alışkanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
alışkanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2023 Cumartesi

Diyanet İşlerine bir noel teklifim var

"Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar, 'İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar!' deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lazımdır."
Mektubat'tan.

Hocalarımızdan Allah razı olsun. Miladî yılbaşı yaklaşırken uyarılarını yapıyorlar. Bu kem âdete iştirak etmenin dinî sakıncalarını ihtar ediyorlar. Diyanet İşleri Başkanlığının da onları şevklendirdiği ortada. Maşaallah. Sa'yleri meşkûr olsun. Hüda ecrini versin. Fakat bu vesileyle, evvelden de üzerine yazdığım bir meseleyi, tekrar arzetmek isterim. O da şudur: Noel, tıpkı gavurların tarif ettiği gibi, bir ruhtur. Kapitalizmle muharref hristiyanlığın yek elden diri tuttuğu 'küresel halet'tir. Bir ruhu ayakta tutansa kendisiyle ilgili emirlerdir. Emirlere hayat verense tekrarı kollanan kanunlardır. Bu kanunların gerçekleşmesine dönük emekler, talepler, niyetler, hatta arzulardır.

Misal: Devletin kanunî bir devamlılıkla süren uygulamaları vardır. Bu uygulamalar millette alışkanlıklar inşa ettiğinden, şartları oluştuğunda, sonuca dönük beklentiler oluşur. "Cumhurreis her sene Ocak'ta Sivas'ı ziyaret eder!" diye bilinse, Ocak ayı yaklaştığında, Sivaslılarda bir telaş görülmeye başlar. Alışkanlıklar insanlarda ikinci bir fıtrata dönüşürler. Ağzına o meş'umun damlasını koymamış mübarek için içkinin kokusunu almak kusmaya sebep iken, müptelası olan nasipsize rayihasına(!) erişmek bir saadettir. Yani, sahip oldukları alışkanlıklar, bu alışkanlıkların gerisinde de kanunlaşmış itikatlar, aynı nesneye dönük farklı duygu/algı dünyalarını eser vermiştir.

Öyleyse ruha karşı mücadele de beslendiği kanunlar, alışkanlıklar veya beklentiler dünyasına ilişmekle mümkün olabilir. Bağımlılık tedavisinde tiryakinin ilk aşılmaya çalışılan yönü serbestisidir. Yaşamaya alıştığı şekli değiştirebilirseniz, disipline ederseniz, bağımlı da bir irade geliştirmeye başlar. Karşı koyabilmeyi öğrenir. Önceki ruh geriler. Yeni bir halet yetişir. (Bu nazarla bakınca Ramazan müslümanlar için ne büyük nimettir.) Yani mücadele sözden ziyade fiille yapılmalıdır. Eğer fiille karşı konulursa alışkanlıklar değişmeye başlar. Nasihatin en tesirlisi de yine fiille olur. Hülasa: Bir ruhu öldürüp yerine yenisini geçirebilmeniz için eskisinin alışkanlıklarını törpülemeniz icap eder. Yoksa o beklentiler birer çağrışım olarak, tıpkı Sâmirî'nin İsrailoğullarını buzağı heykeline taptırmasındaki gibi, dünyalarına geri döndürürler. Eski ruhları diriltirler. Cansuyu verirler. Bakarı kestiğinizdeyse toplumunuz için yeni bir dünya inşa olunur. Bediüzzaman, 20. Söz'de, mezkûr kıssayı hikmet saçlarından yakalar:

"Mısır kıt'ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin bir parçası olduğundan, Nil-i mübarekin feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt'ada neş'et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, 'icl' meselesinden anlaşılıyor. İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte şu hadise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i'câz ile beyan eder."

(Bu alıntıya bir haşiye: Mesmuatıma göre, Hindistanlı müslümanlar, bir hindu yeni müslüman olduğunda kurban konusundaki tutumuna dikkat ederlermiş. Eğer tereddüt etmeden ineğin boynuna bıçağı vurabiliyorsa imanında samimiyetine kail olurlarmış. Yok, eğer kurban emrinden kaçıyorsa, kaytarıyorsa, eski itikadının kem izlerini koruduğuna hamlederlermiş. İşte Musa aleyhisselamın kıssasından bugüne uzanan bir ibret dersi daha.)

