ihtiyarsız, dalâlet başına düşer. Hakikat zannederek kafasına giydiriyor..." ifadeleri de bunun delili sayılabilir. Hatta Ene Risalesi'ndeki 'emanet' yaklaşımının da bize sırlanmış bir yeteneği anlattığını biliyoruz. Yani ene de içinde taşıdığı bir potansiyelle marifete yollar açabiliyor.

Elhamdülillah. Tabii vahiy ile fıtratın ilgisini konuşurken şuraya uğramamak olmaz: "Hem Kur'ân fıtrat-ı selime cihetiyle musaddaktır. Eğer bir arıza ve bir maraz olmazsa herbir fıtrat-ı selime onu tasdik eder. Çünkü itmi'nân-ı vicdan ve istirahat-i kalb onun envârıyla olur. Demek fıtrat-ı selime, vicdanın itmi'nânı şehadetiyle, onu tasdik ediyor. Evet, fıtrat, lisan-ı haliyle Kur'ân'a der: Fıtratımızın kemâli sensiz olamaz." Belki bu kısma yukarıdaki hadis-i şerifin birnevi tefsiri gözüyle de bakılabilir. Yani Kur'an'ın fıtratla ilişkisini hadiste buyrulduğu gibi ifade eder.

2) Aleyhissalatuvesselamın sünnetidir. Sünnet-i seniyye Kur'an ile fıtrat arasında berzahlık görevini ifa ediyor. Yani âlemler arasında geçişkenlik onunla sağlanıyor. Tamam. Evet. Hakikat orada cümle cümle okunacak/işitilecek şekilde duruyor. Elhamdülillah. Lakin burada da bizim hayatlarımız/fıtratlarımız var. Hayat bilgiyi âlemine taşımak için bir berzah ister. Muallimi olmadan kitapları anlamak zordur. Pratik öğreticisinden yoksun teoriler, tıpkı yüksek teknolojili bir ürününün kullanma kılavuzuyla yaşadığımız derin anlaşmazlıklar gibi, ârâfta bırakırlar bizi. Bu noktadan hareketle belki artık diyebiliriz ki: Ayette 'Allahın sana gösterdiği şekilde' denilen hadiste de 'sünnet' diye zikredilen bu bilgi türü âdemoğlunda/kızında şu berzahlığını icra eder. Fıtrat vahiyle sünnetten buluşur. Sünnetle buluşur. Ancak sünnet ile fıtrat vahyi hayatına katar.

3) Kur'an. Kur'an'ın her iki metinde de ayrıca zikredilmesinin bence şöyle bir hikmeti var: İnsanın fıtratı tek başına hakikati bulmaya yetmiyor. Belki potansiyel olarak bu mümkün. Ancak sahada 'İblis' gibi kem bir oyuncu da var. Nefsimiz gibi onu dinlemeye yatkın kötü arkadaşımız da var. Bu nedenle içte olan hakikatin dışta bir kıyas noktasıyla dengelenmesi gerekiyor. İki nokta sayesinde bir doğru, bir istikamet, bir yol elde ediliyor. Tıpkı fırtınada denizfenerine bakınmak gibi. Kaptan belki yüz kere geçtiği yolu elbette biliyor. Fakat gecenin aldatması da mümkün. Korkuyor. İçimiz manipülasyona açık. Oynak. Karanın nerede olduğunu dışarıdan da duymalıyız. Desteklemeliyiz. Böylece içimize yolu karıştırdığında "Bak işte orası!" diyebiliriz.

Lafı uzattım. Azı çok ettim. Şu işte hata yapmışsam Cenab-ı Hakkın afv u mağfiretinden bağışlanmak dilerim. Yukarıdaki herşeyi "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla söylemişimdir. Bunu da sakın unutmayın isterim. Evet. Becerebilseydim, bir ayetle hadis arasında gördüğüm heyecanlandırıcı birşeyi, bir uyumu, bir tamamlayıcılığı, anlatmak isterdim. Denedim. Ortaya bu kadar çıktı. Kerîm ve Rahîm olan azımızı çoğa saysın. Bu yazıyla olmamışsa sizi ilhamıyla faydalandırsın. Âmin.

21 Haziran 2019 Cuma

Kanserin özgürlüğü olmaz

Duyanlarınız olmuştur ya ben yine de azıcık çıtlatayım: Geçenlerde TEDx'in Almanya'da düzenlediği bir etkinlikte tıp öğrencisi Mirjam Heine 'pedofilinin fıtrî olduğunu' savunur bir sunum yaptı. Hatta dedi: "Pedofili de eşcinsellik gibi doğal bir cinsel yönelimdir. Onları izole etmek çocuklara yönelik cinsel istismar olaylarını daha da arttırır." Sonra tabii bu sunum Avrupa'da dahi öyle büyük tepkilerle karşılandı ki TEDx Youtube'dan kaldırmak zorunda kaldı. Üzerine bir de açıklama yaptı: "TEDx olarak pedofiliyi desteklemiyoruz." Açıklanmanın yayınlanmayan kısmında ise şöyle bir ifadenin olduğunu hayal ettim ben: "Yerseniz."

Böyle diyorum, çünkü biliyorum, TEDx'in yapılacak sunumları yerel bazda da olsa inceleyen kurulları var. Hiçbirisini körebe edasıyla kabul etmiyorlar. Öncesinde metinlerini alıyorlar. İnceliyorlar. Seçiyorlar. Beğenirlerse yaptırıyorlar. O nedenle şu "Desteklemiyoruz!" bâbında söylediklerini de kâle alınır bulmuyorum. Bu işler epeydir vur-kaç taktiğiyle sürdürülüyor zaten. Kurbağa tencerenin içinde ağır ağır kaynatılıyor ki "Aman yanıyorum!" deyip kaçmasın. Fakat oraya gelmeden önce sizinle paylaşmak istediğim başka birşey var:

Hz. Aişe radyallahu anha annemizden rivayet edilen bir hadiste "On şey fıtrattandır!" deniliyor ve şunlar sayılıyor: "1) Bıyıkları kısaltmak. 2) Sakalı salıvermek. 3) Misvak kullanmak. 4) (Abdest alırken) buruna su çekmek ve sonra onu burundan çıkarmak. 5) Tırnakları kesmek. 6) Parmak mafsallarını yıkamak. 7) Koltuk altı kıllarını yolmak. 8) Etek tıraşı yapmak. 9) Küçük abdest ve büyük abdest mahallerini yıkamak..." Onuncu içinse Müslim'de şöyle bir not var: "Ravi Zekeriyya dedi ki: Mus'ab, onuncuyu unuttum, ancak o 'ağzı çalkalamak' olabilir."

Bu hadis-i şerifi neden önemsiyorum? Çünkü bu hadiste modern zamanların 'fıtrat' tarifi ile ehl-i sünnetin 'fıtrat' yaklaşımı arasındaki nüansı ortaya koyan bir içerik var. Evet. Biz fıtratı 'herşeyin akışına bırakılması' gibi anlamaz ve de tarif etmeyiz. Ya? Bizim için şeriatın emirleri de fıtrattandır. Mesela: Sakalı uzatmak fıtrattan olduğu gibi bıyıkları kısaltmak da fıtrattandır. Evlenmek fıtrattan olduğu gibi zinadan kaçınmak da fıtrattandır. Su içmek fıtrattan olduğu gibi alkol kullanmamak da fıtrattandır. Yani fıtrat İslam'da 'şeriatın emirlerini de içine alacak şekilde' genişler/daralır. Meşruiyetini oradan tarif eder.

Onun yasakladığı yerlerde 'akışına bırakmak' aksini söylese dahi nazar-ı itibara alınmaz. "İnsanlar doğal olarak sünnetsiz doğuyor canım!" diye sünnet gözden düşmez. "İnsanlar doğal olarak başkasının zenginliğine meyil duyuyor yahu!" denilerek hırsızlık helal olmaz. "İnsanlar doğal olarak kan döküyor!" diyerek cinayetler meşrulaştırılamaz. Hele hele bazı kem tabiatlı insanlar türlü sapkınlıkları nefislerinde normalleştiriyorlar diye o sapkınlıklar fıtrattan sayılamaz. Zaten dinin varlık amacı da bizzat budur. Bizi fıtrî olmayan doğallıklara uyandırmaktır.

Din bizi, Bediüzzaman'ın tabiriyle, 'vücudî görünen ademîliklerden' korumak ve 'ademî görünen vücudîliklere' sevketmek için de vardır. Öyle ya, eğer doğru olan 'herşeyi akışına bırakmak' olsaydı, yani herşey yalnız karışmamakla düzgün kalsaydı, Allah neden peygamber/vahiy göndersindi ki? Neden canımız kazandığımızı yemek isterken orucu, harcamamak isterken zekatı, ölmemek isterken cihadı emretsindi ki?

Mürşidim de bu sadedde der: "Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki: Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, İkincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, Üçüncüsü, nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. (...) İstikamet ise, hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş."

Bugünlerde "Allah da onu öyle yaratmışsa ne yapsın canım!" argümanı üzerinden yürüyen büyük bir fitne var. Sanki Cenab-ı Hakkın yarattığını sırr-ı imtihan gereği hizaya çekme hakkı yokmuş, böyle bir ihtimalden sözedilemezmiş, Rabbisi temayülleri üzerinden kulunu sınayamazmış gibi tuhaf bir demagoji bu. Dinin varlık amacına da ters düşen bir argüman aslında söylenen. Evet. Öyle ya, din insanların içlerinden gelen kem temayyüllere de had koymayacaksa, sınır öğretmeyecekse, istikamet aşılamayacaksa o zaman neden var? Herşey zaten doğruysa 'doğruları bildirir' bir vahye neden ihtiyaç olsun? Nübüvvet neden gereksin?

"Canım öyle istiyor!" diyen herkese 'Geç-geç'çilik yapmak için mi var din? Tek fonksiyonu bu mu? Fıtrat(!) neyi arzu ederse buyur etmek mi? Yoksa Bediüzzaman'ın tabiriyle had konulmamış kuvvelere haddini bildirmek mi amacı? Standart bir müslüman elbette ikincisine 'evet' der.

Üstelik Lût kıssasında bize öğretilenlerden birisi de, tıpkı başta alıntıladığımız durumda olduğu gibi, sapkınlığın yeterli meşruiyeti/gücü kazandıktan sonra istikametli olanı baskılamasıdır. "Bunu da kabullenelim!" diyerek kendisine sürekli yeni alanlar açmasıdır. Nasıl? Kıssada azap meleklerinin gelişinin ardından yaşananları hatırlayalım:

Lût aleyhisselama misafir gelen delikanlıların güzelliği nedeniyle kavmi evinin etrafında toplanır. Gençleri kendilerine teslim etmesini isterler. Lût aleyhisselam korkuyla onlara akıllarını başlarına almalarını söyler. Fakat kavmi hiç oralı olmaz. Ayet-i kerimede geçen ifade mealen şöyledir: "Onlar: Sen de bilirsin ki senin kızlarınla bir ilgimiz yoktur. Sen bizim ne istediğimizi gayet iyi biliyorsun, dediler."

