25 Kasım 2018 Pazar

Kanser vakıaları neden artıyor?

Belki yeterince farkında değiliz fakat kadere imanımız mühim bir sırrı da algımıza yüklüyor: "Herşeyin anlamı öncesindedir." Yani, birşey zâhirde nasıl bir sebep-sonuç ilişkisiyle ortaya çıkarsa çıksın, o şey özünde bir mana üzerinde dikilidir. Herşeyin öncesinde anlamı vardır. Herşeyin öncesinde bilgisi vardır. Şeyler ancak 'bilgi' ve 'anlam' üzerine inşa edilirler. Bu açıdan bir müslümanın imanında 'tesadüf' diye birşey yoktur. Herşey bir kasıtladır. Fakat bu kastın ne olduğunu çözemediğimiz yerlerde 'hasbelkader' veya (daha doğru bir ifadeyle) 'hesabü'l-kader/kaderin hesabıyla' tabir ettiğimiz işler vücuda gelirler.

'Anlamın önceliği'ne imanımız, şeylerle muhatabiyetimizi, onlardan edindiğimiz bilginin niteliği yönüyle de etkiler. Bir mü'min için sanat varlığın özündedir. Herşey hayır üzerinedir. Bu nedenle edindiği bilginin 'her hayır elinde' olan bir Allah'ın katından ihsan olduğunu bilir. Fakat münkirin gözünde varlığın durumu, en iyi ihtimalle, nötrdür. Tarafsızdır. Bu nedenle 'görecelilik kuramı' etkisinde istediği rengi alır. Şeylere güvenemez münkir insan. Çünkü şeyler tekinsizdir. Hatta bazen öyle kem bir bakış açısıyla iman eder ki onlara, kalbi mühürlenir, iyiliklerini göremez olur. Sahip olduğumuz önyargılar/fobiler bunun şahididir.

Meseleyi bu noktaya sürükleyişim bir amaç ile. Mürşidimin metinlerinde rastladığım bazı uyanışlar nedeniyle herşeyin arkasındaki anlamı kovalamayı seviyorum. Halimi biraz şuna benzetiyorum: Bir filmdeki katil ve maktül ilişkisini, bir "Katil ateş etti. Maktül bu nedenle öldü. Olay bundan ibaret!" diye okumak vardır, bir de bu çerçeveden aşkın olarak "Senarist bununla şunu anlatmak istedi" diye okumak vardır. Ben, varlığın okunuş şeklinin, kadere imanla birlikte ikincisine evrildiğini düşünüyorum. Kader bize bütün bunların ardında bir 'takdir' olduğunu haber veriyor. Mevzu yatayta görünenden ibaret değil. Film perdede yaşanmıyor. Yaşandığı bir stüdyo, bir mekan, hatta birçok mekan var.

Bir kurguyla önümüze geliyor bu işler. Yatayda silahı ateşleyen katil olabilir. Fakat esasında onun elindeki silah kurusıkı. Belki de oyuncak. Maktülün yaşadıkları gerçek değil. Vurulmuş gibi yapıyor. Göğsünde patlayan ise sadece fünye. Göz aldatmacası. Asıl bunların arkasında bize öğretilmek istenen birşey var ki o da senarist veya yönetmenin sırrıdır. Nasibi olan ona dadanır. Onu alır. Onu okuyanlar makbul izleyici olur.

İşte mürşidim de böylesi dikey okumalar öğretiyor pekçok kereler bana. Sebepler perdesini aşıp Müsebbibü'l-Esbab olan Allah'ın şeylere yüklediği anlamlara yönlendiriyor beni. Mesela peygamber mucizeleri hakkında diyor ki: "Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın zamanında sihrin revacı olduğundan, mühim mu'cizâtı ona benzer bir tarzda geldiği; ve Hazret-i İsâ aleyhisselâmın zamanında ilm-i tıp revaçta olduğundan, mu'cizâtının galibi o cinsten geldiği gibi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dahi zamanında Ceziretü'l-Arabda en ziyade revaçta dört şey idi: Birincisi: Belâğat ve fesahat. İkincisi: Şiir ve hitabet. Üçüncüsü: Kâhinlik ve gaibden haber vermek. Dördüncüsü: Hâdisât-ı maziyeyi ve vâkıât-ı kevniyeyi bilmekti. İşte, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan geldiği zaman, bu dört nevi malûmat sahiplerine karşı meydan okudu. Başta, ehl-i belâğate birden diz çöktürdü; hayretle Kur'ân'ı dinlediler. İkincisi, ehl-i şiir ve hitabet, yani muntazam nutuk okuyan ve güzel şiir söyleyenlere karşı öyle bir hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altınla yazılan en güzel şiirlerini ve Kâbe duvarlarına medar-ı iftihar için asılan meşhur Muallâkat-ı Seb'alarını indirtti, kıymetten düşürdü. Hem gaipten haber veren kâhinleri ve sâhirleri susturdu. Onların gaybî haberlerini onlara unutturdu. Cinnîlerini tard ettirdi. Kâhinliğe hâtime çektirdi. Hem ümem-i sâlifenin vekayiine ve hâdisât-ı âlemin ahvâline vakıf olanları hurafattan ve yalandan kurtarıp, hakikî hâdisât-ı maziyeyi ve nurlu olan vekayi-i âlemi onlara ders verdi. İşte bu dört tabaka, Kur'ân'a karşı kemâl-i hayret ve hürmetle onun önüne diz çökerek şakirt oldular. Hiçbirisi hiçbir vakit birtek sûreyle muarazaya kalkışamadılar."

Hem yine Batılı miras hukukunun Türkiye'de uygulanmaya başlamasıyla yaşanan anne mağduriyetleri hakkında diyordu ki: "Herşeyde, her musibette, hususan beşer eliyle gelen zulümlü musibetlerde, Risale-i Kaderde beyan edildiği gibi, iki sebep var. Biri: Zâhiren esbaba bakan beşerdir. Diğeri: Kader-i İlâhîdir. Beşer, zâhirî esbaba bakar; bazan yanlış eder, zulmeder. Fakat kader, başka noktalara bakar, adalet eder. İşte, bugünlerde elîm bir endişeyle Risale-i Nur dairesine temas eden üç mesele, adalet-i kaderiye noktasında mânevî suâle cevaben ihtar edildi. Birinci suâl: Neden fedakâr, yüksek bir şefkati taşıyan valide, bu zamanda, veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi, kader müsaade eyledi? Gelen cevap şu: Valideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarf etmeleridir ki, 'Evlâdım şan ü şeref rütbesinde memuriyet kazansın' diye, bütün kuvvetleriyle, evlâtlarını dünyaya, mekteplere sevk ediyorlar. Hattâ, mütedeyyin de olsa, Kur'ânî ilimlerin okunmasından çekip dünyayla bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti."