Halbuki, ne acıdır, bizde noele karşı mücadele hiçbir fiilî tekzibe dayanmıyor. Şu millet-i İslamiyedeki, ta cumhuriyetin başındaki inkılaplara kadar uzanan, alışkanlık değişimine karşı ciddi bir mücadele verilmiyor. Ya? Sadece sonuçlara karşı koymamız öğütleniyor. Sonuçlara götüren süreçlerin boynuna bıçak indirilmiyor. Süreçler boğazlanmadığı için de ahaliyi sonuçlarına doğru sürüklemeye devam ediyorlar. Bütün bir sene gün gün sayılarak 31 Aralık bekleniyor. Reklamlar noel diyor. AVM'ler noel diyor. Firmalar noel diyor. Okullar noel diyor. Meydanlar noel diyor. Televizyonlar noel diyor. Belediyeler noel diyor. Hatta, yanlış anlaşılmasın, Diyanet'in takvimi bile noel diyor. Elbette 'noel' kelimesini kullanmıyor. Ancak o da 31 Aralık yaklaştığında matbaa sürecine giriyor. Ve yılbaşına kadar hepten satılması ümidiyle camilerdeki yerini alıyor. Duyuruları yapılıyor. Yani, her ne kadar noel kutlanmasının karşısında olsa da, Diyanet'in takvimi için girdiği çaba da o ruhu besleyen bir yan emeğe dönüşüyor.

Evet. Kanaatimde sabitim. Noel ruhunun ciğeri 'küresel emekle oluşturulan alışkanlıklar dünyası'ndan nefes almaktadır. Bu dünyanın çok detayı vardır. Sinema bir detayıdır. Yılbaşına angaje indirimler bir detayıdır. Fakat takvimler en önemli detayıdır. Her kim 31 Aralık'a yeni sezon gibi hazırlanmaktadır. O da aslında bir yönüyle bu ruhu beslemektedir. Kutlamaya hazırlanmasa da hazırlamaktadır. Bir düşünelim lütfen: Aleyhissalatuvesselam Efendimiz'le inşa edildiği dönemde, neredeyse her cahiliye âdetinin yerine, yeni bir uygulama ihdas etmiştir İslam. Şeriat bu yönüyle hiçbir detayı ıskalamamıştır. Bunun rıza-i ilahîye bakan yönü yanında mü'minlerin muhtaç olduğu 'yeni alışkanlıklar dünyasına' bakan ciheti de bulunmaktadır. Yani İslam kimliği, müslüman toplumlarında, bu yeni alışkanlıklar dünyasına dayanarak ayakta durmuştur. Bizim İslam ruhumuzu/itikadımızı besleyen İslamî alışkanlıklarımızdır. Bunlardan birisi de elbette takvimimizdir. Kendi yılbaşımız olan mübarek 1 Muharrem'imizdir.

Acaba Diyanet İşlerimizin hamiyetli hocaları, Hicrî takvimden Miladî takvime geçişimizle başlayan alışkanlık değişimine, en azından imkanlarıyla, karşı koymayı denemezler midir? Bir teklif olarak dillendirmek istiyorum bunu. Çünkü müslümanların noel kutlamasını engellemenin bir yolunun da 'bütün bir sene yılbaşını bekler halette bulunmamak' olduğunu düşünüyorum. Biz kendi yıldönümümüzü beklemeliyiz. O halde belki Diyanetimiz de takvimlerini, miladî sistemi kaldırmak mümkün olmasa da, 1 Muharrem dönemine doğru basıp satışa sunmalı. "Satar mı, satmaz mı?" hesaplarına girmemeli. Hatta takvim yapraklarında, İslamiyet hakkı için, Hicrî tarihi de Miladîsi kadar vurgulamalı. Tasarımda öne çekmeli. Mümkünse ondan da öne çekmeli hatta. İnşaallah. Bunları hiç küçük görmeyelim kardeşlerim. Ruh bu küçük alışkanlıklar üzerinde yükseliyor. O alışkanlıkların tekrar eden emirleriyle kanunlar teşekkül ediyor. Onlara göre duygulanıyoruz. Onlara göre heyecanlanıyoruz. Takvim sezonu geldiğinde bir cami hocası da, benzetmek gibi olmasın ama, tıpkı bir AVM satıcısı gibi hazırlanıyor. Halbuki bu garabeti gidermek fiilî bir tekzibe cesaret edebilmekte. Fiilen tekzib yardıma yetişmedikçe nasihat zayıf kalacaktır.

30 Mayıs 2019 Perşembe

Pedofili oruçsuzluğun bedelidir

"Hiçbir memlekette ahlak yıkıcılığı şu son çeyrek asırda Türkiye'de kaydedilen nisbeti bulmuş olamaz. Hergün bir yandan kendi kulaklarımızla duyduğumuz, bir yandan da kendi gözlerimizle şahit olduğumuz vakaların uyandırdığı endişe, milli bir kaygı, hatta telaş halini almak üzeredir. Bastımız her adımın altında bir tuzak olmak ihtimalini düşündüren bir hile, yalan-dolan havasiyle kuşatılmış gibisiniz. Türkiye'de yirmibeş-otuz seneden beri azalan bir müeyyidenin kıtlığı hergün biraz daha fazla hissedilmektedir: Allah korkusu!" Peyami Safa, Kavga Yazıları, 17.01.1956.