Yani arkadaşlar, bugünlerde yaşananlar, Lût kıssasının modern bir tekrarıdır aslında. Kuvvelerinin gidebildiği yere kadar gitmeyi fıtrattan sayanlar, bu türden bir meşrulaştırma(!) üzerinden koridor açtıklarını sananlar, kendi anormalliklerini hepimize normallik olarak dayatmaktadırlar. Her kazandıkları cephede yeni bir cepheye yığınak yapmaktadırlar. Daha fazlasını istemeyi bırakmamaktadırlar.

Dün eşcinselliğin meşruiyeti alanında verdikleri mücadeleyi biraz kazanır gibi göründükleri için, bugün taleplerini pedofiliye, enseste ve daha nice türlü sapkınlığa taşımaları tuhaf değildir. Çünkü Kur'an bize asırlar ötesinden haber vermektedir: Bu dayatmanın duracağı bir yer yoktur. Okuduklarına inanamayanlar, nette azıcık takılmakla, Batı'da bu tarz cürümlerin meşruiyeti için faaliyet gösteren derneklere dair bilgilere ulaşabilirler. İşlerin ne korkunç zeminlere kaydığını görebilirler.

Durum özetle bu arkadaşlar: Kanserin özgürlüğü olmaz. "O da hücredir canım. Canlıdır. Allah öyle yaratmış. Kıymayalım!" yapılmaz kanserli dokuya. Candan eder bu bakış. İşte, şeriatın sapkınlık dediğine sapkınlık demezseniz, haram görmezseniz, kem-kötü bilmezseniz, karşısında dikçe duramazsanız bu türden marazların yarın yuvanıza kadar sokulmasına karşı koyamazsınız. Evinizin ahalisine musallat olmasına engel olamazsınız. Lût kıssasının verdiği ders açıktır çünkü. Mevzu döner dolaşır evinizin içine de girer. Evet. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bu yanlışın önünde de sebat edebilmeyi nasip eylesin. Ahirzamanda kafası/kalbi karışanlardan olmaktan korusun. Bize istikamet versin. Âmin.

14 Ekim 2018 Pazar

Çav Bella'yı Sordum Sarı Çiçeğe'den daha gür sesle söylemek

Gönül istemezdi ki olalım ama tanıdıklarımdan birkaçının boşanma sürecine şahit oldum. Bazılarını ise sonradan dinledim. Farkettiğim tevafuk şu oldu: Ne zaman ki eşler arasında 'senin-benim' ifadeleri kullanılmaya başlanıyor, artık arabanın freni patlamış oluyor, yokuş aşağı boşanmaya doğru gidiliyor. 'Senin-benim' ifadelerinden kastım nedir? Özünde bir 'mülkiyet' kavgasıdır. Sözgelimi: Ortak kullanılan arabanın üzerinde hanımın hissesi fazladır. (Yani daha çok parayı o koymuştur.) Ve kavganın bir yerinde der ki:

"Araba benim! Sen ne karışıyorsun?" Veya aynı şekilde, erkek, başka bir ortak eşyanın üzerinde hayat arkadaşının hakkını gözardı ederek der ki: "O şey benim! Sana ne?" İşte, bir çift, ne zaman ki böyle ifadeleri birbirine karşı sıklıkla kullanmaya başlıyor, aralarındaki bağlar da kopmaya başlıyor.

İşin şöyle tuhaf bir yanı da var: Başka türden gerginlikler kolay unutulsa da böylesi yaşanmışlıklar bir türlü unutulmuyor. Yıllar geçtikten sonra bile, benzer bir zemin fırsat bilinerek, hemen hatırlatılıyor: "Sen zaten bir keresinde de böyle böyle demiştin!" Hatta bazen, bu sözlerin üzerine söylendiği eşyayla, sözün muhatabı olan taraf 'bir daha ilişki kurmamayı' da seçebiliyor. Sözgelimi: Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, kadın erkeği arabanın sahipliğinden bir kez dışlamış olsun, erkek o arabayı kullanmayı artık şerefine yediremiyor. Tersi misaller de çoklukla vardır. Görülmüştür. Bulunur. Belki benim örneklerim size kendi tecrübelerinizden/şahitliklerinizden başka başka misalleri de hatırlatmıştır. Hepimizin ne yazık ki rastladığı şeyler.

Yani 'mülkiyet' başlığı altında süren tartışmaların erkek ve kadın arasında 'fayhattına benzer' bir mahiyeti var. Bediüzzaman, 11. Mektup'ta, "Erkeğe iki kız hissesi vardır!" ayetini tefsir ederken şunları söyler:

"Hükm-ü Kur'ânî, mahz-ı adalet olduğu gibi, ayn-ı merhamettir. Evet, adalettir. Çünkü, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla bir erkek, bir kadın alır, nafakasını taahhüt eder. Bir kadın ise, bir kocaya gider, nafakasını ona yükler, irsiyetteki noksanını telâfi eder. Hem merhamettir. Çünkü, o zaife kız, pederinden şefkate ve kardeşinden merhamete çok muhtaçtır. Hükm-ü Kur'ân'a göre o kız, pederinden endişesiz bir şefkat görür. Pederi, ona 'Benim servetimin yarısını ellerin ve yabanilerin ellerine geçmesine sebep olacak zararlı bir çocuk...' nazarıyla endişe edip bakmaz. O şefkate, endişe ve hiddet karışmaz. Hem kardeşinden rekabetsiz, hasetsiz bir merhamet ve himayet görür. Kardeşi, ona 'Hanedanımızın yarısını bozacak ve malımızın mühim bir kısmını ellerin eline verecek bir rakip...' nazarıyla bakmaz; o merhamete ve himayete bir kin, bir iğbirar katmaz. Şu halde, o fıtraten nazik, nâzenin ve hilkaten zaife ve nahife kız, sureten az birşey kaybeder; fakat, ona bedel, akaribin şefkatinden, merhametinden tükenmez bir servet kazanır. Yoksa, rahmet-i Haktan ziyade ona merhamet edeceğiz diye hakkından fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, şedit bir zulümdür."

Yani mirasta kızı erkekle eşit tutmak, mirası eşit paylarla bölüştürmek, kıza yapılmış bir zulümdür. Kur'an'a ve sünnete göre bu böyledir. Ayetin sarih ifadesiyle, sünnetin uygulamasıyla ve ümmetin icmaıyla da sabittir. Bunu şu asrın feminist yüzüne anlatmak ise büsbütün zordur. Çünkü onlar daha siz 'fıtraten nazik, nazenin ve hilkaten zaife ve nahife kız' der demez üstünüze bin yerden top atışı yaparlar: "Ne demek bütün bunlar? 'Kadınlar erkekten daha zayıftır!' demeye mi getiriyorsunuz? Aşağılıyor musunuz bizi?"

Halbuki niyetiniz aşağılamak falan değildir. Niyetiniz fıtratı, yani yaratılışımızı, hiçbir tasannu ve kibre kapılmadan ortaya koymaktır. Fakat muhataplarınızın kibri ve bu kibrin beslediği refleksleri o kadar açılmıştır ki, lafı ağzınıza tıkarlar, hatta bir de alay ederler: Üzerinizde 'ata-erkil toplumun' veya 'erkek-egemen zamanların' izleri vardır. İslam geleneği de elbette bu 'eril taassub'dan kendisini koruyamamıştır. Biraz daha insaflı(!) olanları belki şu noktaya gelebilirler: Kur'an, ata-erkil bir topluma inmiştir, elbette bir süre onların nabzına göre şerbet vermek gerektiğini bilmektedir. Ama artık bu 'nabza göre şerbet verme'ye gerek kalmamıştır. İşler değişmelidir.

Ben, ümmetin asırlardır uygulayageldiği şeylere karşı yapılan karşı hamlelerde de, benzer bir mantığın olduğunu düşünmekteyim. Bizim dünyamızda 'eşitlik' artık 'fıtrat'tan daha vurgulu. Adaletimiz de, bu nedenle, birinden çok diğerine meylediyor. Kadın ve cami ilişkisi üzerine başlayan tartışmalarda da kokusunu alabiliyoruz bunun. Kadın artık camide daha çok varolmak istiyor. Daha çok pay, saf, hak istiyor. Çünkü oradaki paylaşımın eşitliğe uygun olmadığını düşünüyor. Peki fıtrata uygun mu? Bu soruyu durup düşünecek zamana sahip değiliz. Genciz. Feminist bir enerji ile dolup taşmaktayız. Sahiplik iddia edebileceğimiz her yer hakkında sahipliğimizi iddia ederiz. Erkeklerin varolabildiği her yerde biz de varolabiliriz.

Bunun bedeli ne olur peki? Sanıyorum ödenecek bedelde çok bir değişiklik olmaz. Bir fayhattına daha sahip oluruz böylece. Geriye çekilmekle daha kuvvetlendirilecek ilişkiler yerine, ileri gidilerek zayıflatılan bağlar doldurur dünyamızı. Mirastan erkek kardeşinin yarısı kadar hisse almayı kabullenmeyen kızın, Bediüzzaman'ın yukarıda ifade ettiği gibi, hem kardeşi ve hem de babasından kazandığı muhabbet/şefkat yerine, hiddetli/şiddetli bir kavgası olur. Çav Bella'yı Sordum Sarı Çiçeğe'den daha gür sesle söyleyen bu asrın insanına da bu yakışır elbette: Kıyameti koparana kadar yerleri sallamak.

10 Temmuz 2018 Salı

Bid'a dinin evrimidir

İki şey arasında benzerlik kuruyorum: 'Mutasyon' ve 'bid'a.' Ve yine iki şey arasında benzerlik kuruyorum: 'Modifikasyon' ve 'içtihad.' Bu benzetmeyle nereye varmak istiyorum? Öncelikle 'mutasyon' ve 'modifikasyon' kavramlarını konuşarak başlayalım işe.

Modifikasyon nedir? Modifikasyon bir türün 'sahip olduğu genetik çeşitlilik içinde' bazı özelliklerinin öne çıkıp diğer bazılarının arkaplanda kalmasıdır. (Yokolması değildir.) Nasıl misallendirilir? Bizim zamanımızdaki ders kitaplarında anlatılan şöyle kolay bir örneği vardır: Bir ormanda hem 'koyu' hem 'açık' renkli bireyleri olan bir kelebek türü yaşamaktadır. (Tıpkı insanların esmeri-sarışını olması gibi.) Sonra bu ormanın yakınlarına termik santral inşa edilir. Oluşturduğu kirlilik nedeniyle hava ağırlaşmaya başlar. Renkler canlılıklarını yitirirler. Hatta ağaçların kabukları dahi koyulaşır.