Arkadaşım, Allahu'l-a'lem, bu ve şu gibi metinler bana şöyle bir sırrı fısıldadılar: En çok neye güveniyorsak Allah'a karşı, en çok o alınıyor elimizden. Mısırlılar sihirlerine güveniyor. Hz. Musa aleyhisselam gelip asâsıyla yılanlarını yutuveriyor. İsrailoğulları tababetlerine güveniyor. Hz. İsa aleyhisselam gelip ölülerini diriltiyor. Ve anneler, gaflete düşüp en çok evlatlarına yaslandıklarında dünyaya dair, Cenab-ı Hak oradan umdukları ümidi alıyor, yeni bir hukuka müsaade ederek. Yani, zamanın ve zeminin şartlarına göre, kim ne ile Allah'a (hâşâ) kafa tutabileceğini sanıyor, Kadir-i Zülcelal onu ellerinden çekerek veya zayıflığını göstererek veya gafil ümitlerini dağıtarak akıllarını başlarına getiriyor. En azından yüzü hidayete bakanlarını. Tıpkı Firavun'un sihirbazları gibi...

Ben şimdilerde ahirzamanda kanser vakıalarının/türlerinin çoğalmasını da böylesi manevî bir sebebe bağlıyorum. Peki nedir o manevî sebep? Bence Darwinizmdir. Genetik üzerine inşa edilen sapkınlıktır. Bu dönemin insanı, 'tesadüflerine' genler üzerinden öyle bir büyük paye veriyor ki, neredeyse, her canlının yaratılışını ona bağlıyor. Onun eseri olarak ortaya çıktığını söylüyor. Ona vardırıyor.

Peki kanser bize özünde ne söylüyor? Bence tam tersini. O aksine diyor ki: "Eğer genler üzerinde sizin tesadüften umduğunuz şekilde değişiklikler olursa sonuçları benim gibi olur. Çünkü ben, işte gözünüz önünde, hücrelerin genlerinde meydana gelen değişikliğim. Bozulmayım. İster ciğerde olayım, ister karaciğerde, ister beyinde... Nerede olursam olayım, hangi etmenle ortaya çıkarsam çıkayım, görüyorsunuz, sizi öldürüyorum. Hâlâ mı tesadüflerin esintisiyle bize tapacaksınız?"

Hem psikolojik rahatsızların tür ve sayı olarak artmasında da sanki böylesi bir 'uyarının' izleri var. Evet. Allah'a karşı en çok neye dayanıyorsak en çok o parçalanıyor. Ahirzaman insanının Cenab-ı Hakka karşı en çok güvendiği şeylerden birisi olan 'hodbin benliği' yani enesi. İşte ahirzamanda da yine en çok o parçalarına bölünüyor. Bütün o teknolojik tırı-vırı, güç kalkanı, imkan ziyadeliği içinde ahirzaman insanı dertlerine karşı daha latif. Daha dokunaklı. Daha çabuk sarsılıyor. Daha çok boşluğa düştüğü gibi daha kolay hayatından vazgeçebiliyor.

İşte, arkadaşım, Bediüzzaman'dan aldığım bir bakış açısıyla ben hem bedenlerimizde hem de ruhlarımızda artan kanser vakıalarına böyle baktım. Düştüğümüz yerden kaldırılıyoruz en çok. Daha doğrusu: Düştüğümüz yerden uyarılıyoruz. Kaldığımız dersten sınava tutuluyoruz. Geçebilirsek ne âlâ. Cenab-ı Hak, cümlemize, zayıflıklarımızla barışmayı nasip etsin. Âmin. Zira onlarla barışmadan varlıklarını itiraf edemeyiz.

24 Kasım 2018 Cumartesi

Kışın soğuğu nasıl cehennemden olur?

Sıcak (öğle vakti) şiddetlendiği zaman, onu namazla serinletin. Muhakkak ki, sıcaklığın şiddeti, cehennemin nefes almasından ileri gelir. Öyle ki, cehennem ateşi Rabbine ‘Ya Rabbi! Bir kısmım bir kısmımı yedi’ diyerek şikâyette bulundu. Bunun üzerine Allah, nefesin biri kışta, biri de yazda olmak üzere (yılda) iki nefes almasına izin verdi. İşte sizin gördüğünüz en şiddetli sıcak ve en şiddetli zemherir/soğuk bundan (bu iki nefesten meydana gelmekte)dır.” (Buharî, Mevakît, 9; Müslim, Mesacid, 185, 186, 187)

Mürşidimden 'sırr-ı iktiran' diye duyduğum şeyin bunu da öğrettiğini düşünüyorum: Yaraya ve dermana kaderin taalluku birdir. Bazen yaraya derman verilir. Bazen dermana yara verilir. Ama her şekilde hem 'yara'nın hem 'derman'ın varlığı lazımdır. Gereklidir. Bu nedenle dermana yeterince ihtiyaç hissetmeyince dert sahibi kılınırız biz. Tıpkı derde giriftar olduğumuz vakit dermana kavuşturulduğumuz gibi. Sağlıklı bir marifet gelişimi için ikisinin de varlığına aynı derecede açlık duyarız. Örneğin: Allah'ın eş-Şafî ismini anlamamız yalnız 'sıhhat' ile olamaz. Öncesinde veya sonrasında hastalık olan bir sıhhatle bu ismin tecellisini kavrarız. Lezzetini alırız. Değişimi tadarız. Zıttına dair yaşanmışlığımız şeyler hakkındaki bilgimizi de edinilmiş kılar. Yani insan herşeyi kıyaslamakla öğrenir.

Evet. İnsan aslında sağlığı veya hastalığı değil 'değişimi' tadar. Sürekli sıhhat halinde sıhhatin varlığını ölçemez. Sürekli hastalık halinde hastalığın niceliğini sezemez. Ancak hastalık-sağlık döngüselliği içinde gelgitlerden bir ölçüm yapabilir. Değişimi farkedebilir. Ve bu değişimlere birer isim takar. Değişmeyenlerin ismi yoktur. İyiliğin bilgisi işte bu yönüyle kötülüğün bilgisine de muhtaçtır. Arkadaşım, "Allah günahları neden yaratıyor?" diye soracak olursan, belki cevabı burada vardır.

Allahu'l-a'lem kaydıysa söyleyelim. Ben bazen böyle düşünürüm: Eğer beşer, şu dünyada bir imtihan sürecine girmeden cennet ve cehenneme pay edilseydi, ne cennetlikler cenneti ne de cehennemlikler cehennemi hakkıyla takdir ederlerdi. Ancak iyinin ve kötünün, güzelin ve çirkinin, hayrın ve şerrin karıştığı şu âlemdeki karışık tecrübemizdir ki, bizi, şu kavramların birbirinden ayrıldığı âlemleri hakkıyla takdir edebilir kıldı. Evet. Cennete (inşaallah) gidersek oranın kıymetini biliriz. Çünkü bu dünyada zıttını bir nebze tattık. Evet. Cehenneme (hafazanallah) gidersek oranın dehşetini kavrarız. Ki bu dünyada onun da bir ölçüde zıttını tattık. Bu zıtlarına kıyaslayarak oralarda yaşadıklarımızın kötülüğünü/iyiliğini bilebiliriz. Bu tecrübeyle bir marifete erişebiliriz. Allahu'l-a'lem.