Uzmanların sıklıkla dikkat çektiği birşeydir şu: Bir alışkanlık ancak üzerinde yükseldiği öteki alışkanlık/alışkanlıklar öldürülebilirse öldürülür. Yani, mesela, 'internet bağımlılığınız' varsa, bunu öldürmenin metodu 'geç yatma' alışkanlığınızın öldürülmesidir. Geceleri uyanık kalırsanız eliniz elbette modeme doğru gider. Yine, mesela, herhangi bir zararlı madde bağımlılığının bitirilmesi için de o bağımlılığı çözümmüş gibi gösteren hayatınızdaki stres öğelerinin temizlenmesi gerekir. Stres kaynağına bağımlılığınız azalırsa bu tarz marazlar da azalır.

Hatta daha küçük alışkanlıklarda bile, velev tırnak yemek kadarcık olsun, çözüm onların ardındaki tetikleyicileri çözmekle mümkündür. Tetikleyiciler çözüldüğü zaman düğüm de çözülür. Tıpkı ilk çıkan siğil tedavi edilince diğer bütün siğillerin iyileşmesi gibi. Mürşidim bu sadedde der: "Sıkıntı sefahetin muallimidir. Yeis dalâlet-i fikrin, zulmet-i kalb ruh sıkıntısının menbaıdır." Ve ekler: "Sıgar-ı nefis tekebbürün menbaıdır. Zaaf gururun madenidir. Acz muhalefetin menşeidir."

Modern medeniyetin herbiri sinesinde artık birer kanser haline gelmiş sapkınlıkları gideremeyişinde de bu sırrın kokusu vardır. Yani, ahirzaman düzeni kimi marazları birer 'maraz' olarak kabul eder, fakat 'tetikleyicilerinin marazlığını' kabul etmez. Örneğin: Tacizi bir maraz olarak görür. Fakat karşı cinsler arasındaki mesafesizliği bir maraz olarak görmez. Kadının metalaşmasını bir sorun olarak görür. Ama tesettürsüzlüğü bir sorun olarak görmez. Alkol bağımlılığını bir maraz olarak görür. Ama içkiyi bir maraz olarak görmez. Fakirliği bir arıza olarak görür. Ama israfı bir arıza olarak görmez. Daha bunlar gibi pekçok şey vardır ki, ahirzaman insanı haklarında pekçok pekçok şikayetçidir, fakat onları doğuran etkenler karşısında endişesizdir. Önünü almaya yatkın değildir. Bir de üstüne teşvikçidir. Tüm sanat dallarında, özellikle romanında, bu çelişkinin izleri okunabilir.

Bediüzzaman Lemeat isimli eserinde modern sanatın bu çelişkisine sinema-tiyatro-roman üçlüsü üzerinden şöyle dikkat çeker: "Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder. Zahiren der: 'Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.' Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez." Hatta bu sanat anlayışı İslam'ın 'koruyucu hekimlik' tavsiyelerini bile çoğu zaman 'Aman da insan haklarına aykırı!' veya 'Aman da bireysel özgürlüğe müdahale!' veya "Aman da sanata saygısızlık!" şeklinde lanse eder. Kızar. Küser.

Halbuki her günahın arkasında bir israf vardır. "Helâl dairesi geniştir. Keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur!" derken mürşidimin dikkatlerimizi çektiği de biraz budur. Eğer bir insan, yaşarken aldığı lezzetin bir sınırı olması gerektiğini düşünmezse, hazcılık onun hayatının merkezine kurulur. Zevk almak yapılan herşeyin meşrulaştırıcısı olur. Kanaat bu anlamda bizler için bir koruyucu hekimliktir. Daha azıyla mutlu olunabileceğini kabul etmeyen artık konaklayacak bir daha fazlası bulamaz. Çünkü her daha fazlanın bir daha fazlası vardır. Ve bu 'daha fazla'lar sonu gelmeyen basamaklar gibi karşımızda durup sürekli yukarıya çağırır. Bu noktada artık zevkin kaynağı ihtiyaçlar değil çeşitliliktir. Çünkü çoğu ihtiyaç ilk karşılamada biter. Mide ilk lokmada doyar. İktisat Risalesi tat alma duyumuz üzerinden der ki:

"İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."

Ben bu 'tenevvü-ü et'ime' meselesini çok önemli buluyorum. Ve ahirzamandaki birçok sapkınlığın böylesi bir annesi olduğunu düşünüyorum. Evet. Modern insan sapıtıyor. Çünkü yetinmenin doğruluğuna inanmıyor. 'İhtiyaçlarını karşılarken lezzet almak' yerine 'daha fazla lezzet almak için ihtiyaç uydurmayı' tercih ediyor. Yaşarken yapmaya mecbur olduğu şeylerden lezzet almak yerine lezzet almak için mecbur olduğu şeyleri yapıyor. Hedonizm hayatın odak noktasını kaydırıyor.