İşte, tam bu dönemde, kelebek kardeşlerde şöyle bir değişim yaşanır: Daha önceleri, açık renkli kelebeklerin sayısı çok, koyu renklilerin sayısı gayet az iken, santralden sonra koyu renkli kelebeklerin sayısı çoğalır. Hatta açık renkliler neredeyse tükenirler. Peki bu yaşanan nedir? Bir dönüşüm müdür? Bir mutasyon mudur? Santralin oluşturduğu kirlilik kelebeklerin yeni iklime/şartlara uyum sağlayacak şekilde evrimleşmesini mi sağlamıştır? Hemencecik cevap verelim: Hayır. Böyle birşey olmamıştır. Ya? Yaşanan şeyin ismi 'modifikasyon'dur. Açılımı da şudur: Bir türün zaten en baştan beri sahip olduğu genetik çeşitliliğin içinde bazı özellikler (ve onlara sahip bireyler), değişen şartlarla birlikte, daha 'hayatta kalır' hale gelmiştir.

Bilim insanları da zaten bu olayı açıklarken şöyle derler: Kelebeklerin hayatta kalmalarını sağlayan şeylerden birisi de ağaç kabuklarıyla aralarındaki renk uyumudur. Bu Allah tarafından kendilerine bağışlanmış bir kamuflajdır. Daha önceleri bu kamuflaj açık renkli kelebeklerin fizyolojisi ile uyumluyken santralden sonra koyu renkli kelebekler daha avantajlı hale gelmişlerdir. Böylece daha çok hayatta kalmışlardır. Çünkü kuşlar tarafından daha az avlanmışlardır. Açık renkli kelebeklerse yeni dönemde daha 'kolay görünür' olduklarından sık avlanırlar ve azalırlar.

Burada hassaten dikkat edilmesi gereken husus şudur: Kelebeklerin zâhirde yaşadığı bu değişim aslında bir değişim değildir. (Özde bir farklılaşma yoktur.) Asılda zaten varolan özelliklerden bir kısmının diğer bir kısma baskın hale gelmesidir. Bu tıpkı matematikle ilgili bir meslek grubunda sayısal zekası yüksek insanların çoklukla bulunmasına benzer. İnsanlar bu mesleğe girmek için bir evrim geçirmezler. İlgisiz genlerini yoketmezler. (Matematikçilerin çocukları illa matematikçi olmak zorunda değildir.) Ya? Bu meslekte tutunmalarını sağlayacak hususiyetlere sahip olan (daha doğrusu bu hususları öne çıkmış) bireyler mesleğe daha çok dahil olurlar. Mesleklerinde de daha başarılı olurlar. Yoksa sırf kalıplarına bakarak komandoların insandan daha üst birşeye evrilmiş olduklarını söyleyemeyiz. Sadece lazım meziyetleri öne çıkmıştır.

İşte İslam'da hak içtihadların durumu da böyledir. Mezheplerin varlığı 'mutasyona' değil 'modifikasyona' yakındır. Onlar dinde yeni birşey ihdas etmemişlerdir. Dinde zaten olanların (yani özde bulunanların) farklı önceliklerle tebarüzüne vesile olmuşlardır. Çünkü, tıpkı modifikasyonda olduğu gibi, türün yüzde doksandokuz özelliği aynı kalmıştır. Mezheplerin de (elbette hak mezhepleri kastediyoruz) ayrı düştükleri konular aynı düşündükleri konular yanında devede kulak kalır. Mürşidim bu konuda der ki:

"Asırlara göre şeriatler değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatler, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü'l-Enbiyadan sonra, şeriat-i kübrâsı her asırda her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlere ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır. Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şeriatler değişir; milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer'iyenin teferruat kısmı, ahvâl-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur."

Ancak burada şuna özellikle dikkat etmek gerekir: İçtihad ile bid'a aynı şey değildir. Bid'aya da bir benzer bulmamız gerekirse, onu 'modifikasyona' değil, 'mutasyona' benzetmeliyiz. Çünkü mutasyon bir faraziyedir. Ve der ki: "Bazen olur ki, çevresel şartlar nedeniyle, tür başka bir türe dönüşür." Bu iddianın altını dolduran hiçbir örnek yoktur doğada. Ve evrim bir muğalata ile yolunda ilerler. Yani bize kainattaki modifikasyon örneklerini gösterir ve onların mutasyona delil olduğunu söyler. Tabir-i caizse, atı gösterip, eşeği satar.

Fark nettir. Bir türün başka bir türe dönüşmesi kendi gen havuzundan başka bir havuza dönüşmesidir. Kendi renklerini yoketmesidir. Sahip olmadığı seçenekleri seçmesidir. Elinde bulunmayan şıklardan bir şıkkı işaretlemesidir. Bir atın gen havuzunda eşek olmanın formülü yoktur. Yoktur ki, bunu modifikasyonlar gibi, "Arkada kalan bir özellik öne çıktı!" diye tabir edelim. Hatta iki tür arasındaki çiftleşmelerde dahi melezlerin soyu kesik olur. Yani katır diye ayrı bir tür devam etmez. Katırlık fertte kalır. Biraz daha inceye girdiğimizde ise şunu görürüz:

Türler bireylerinde gerçekleşen genetik bozulmaları içlerinde eritmeye meyillidirler. Bir türün bireyinde genetik bir bozukluk meydana geldiğinde, eğer bu bozukluk onu öldürmezse, bir sonraki nesilde bu farklılık yutulur. Eritilir. Görünmez kılınır. Ancak akraba evliliklerinde falan tekrar kendisini gösterir. Ve bu bozukluklar neredeyse her örneğinde hayatı kötü etkiler. Bireyin yaşamını güçleştirir. Hatta mutasyonların yüzde doksandokuzu kanserdir.

Bid'a da buna benzer. İslam'ın asırlar önce tebeyyün etmiş hak mezheplerinden birisine dahil olmayan, ayrı ve usûlsüz, bazen de yanlış usûllere sahip olarak, ortaya çıkan bid'a ekolleri de din için bir tür genetik bozukluktur. İçerideki gen havuzundan (meşru seçeneklerden) beslenmedikleri için bireyin manevî hayatına zarar verirler. Tıpkı, bir kanser gibi, büyüdükçe İslam'ı incitirler. Çünkü üzerine yaratıldıkları fıtrata uyumlu olmaya çalışmazlar. Nasıl ki, genetikte bir sonraki neslin hayatta kalması, bir önceki nesille genetik uyumuna bağlıdır; İslam'da da manevî hayatın devamı selef-i salihîn ile uyuma bağlıdır. Kur'an, sünnet, icma ve kıyas gibi delil yöntemleri bu uyumun arayışıdır. Bütün bir rivayet geleneği bu uyumu sağlayacak haritanın muhafazasıdır.

Bediüzzaman bu konuda da bize şöyle ışık tutar:

"Nasıl ki, bir cisimde, neşvünemâ için tevessü meyli bulunur. O meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine Selef-i Salihîn gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyât-ı diniyenin imtisali tarikiyle dahil olanlarda meylü't-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa, o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü't-tevsi ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer'î zincirini çıkarmaya vesiledir."

Özetlersem: Arkadaşlar, 'modifikasyon' ve 'hak mezhepler' içimizde yaratılan 'gen kitabının' ve vahyedilen 'din kitabının' (sünnet-i seniyyeyi de içinde sayıyorum) içinden gelen 'genişlemeler/çeşitlenmeler' olduğu için bünyemize zarar vermezler. Ancak 'mutasyon' ve 'bid'a' ne içimizde yaratılan 'gen kitabına' ne de vahyolunan 'din kitabına' uyumlu oldukları için soyları kesik olur.

Fertleri ebter olur. Meyveleri arızalı olur. Genişletme çabaları yaralayıcı olur. Yani, radyasyona maruz kalmış bir birey, dünyevî anlamda, acılı bir ölüme ne kadar yakınsa; ehl-i sünnet dışı bir öğretiye maruz kalmış müslüman da, en az onun kadar, uhrevî anlamda acılı bir bahta yakındır. Çünkü, hem genetik bilimi hem de din ilmi, içeriden gelen değişimlere ne kadar müsaadekârsa, dışarıdan yapılan müdahalelere de o kadar mesafelidir. Ne diyelim? Cenab-ı Hak ayaklarımızı fıtrattan ve haktan ayırmasın. Âmin.

26 Mart 2018 Pazartesi

Yoksa ben sen misin?

Sagopa'nın Kendim İçin şarkısında bir dize var: "Olması gereken şeylerin adını 'iyilik yapmak' koymuşlar!" diyor. Ben de bu dizenin kapısından geçerek sık sık kendime söylüyorum: Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. İnsanın kendisinde zamanla oluşturduğu bir 'öyle olması gerekenler' listesidir. Bu liste yıllandıkça ve kabardıkça ve bir de seçimlerimiz doğrudan uzaklaştıkça fıtratın yerine geçmeye başlar. Niyetlerimizi değiştirir. O niyetlerden gelen bozulmalarla eşyaya verdiğimiz isimleri değiştirir. Yeni bir âlem kurgular kendince.

Fıtrat demekle neyi kastediyoruz? Öncelikle: Yaratılışımızın ayarlarını. Yahut da 'fabrika ayarlarımız' demeliyiz. Cenab-ı Hakkın bizi üzerine yarattığı bir hayır/varlıksallık var. Ve bir de bizim yaşam boyunca biriken seçimlerimiz. Bunların tamamı hayır değil. İşte, hayır olmayanların sayısı arttıkça, varlığımız bu ikisini birbiriyle karıştırmaya başlıyor. Belki her noktada değil. Fakat pekçok noktada. Sonra durup kendisine diyor ki: "Galiba üzerine yaratıldığım hal bu. O halde ne yapmalıyım? Bu yeni 'ben'i korumaya çalışmalıyım."

İnsan fıtratını korumaya da programlanmıştır. Lakin alışkanlıklar bu tavrın ayarlarını bozarlar. Akıl, şehvet ve gazap kuvvelerinin bize veriliş hikmetlerinden birisi de budur: Üzerine yaratıldığımız amacı/amaçları gerçekleştirmeye çalışmak. Lakin alışkanlıklar bir gün fıtratın yerine öyle bir sağlam kurulur ki, kendimizi, kuvvelerimizin bütün kuvvetiyle onları korumaya çalışıyorken buluruz. Biyolojik olarak hiçbir mecburiyetimiz olmadığı halde alkolsüz, televizyonsuz, dedikodusuz yapamaz hale geliriz. Bunlar aslında birer 'ihtiyaç' değil 'sahte ihtiyaç'lardır. (Sahte ihtiyaçların diğer adı ise 'israf'tır.) Ancak alışkanlıklarımızı fıtrat sanmaya başladığımızda ikisini ayırmak zor olur.

Sahte ihtiyaçlar terkedildiğinde vücuda hiçbir zarar vermezler. Hatta çoğu zaman bu terkedişin faydası da olur. Gerçek ihtiyaçlar ise eksildiklerinde varoluşumuzu da eksiltirler. İnsan gazoz içmese midesine iyi gelir de su içmese bünyesine hiç iyi gelmez. İşte, gerçek ihtiyaçlar ile sahteleri arasında yapacağımız bir ayrım, bize, fıtratımız ile alışkanlıklarımız arasında bir ayrım yapmayı da öğretir.