Mürşidim, cennet ve cehennem hakkında, bir yerde diyor ki: "Hem ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudat-ı seyyâlenin iki havzıdır. Havzın yeri ise, seylin durduğu ve tecemmu ettiği yerdedir. Yani, habîsâtı ve müzahrefâtı esfelde, tayyibâtı ve sâfiyâtı âlâdadır. Hem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecellîgâhıdır. Tecellîgâhın yeri ise her yerde olabilir. Rahmân-ı Zülcemâl ve Kahhâr-ı Zülcelâl nerede isterse tecellîgâhını açar..." Böyle bakmayı başarınca herşey daha da netleşiyor gibi geliyor bana. Burada karışığız. Ama durulacağımız yere doğru akıyoruz. Zıtların ayrıldığı bir yer olacak. İşte bu ayrımdan sonrasına biz 'cennet' ve 'cehennem' diyoruz. Mutluluklarımız veya kederlerimiz ise bu dünyadaki izleri...

Efendimiz aleyhissalatuvesselamın 'yazın şiddet-i hararetinin cehennemden olduğunu ifade etmesi' ve yine 'dünyanın merkezindeki sıcak dokunun cehennemle ilişkisine dair' gelen haberler bize coğrafik/astronomik bilgilerden aşkın olarak birşey söylüyorlar: Biz bir turnusoluz. Neyin ne olduğunu gösterir bir ayracız. İnsana sıkıntı veren her ne varsa onlar bu karışıklığın karanlık tarafındandır. İnsana mutluluk veren her ne varsa da onlar bu karışıklığın aydınlık yanındandır. Şu nehir karışık akmaktadır. Karışıklığın biteceği bir ayrılık da olacaktır. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bizi iyinin, güzelin, hayrın olduğu tarafa ayrılanlardan eylesin. Âmin.

18 Kasım 2018 Pazar

Kur'an sürükleyici değil mi?

Bir vakitler, öncelikle yamacından şahit olduğum, sonra da bir parça katıldığım bir tartışmaydı: Bir hukukçu, bir edebiyatçı ve ben laflıyorduk. Hukukçu gayet seküler idi. Edebiyatçı imam-hatip mezunu. Bende bir numara yok. Başlarda havadan-sudan bir sohbet iken işin rengi değişmişti. Sesler yükselmişti. Çünkü hukukçu Kur'an'ı 'zamanın gerisinde kalmakla' itham ediyordu. Edebiyatçı, itham ettiği noktalarda, Kur'an'ın onun sanrıladığı gibi şeyler söylemediğini belirtiyordu. Yok, aksi iddiada ise, yaslandığı ayet veya ayetleri nakletmesini öğütlüyordu. Diğerisi en nihayet "Ben ayet ayet söyleyecek kadar Kur'an okumadım!" deyiverdi. Edebiyatçı üsteledi: "O kadar roman okuyorsun. Her akşam elinde görüyoruz. Kur'an'ı da okusan ya." Hukukçunun o gün verdiği cevabı hiç unutmam: "O diğerleri gibi sürükleyici değil."

Unutmam. Çünkü Bediüzzaman'ın Lemeat'ta söylediği birşeyi kenarından-köşesinden anlamamı sağladı. Ki şöyledir: "Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnud eden bir hâlet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez, Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvânî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez. Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur'ân'da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez."

Sanırım alışkanlıklarımız da zihnimizi bir tür şekillenmeye maruz bırakıyor. Misalen: (Konuyla ilgili herkesin altını çizdiği birşey.) Youtube çağında insanların 'görselin aynılığı'na karşı sabırları azaldı. Kısa zamanda anlatmalısın. Hızlı hızlı anlatmalısın. Sık sık kadraj değiştirmelisin. Herşey hareket halinde olmalı. Peki eskiden? Eskiden böyle değildi. Karşılıklı konuşan iki kişinin görüntüsü, eğer konu ilgimizi çekiyorsa, saatlerce izlenilirdi. Şimdi yapamıyoruz. Mevzu ne kadar sürükleyici olursa olsun. Gözümüz hareket istiyor. Kadrajlar değişsin istiyor. Herşey zıplasın, sıçrasın, oradan oraya hoplasın arzu ediyor. Ziyadesiyle aksiyon filmi izledik çünkü. Değişimin erişebileceği zirvelere gördük. O balı(!) tattık. Gözümüz o şehvetle tanıştı.

Onlar da beynimize yeni bir alışkanlık kazandırdı. Şekere razı olamıyoruz. Aynılığa eskisi kadar katlanamıyoruz. Örneğin: Ben şimdilerde hareketi azıcık eksik bir görsel öğenin başında yarım saatten fazla kalamıyorum. Araya birşey alıyorum. Bir mola veriyorum. Veya izleme ödevini bölüyorum. Sabrımın yeteceği parçalara ayırıyorum böylesi herşeyi. Dikkatimin zembereği kırılmış.

Romanla, hele şimdilerin 'çok satanları' ile, sık muhatap olmuş zihinlerde de benzer bir tahriş var. Bir metnin üzerinde kalabilmek için onun yükünün az olmasını istiyorlar. Yükünün azlığı ne demek? Yani üzerinde tekrar tekrar düşündürmesin. Beyni ardından çok da derinlere sürüklemesin. Rüzgar gibi geçsin. Güldürsün. Eğlendirsin. Ağlatsın. Duygulandırsın. Meşgul etsin. Bitsin. Bitsin. Bitsin. Yaşamaya devam etmesin. Sıçrama yaptırmasın. 'Acaba?' dedirmesin. Sonraya kalmasın. Dikkatimizi üzerinde eğleştirmesin. Tutmasın.

Günümüzde böyle metinler makbul. Çünkü zaten böylesi metinleri okumakla şekillenen zihinlere sahibiz. Dünya klasikleri denilerek bize dayatılan çoğu metin böyle. Bir yüzeye yayılma ürünü herbirisi. Giderek de basitleşiyoruz. Yüzeye yaklaşıyoruz. Yüzeye yayılıyoruz. Tıpkı çayda eriyen şeker gibi. Son yaklaştığında küçük bir parça yüzeye çıkıp 'daha çok görünür' oluyor. Ve en nihayet o da dağılıyor. Yani, en çok görünür olduğu an, aslında varlığının sonuna en çok yaklaştığı an. Elbette Kur'an'ın semasına çıkmakta zorlanırız. Çünkü Kur'an bu şekilde sürükleyici değil.