Hatta bu sıralar televizyonlarda çokça örneğini gördüğümüz 'gurme' programlarında bile var bu. Aranılan doymak değil onlarda. Aranılan lezzet. Bu nedenle malzemeler bin türlü şekle sokuluyor. Yetmiyor. Helalin sınırına dayanıyor. Bu defa haramların dairesine geçiliyor. 'Farklı lezzetler denemek' başlığı altında eti yenmeyen hayvan, içilmeyen içki, karıştırılmayan malzeme, yapılmayan çılgınlık kalmıyor.

Peki 'kuvve-i zaika'da işler böyle de annesi 'kuvve-i şeheviye'de işler nasıl yürüyor? Yani lezzet odaklı insan 'tenevvü-ü et'ime/yiyecekleri çeşitlendirmek' ile yatayda hazzının derecesini yükseltmeye çalışıyor da cinsel meselerde de bunu tekrarlamıyor mu? Bilakis, aynı alışkanlığı burada da devam ettiriyor, hem de daha çirkin şekillerde.

Bugün birer arıza olarak dünyanın her köşesine yayılan eşcinsellik, pedofili, ensest vs. türünden sapkınlıklar "Zinaya yaklaşmayın!" ayetine kanaat edemeyişimizden değil mi? Eğer burada yetinebilseydik elbette şu çirkin tenevvü/çeşitlenme yer bulup sosyal hayata yerleşemeyecekti. "Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz!" emr-i Kur'anîsi bir duvar olup elimizi şerden kesecekti. Çeşitleri çoğaltmaktan gelen yataydaki sahte lezzetlerden yüzümüzü çevirip dikeydeki asıl lezzetlere, yani sahici ihtiyaçlardan gelen lezzetlere, bizi yönlendirecekti.

Ben, Aleyhissalatuvesselamın, zinadan korunmak için bekarlara oruç tutmayı tavsiye etmesinde de bu açıdan epeyce hikmet görüyorum. Yani, oruç sadece nefsimizi tokatlamıyor, bize tekrar dikeydeki lezzetlerin kıymetini de anımsatıyor. Aç kalıp doymanın ne kadar güzel birşey olduğunu hatırlatıyor. Susuz kalıp kanmanın ne kadar lezzetli olduğunu ihtar ediyor. Ve bu anımsama, sadece bizi güçsüz bırakarak değil, sadece nefsimizi tokatlayarak değil, asl-ı lezzeti hatırlatarak da 'sûn'î iştiha-yı kazibe'lerden kurtarıyor benliğimizi. "Alman gereken asıl lezzet bu!" diyor.

Ayılalım! Savaşmamız gereken cephe başka yerde değil burada. Geri dönelim. Direnelim. Zararlı alışkanlıkların üzerine bina olduğu marazları bulalım. İlk siğili tedavi edelim. Nerede o peki? Belki şurada: Biz 'daha azın yetebileceğine' dair inancımızda yara aldık. İlk siğil bu. Buraya bir şifa merhemi çalalım. Gerçek ihtiyaçlarımızın lezzetini unuttuk. Bunun için de oruç tutalım. Hatırlayalım. Hatırlayalım ki yaşadığımız türlü felaketlerin tedavisi burada. Evet. Oruç tutanlar azaldıkça bu rezillikler çoğalacaktır. Düştüğümüz yerden kalkalım. Çünkü, idam da dahil, başka hiçbir teşebbüs/metod bizi diriltemeyecek. Çünkü ilk siğile değemeyecek.

14 Ağustos 2017 Pazartesi

Aynılığın hikmetini yitirirken...

Nefis, sıradışı olana müptela olmaya görsün, artık neyi öncekine benzetse, horgörür. "Alışkanlık ikinci bir fıtrattır." Bu cümleyi yazılarımda tekrar tekrar anıyorum ki tehlikesi anlaşılsın. Çünkü birşeyi fıtrattan saymak, bir açıdan, artık onun avukatı olmaktır. Böyledir: İnsan doğal olduğuna inandığı şeyin gönüllü avukatıdır. Onun 'olması gereken' ve hatta 'olmazsa olmaz' olduğunu düşündüğünden yapar bunu. Buna içtenlikle inanır. Hatta 'aksinin mümkün olabileceğine ihtimal vermez şekilde' inanır. Tüm sorgulamalara karşı kapanır. İşte, biraz da bu nedenle, yukarıdaki cümle önemli bir tehlikeden haber veriyor bence. Alışkanlıklarımızı fıtrat sanma tehlikesinden...

Fıtrat, Fâtır olan Allah'ın bizi üzerine yarattığı şeydir, özümüzdür. Zarar vermesek akacağımız yöndür. Yerine kullanılması çok doğru değil ama kolay anlaşılır kıldığından vazgeçmeyeceğim: Fabrika ayarlarımız gibidir fıtratımız bizim. Yanlış seçimler alışkanlık haline dönüştürülmediği sürece içimizden onun hakikatli sesini duyarız. Ancak alışkanlıklar fıtratın hakikatli sesini yaralar. Birşeyi sık yapmak, hep yapmak, hep öyle yapmak, bir noktadan sonra benliğimize şunu sordurur: "Bunu, ben öyle seçtiğim için mi böyle yapıyorum, yoksa bu benim fıtratımda mı var?" İşte vahyin kurtarıcılıklarından birisi de burada imdadımıza yetişir.