Ben bunu biraz da Natalie Portman ve Oscar Isaac'ın başrollerini paylaştığı Annihilation/Yokoluş filmindeki duruma benzetiyorum. Kırılmanın merkezine yaklaştıkça yansımanın şiddeti artıyor. Sahteliğin benzerliği artıyor. Asıl kendinden şüphe eder hale geliyor. Şöyle bir örnek üzerinden anlamaya çalışalım: Sihirli bir aynaya sahip olduğumuzu düşünelim. Bu ayna, öyle bir ayna ki, yansıttığı şeyler gerçekten varoluyor. Aynaya yaklaştıkça siz, ayna sizi daha iyi tanıdığı için, daha net kopyalıyor. Öyle bir noktaya geliyorsunuz ki, hangisi gerçek siz, hangisi yansımanız ayıramıyorsunuz. Tıpkı filmin finaline doğru Oscar Isaac'ın sorduğu gibi soruyorsunuz: "Acaba ben gerçekte ben miyim? Yoksa asıl ben sen misin?"

İşte, yaşadığımız hayat da, bir açıdan, Yokoluş filmindeki o gizemli bölgeye benziyor. Allah'ın fıtratımıza koyduğu şeyler/seçimler o alanda bir kırılmaya uğruyorlar. Dışarıda kanser sayılacak şeyler o kurgu alanda doğallığa dönüşüyorlar. Farklı bir fizik, kimya, biyoloji, mantık işlemeye başlıyor. Gelin biz buna 'nefsin fiziği' diyelim. Evet, insan, eğer takva ile kendisini korumazsa, yavaş yavaş fıtratının fiziğini terkederek nefsin fiziğine doğru yöneliyor.

Doğrular ve yanlışlar, gerçekler ve yalanlar, olacaklar ve asla olmaması gerekenler bu sahada karışıyor. Ve bir noktadan sonra biz de yansımamıza Oscar Isaac gibi soruyoruz: "Acaba ben gerçekte ben miyim? Yoksa asıl ben sen misin?" Ve kalan kısmımızı da (belki fosfat bombasıyla değil ama) bir şekilde öldürüyoruz. İkiliğe dayanamıyoruz. Sahtelik sahnede tek kalıyor.

Belki birçok psikolojik sıkıntının işaret ettiği hakikat de bu. Bu ikinci kişilik, kopya ben, asıl ben olmadığını alttan alta hissediyor. Tıpkı, Yokoluş'ta kopyanın hafızasının boşluklarını telafi edememesi gibi, sahte 'ben'imiz de yaratıldığı üzere olmamanın boşluklarını tedavi edemiyor. Bir türlü 'tamam' olamıyor. Her neyse... Konuyu fazla dağıttım. Bu yazıyı asıl kaleme alış sebebim ise şuydu:

Ebubekir Sifil Hoca, Riyazü's-Salihîn derslerinden birisinde, Hz. Aişe (r.anha) validemiz ile Aleyhissalatuvesselam arasında geçen ve çoğumuzun "Şükreden bir kul olmayayım mı?" final cümlesiyle hatırladığı meşhur hâdiseyi naklederken, yapılan çevirinin eksik olduğunu ifade etti. Doğrusunun ise şöylesi manalar içermesi gerektiğini söyledi: "Allah'a şükreden bir kul olmayı istemeyeyim mi? Şükreden bir kul olmayı sevmeyeyim mi?"

Ben buradan, Allahu'l-alem kaydıyla ifade edeyim, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Hz. Aişe (r.anha) validemize, fıtratının berraklığından gelen, şöyle bir doğal tepki verdiğini anladım: "Nasıl yani? Cenab-ı Hak, geçmiş-gelecek bütün günahlarımı affettiğini bildirdi diye, beni cennetine koymayı vaadetti diye, beni bu kadar faziletle/ikramla donattı diye, şükretmeyi bırakmalı mıyım?" Çünkü, malumunuz, Hz. Aişe (r.anha) validemiz onun ibadetlerinde kendisini çok yormasından endişe ediyordu. Sorusu da şöyleydi: "Ey Allah'ın Resûlü, geçmişte işlenmiş ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan günahlarını Allah Teâlâ bağışladığı halde, niçin bu kadar yoruluyorsunuz?"

İşte, kanaatimce, bu cevabın fıtratla bir ilgisi var arkadaşım. Aleyhissalatuvesselamın fıtratı o kadar berrak, o kadar yaratıldığı gibi olmak üzere, o kadar sapasağlam idi ki, ibadeti müsbet/menfaatli sonuçları için değil, olması gereken o olduğu için, fıtratı onun üzerine olduğu için, tabir-i caizse, canı ona meylettiği için ediyordu. Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da ihlası tarif ettiği şekliyle, yani, "İbadetin ruhu ihlâstır. İhlâs ise yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet gösterilse o ibadet bâtıldır. Faideler, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar..." hakikatini yaşıyordu.

Bizimse hayat aynasında edindiğimiz çok kopyamız var. Bazıları ibadetlerin dahi, değil cennet için, dünyadaki karşılıkları için edilmesini istiyor. Olması gereken şeylerin adını farklı şekillerde koyuyor. Onların varlığına o kadar alıştık ki bazen biz de sormadan edemiyoruz: "Acaba ben gerçekte ben miyim? Yoksa asıl ben sen misin?" Sahi asıl benden ne kadarı kaldı bizde? İşte, bu kalanı koruma çabasına arkadaşım, amelde olursa takva, niyetle olursa ihlas diyoruz. Cenab-ı Hak bizi onlarda muvaffak kılsın. Âmin.

13 Ocak 2018 Cumartesi

İstiğna iktidarın düşmanıdır

Kur'an'ın ilk nazil olan ayetleri Alak sûresinin başındadır. Malum. Aleyhissalatuvesselamın Cebrail'e (a.s.) "Ne okuyayım?" sorusu üzerine nazil olmuşlardır. Bu ilk beş ayetin beşincisi şöyle der: "İnsana bilmediğini O öğretti." Altıncı-yedinci ayet ise şöyledir: "İnsan kendisini müstağni sayarak azgınlık eder." Başlarken belirtelim. Ayette geçen 'istiğna' kelimesine şu anlamları verenler var: 1) Kendisi yeterli görme. 2) İhtiyaçtan uzak bulma. 3) Zenginlik. Fakat tüm anlam katmanlarının özünde aynı kokuyu alıyorum ben: İnsan için dışakapalılık bir maraz. Kendisini gerek 'bilme' gerekse 'e-bilebilme' durumu açısından 'ihtiyaçtan uzak' görünce azgınlaşıveriyor insanoğlu.

Meseleyi 'fıtrat' düzleminden 'siyaset' düzlemine taşıyalım: Demokrasiye taraftarlığımın en önde duran sebeplerinden birisi iktidarları 'seçmene muhtaç' hale getirmesidir. Bir iktidar, ne kadar güçlü olursa olsun, en nihayet seçim sandığından çıkacak sonuca göre muktedirliğini devam ettirebileceği için 'halkına müstağni kalmamak' zorundadır. 'Oyunu arttırmak' veya 'aynıyla korumak' veya 'kayıbını az tutmak' bağlamında hükümetler halklarının rızasını gözetmeye meylederler/zorlanırlar. Eğer seçim sistemi olmasa hükmedicilerin 'gücün sarhoşluğuna kapılarak' istiğna ile azgınlaşmalarından korkulur. En azından ben bundan korkarım. Bu korku doğru bir korkudur.

Tabii iktidarların meşruiyetlerini devşirdiği tek şey 'sandık' değildir. Sandığın olmadığı dönemlerde de, muktedirler, halkın teveccühünü çeşitli yollarla korumaya çalışırlar. Çoğunluğun teveccühünün korunmadığı iktidarlarda muktedirlerin iç karışıklıklarla uğraşmaları ise kaçınılmazdır. Çünkü en nihayetinde iktidarlar 'halk için ama halka rağmen' başta kalamazlar. 'Halk için ve halk ile' olursa iktidarların ömrü uzar. Bu sandık ötesi/üstü diyebileceğimiz meşruiyet kaynaklarından en önemlisi ise adalettir.

Bir iktidarın adaleti halkının genel kabulü ise, o iktidar seçimle başa gelmese bile, hükmünü sürdürebilir. Zira sessiz bir onaylayış vardır. Hatta diyebiliriz ki: Sandık dediğimiz şey de aslında bunun sağlamasından ibarettir. Elbette hiçbir iktidar mutlak bir şekilde adaleti sağlayamaz. Adaleti sağlamak için yaptığı hamlelerin bile değişimin ortaya çıkardığı yeni durumdan mutsuz mağdurları oluşur. Sözgelimi: Sadece kamyonculardan alınan bir köprü vergisinin terkedilmesiyle o köprüde kamyon trafiği artacağı için sair kullanıcılarda sızlanmalar olur: "O vergiyi kaldırmayacaktı be kardeşim! Ne rahat kullanıyorduk bu yolu. Şimdi kamyondan geçilmez oldu."

İşte, bu noktada, iktidarın meşruiyetini korumaktaki ikinci hamlesi/yolu halkı ile iletişimidir. Yani iktidar, adalet için yaptığı hamlelerin mevcuda alışık topluluklarda oluşturduğu rahatsızlığı gidermek için, halka bir iletişime girer. Bu iletişim iki yönlüdür. Hem kendisini anlatır. Hem onları dinler. Onları dinlediği ise serzenişlerinin iktidardan cevap alabilmesiyle ölçülür. Eğer bir iktidar, kendisini büyük bir medya gücüyle anlatıyor, ama halkı aynı büyüklükte bir şikayet masası gücüyle dinlemiyorsa iletişimi istibdada dönüşür. Bu gerçek bir iletişim değildir. Bir tür dayatmadır. Bir endoktrinasyondur.

Bu noktadan sonra 'diyalog' denilen şey aslında 'monolog'dur. Kendi kendisini över. Kendi kendisini meşrulaştırır. Kendi kendisini ikna eder. Kendi kendisini haklı bulur. Ancak bütün bu illüzyonların dağılacağı/yutulacağı Musa (a.s.) asâsı sandıktır. İş o kutudan çıkacak sonuca geldiğinde halk duyulmadığını muktedirlere hissettirir. Ses çıkarabildiği tek yerden güçlü bir ses çıkarır. Bunu öfkeyle yapmaz. Bunu derin ve güçlü bir akarsunun sessiz dönüşümüyle yapar. Öyle ki, kendi monoloğunun gücüyle körleşen iktidar dahi, sonuçlardan büyük bir şaşkınlığa düşer. Belki öfkeye asıl kapılan de o olur. Ancak öfkesi haksızdır. Haksız öfkesi onu halkından daha da uzaklaştırır.