Peki gerçekten Kur'an sürükleyici değil mi? Evet. Elbette öyle değil. Fakat hayır. Elbette öyle. Cevabınız aslında 'nereye doğru sürüklenmek istediğinize' bağlı. Eğer varlığın Allah'a bakan yüzüne doğru sürüklenmek istiyorsanız Kur'an gayet sürükleyicidir. Kendi ifadesiyle 'kopmaz bir halat' veya 'sapasağlam bir kulp'tur. Sizi başında tutar. Heyecanla kendisini okutur. Hatta tırnaklarınızı kemirtir. Fakat aradığınız varlığın kendisine bakan yüzünde yuvarlanmaksa, elbette Kur'an'da aradığınızı bulamazsınız, sizi oralara doğru sürüklemez. Buna hizmet etmez. Canınızı sıkar. Akıp gitmenize izin vermez. Belki biraz da bu yüzden Tevbe sûresinde kısa bir mealiyle şöyle buyurulmuştur: "Herhangi bir sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı (alaya alarak) der ki: 'Bu sizin hanginizin imanını artırdı?' İman edenlere gelince (bu sûre) imanlarını artırır ve sevinirler. Kalplerinde hastalık olanlara gelince: Onların da inkârlarını büsbütün artırır ve onlar artık kâfir olarak ölürler."

Benim o tartışmanın makamında arzettiğim bir misal var. Yeri geldi. Burada da arzetmek istiyorum. Gerçi pek eksik bir misaldir. Ancak yine de zihne yaklaştırıcı bir tarafı vardır. Faydası olacaktır. Şimdi, hayalgücünüzü avucunuza alıp, belki biraz da çocuklaşıp, iki araba düşlemenizi istiyorum. Bu arabalardan birisi tastamam tek parça. Bölünebilitesi yok. Tecezzi kabul etmiyor. Bir makineden hiçbir ekleme yapılmadan tek seferde dökülmüş. Aldığınız gibi kalmak zorunda. Onunla ancak bu şekilde oynayabilirsiniz. Diğeri ise elinize parçalı bir şekilde ulaşıyor.

Hatta biraz daha ileri gidelim. Zahmeti arttıralım. Bu araba legodan olsun. Paketini açıyorsunuz. Parçaları ortaya döküyorsunuz. Sonra birleştiriyorsunuz. İşte arabanız hazır. Oynayın bakalım. Fakat bir saniye! Neler farkettik öyle. Bu oyuncak yalnız araba olmaktan ibaret değilmiş. İstediğiniz vakit tekrar parçalarına ayırıp onları daha farklı bir şekilde birleştirebilirmişsiniz. Örneğin: Uçak olurmuş. Gemi olurmuş. Tabanca olurmuş. Tren olurmuş. Sizin hayaliniz nereye ulaşırsa onların hepsini olurmuş. İşte, maşaallah, ikinci oyuncak böyle bir oyuncakmış. Başta zahmet gibi görünen parçalı yapısı aslında nimete dönüşesiymiş. O parçalı hali sayesinde bu oyuncak 'bir iken bin' olabiliyormuş. Ayrılabilirliği 'daha farklı şekillerde de birleşebilirliği' haline geliyormuş. Elhamdülillah.

Kanaatimce, Kur'an'ın, roman okuyucularına 'sürükleyici' gelmeyen yapısında da böyle bir meziyet var. Ayetlerin konudan konuya geçer bir mahiyette bulunması aslında bizatihi bereket sebebi... Böylece Kur'an 6666 ayetten oluşmuş bir bütün iken 'ihtimal hesaplarına sığmayacak bir çoklukta' okumalara merkez olabiliyor. Eğer tek bir serüven etrafında birleşmiş bölünmez bir metin olsaydı Kur'an, yani roman gibi 'sürükleyici' olsaydı, o zaman bu bereketin kaynağı da olamazdı. Bir/birkaç anlama gelirdi ve okuması biterdi. Eskide kalırdı. Sonuna gelinirdi. Fakat yıldız yıldız inen ayetleri, herbir parçanın kendi başına da bir varlık/bütünlük ifade etmesiyle, tıpkı lego araba örneğimizde olduğu gibi, çoklu okumaların zemini olabiliyor. Ki mürşidim de bir yerde bu manayı sema-Kur'an, yıldız-ayet benzetmesiyle şöyle tarif ediyor:

"Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın i'caz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san'atı muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur'ân içinde binler Kur'ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir."

Evet. Kur'an'ın roman gibi sürükleyici olmamasında başka bir sürükleyicilik var. Ki ondört asırdır sayısız tefekkür erbabını peşinden sürüklüyor. Tek bir merkez etrafında şekillenmiyor belki. Tek bir yöne doğru gitmiyor. Fakat bu merkezsizlik onu 'çok merkezli bir evren' sahibi yapıyor. Hangi ayeti merkezi kılınsa diğerleri onun etrafında yeni bir düzene giriyorlar. Yeni bir okuma öğütlüyorlar. Yeni bir hikmet bağışlıyorlar. Yeni bir bakış açısı öğretiyorlar. Böylelikle serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü oluyor. Kur'ân içinde binler Kur'ân bulunuyor. Ama başta dedim ya: Birşeyde aradığınız sürükleyiciliği bulmanız onda ne tür bir sürükleyicilik aradığınıza bağlıdır. Ve bizim gibi, yüzeyde sürüklenmeye alışmış saman çöplerinin, mercanların indiği cennetlerden haberdar olmaması doğaldır.

12 Kasım 2018 Pazartesi

Atatürk ilah değildir

Zuhruf sûresinin 54. ayetinde kısa bir mealiyle şöyle buyrulur: "Firavun kavmini küçümsedi. Onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar fâsık bir kavimdi." 51 ve 52. ayetlerde ise Firavun'un halkını küçümseyişi şöyle nakledilir: "Firavun kavmine seslenerek dedi ki: Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz? Yoksa, ben, neredeyse meramını anlatamayan şu zavallıdan daha hayırlı değil miyim?" Bu kısım esasında 'teolojik sapmalar'ın öncesini oluşturan 'ontolojik sanrılamalar'ın fotoğrafını çekip gösterir bize. Nasıl? Belki biraz şöyle: Eğer hayırlı/varlıksal olanın mülkü bir kişiye teslim edilirse, o bir kişi artık kabında duramaz, kalbinizi de istemeye başlar sizden. Hatta öyle bir noktaya gelir ki, yalnız yediğinizi-içtiğinizi değil, inanışınızı da kendisine hasretmenizi arzu eder. Tıpkı Kasas sûresinin 38. ayetinde yine Firavun'dan nakledildiği gibi "Sizin için benden başka bir ilah tanımıyorum!" demeye başlar. 'Olmasaydım olmazdınız'laşır.