Gerek Kur'an'ın gerek sünnetin bize ilettiği 'vahyî bilgi' sayesinde varlık fabrikamızın sahibi Fâtır'ımızın bizimle gönderdiği 'kullanım kılavuzuna' ulaşırız. Alışkanlık haline getirmekle karıştırmaya başladığımız şeylerin aslı ne imiş öğreniriz. Günah olanın alışkanlık olabileceğini ama fıtrat olamayacağını anlarız. İçki içmek bir alışkanlık olabilir. Hatta sahibinde karşıkonulamaz sanılan bir müptelalığa dönüşebilir. Fakat içki içmek fıtrattan olamaz. Çünkü haramdır. Allah'ın haram kıldığı şey fıtrattan sayılamaz. Ayarları hakkında sonsözü fabrikanın sahibi söyler.

Bu noktada ikinci bir turnusol da yokluğunun yaşattığı yoksunluktur. Alışkanlık haline getirilmiş günahların yoksunluğu sahibinde sadece arzulama yönünde bir yokluk yaşatır. Veya zevk açısından bir yoksunluk hissettirir. Fakat fıtrî olanın terki hayatın sonlanmasına neden olabilecek bir zararı tetikler. İçki içmeyen insan ölmez. Ama su içmeyen insan ölebilir. Zaruretlerin haramları helal kılması da tam bu noktada hükmünü icra eder. Sıvı almasan öleceğin bir noktadaysan, ölmeyecek kadar, içinde alkol de bulunan bir sıvıyı tüketebilirsin. Ancak su içmekten zarar görecek bir noktadaysan (sözgelimi miden yaralıysa) az bile olsa su içemezsin.

"Şimdi bu fıtrat-alışkanlık meselesi nereden çıktı?" derseniz, arzedeyim: Geçenlerde memleketime kısa bir sıla-i rahim yaptım. Bu ziyaretim esnasında, eskiden benim de huyum olan, ancak uzun yıllar İstanbul'da yaşamakla değiştirdiğim bir ex-alışkanlığı farkettim. O da şudur: Yabancılığa dikkat etmiyorum. Aksine tanıdıklığı tuhaf buluyorum. Meseleyi biraz daha açayım: Uzun yıllardan sonra memleketinizi ziyaret ettiğinizde (eğer bu memleket Zara gibi küçük bir yerse) birçok dikkatli nazarın üzerinizde gezdiğini farkedersiniz. İnsanlar yüzünüze daha uzun süreler bakarlar. Sanki yüzünüzle birlikte zihinlerini de tararlar. Bütün bu bakışmalar ve taramalardan bir sonuç çıkmamışsa şöyle bir soruya muhatap olursunuz:

"Sen kimlerdensin canım?" En çok tanındığını düşündüğünüz akrabanızın adını vererek muhabbete başlarsınız. O tanınmazsa başkasına geçilir. En nihayet ortak şekilde aşina olunan bir tanesi bulunur. Muhatabınız sizi zihninde bir yere koymakla rahatlar. Karşılıklı dualaşarak ayrılırsınız. Kırsalda işler böyle döner.

Fakat şehirde tam tersi oluyor. Geçenlerde işyerime yakın olduğu için cumaları orada kılmak âdetim olan mescitte birisiyle karşılaştım. Siması tanıdık geldi. Düşündüm. Aynı kişiyi daha önce ikamet ettiğim yere yakın bir camide gördüğümü de anımsadım. O zaman da yüzünü tanıdığım birisine benzetmiştim. (Bu benzetiş sûretinin aklımda kalmasını sağlamıştı.) Sonra bir de sokakta dolaşırken karşılaştığım oldu aynı kişiyle. Bu ardarda karşılaşmalar, tanıdıklık, tevafuk, artık her ne derseniz, bir açıdan beni rahatsız etti. "Neden hep bu adama denk geliyorum?" diye kendimi sorguladım. Hani peşine düşülecek bir iş eylemiş olsam daha kötü çıkarımlar da yapardım. Ne bileyim: "Polis" derdim. "Kandavalım" derdim. "Takip ediliyorum" derdim. Ancak bunların hiçbirisi yoktu elbette. Adam sadece benim gibi Avcılar'da oturuyor ve Küçükçekmece'de çalışıyordu.