Olağanüstühal sürecinin geldiğin noktada benim de hissettiklerim yukarıdakiler gibi. Olağanüstühali 15 Temmuz'dan sonra gerekli buluyor muydum? Kesinlikle! Özellikle ilk altı ay olağanüstühal olmadan atlatılamazdı gibi geliyor bana. Tehdit bastırılmıştı ama yokolmamıştı. Hızlı hareket etmek şarttı. Yaşanan hakikaten olağanüstü birşeydi. Fakat gelinen noktada birşeyler ters gidiyor. Kulağındaki açıklıktan dolayı sevdiğimiz iktidarımızın kulakları duvarlaşıyor. Devlete sesimizi ulaştıramıyoruz. Babamız yabancıya dönüşüyor. En çok abim Murat Ay'ın tutukluluk sürecinde gördüm bunu.

Bunu "AK Parti'yi artık desteklemiyorum!" bağlamında yazmıyorum. Hayır. Ben hâlâ özelde Erdoğan'ı genelde AK Parti'yi destekliyor ve Türkiye'nin bahtı adına varlıklarını önemsiyorum. 16 yılda başardıklarını da Allah'ın inayetiyle eriştiği büyük muvaffakiyetler olarak görüyorum. Ama hem Erdoğan'ı hem AK Parti'yi 'kulağı bendeyken' daha çok seviyorum. Çünkü beni de (ister istemez parçası olduğum) süreçlere dahil etsin istiyorum. Benim için en doğruyu, en hikmetliyi, en güzeli ve en ideal olanı uzaklarımda belirlemesin istiyorum. Bu yabancılaşma hissi seçmenden nasıl giderilir? Elbette iletişim kanallarıyla.

Soğuk yüzlü savcıların/hakimlerin, yargılama süreçlerinin, hapishanelerin duvarlarıyla beni daha fazla muhatap ederek değil. Bana açık olarak. Beni dikkate alarak. Beni işiterek. Bunu buraya iyiliğini istediğim insanların ellerindeki fırsatları heba etmemesini dileyerek yazıyorum. İstiğna iktidarın düşmanıdır. Hem bireysel anlamda hem yönetimsel anlamda, insan, kendisini sınamaya ve sınanmaya açık tutmak zorundadır. Bu iletişim ve özeleştiri mekanizması işlerse ancak azgınlaşmaktan korunuruz. Cenab-ı Hakkın 'insana bilmediğini öğreten' olduğunu buyurmasının hemen ardından istiğnayı bir tuzak olarak anması boşuna değil. Gücümüz merhametle karışsın ki kulaklarımız kapanmasın. Unutmayalım ki, Hz. Süleyman'ı (a.s.) büyük bir hükümdar yapan sadece ordusu değil, kuşların dilini bile anlaması ve karıncanın dahi sesini işitmesiydi.

14 Ağustos 2017 Pazartesi

Aynılığın hikmetini yitirirken...

Nefis, sıradışı olana müptela olmaya görsün, artık neyi öncekine benzetse, horgörür. "Alışkanlık ikinci bir fıtrattır." Bu cümleyi yazılarımda tekrar tekrar anıyorum ki tehlikesi anlaşılsın. Çünkü birşeyi fıtrattan saymak, bir açıdan, artık onun avukatı olmaktır. Böyledir: İnsan doğal olduğuna inandığı şeyin gönüllü avukatıdır. Onun 'olması gereken' ve hatta 'olmazsa olmaz' olduğunu düşündüğünden yapar bunu. Buna içtenlikle inanır. Hatta 'aksinin mümkün olabileceğine ihtimal vermez şekilde' inanır. Tüm sorgulamalara karşı kapanır. İşte, biraz da bu nedenle, yukarıdaki cümle önemli bir tehlikeden haber veriyor bence. Alışkanlıklarımızı fıtrat sanma tehlikesinden...

Fıtrat, Fâtır olan Allah'ın bizi üzerine yarattığı şeydir, özümüzdür. Zarar vermesek akacağımız yöndür. Yerine kullanılması çok doğru değil ama kolay anlaşılır kıldığından vazgeçmeyeceğim: Fabrika ayarlarımız gibidir fıtratımız bizim. Yanlış seçimler alışkanlık haline dönüştürülmediği sürece içimizden onun hakikatli sesini duyarız. Ancak alışkanlıklar fıtratın hakikatli sesini yaralar. Birşeyi sık yapmak, hep yapmak, hep öyle yapmak, bir noktadan sonra benliğimize şunu sordurur: "Bunu, ben öyle seçtiğim için mi böyle yapıyorum, yoksa bu benim fıtratımda mı var?" İşte vahyin kurtarıcılıklarından birisi de burada imdadımıza yetişir.

Gerek Kur'an'ın gerek sünnetin bize ilettiği 'vahyî bilgi' sayesinde varlık fabrikamızın sahibi Fâtır'ımızın bizimle gönderdiği 'kullanım kılavuzuna' ulaşırız. Alışkanlık haline getirmekle karıştırmaya başladığımız şeylerin aslı ne imiş öğreniriz. Günah olanın alışkanlık olabileceğini ama fıtrat olamayacağını anlarız. İçki içmek bir alışkanlık olabilir. Hatta sahibinde karşıkonulamaz sanılan bir müptelalığa dönüşebilir. Fakat içki içmek fıtrattan olamaz. Çünkü haramdır. Allah'ın haram kıldığı şey fıtrattan sayılamaz. Ayarları hakkında sonsözü fabrikanın sahibi söyler.

Bu noktada ikinci bir turnusol da yokluğunun yaşattığı yoksunluktur. Alışkanlık haline getirilmiş günahların yoksunluğu sahibinde sadece arzulama yönünde bir yokluk yaşatır. Veya zevk açısından bir yoksunluk hissettirir. Fakat fıtrî olanın terki hayatın sonlanmasına neden olabilecek bir zararı tetikler. İçki içmeyen insan ölmez. Ama su içmeyen insan ölebilir. Zaruretlerin haramları helal kılması da tam bu noktada hükmünü icra eder. Sıvı almasan öleceğin bir noktadaysan, ölmeyecek kadar, içinde alkol de bulunan bir sıvıyı tüketebilirsin. Ancak su içmekten zarar görecek bir noktadaysan (sözgelimi miden yaralıysa) az bile olsa su içemezsin.

"Şimdi bu fıtrat-alışkanlık meselesi nereden çıktı?" derseniz, arzedeyim: Geçenlerde memleketime kısa bir sıla-i rahim yaptım. Bu ziyaretim esnasında, eskiden benim de huyum olan, ancak uzun yıllar İstanbul'da yaşamakla değiştirdiğim bir ex-alışkanlığı farkettim. O da şudur: Yabancılığa dikkat etmiyorum. Aksine tanıdıklığı tuhaf buluyorum. Meseleyi biraz daha açayım: Uzun yıllardan sonra memleketinizi ziyaret ettiğinizde (eğer bu memleket Zara gibi küçük bir yerse) birçok dikkatli nazarın üzerinizde gezdiğini farkedersiniz. İnsanlar yüzünüze daha uzun süreler bakarlar. Sanki yüzünüzle birlikte zihinlerini de tararlar. Bütün bu bakışmalar ve taramalardan bir sonuç çıkmamışsa şöyle bir soruya muhatap olursunuz:

"Sen kimlerdensin canım?" En çok tanındığını düşündüğünüz akrabanızın adını vererek muhabbete başlarsınız. O tanınmazsa başkasına geçilir. En nihayet ortak şekilde aşina olunan bir tanesi bulunur. Muhatabınız sizi zihninde bir yere koymakla rahatlar. Karşılıklı dualaşarak ayrılırsınız. Kırsalda işler böyle döner.

Fakat şehirde tam tersi oluyor. Geçenlerde işyerime yakın olduğu için cumaları orada kılmak âdetim olan mescitte birisiyle karşılaştım. Siması tanıdık geldi. Düşündüm. Aynı kişiyi daha önce ikamet ettiğim yere yakın bir camide gördüğümü de anımsadım. O zaman da yüzünü tanıdığım birisine benzetmiştim. (Bu benzetiş sûretinin aklımda kalmasını sağlamıştı.) Sonra bir de sokakta dolaşırken karşılaştığım oldu aynı kişiyle. Bu ardarda karşılaşmalar, tanıdıklık, tevafuk, artık her ne derseniz, bir açıdan beni rahatsız etti. "Neden hep bu adama denk geliyorum?" diye kendimi sorguladım. Hani peşine düşülecek bir iş eylemiş olsam daha kötü çıkarımlar da yapardım. Ne bileyim: "Polis" derdim. "Kandavalım" derdim. "Takip ediliyorum" derdim. Ancak bunların hiçbirisi yoktu elbette. Adam sadece benim gibi Avcılar'da oturuyor ve Küçükçekmece'de çalışıyordu.

Sonra bu davranışım memleketteki halimle karşılaştırılınca 'değişik' geldi. Ben değişmiştim. Hem de sessizce. Normalde daha önce görmediğim yüzlere karşı "Bu yabancı da kim?" refleksine sahip olan ben, İstanbul'da yaşadıkça, "Bu tanıdık da kim?" diyecek noktaya savrulmuştum. Kırsalda yabancıyı yadırgarken metropolde tanıdıklığı yadırgıyordum. Sanıyorum, şehir hayatının çok renkliliği içinde yine, yukarıda zikrettiğim 'alışkanlığın ikinci bir fıtrat haline gelmesi' durumu ile karşı karşıyaydım. Gördüklerimin hep yabancılar olmasına o kadar alışmıştım ki artık tanıdık görsem tuhaf buluyordum.

Buna benzer birşey başka alanlarda da yaşanıyor bende. Çok sık aksiyon filmi izlediğimde daha sanatsal ama yavaş yapıtları izlemekte zorlanıyorum. (Sadece filmleri mi? Hiç de öyle değil. Bir seminer kaydını izlemek bile eziyete dönüşüyor.) Sanki ekran karşısında bana işkence ediyorlar. Koltuğumun altına çivi koyuyorlar. Ancak aralar vererek, hatta bazen günlere bölerek, bir belgeseli baştan sona izleyebiliyorum. Bu durum da bir alışkanlık değişimi meselesi aslında. Aksiyon filmlerinin beni alıştırdığı hareket düzeyi diğer filmlerde bulunmadığından fıtratım onu yadırgamaya başlıyor. Yeni bir alışkanlık kazanıyorum. Her yeni alışkanlık normal olan birşeyi kaybetmeme neden oluyor. Daha doğrusu fıtratım sandığım şey fıtrî olanı yadırgıyor.

Gençlerin gündelik yaşamla veya ebeveynlerinin yaşadığı hayat düzeyiyle ilişkilerine zarar verenin de bu olduğu kanaatine vardım. Medyada sürekli görülmekle ve edinilmekle değişen alışkanlıklar, hayatta aynısını bulamayınca, normalle çatışmayı netice veriyorlar. Uyum sağlayamıyorlar. Doğal olduğuna inanılan uyum aramaz çünkü. Kendisini norm olarak dayatır. Alışkanlıklar ile fıtratların savaşı bu.