Bu 'Olmasaydım olmazdınız' mevzusu pek mühimdir. Çünkü 'insan' ile 'ilah' ayrımı noktasında yaşanan feci bir arızayı/kaymayı da gösterir bize. Çoğunuzun malumudur. İslam akidesinde Allah'ın isimlerinden birisi de 'Vacibü'l-Vücud'dur. Bu tamlamanın en yalın karşılığı 'varlığı zorunlu olan' ise de en açıklayıcı şekli 'Allah olmazsa olmazdır'dır. Peki Allah'tan gayrısına ne denir? el-Cevap: 'Mümkin.' Yani? 'Varlığı zorunlu olmayan' ya da 'olmazsa olmaz olmayan' demektir bu da.

Şimdi altını çizmeye çalıştığımız hakikati toparlamaya çalışalım: Kainat gibi muhteşen bir eserin icadı için isimleri sonsuz bir Nazım'a/düzenleyiciye, bir Halık'a/yaratıcıya, bir Hakîm'e/hikmetle iş görene, bir Sanie/sanatla yaratana vs. zorunlu bir şekilde ihtiyaç vardır. Onun varlığı zorunludur. Çünkü, evvelinde onun varlığı olmadan, ancak onun yaratışıyla varolacak başka varlıklardan bahsedilemez. Marangozluk olmadan masadan konuşulamaz. Terzilik olmadan elbiseden dem vurulamaz. Ressamlık olmadan resim izah edilemez. Yaratılışın harikalığını ortaya koyan tüm boyutları, detaylara inildikçe sergilediği yeni yeni muhteşemliklerle, bir ustasının olduğunu, varlığının şu şahit olduğumuz varlığı açıklamak için mecburî olduğunu, 'olmazsa olmaz' olduğunu bütün netliğiyle ortaya koyar.

İşte Vacibü'l-Vücud bunun ifadesidir. Ve karşıtı olan 'mümkin' ise bizim varlıkta işgal ettiğimiz alanı izah eder. Bizim varlığımız yaratılışın varlığı ve devamı için 'olmazsa olmaz' değildir. Biz dünyaya gelmeden önce dünya böyle bir zorunluluğun arayışında olmamıştır. Bir vakit gelip göçtüğümüzde de yokluğumuzu pek aramayacaktır. Cenab-ı Hak, kudretinin sonsuzluğuyla, nasıl dilerse öyle yaratır. Arızî varlıklarımız onun Zatî varlığının devam bahşetmesiyle varolmaya devam eder. Diyebiliriz ki: İslam akidesinin özünde, tevhidin hemen arkasında, bu vardır. Evet. Allah birdir. Dolayısıyla 'olmazsa olmaz' da birdir. 'Olmasaydın olmazdık!' ancak Odur.

Fakat bu cümle bugünlerde pek farklı şekillerde kullanılıyor. Her kesim varlığını kendince önemli bulduğu bir ismi pek kolaylıkla 'Olmasaydın olmazdık!' mertebesine sıçratıyor. Halbuki, yukarıda zikrettiğimiz gibi, biz gibi tevhide iman etmiş müslüman bireyler için bu 'kabul edilemez' bir durumdur. Kabul edilemezdir, zira, Allah'ın isimlerinden birisinin bir kula tahsis edilmesi manası taşır. Hem tek sorunu bu da değildir. Bu ontolojik algı kayması, hayrın/varlıksallığın mahiyetine dair bu yanlış düşünüş, sanrı, rüyalama, aynı zamanda beşerî olanın kutsallaşmasına ve adaletin bozulmasına sebep olur. Çünkü 'adalet mülkün temeli' olduğu gibi 'adaletin temeli de mülkiyet hakkı'dır. Yani birisinin mülkünü diğer bir başkasının gasbetmemesidir.

Emirdağ Lahikası'nda yeralan, Bediüzzaman'ın, dönemin CHP genel sekreteri olan Hilmi Uran'a yazdığı bir mektupta bu kaymanın oluşturacağı arızalara şöyle dikkat çekilir: "Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhafazaya çalışıp, üç dört şahsın inkılâp namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcut haseneleri ve inkılâp iyiliklerini onlara verip ve mevcut dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç dört adamın seyyiesi üç dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir mânevî azap ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara kefaret olamaz."

Peki Bediüzzaman'ın burada dikkat çektiği arıza nedir? İşte ben bunun bugünkü tezahürlerinden birisini de "Atatürk olmasaydı baban kim bilmezdin!" tarzı absürd sloganlar eşliğinde anlayabiliyorum. Sanki Atatürk ortaya çıkana kadar bu necip milletin (hâşâ) erkekleri pezevenklik, (yine hâşâ) kadınları fahişelik işiyle meşgulmüşler ve içlerinden Atatürk isminde birisi çıkmasa hemen bu erkekler karılarını işgalcilerin kucağına itecekmişler, onlar da hiç itirazsız bunlardan çocuk sahibi olacakmışlar gibi yapılan tasvirat, yok hayır, düpedüz terzilat/rezillik Bediüzzaman'ın mezkûr ifadelerini anlamama bir yol oluşturuyor. Tamam. Kendi dedeleri-nineleri hakkındaki kem düşüncelerine birşey diyemem. Ama bu vatan toprağında yaşayan her bireyin Türk, Kürt, Çerkes veya Laz dedelerini ve ninelerini böyle bir deniyetten tenzih ederim. Yüzbin defa hâşâ! Onlar böyle alçak değildiler. Hem değillerdir. Hem olmamışlar. Hem olmayacaklardır.

Alçak olan sizsiniz. Çünkü sırf Atatürk'ün makamını yüce gösterebilmek için bir milletin kanının son damlasına kadar beraber direnişiyle elde ettiği bir zaferi onun mülkiyetine geçirmeye çalışıyorsunuz. Sizin gibi olanlar da size itaat ediyorlar. Hoşlarına gidiyor bu tutumunuz. Fakat, ben ve bizler, bu noktada tıpkı Bediüzzaman gibi düşüneceğiz: "(...) o üç dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner..." Evet. "Atatürk olmasaydı baban kim bilmezdin!" cümlesinin aslı/esası bu millete hakarettir. Bu hakareti haksızca üzerine atıldığı şanlı milletten alıp sahiplerine iade ederiz. Madem böyle inanıyorlar. O zaman bu balçık onlarda kalabilir. Bize bulaştırmasınlar. Yeter.

6 Kasım 2018 Salı

FETÖ fitnesi neden nurcuların başına geldi?

Başlarken bir hikayeyi paylaşmak istiyorum sizlerle. Hayatımızdaki her olaya, hatta en acılarına bile, hikmet penceresinden bakmayı öğütleyen bir hikaye. Hatırımda kaldığı kadarıyla nakledeceğim: Ava meraklı sultanlardan birisi, herhalde Afrika'da hüküm süren bir sultan idi kendileri, erkânıyla birlikte aslan avlamak üzere yola çıkmışlar. Av sırasında nasıl olmuşsa, öldüğü sanılan aslanlardan biri, civarına fazla yanaşan sultanın bir kolunu kapıvermiş. Tabii etrafındakiler bir yandan sultanı tedaviye çalışıyorlar diğer taraftan da acısını paylaşıyorlarmış. Bu sırada bilge veziri sultanının kulağına şöyle fısıldamış: "Sultanım bunda da bir hayır vardır."