Sonra bu davranışım memleketteki halimle karşılaştırılınca 'değişik' geldi. Ben değişmiştim. Hem de sessizce. Normalde daha önce görmediğim yüzlere karşı "Bu yabancı da kim?" refleksine sahip olan ben, İstanbul'da yaşadıkça, "Bu tanıdık da kim?" diyecek noktaya savrulmuştum. Kırsalda yabancıyı yadırgarken metropolde tanıdıklığı yadırgıyordum. Sanıyorum, şehir hayatının çok renkliliği içinde yine, yukarıda zikrettiğim 'alışkanlığın ikinci bir fıtrat haline gelmesi' durumu ile karşı karşıyaydım. Gördüklerimin hep yabancılar olmasına o kadar alışmıştım ki artık tanıdık görsem tuhaf buluyordum.

Buna benzer birşey başka alanlarda da yaşanıyor bende. Çok sık aksiyon filmi izlediğimde daha sanatsal ama yavaş yapıtları izlemekte zorlanıyorum. (Sadece filmleri mi? Hiç de öyle değil. Bir seminer kaydını izlemek bile eziyete dönüşüyor.) Sanki ekran karşısında bana işkence ediyorlar. Koltuğumun altına çivi koyuyorlar. Ancak aralar vererek, hatta bazen günlere bölerek, bir belgeseli baştan sona izleyebiliyorum. Bu durum da bir alışkanlık değişimi meselesi aslında. Aksiyon filmlerinin beni alıştırdığı hareket düzeyi diğer filmlerde bulunmadığından fıtratım onu yadırgamaya başlıyor. Yeni bir alışkanlık kazanıyorum. Her yeni alışkanlık normal olan birşeyi kaybetmeme neden oluyor. Daha doğrusu fıtratım sandığım şey fıtrî olanı yadırgıyor.

Gençlerin gündelik yaşamla veya ebeveynlerinin yaşadığı hayat düzeyiyle ilişkilerine zarar verenin de bu olduğu kanaatine vardım. Medyada sürekli görülmekle ve edinilmekle değişen alışkanlıklar, hayatta aynısını bulamayınca, normalle çatışmayı netice veriyorlar. Uyum sağlayamıyorlar. Doğal olduğuna inanılan uyum aramaz çünkü. Kendisini norm olarak dayatır. Alışkanlıklar ile fıtratların savaşı bu.

İzlediği aşk dizilerindeki kızların bir kez bile bulaşık yıkamadığını, kilo almadığını, saçlarının/makyajlarının bozulmadığını gören genç hanımların veya farklı benzerlerinin gören genç erkeklerin bununla bir alışkanlık bağı kurması normal. Görmeye alıştığını hayatta araması da normal. Doğal olanın bu olduğunu düşünüyor çünkü. Bir noktadan sonra da kendi yaşadığı hayat kendisine bir anomali olarak görünmeye başlıyor. Hayatıyla savaşıyor. Kendi hayatının yabancısı oluveriyor. Fıtratın çürümesi de böyle birşey. Alışkanlığın fıtrat olarak görüldüğü yerde fıtrat ister istemez anomali veya delilik veya gerikafalılık rolünü üstleniyor. Mürşidimin ahirzaman fitnesi hakkında kullandığı 'herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden' ifadesi şimdi daha hikmetli benim için. Evet, biz alışkanlıklarımız açısından, babalarımızdan çok modernitenin çocuklarıyız.

Dinî açıdan bakınca da mesele az-çok böyle. Eskiden rüyalarda bile görülmeyen şüphelerin modern zamanda kucağımıza birbiri ardınca düşmesi tuhaf mı? Bence değil. Her fıtrat düzeyi kendi sorularının annesidir. Normallerin değişmesi anormalliğin yeniden tayinini de içerir.

Ve evet, 1400 yıldır İslamî gelenek, alışkanlık, anane, örf, sünnet vs. ile yaşayan bir milletin, bütün bunları anomali olarak tayin eden bir fıtrat düzeyine çeşitli alışkanlıklarla/alıştırmalarla erişmesi, daha önce sormadığı soruların da ortaya çıkmasına neden oldu. Hadislerin inkâr edilebileceği fikri buradan beslendi. Kur'an'daki 'anlamı bugünün insanına pek hoş gelmeyen' kelimelerin yeniden tefsire tâbir tutulup 'daha az rahatsız edici' yenilerinin yerine konması bu alışkanlığın sonucuydu. Hatta, mürşidimin eserlerinde üzerinde çoklukla durduğu, tekrarat-ı Kur'aniyenin lüzumsuzluğa hamledilmesi meselesi bile, işte benim başta altını çizdiğim, sıradışı olanın normalleşmesiyle ilgili birşeydi.

Öyle ya. Hayatının her anının farklılıklar, hız, hareket, kalabalık, yenilik, sıradışılık üzerine kurgulu olduğu modern dünyada tekrar, tanıdıklık, yavaşlık, aynılık, tevafuk veya en genel manada 'aynılığın hikmeti' anlamını yitirirdi. Bir kere okuduğuna bir daha dönüp bakmayan, bir giydiğini bir daha giymeyen, bir yediğini bir daha yemeyi zul gören bugünün insanının ölene kadar tekrar tekrar okunan ve içinde de tekrarlar bulunan bir Kitab'ı normal görmesi mümkün olabilir mi? İşte memleketime kısa ziyaretimden aldığım bir ders daha. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bizi alışkanlıklarını fıtratı sananlardan eylemesin. Âmin.