İzlediği aşk dizilerindeki kızların bir kez bile bulaşık yıkamadığını, kilo almadığını, saçlarının/makyajlarının bozulmadığını gören genç hanımların veya farklı benzerlerinin gören genç erkeklerin bununla bir alışkanlık bağı kurması normal. Görmeye alıştığını hayatta araması da normal. Doğal olanın bu olduğunu düşünüyor çünkü. Bir noktadan sonra da kendi yaşadığı hayat kendisine bir anomali olarak görünmeye başlıyor. Hayatıyla savaşıyor. Kendi hayatının yabancısı oluveriyor. Fıtratın çürümesi de böyle birşey. Alışkanlığın fıtrat olarak görüldüğü yerde fıtrat ister istemez anomali veya delilik veya gerikafalılık rolünü üstleniyor. Mürşidimin ahirzaman fitnesi hakkında kullandığı 'herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden' ifadesi şimdi daha hikmetli benim için. Evet, biz alışkanlıklarımız açısından, babalarımızdan çok modernitenin çocuklarıyız.

Dinî açıdan bakınca da mesele az-çok böyle. Eskiden rüyalarda bile görülmeyen şüphelerin modern zamanda kucağımıza birbiri ardınca düşmesi tuhaf mı? Bence değil. Her fıtrat düzeyi kendi sorularının annesidir. Normallerin değişmesi anormalliğin yeniden tayinini de içerir.

Ve evet, 1400 yıldır İslamî gelenek, alışkanlık, anane, örf, sünnet vs. ile yaşayan bir milletin, bütün bunları anomali olarak tayin eden bir fıtrat düzeyine çeşitli alışkanlıklarla/alıştırmalarla erişmesi, daha önce sormadığı soruların da ortaya çıkmasına neden oldu. Hadislerin inkâr edilebileceği fikri buradan beslendi. Kur'an'daki 'anlamı bugünün insanına pek hoş gelmeyen' kelimelerin yeniden tefsire tâbir tutulup 'daha az rahatsız edici' yenilerinin yerine konması bu alışkanlığın sonucuydu. Hatta, mürşidimin eserlerinde üzerinde çoklukla durduğu, tekrarat-ı Kur'aniyenin lüzumsuzluğa hamledilmesi meselesi bile, işte benim başta altını çizdiğim, sıradışı olanın normalleşmesiyle ilgili birşeydi.

Öyle ya. Hayatının her anının farklılıklar, hız, hareket, kalabalık, yenilik, sıradışılık üzerine kurgulu olduğu modern dünyada tekrar, tanıdıklık, yavaşlık, aynılık, tevafuk veya en genel manada 'aynılığın hikmeti' anlamını yitirirdi. Bir kere okuduğuna bir daha dönüp bakmayan, bir giydiğini bir daha giymeyen, bir yediğini bir daha yemeyi zul gören bugünün insanının ölene kadar tekrar tekrar okunan ve içinde de tekrarlar bulunan bir Kitab'ı normal görmesi mümkün olabilir mi? İşte memleketime kısa ziyaretimden aldığım bir ders daha. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bizi alışkanlıklarını fıtratı sananlardan eylemesin. Âmin.

24 Haziran 2017 Cumartesi

Kastettikleri mehdi değil sensin!

Hollywood filmlerinde şuna çok rastlarız: Direnişleri dinsel metinler, kehanetler veya efsaneler ateşler. Yüzüklerin Efendisi serisinde de vardı. Diğer birçoklarında da var. Halkın umudu dirilmek için kadim bir delili/geleneği arar. (Psiko-sosyolojik bir gerçektir bu. İsterseniz buna 'fıtrat' da diyebilirsiniz.) Kendi içinden bir şahidi. Daha önce inandığı birşeyi. Bir 'mümkünlük'ü. Bir 'olabilirlik'i. Bir hayali... Ve senin yeniden aşıladığın umut onunla bir yerlerde tevafuk ederse, diyelim efsanede geçen birşey senin elinden zuhur ederse, o umudu alev alev bir yangına dönüştürür. Halk inanır. Halk umutlanır. Halk ayaklanır. Artık direnişin zamanı gelmiştir. Su çatlağını yeniden bulmuştur.

Siyer-i Nebî'yi okuyanlar da Asr-ı Saadet'e böyle birçok hidayet öyküsü olduğunu bilirler. En meşhurlarından birisi Selman-ı Fârisî'ninkidir (r.a.). Onu İran'dan Medine'ye getiren peşine düştüğü bir düştür. Öncekilerin haberleri, yani Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın pişdarları, onun gelişine insanlığı hazırlamışlardır. Geleceğine dair, alametlerini de vererek, dikkat çağrılarında bulunmuşlardır. Ve o dönemde, birçok insan, daha önce işittiği haberlerin tasdikini/delilini Efendimiz aleyhissalatuvesselamda gördüğü için İslam'a girer.

Modern zaman âdetlerinden 'mehdinin inkârı' beni şu tarafıyla ayrıca düşündürüyor: Bu inkârla öldürülmek istenen ne? Sadece bir kavram mı? Yoksa o kavram etrafında büyüyen umut mu? Meselenin hadis ilmiyle ilgili kısmını epeyce tartıştık. Vardığımız kanaat şu oldu: Bu işi tartışmaya açamayız. Eğer senetleri bu kadar kuvvetli ve rivayetlerinin sayısı tevatür derecesinde bir meseleyi inkâr edersek, bundan sonraki adımımızın "Dünya aslında tepsi şeklindedir!" olmayacağını kimse garanti edemez. Çünkü nihayetinde bilgi denilen şey illa ki birilerinden ulaşıyor. Yani bir nakille ulaşıyor.

Her bilgi, eğer keşşafı bizzat kendin değilsen, nakildir. Yani nakil yoluyla sana gelmiştir. (Hiç gitmediğim ABD'nin varlığını bana nakledilen bilgiler öyle iddia ettiği için öyle biliyorum.) Dünyanın yuvarlaklığını parmağında döndürdüğü veya bizzat dışarıdan izlediği için bilen mi var? Bu konuda hepimiz 'aksi iddia edilemez bir şekilde öyle söylendiği için' böyle olduğuna inanıyoruz. Gelen veriler öyle dediği için 'böyledir' diyoruz. Hadis ilminin yüzyıllarca sınanmış/denetlenmiş kıstaslarıyla bize gelen, hem de çoklukla ve tekrarla gelen, bir haberi reddetmekle dünyanın yuvarlaklığını reddetmek arasında ne fark var? Benim nazarımda hiçbir fark yoktur. Hatta, hadis ilmine NASA'nın verilerinden daha çok güvenirim, açık söyleyeyim. Çünkü hadisler Kur'an'da sadakatleri ve doğrulukları övülen bir nesilden kaynayıp gelir.

O halde bu meselenin hadis-i şeriflere bakan yönüyle maksadı açık: Dinin altını dinamitlemek bu. İslam'da bilgi naklinin en kuvvetli/güvenilir şekliyle aktarılmış bir meseleyi (ki malumunuz Kur'an'ın da nakli tevatürledir) 'inkâr edilir' kıldıktan sonra dinin gerikalanını üfleyerek devirmek pekâlâ mümkün olur. Bu tıpkı şuna benzer: Hakkındaki karşıkonulmaz bilimsel veri yığınına rağmen "Dünya tepsi şeklindedir!" dedirtmeyi başardığınız insana "Ay da gökte uçan bir peynir tekeri!" dedirtmek kolaydır. (O kadar çok peyniri kim istemez?)

O kıvama geldikten sonra, dünyanın değil, güneşin döndüğüne bile inanır insan. Mesele, mürşidimin tabiriyle, 'enenin gaga ve pençesiyle akılları havaya kaldırmak'tır. Akıl, bir kere o 'akılalmaz inkâr özgüvenine' kavuşup ayaklarını hakikatten kesmeyegörsün, onu 'dalâlet derelerine atıp dağıtmak' kolay olur.

Bu birinci tarafı. İkinci tarafı ise bana daha enteresan geliyor. O da şudur: Naklî bilginin kuvve-i hayaliyeyi açan/geliştiren/sürümünü yükselten bir yanı da vardır. Buna dair daha önce de yazdım. Tekrarı da güzeldir. Bediüzzaman'ın 20. Söz'de 'peygamber mucizeleri' ve 'teknolojik buluşlar' arasında kurduğu ilgi bize bunu söyler: İnsanlığa teknolojinin düşünü görmeyi mucizeler öğretmiştir. Yani onların beşerin hatırına düşürdüğü 'mümkünlükler' sayesinde beşer böyle şeylerin 'olabilirliğiyle' tanışmıştır. Olabilirlikle tanışmak ise o şeyin hayaliyle tanışmaktır. Hayal, 'dimağdaki meratip' bahsinden de biliyoruz ki, düşünmenin veya inanmanın başlangıcıdır: "Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir."

Meseleyi bir örnekle açmaya çalışalım: Uçmanın hayalini bize kurduran nedir? Kuşlar öyle değil mi? Veya daha genel anlamda: Uçabilenler. Peki, uçabilen hiçbir canlı olmasaydı, o zaman durumumuz ne olurdu? O zaman bize uçmanın hayalini kim kurdururdu? Ben tahmin ediyorum ki, eğer kuşlar olmasa, insanlığın uçma yolculuğu başlamadan biterdi. Çünkü böyle birşeyin 'olabilirliğini' bilmezdi. Neden? Bence şundan: Varlığından (-ebilmek) haberdar olmadığımızın vukuundan (-ebilir) da haberdar olamayız.

İşte peygamber mucizeleri insanlık için böyledir. Onlar, tabir-i caizse, bizim aklımıza düşürülmüş karpuz kabuklarıdır. 20. Söz'de, Bediüzzaman, mucizeler sayesinde insanlığın böyle şeylerin imkanıyla nasıl tanıştığını ve bu imkanın nasıl bir hayal olarak 'dest-i teşvik' hükmüne geçtiğini şöyle izah eder:

"İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu'cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf'u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (aleyhisselâm)..."

Süt Gibi Beyaz Kan Gibi Kırmızı'da, Alessandro D'Avenia, Leo karakterinin dilinden bizlere der ki: "Kağıtlar dolusu hayallerden kurtuluyorum. Hepsini kül ediyorum. Hepsini beyaz dumana dönüştürüyorum. İşte yanıt burada! Hayalleri küle dönüştürmek. Düşmanı kesin olarak yerle bir etmenin sırrı hayallerini yakmaktan geçiyor. Böyle olunca ayağa bir daha kalkma ve yeniden başlama gücünü bulamazlar kendilerinde. Şehirler ve başkalarının hayatları hakkında, başkalarının özgürlük ve sevda dolu öyküleri hakkında güzel hayaller kuramasınlar. Artık hiçbirşey hayal etmesinler. İnsanlara hayal kurma izni vermezsen onları köle edersin..." Bence; günümüzde mehdinin inkârının, önce oryantalistler, sonra da onların sömürü toplumundaki öğrencileri modernistler eliyle dillendirilmesinde böyle bir maksat da var. Bir hayali öldürmek istiyorlar.