Sultan çok sinirlenmiş. "Ulan, benim kolup koptu, sen aforizma derdindesin!" diyerekten vezirini hapsettirmiş. Tabii huylu huyundan vazgeçmez. Aradan zaman geçince bizim sultanın da av merakı tekrar kıpırdanmaya başlamış. Yine balta girmemiş ormanlara doğru açılmışlar. Galiba biraz da fazla açılmışlar. Bunlar bir aslanı kovalamaya dalmışken etrafları yamyamlar tarafından sarılmış. Adamları kendisiyle birlikte esir alınmış. Yamyamlar, haklarını yemeyelim şimdi, insaflı adamlarmış. Karınları acıktıkça içlerinden birisini katledip kazana atıyorlarmış. Sıra en son sultana geldiğinde, bir bakmışlar, adamın tek kolu eksik. Hayda!

Neden 'Hayda?' Çünkü yamyamların bile kendince bir töresi vardır. İşte bizim yamyamlarımızın da töresi dermiş ki: "Bir uzvu eksik adamı yemek uğursuzluktur!" Başlarının-gözlerinin sadakası olarak onu serbest bırakma kararı almışlar. Kolunun eksikliği nedeniyle canı kurtulan sultan sarayına kavuşunca hemen zindana koşmuş. Vezirinin dizlerine kapanmış: "Kıymetini bilemedim. Sözünün hikmetini anlayamadım. Beni affedebilecek misin?" demiş. Sultanın bu yakarışları karşısında vezir gülümsemiş, hiçbir kırgınlık hissetmediğini belirtmiş ve eklemiş: "Sultanım, bunda da bir hayır vardır, eğer beni zindana attırmamış olsaydınız, av sırasında ben de sizin yanınızda olurdum. Ve görüyorsunuz: Benim hiçbir uzvum eksik değil."

Aynı hikmet okumasını çağrıştırır bir başka ders de Hz. Hızır ve Musa aleyhisselam kıssasında karşımıza çıkar. Hz. Hızır, yolculuk ettikleri gemiyi deldiğinde, Musa (a.s.) ona itiraz eder. Hızır (a.s.) bu delişteki hikmeti şöyle anlatır: "Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak istedim. (Çünkü) onların arkasında her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı." Yani Hızır aleyhisselamın kusurlu kılışı aslında koruyuşudur. Bu okuma şekli kaderimizle barışmanın yollarını da gösterir bizlere. Cenab-ı Hakkın, bizi 'zâhiren eksik bıraktığı' öyle hususlar vardır ki, aslında o eksiklikler ikramın ta kendisidir. Hediyesidir. Belki bizim hayatlarımız da çok belalardan o eksikler sayesinde korunmuştur.

Buradan şuraya geçeceğim: Kıssadaki 'her sağlam gemiyi gasbetmete olan kral' ifadesi, bana, mürşidimin 'seküler medeniyet' hakkında yaptığı bir tesbiti hatırlatıyor. II. Dünya Savaşı hakkında söylenilenini alıntılayalım: "İşte böyle hiçbir kanun-u adalete ve insaniyete ve hiçbir düstur-u hakikate ve hukuka muvafık gelmeyen boğuşmalardan, elbette âlem-i İslâm ve Kur'ân teberrî eder. Yardımcılıklarına tenezzül edip tezellül etmez. Çünkü onlarda öyle dehşetli bir firavunluk, bir hodgâmlık hükmediyor; değil Kur'ân'a, İslâma yardım, belki kendine tâbi ve âlet etmekle elini uzatır. Öyle zâlimlerin kılıçlarına dayanmak, hakkaniyet-i Kur'âniye elbette tenezzül etmez. Ve milyonlarla mâsumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet yerine, Hâlık-ı Kâinatın kudret ve rahmetine dayanmak, ehl-i Kur'ân'a farz ve vaciptir." Yine başka bir tanesi de şöyle: "(...) şimaldeki dehşetli anarşistlik tohumunu saçan ve nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmaya yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle ancak Nur şakirtlerine medar-ı mes'uliyet cemiyet namını verebilir." Böylesi metinlerin bütününe bakıldığında görülense şudur kanaatimce: Bediüzzaman tüm seküler ideolojilerin benzer bir yanı olduğunu düşünmektedir. Onlar, başarıya ulaşabilmek için, çevrelerindeki her türlü enstrümanı araçları kılarlar.

Bu 'araç kılma' meselesinin günümüze bakan diğer bazı yanlarını bir kenara bırakarak, çünkü onları ayrı bir yazı konusu yapmayı Cenab-ı Hak'tan diliyorum, FETÖ fitnesinin ortaya çıkışıyla ilgili bir hikmetini konuşmak istiyorum bugün sizlerle. Ve eğer becerebilirsem bu yazı vesilesiyle, başta nurcular olmak üzere, tüm İslamî gruplar adına da bir özeleştiri yapabilmeyi umuyorum. Yani en büyük hisse şüphesiz nurculara düşecek, çünkü ben onların evladıyım, çuvaldınızı kendimize batıracağım, fakat diğer gruplar da şu iğne sızısından mahrum kalmayacak.

Öncelikle şunu kabul etmemiz gerektiğini düşünüyorum: FETÖ'nün yaşattığı travma tüm İslamî grupların, cemaatlerin, gayretlerin (şöyle veya böyle) yara almasına neden oldu. Neyin-ne için-ne çerçevede yapıldığını iyi bilenler hariç tutulursa, sempatizanların büyük bir kısmının gönüllerine tereddüt geldi. "Acaba bunlar da onlar gibi çıkar mı?" şeklinde bir soruyu her grubun bağlısı karınca-kaderince işitir oldu. Hatta, şunu da ilave edeyim, yayıncılığımızın yaşadığı krizin bir yüzünün de buraya baktığını düşünmekteyim. Evet. İnsanlar metinlere olan güvenlerini yitirdiler. Mübarek metinleri okuyup-okutarak bu hale gelebilen bir örgütün varlığı 'onları okudukça herşeyin yolunda gireceği' güvenini yaraladı. Kitapların değiştiriciliğe ilgi azaldı. Hatta kimileri 'bu metinlerle fazla meşgul olmanın sorunun anneliğini yaptığını' iddia etmeye kadar gittiler. Allah hidayet versin.