30 Haziran 2017 Cuma

Neden kötü şeyler hep iyilerin başına geliyor?

"(Musa:) Rabbim, gerçekten kendimden ve kardeşimden başkasına malik olamıyorum. Öyleyse bizimle fasıklar topluluğunun arasını Sen ayır, dedi. (Allah) Dedi: Artık orası kendilerine kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yeryüzünde şaşkınca dönüp duracaklar. Sen de o fasıklar topluluğuna üzülme.” (Maide sûresi, 25-26)

Bediüzzaman'ın özellikle Lemeat'ta 'musibetler' ile 'ibadetler' arasında kurduğu bağlantı bana şöyle (bence ilginç) birşeyi düşündürdü: Musibetlerin, özellikle umumî/genel musibetlerin, yaratılış hikmetlerinden birisi de toplumun alışkanlıklarının değişmesi. Ne demek bu? Biraz şu demek: Bir toplumda İslamî (dolayısıyla insanî) emir veya yasaklardan genel bir sapma olduğu zaman bunun salt bir nasihat ile, yani "emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker ile" düzeltilmesi çok zor oluyor. Ancak ihsan-ı ilâhî türünden özel akrebî dokunuşlarla bu sağlanabiliyor. (Mümkün lakin sık yaşanan bir durum değil.) Fakat genelde kavimler/topluluklar bu derece alıştıkları bir kem ahlaktan vazgeçmekte zorlanıyorlar. Direniyorlar. Ayak sürüyorlar. Çünkü ona 'kötü' bile demiyorlar. Kötülüğü delillerle izah edilse dahi inkârı iknadan daha kullanışlı görüyorlar.

Peki bu neden yaşanıyor? Onun cevabını da bencileyin şöyle veriyorum: Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Birşey alışkanlık (ve hatta bağımlılık) noktasına geldiğinde, insan, onun emirlerini fıtratının doğal çağrılarından ayıramaz. Sesler karışır. Direnmek güçleşir. Fıtratın çağrıları zaruriyattır. Emmârdır. (Şiddetle emredicidir.) İnsan (veya başka bir canlı/cansız) onlara uzun süre karşı koyamaz. Zaten üzerlerine (yani onları gerçekleştirmek üzere) yaratılmıştır.

Temelinde/esasında onlar vardır. Dolayısıyla onları hayata geçirmemek 'kendisini inkâr etmek' veya 'kendisine karşı koymak' gibi rahatsız eder. Yanlış anlaşılmasın. Bu ömürde bir veya birkaç kere yaşanan bir mücadele de değildir. Her an yeniden bu mücadele yaşanır. (Su içmeye direndiğinizi düşünelim mesela. Bir veya birkaç kere karşı koymakla geçer mi hiç? İçmedikçe artarak sürer.) Yaratılışına konulmuş bu seslere insan uzunboylu kulaklarını tıkayamaz. Çünkü bu ses, hayatın fon müziği gibi, sürekli mesajını tekrar eder.

İşte, biz, bu sesleri bazen alışkanlıklarımızın sesleri ile karıştırırız. (Aslında sıklıkla karıştırırız.) Çünkü her ikisi de mesajlarını tekrar eden şeylerdir. Bir insan herhangi birşeye alışkanlık ile tutulduğunda sahte bir fıtrat sahibi olur. Yahut da şöyle demeli: Fıtratına kaçak kat çıkmış olur. Alışkanlığının terki için mücadele edene kadar da onun 'sürekli kendisini tekrar eden' mesajlarından kurtulamaz. Alışkanlık ile fıtratı da tam bu noktadan ayırabiliriz zaten:

Alışkanlık, kendisine karşı ciddiyetle mücadele verildiğinde seslenmeyi bırakır, sahteliğini kabul eder, geçer. Fakat fıtrat, kendisine karşı ne kadar mücadele verilirse verilsin, sesini kısmaz. Sesini kısma çabaları farklı noktalarda arızalarla yapılanın yanlışlığını ortaya koyar. Örneklendirmeye çalışalım: Bir insan tedavi görerek bonzai kullanmayı bıraksa bundan elbette ferahlık duyar. Ancak su içmeyi bıraksa bundan alacağı bir ferah yoktur. Sonu ölümdür.

Tasavvuf ve tarikat mabeyninde sıklıkla istimal edilen 'nefs-i emmâre' veya 'nefis terbiyesi' veya 'nefsin bendini kırma' gibi tabirler bu şekilde düşünülürse daha kolay anlaşılır. Nefis fıtratın çağrılarını/ihtiyaçlarını bize iletmek, hatta bir açıdan 'bizi onları tatmin etmeye mecbur etmek' için içimize konulmuştur. Onlardaki ihmaller hayatımızı kötü etkileyeceğinden nefis gibi hayata sıkı tutunan birşeyle oyunda kalmaya zorlanırız. (İntihar oranlarını düşüren şeylerden birisinin de nefis olduğunu düşünürüm ben.)