Canına kastettikleri şey bu: Umudumuz. O umuda yaslanan direnişimiz. Çünkü biliyorlar: Bize vahiyle ve sünnetle gelen bilgi bizim mutlaka düşümüze düşer. Biz o düşümüze düşenin peşini bırakmayız. Ondan ümit kesmeyiz. O içimizde bir umut yangınına ve duaya dönüşür. Dualar gayreti ateşler. Gayret ise bir direnç yaratır ve sonuç aldırır. Ben de en nihayet bu kanaate vardım: Onlar aslında sömürü düzenlerinin devamını tehdit eden hayallerimizi yakmak istiyorlar. Tıpkı hilafeti kaldırarak ittihadın ümidini söndürdükleri gibi.

Bunun da üzerinde tekrardan yükseleceği kavramı öldürmeye çalışıyorlar. Hâlâ yangın istidadı taşıyan son kıvılcımı söndürme çabası bu. Çünkü nakille gelen haberler olmazsa onlarla ilgili kavramlar da olmaz. Kavramlar olmazsa ondan ateş alan hayalimiz de olmaz. Hayalimiz olmazsa umudumuz da olmaz. Umudumuz olmazsa gayretimiz de olmaz. Gayretimiz olmazsa direnişimiz de olmaz. Bence mehdinin inkârı üzerine sarfedilen şu gayretlerin arkasında 'modernizmin karşıkonulmazlığına inanan' küresel güçlerin ve onların çanak yalayıcılarının da payı var. O hayal varoldukça direniş de varolur çünkü. Ve direnenleri gönül huzuruyla köleleştiremezsiniz. Yusuf rüya gördükten sonra zindanda dahi hürdür. Gün gelir hakettiği yere geçer. Mısır'a aziz olur.

16 Ocak 2017 Pazartesi

"Çocuk dövmemek sünnetir" üzerine bir küçük itiraz (2): Fıtrat 'akışına bırakmak' değildir

Meseleyi uzatmak istemiyordum ama sosyalmedyada yaptığım bazı yazışmalar mecbur etti. Şuradan başlayalım: Hz. Aişe (r.anha) annemizden rivayet edilen bir hadis-i şerif var. Müslim'de geçen bu hadiste "On şey fıtrattandır!" deniliyor ve şunlar sayılıyor: "1) Bıyıkları kısaltmak. 2) Sakalı salıvermek. 3) Misvak kullanmak. 4) (Abdest alırken) buruna su çekmek ve sonra onu burundan çıkarmak. 5) Tırnakları kesmek. 6) Parmak mafsallarını yıkamak. 7) Koltuk altı kıllarını yolmak. 8) Etek tıraşı yapmak. 9) Küçük abdest ve büyük abdest mahallerini yıkamak..." Onuncu içinse şöyle bir not var: "Ravi Zekeriyya dedi ki: Mus'ab, onuncuyu unuttum, ancak o 'ağzı çalkalamak' olabilir."

Şimdi, size, bu hadis-i şerifin ilk kısmını okuduktan sonra girdiğim beklentiyle, okuduktan sonra yaşadığım şaşkınlığı anlatayım: "On şey fıtrattandır!" ifadesini görünce aklıma ilk gelen, belki de fıtratı hep öyle şeyler üzerinden konuşmaya alıştığımızdan, duygulardı. Yani mesela bu hadis "On şey fıtrattandır!" deyip şöyle devam etse şaşırmayacaktım: 1) Şefkat etmek. 2) Sevmek. 3) Özlemek. 4) Etkilenmek vs... Böyle, daha kalbî boyutta (karşıkonulmaz) on şey söylense, benim bu hadis karşısındaki beklentim tatmin olmuş olacaktı. Ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselam öyle söylemiyordu. Temizlik adâbına dair şeyler öğretiyordu hadisle. Şaşırdım.

Kafamda bir süre bu hadis-i şerif döndü durdu. Sanki üzerinde bir perde vardı ve kaldıramıyordum veyahut bakmam gereken yeri kaçırıyordum da o yüzden harikalığını göremiyordum bu sözün. Sonra, biraz da Metin Karabaşoğlu ağabeyin "Çocuk Dövmemek Sünnettir" başlıklı yazısına dair yoğunlaşmam nedeniyle belki, perde aralandı. Farkettiğim ise şu: Bu hadis bize fıtrata dair çok önemli birşeyi öğretiyor. Fıtrat 'akışına bırakmaktan' ibaret değildir. Allah insanın fıtratını sadece 'akışına bırakarak' korumaz. Sakal akışına bırakılır ama tırnak akışına bırakılmaz.

Evet, Allah, insanı fıtrat üzerine yaratmıştır. Ve evet, bu fıtrat İslam üzeredir. Ancak Allah bizi fıtratımızla başbaşa da bırakmamıştır. Bediüzzaman'ın kuvveler üzerinden verdiği derslerden de anladığımız üzere, şeriat, fıtraten had konulmamış kuvvelerimizi 'kalmaları gereken alanlarda' veya tabir-i diğerle 'istikamette' tutmak için emredilmiştir. Aşure gibi karışık ama aynı derecede tatlı bir-iki alıntı yapalım:

"Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki: Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, İkincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, Üçüncüsü, nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. (...) Elhasıl: Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş."

'Vasat' kelimesi bizde bazen 'takribî/ortalama' anlamlarında da kullanılıyor; fakat onunla aslında kastedilen, mürşidimin de yukarıda ifade ettiği gibi, 'adalet'tir. Kuvveler ifrata ve tefrite düşmeden nasıl adaletle kullanılır? Nasıl zalim olunmaz? İşte, şeriat dairesinde istikametle amel ederek. Yani dinimiz bize hiçbirşeyde aşırılığı emretmez. Hatta evvelemirde iyi bilinen şeylerde dahi ifrat etmemeyi, kötü olduğunu tasavvur ettiğimiz şeylerde bile tefrite düşmemeyi salık verir. Bediüzzaman'ın 'şefkat' üzerinden buna dair yaptığı okumalar konuyu zihne yaklaştırmak anlamında kıymetlidir:

"Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli'l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir. Meselâ, kâfir ve münafıkların Cehennemde yanmalarını ve azap ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur'ân'ın ve edyân-ı semâviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzip olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir."

Burada, Bediüzzaman, 'yolunun esaslarından' birisi kabul ettiği ve 'aşktan üstün olduğunu' tekrar be tekrar ifade ettiği 'şefkat' için bile ifratın/tefritin ne denli zarar verici olduğunu anlatır bizlere. Başka bir yerde ise şefkatin istikameti 'cihad' üzerinden değil 'anne şefkati' üzerinden ders verilir:

"Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibarıyla kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye inkişaf etmez. Veyahut sû-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük nümunesi şudur: O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. 'Oğlum paşa olsun!' diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa'ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor."

Demek istediğim en nihayet şudur: Elhamdülillah, hiçbirimiz çocuk dövmekten zevk alan tipler değiliz. Hâşâ, çocuk dövmeyi bir meziyet olarak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan da duymuş değiliz. Kendi adıma konuşayım: Ebeveynleri bir çocuğa kızmamı istediklerinde dahi bunu başaramıyorum. Müslümanları da (istisnalar kaideyi bozmaz) bu ahlak üzerine gördüm hayatım boyunca. Ve bugün, Kur'an kursu hadisesi üzerinden tersi bir okuma yapılsa da, biz biliyoruz ki: Dayak hadiseleri Kur'an kurslarından ziyade seküler okullarda mevcuttur. İlkokuldan lise yıllarına, öğretmenlerimiz, hepimizi şöyle bir ellerine dolamışlardır. (Ben bu konuda da epey tecrübeliyim.) Fakat bütün bunların böyle olduğunu düşünüyor olmamız, yine de, bir hadis-i şerifin 1400 yıldır amel edilen manasını inkâr etmemize karine olamaz.

Çünkü şeriat bize ifratı ve tefriti aşılamak üzere değil istikameti aşılamak üzere gelmiştir. Ve istikameti belirleyen de ifrata ve tefrite çekilen çizgilerdir. Zina edenin (bekarsa) sopalanması veya (evliyse) recmedilmesi, hırsızlık yapanın elinin kesilmesi, iftira atana had cezası uygulanması, mürtedin katledilmesi, kafirle cihad edilmesi... ve daha bunlar gibi saymakla bitiremediğimiz birçok hüküm bizim şefkatimize belli noktalarda ve belli kişilere dönük olarak sınırlar çizmektedir. Bunu 'şefkatte ifrata düşmememiz' için yapmaktadır.

Yukarıda alıntıladığım "On şey fıtrattandır" hadisi dahi 'vücudu akışına bırakmayı' değil, kimi zaman müdahalelerle toplamayı, yön vermeyi, şekillendirmeyi ve asıl bu müdahalelerin fıtrattan olduğunu söylemekte değil midir? Cihad ederken kafiri öldürmenin, bayramı geldiğinde kurban ve hırsızlık yaptığında 'Fatıma (r.anha) dahi olsa' elini kesmenin, uzadığında tırnakları kısaltmanın 'gerekli olduğunu' ders veren Allah; namaz alışkanlığı kazanmakta direnen çocuğa karşı da, namazın ehemmiyetini kavraması için, ona pek şefkatli olan ebeveyni tarafından 'hafifçe vurulmasını' emretmiş olamaz mı? Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da aldığı bu emri tebliğ edemez mi?

Bu meseleyi sakın ha küçümsemeyin derim. Çünkü fıtrat zamanla bozulabilir yanlara da sahiptir. Eğer o yaşlarda orucu ve namazı alışkanlık haline getiremediyseniz sonraki yaşlarda başlamak çok zor oluyor. Alışkanlık da insanda ikinci bir fıtrat gibi. Terkleri güç. Alkolu sık kullanan alkolik olup bırakmakta zorlanıyor da namazsızlığa alışan bir bağımlılık sahibi olmuyor mu? Onu bu bağımlılığından (daha yolun başındayken) kurtarmaya çalışmak şefkatten sayılmıyor mu?

Hayatları boyunca oruç denir bilmemiş insanlara oruç tutmanın çok zor geldiğini ve özellikle yaz günlerinde nasıl dayandığımızı anlamakta zorlandıklarını iyi biliyorum. Fakat tam tersi olarak, oruç tutmanın alışkanlık haline geldiği birisinin de, Ramazan'da oruçsuz kaldığında nasıl eziyet çektiğini annemde görmüştüm. Şeker hastalığı şiddetlenince doktor oruç tutmasını yasaklamıştı da Ramazan gelince şöyle demişti: "Ramazan'da oruç tutmamak şeker hastası olup tutmaktan daha zor."