Elbette bu işte en büyük pay nurculara düştü. Çünkü nurcuların FETÖ'yle diğer gruplara nazaran aşkın sayılabilecek bir bağı vardı. Evet. Derine inildiğinde birçok şeyde farklı düşünüyorlardı. (Ben de bunları dersane krizinin yaşandığı yıllarda "Çok Kimlikli Olmanın Kökenleri" başlıklı bir yazıserisinde dilegetirmeye çalışmıştım.) Fakat en nihayetinde onlar da Risale metinlerinin varisi olduklarını iddia ediyorlardı. Bu da ister-istemez aramızdaki nüansın yitimine neden oluyordu. Elinizde Risale-i Nur gören herkes sizi pekala 'Fetullahçı' sanabiliyordu. Üstelik sayılarının/imkanlarının çokluğu da, vurguyu kendilerine kaydırarak, diğer nurcuları görünmez kılıyordu.

Bu nedenle yaşattıkları yıkımın nurculara da ödettiği bir bedel oldu. Nurcuların paylarına düşen bedeli hakettikleri yerler var mıydı? Bu konuda hepten tenzih edici olamıyorum. Hataların olduğunu düşünüyorum. Fetullahçılığın gittiği yolun yanlışlığını ortaya koymada daha toplu/önde/net duruşlar sergilenmesi gerektiğine inanıyorum. Ancak bütün bunlar FETÖ'nün 'bin yüzlü yapısı' ile yine de absorbe edilebilirdi. Herkes onlarda 'onların görmemizi istediği kadarını' gördü.

Fakat bu bedelin Risale-i Nur'a ödetilmek istenen kısmını o mübarek metinler kesinlikle haketmiyor. FETÖ'nün bükme yeteneğinin önlerindeki metinlerle hiçbir ilgisi yok. Onların cerbezeleriyle bir ilgisi var. Çünkü, kitaplarını okuyanlar veya vaazlarını dinleyenler bilirler, Gülen'in Asr-ı Saadet anlatılarından Kur'an ayetlerine, hadis-i şeriflerden Necip Fazıl şiirlerine, kendi yoluna uydurmadığı hiçbir metin yok. O hepsinde aynısını yapabiliyordu. Ve yolundan gidenler de aynısını yapabiliyorlardı.

Yapabilmeleri metinlerin sorumluluğundan ziyade ehl-i sünnet ve'l-cemaatin istikamet dairesini/çerçevesini bilemeyen bizlerin sorumluluğuydu. (Bir de bilip de söylemeyenlerin sorumluluğu.) Fakat kesinlikle metinlerin sorumluluğu değil. Onların yazarlarının da suçu değil. Her neyse...

Bu tarafı işin acı yanı. Fakat, alıntıladığımız Kur'an kıssası perspektiğinden bakacak olursak, yaşananların bir de hikmet boyutu var. Cenab-ı Hak, bunu bize, cemaatlere, bütün dinî gruplara boşuna yaşatmadı. Bu gemiler boşuna delinmedi. Peki niye başımıza geldi şu dehşetli musibet? Evet. Allahu'l-a'lem kaydıyla söyleyeyim. Bunun cevabını, Bediüzzaman'ın, Abdulhakim Arvasi Hazretleri ile aralarında geçen meseleyi analiz ettiği yerde buluyorum:

"Amma, kader-i ilâhinin veçh-i adaleti şudur ki: Risale-i Nur'un hakikatıyla ve şakirtlerinin şahs-ı mânevîsiyle tezahür eden fevkalâde imanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını biçare tercümanına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avâmın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nispeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mesele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına râcih gördüklerinden, o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılâpçı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur'a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mâni olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hatâ, hem zarar büyüktür. Kader-i İlâhî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümit besleyenlerin ümitlerini tâdil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ulemadan ve sâdâttan ve meşayihten ve ahbaptan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı, o ifratı tâdil edip adalet etti. 'Size, kâinatın en büyük meselesi olan iman hizmeti yeter' diye, bizi merhametkârâne o hâdiseye mahkûm eyledi."

Bediüzzaman'ın buradaki tereddüdünü anlamak gerek. O her zaman 'ikincil niyetlerin birincil niyetleri öldürdüğü' imanında olmuştur: "Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et."

Bu nedenle, hangi hayır amacı güdülürse güdülsün, ikincil bir niyetin karıştığı amellerle mesafelidir Bediüzzaman. Özellikle de Risale-i Nur ile ettiği Kur'an ve iman hizmeti hususunda. Hatta canı gibi sevdiği, bu zamanın en büyük farzı dediği İttihad-ı İslam'a bile, bir siyaset haline getirildiğinde, alet olmak istemez. Eserlerinin İslam coğrafyasına yayılmasını engelleyen bir olay hakkında söylediklerine bakalım:

"(...) Çok da isabet olmuş. Çünkü, benim ve Nur şakirtlerinin namına şimdi bu mecmuaları göndermek, her halde inkişafa başlayan İslâm birlik fikri ve ittihad-ı İslâm siyaseti, Risale-i Nur'u kendine bir kuvvet, bir âlet yapmaya çalışacaktı ve bizleri siyaset-i İslâmiyeye bakmaya mecbur edecekti. Halbuki Risale-i Nur'un mesleğindeki sırr-ı ihlâs; iman, Kur'ân hakikatlerinden başka hiçbir şeye âlet, tâbi olmadığı; hem müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakikî ihtiyacını hissedip ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur'u aramasının lüzumu; halbuki gönderilecek o mübarek merkezler, şimdilik Nurlara hakikî ihtiyacını değil, belki âlem-i İslâmın hayat-ı dîniyesine ait cihetlerinden düşünmeye mecbur olması; hem Nur mesleğinde benlik ve gösteriş bir nevi şöhretperestlik, merdud olduğundan, bu enaniyet zamanında insanlara kendini satmaya çalışmak ve beğendirmek, bir anda Nur şakirtleri böyle büyük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mevkilere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihetiyle, kader-i İlâhî, Nur şakirtlerini tam ihlâsın muhafazası için şimdilik müsaade etmiyor."

Bu manayı destekleyen bir başka metni ise şöyledir: "Risale-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerine siper edilmez. Çünkü, ehemmiyetli bir ibadet-i tefekküriye olduğu cihetle, dünyevî maksatlar onunla kasten istenilmez. İstenilse, ihlâs kırılır, o ehemmiyetli ibadet şekli değişir."

Peki asıl söylemek istediğimize gelelim şimdi: Bugün de İslam dünyasında, Türkiye merkezli olarak, güzel şeyler yaşanıyor. AK Parti'nin 16 yıllık iktidarı sayesinde iyiye giden, bu gidiş nedeniyle bizim de kalbimizi heyecan içinde bırakan, şeyler var. Dengeler değişiyor ve bizi de gelecek adına umutlandırıyor Elhamdülillah. Fakat, uzun süre inkisar-ı hayal yaşamış bizim gibi milletlerde, umudun ziyadesi zarardır. Temkini elden bırakmaya neden olduğundan tehlikelidir. Umuduna fazla kapılanlar sahip oldukları diğer bütün herşeyi o umut uğrunda vermek isterler. İnanmak isterler. İnandırmak isterler. Bütün gemileri bir uğurda yakmak isterler.