Ancak nefis bazen (hatta çoğu zaman) mesajları karıştırır. İçeriden gelen sesler ile dışarıdan gelen dayatmaları ayıramaz. Bir insanın sürekli yapmakla kendini alıştırdığı şeyleri de fıtrattan saymaya başlar. (Yapılmadığı zamanları unutur çünkü.) Onların da (velev şer, haram, günah olsun) gerçekleştirilmesi için bizi baskılar. Sıkıştırır. Zorlar. İşte nefsin bu hali nefs-i emmâredir. Kötülüğü de emredecek kadar güçlüdür. Tasavvuf (veya daha genel manada İslam diyelim) nefsi terbiye ederek ona 'zaruri' ile 'zaruri olmayan'ı ayırmayı öğretir. Nefisle ilgili mesailerin arkasında yatan en önemli argüman, bana göre, budur. Nefis fıtrat ile kem alışkanlıkların seslerini birbirinden ayırsın diye eğitilir.

Tekrar baştaki meseleye dönersek: İşte, kitlesel anlamda bozulmaların yaşandığı, zaruri ile zaruri olmayanın ayrılmakta zorlandığı zamanlarda umumi musibetler bizi fıtrat noktasında, tabir-i caizse, 'reset'lerler. Fabrika ayarlarımıza döndürürler. Bağımlılığımızı zaruriyattan saydığımız şeylere karşı bizi soğuturlar. Bireysel anlamda da genel anlamda da musibetlerin böyle bir hikmeti de vardır. Özellikle umumi musibetler toplumsal ahlakın topyekün değişiminde büyük bir hizmet görürler. Bediüzzaman'ın I. Dünya Savaşı'nda yaşanan mağlubiyete dair Lemeat'taki izahları da bize bu sırrı fısıldar:

"Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu. Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima tâlim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffâreten beş sene cebren oruç tutturdu. Kendi verdiği maldan, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti. O da bizden aldırdı müterâkim zekâtı. Haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Salih amel ikiydi: Biri müsbet ve ihtiyarî; biri menfi, ıztırarî. Bütün âlâm, mesâib, a'mâl-i salihadır; lâkin menfidir, ıztırarî. Hadis teselli verdi."

Bu noktada ben artık diyorum ki: 'Menfî ibadet' dediğimiz şey de zaten 'müsbet ibadetleri' yapacak şekilde ahlakımıza verilen balans ayarlarıdır. Cenab-ı Hak, musibetler vesilesiyle, aksi şekilde davranmayı zaruriyat sanan nefsimize, ahlaksızlığın veya ibadetsizliğin zaruriyat olmadığını öğretir. Cepheden cepheye koşmaya alışmış bir askerin nefsi için, namaz, evinde maç izleyen bir insan için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.) Malını ve mülkünü dünya musibetleriyle harcamaya alışmış birisi için, zekat vermek, sürekli malına mal katan bir insan için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.)

Yaşadığı mahrumiyetlerle aç kalmaya alışmış bir insan için, oruç tutmak, hiç mahrumiyet yaşamamış bir şişgöbek için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.) İşte, biz, tam da bu şekilde, ibadetleri yapabilecek bir nefis ayarına kavuşuruz musibetler sayesinde. Mürşidimin, sadece genel belalar anlamında değil, bireysel musibetler noktasındaki yorumları da bu dersi bize söyler: "Eğer sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır."

Yine bu bakış açısıyla 'musibetlerin neden müslümanlara daha sık geldiğine dair metinler' de kolay anlaşılır olur. Müslümana verilen musibetten murad, arızî zulmünün kesilmesi, yani kem alışkanlığının değişmesidir. Fakat kâfire verilecek olan musibette, böyle bir hayrın ihyasının murad olunabileceği iman temeli mevcut değildir ki, 'ahlak değişiminin' ona bir faydası olsun. Onunki zulüm değil küfür meselesedir. Devam edeceğinden musibete uğramaz.

"Sual: Has dostlarınıza gelen musibetleri, tokat eseri deyip hizmet-i Kur'âniyede füturları cihetinde bir itab telâkki ediyorsun. Halbuki size ve hizmet-i Kur'âniyeye hakikî düşmanlık edenler selâmette kalıyorlar. Neden dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor? Elcevap: 'Zulüm devam etmez, küfür devam eder!' sırrınca, dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir. Düşman ise, hizmet-i Kur'âniyeye zıddiyeti, mümânaati, dalâlet hesabına geçer. Bilerek veya bilmeyerek hizmetimize tecavüzü zındıka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için, onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...