14 Eylül 2015 Pazartesi

Çocukların 'gör' dediği

Hamza Enes'in çok güldüren bir huyu var: Kendince olağanüstü birşey yapacağında veya anlatacağında aile bireylerinin tamamının kendisine bakmasını istiyor. Hasbelkader birimizin yüzü ona değil de başka tarafa dönükse, önce ismini bağırarak, dikkatle alınmazsa da gidip eliyle yüzünü kendinden tarafa çevirerek yapacağını yapıyor veya anlatacağı anlatıyor. Birimizin nazarının eksik kalışı, ona göre, yapacağının veya anlatacağının yeterli takdiri görmeyişi anlamına geliyor. Dikkatlerin üzerinde olması lazım. Hepimizin şahit olması lazım. Eğer farklı farklı odalardaysak, o zaman da hepimizin önünde ayrı ayrı anlatıyor. Üşenmeden dolaşıyor bütün evi. 'Çocukluk işte' deyip geçmeyin. Daha evvel bir yazıda[1] üzerinde durduğum gibi; aslında bu tür şeyler onların şımarıklığından falan değil, fıtratlarının saflığından ileri geliyor. Eğer bir insanda 'fıtrat saflığında' (yani ikincil kurgu/niyetlerle bozulmamış) bir ahlak seyretmek isterseniz, çocuklara bakmalısınız. Ben de yeğenimi bu anlamda Allah'la ahdi yeni bir kitap olarak görüyorum. Fikrim yettiğince okumaya çalışıyorum.

Benden on yaş kadar küçük (belki daha fazla) amcaoğlum Salih'in de küçüklüğünde böyle yaptığını hatırlıyorum hayal meyal. Kucağımda birşey anlattığı zamanlarda, ki kendisi şu an beni kucağında gezdirebilecek bir fiziğe erişti, eğer televizyon vs. birşey dikkatimi dağıtırsa veya kendisini dinlemediğimi hissederse, çenemi tutup kendisine çevirmeye çalışırdı. "Amet abi, Amet abi, Amet abi..." Gerçi o kibardı. Fakat Hamza Enes o kadar da kibar değil. Bazen saçımı çekerek aynı şeyi yapmaya çalışıyor. (Amca/dayı adaylarına bir not: Yeğenlerinizle oynamayı seven türdenseniz saçlarınızı kısa kestirmek iyi bir fikirdir.)

Mad Max: Fury Road filmini izleyenler hatırlarlar: Ölümsüz Joe'nun Savaş Çocukları ismi verilen saçları kazınmış, benizleri soluk askerleri arkadaşlarına şöyle bağırıyorlardı: "Şahid olun!" Sonra da arkadaşlarının "Ben şahidim!" bağırışları içinde bir intihar eylemi gerçekleştiriyorlardı. Bu, her ne kadar, Hollywood kurgusallığı içinde fıtratın saflığını ifade etmeye yeterli olmasa da, içimizdeki bir arzuya tevafuk ediyor: Şahid olunma arzusu. Bediüzzaman'ın, İşaratü'l-İ'caz'da, Bakara sûresinin 25. ayetinin tefsiri sadedinde söylediği; "Bir işte mütehayyir kalan veya birşeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun, ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın..." tesbiti, aslında hepimiz adına bir fıtrat okuması. İki şekilde açıklayabiliriz bunu: 1) Varlığımızı arttırmak istiyoruz. 2) Varlığımızı devam ettirmek istiyoruz. Peki, ne demek bu? İzah edeyim:

Varolan herşeyin sahip olduğu en temel iki güdü/kuvve var. Diğer bütün hisler belki de bu iki ana damarın farklı renklerde tereşşuhundan ibaret: Varolan hep varolmak ister. Ve varolan varlığını daha da arttırmak ister. "Eşya vücuda geldikten sonra da Saniden alâkası kesilmez. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar." Aslında hepimiz sezgi mesabesinde de olsa vücudumuzun zayıf olduğunu ve sürekli yeniden vücutlandırılmaya muhtaç olduğumuzu biliyoruz. Bu, son mertebede, ism-i Kayyum gölgesinde her an yeniden varedilen ve ayakta tutulan arızî bir varoluşa işaret ediyor. Kuvve-i şeheviyemiz ve gadabiyemiz ise işte bu arızî ve zayıf olan varlığımızın zayıflığından kaçma gayretimizi ifade ediyorlar. Vücudumuzun devam etmesini istiyoruz: Kuvve-i gadabiye. Vücudumuzu arttırmak istiyoruz: Kuvve-i şeheviye. Şehvet burada 'daha fazlasına sahip olmayı' ifade ederken, gadap veya gazap ise o mülkün bizde devamlı olarak kalmasını temsil ediyor.

Şehvetle ilişkilendirilen fiilleri bir düşünün. Bir de gazapla ilişkilendirilen fiilleri. Ben şehvetle ilgili fiilerin insanın varlığını arttırmaya dönük fiiler olduğu kanaatine eriştim. Yüzü tüketime bakan şeyler. Başkasını tükettikçe varolduğumuzu, varlığımızı (onu da varlığımıza katmakla) daha fazlalaştırdığımızı sanıyoruz böylece. "Onda da varolayım. O da benim olsun. Onu da yemiş, şunu da giymiş, bunu da tüketmiş olayım. Şu da benden bahsetsin. Şurada da ben görüneyim. Burada da benden konuşulsun. Şunlar da beni ansınlar. Ben, ben, ben..." Bütün bunları bize söylettiren kuvve-i şeheviye.

Çünkü bu kuvve, daha çok varolmanın (ki varolmak en büyük nimettir) yolunu ötekini tüketmekte veya en azından ötekini kendiyle meşgul etmekte arıyor. Merkezde olmayı daha çok olmakla iltibas ediyor. Zevk dediğimiz herşey aslında bize varlık katıldığını sezdiğimiz an yaşadığımız aşinalık. Allah, varlığımızın devamını bir ölçüde böylesi bir varlık tüketimine (istifade daha doğru bir tabir) bağladığı için onlara bizi koşturacak/çalıştıracak bir lezzet asmış. "Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükafatını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine de koymuştur."

Biz bu lezzetlere dokundukça onun varlığımıza hizmet ettiğini hissediyoruz. Peki, günahlardaki lezzet? Bence şirk haricindeki her günah, çünkü onun bir lezzeti yoktur, aslında helalin israfıdır. Helali için takılmış/asılmış lezzetin, lezzetin asl-ı hedef olmasıyla israfa müncer olmasıdır. Kör Nokta: Gelecek Senaryolarını Öngörmek kitabında çok dikkatimi çeken bir saptamaydı bu: Eskiden yapmaya mecbur olduğumuz birşeyi yaparken ondan aldığımız lezzetler vardı. Şimdi lezzeti ziyadeleştirmek için mecbur olmadığımız birşeyler yaşıyoruz.

Merkez değişti. Helal ile haram arasındaki nüans da bu. "Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur..." cümlesini böyle de anlayabiliriz. Ve yine Kur'an-ı Hakîm'de buyrulan; "Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!" ayeti de bu bakışaçısıyla daha zengin bir yüzünü bize sunar. Özetle: Günah da, özünde varlıksal olan bir fiilin (şeriat dairesinde kalınmadığı için) israfına düşülmesidir. Ve israf, varlıksal olanı yokluksal kılar. Tıpkı, az yemekle deva olan birşeyi, çok yemekle hasta olmak gibi.

Evvel dediğim gibi: Varlığımızı arttırma isteğinin, hem varolmanın en büyük nimet ve lezzet oluşuyla, hem de her an fenaya doğru kaydığımızı hissetmemizden gelen korkuyla bir ilgisi var. Gazap/gadap zaten korku ehlinin davranış şeklidir. Korkan insan gazaplanır. Çünkü korunma güdüsü tahrik edilmiş, vücudu tehlikeye düşürülmüştür. Varlığının tehlikede olduğunu hisseden canlı önce korkar, sonra saldırganlaşır. Bir keresinde dört köpeğin arasından kurtardığımız bir kedinin, bizimle beraber onu kurtaran bir yabancının suratına saldırdığına şahit olmuştum. Normalde bir kedinin, hele bir sokak kedisinin, insana saldırdığı görülmez. Fakat korku, gazabı beraberinde getiriyor. Varlığımızın tehlikeye düştüğü an, onu korumak için herşeyi yapmayı göze aldığımız an. Aczimiz, cesaretimizin membaı haline geliyor böylece. Kuvve-i gadabiye de varolma arzumuzun bu yüzüne bakıyor biraz. Varolan, beka istiyor, yani hep varolmak istiyor. Varlığını korumak istiyor. Tehlikeye düşürene saldırmak istiyor.

Şimdi baştaki konuya geri dönelim. Şahid olunmak istiyoruz. Bu bizim her iki güdümüzle de/kuvvemizle de ilintili birşey. Birinin size şahid olması, onun dünyasında da varolmaktır. Bu yönüyle bir varlık arttırımıdır. Şöhret, varlıkta böyle bir artış hissi verdiği için insanca arzu edilir. Şehvetle ilintilidir. Ve yine şahid olunmayı istiyoruz. Çünkü aynı zamanda bu bir unutulmama ihtimali taşıyor. Sen ölüyorsun. Ama gözünde varolduğun seni hatırlayacak. Beka, tekrar-ı vücuttur. Onda tekrar varolacaksın. Reenkarnasyona iman etmek, ehl-i dalalet açısından, şaşırtıcı değil. Ahirete imanmamalarından gelen iki kuvve baskısını böylesi bir ihtimal-i tekrar-ı vücut ile bastırmayı başarabilirler(!). Bu noktada Eşkıya filminin o meşhur repliğini de hatırlayalım: "Korkma sadece toprağa gideceksin. Sonra toprak olacaksın. Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin.. Oradan özüne ulaşacaksın. Çiçeğin özüne bir arı konacak. Belki... Belki o arı ben olacağım."

Buradan, Bediüzzaman'ın duaya dair şöylediği şu güzel sözlere dönelim: "Duanın en güzel, en lâtîf, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerîm Zât var, ona bakar, ünsiyet verir." Belki dua edeni de rahatlatan, hatta varolanı rahatlatan, birisinin şahit olduğunu bilme hissidir. Hem sana birşey daha diyeyim mi? Kainat, içerdiği sonsuz delille yok olsa, ben yine de Allah'a inanırdım. Çünkü Allah iyi gelir. Çünkü kimse yokolacağına inanmak istemez. Kimse unutulmamasını istediği anlar yaşarken, o anların kaydedilmediğini tasavvur etmek istemez. Hiç olması fikrine dayanamaz. Güzellik eleme dönüşür öyle. İman, sadece karşıkonulmaz delilleriyle mecbur olduğumuz değil, canımıza da iyi geldiği için seçtiğimiz birşeydir. Onunla ancak en güzel anlarını Allah'a emanet edersin. Hem Kur'an bizi teselli eder gibi demez mi: "Şahid olarak Allah yetmez mi?"



[1] http://www.cemaatsiznurcu.blogspot.com.tr/2015/09/cocuklar-adam-olmasn-yalnz-adamlar-da.html

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...