Bugün Kur'an'dan, hadisten veya Risale-i Nur'dan AK Parti'ye veya Erdoğan'a işaretler çıkaranlar, ona 'mehdi' veya 'ceh-cah' gibi yakıştırmalar yapanlar, hadi bu dereceye çıkmasalar bile, siyaset-i İslamiyeyi hakaik-ı İslamiyenin önüne koyacak derecede herşeyi siyaset odaklı okuyanlar, işte onlar, geminin delinmesine sebep oluyorlar. Kadere fetva verdiriyorlar. Allah da arızalar ile gemimizi yaralıyor. Ve bu sayede herşeyi gasbeden hâkim ideolojiler, akımlar, heyecanlar, siyasetler ve umutlar gemimizden soğuyorlar. Gemimiz yaraları sayesinde kullanılmaktan kurtuluyor. Çünkü biz geminin tayfaları olarak 'kullandırmayacak' basirete sahip değiliz.

Ben şimdi FETÖ fitnesine biraz da Bediüzzaman'ın Abdulhakim Arvasî Hazretleriyle aralarında geçen meseleye baktığı gibi bakıyorum. "İfratımız tâdil ediliyor!" diyorum. "Hem gözden düşürülüyoruz." Düşürülüyoruz ki, gemimize el konulmasın, o yoluna selametle devam etsin. Siyasetçiler siyasetleriyle meşgul olsunlar, dindarlar din hizmetleriyle... Allah ikisine de istikamet versin. Ama birbirlerinin müşterisi/taliplisi eylemesin. Âmin. Çünkü, yukarıda da gördük, ikincil niyetler birincilerini öldürürler. Ehl-i Beyt mesleğindeyiz. Ne zaman siyasete elimizi uzatsak başımıza işler gelir. Ne zaman bölgemizin dışına çıksak niyetimiz de bozulur. Başımıza birşey gelmeden bölgemizin sınırlarında kalmayı öğrenmemiz gerek.

5 Kasım 2018 Pazartesi

Kur'an'ın mucize olduğunu nereden biliyoruz?

Yakınlarda üç akademisyenin beraber yayına hazırladıkları Yedi Askı: Arap Edebiyatının Harikaları kitabını okudum. Prof. Dr. Kenan Demirayak, Prof. Dr. Nevzat Hafis Yanık ve Doç. Dr. Nurettin Ceviz, bu kitapta, İslam'ın gelişinden evvel Arap edebiyatının zirveleri olarak kabul edilen ve bu meziyetlerinden dolayı altın suyuyla yazılarak Kabe'nin duvarına asılan yedi şiirin (muallakat-ı seb'a) kısaca analizini yapıyorlar. "Şairleri kimlerdir? Şiirlerin yazılış hikayesi nasıldır? Böyle iltifat görmeye değer ne gibi özellikleri vardır? Araplarda şiirin konumu nedir?" gibi birçok sorunun da cevaplandığı kitapta mezkûr şiirlerin orijinalleri ve Türkçeye çevirileri de var. Kendi adıma 'istifadeli bir okuma' yaşattığını düşündüğüm eserdeki emekleri için, Allah, üç hocamızdan da razı olsun. (İsmini ilk kez duyduğum 'Ankara Okulu Yayınları'na da böyle bir eseri ilim dünyamıza kazandırdığı için ayrıca teşekkür ederim.)

Bu kitabın bana kattığı en büyük değer, Kur'an'da geçen, "Biz o Peygamber’e şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da. O(na verdiğimiz) ancak bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır!" hakikatini bir farklı pencereden daha seyretmeme vesile olmasıdır. Peki bunu nasıl başarmıştır? Bunu o döneme kadar yazılmış Arap metinlerinin zirvesi (diğer bir anlamda da en güzel özeti/seçkisi) olan şiirleri tanımama vesile olmasıyla başarmıştır. Çünkü cahiliyede Arapların edebiyat diyebileceğimiz tek şeyi şiirleridir. Başka bir edebî ürünleri yoktur. (Kitabın giriş kısmında bu konuda yeterli bilgilendirme yapılmaktadır.) Bu noktaya mürşidim bir eserinde şöyle dikkat çeker:

"Ceziretü'l-Arap ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibarıyla ümmî idi. Ümmîlikleri için, mefahirlerini ve vukuat-ı tarihiyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsallerini, kitabet yerine şiir ve belâğat kaydıyla muhafaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm, şiir ve belâğat cazibesiyle eslâftan ahlâfa hafızalarda kalıp gidiyordu. İşte, şu ihtiyac-ı fıtrî neticesi olarak, o kavmin mânevî çarşı-yı ticaretlerinde en ziyade revaç bulan, fesahat ve belâğat metâı idi.

Hattâ bir kabilenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millîsi gibiydi. En ziyade onunla iftihar ediyorlardı. İşte, İslâmiyetten sonra âlemi zekâlarıyla idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medar-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâğatte akvâm-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâğat o kadar kıymettardı ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musalâha ediyorlardı. Hattâ, onların içinde, Muallâkat-ı Seb'a namıyla, yedi edibin yedi kasidesini altınla Kâbe'nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı.

İşte böyle bir zamanda, belâğat en revaçlı olduğu bir anda, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan nüzul etti. Nasıl ki zaman-ı Mûsâ aleyhisselâmda sihir ve zaman-ı İsâ aleyhisselâmda tıp revaçta idi; mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte, o vakit, bülega-yı Arabı, en kısa bir sûresine mukabeleye davet etti.
"

Peki bu davetin neticesi ne oldu? Onun da cevabını metnin devamında alıyoruz: "İşte, eğer muâraza mümkün olsaydı, acaba hiç mümkün müydü ki, bir iki satırla muâraza edip dâvâsını iptal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkülâtlı muharebe tariki ihtiyar edilsin? Evet, o zeki kavim, o siyasî millet ki, bir zaman âlemi siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terk etsin, en tehlikeli ve bütün mal ve canını belâya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir? Çünkü edipleri birkaç hurufatla muâraza edebilseydi, Kur'ân dâvâsından vazgeçerdi, onlar da maddî ve mânevî helâketten kurtulurlardı. Halbuki muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bissüyufa mecbur oldular."

Yani küfürde kalmakta ısrar edenler, Kur'an'ın, "Kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'dan şüpheniz varsa haydi bir benzerini getirin!" teklifi karşısında çaresizliklerinden dolayı 'muaraza-i bilhuruf/harflerle karşı çıkmak' yerine 'muhabere-i bissüyufa/kılıçla savaşmaya' mecbur oldular. Çünkü ona yetişemiyorlardı. Şiirdeki hünerlerine rağmen şuna muvaffak olamıyorlardı. Benzerini yapamıyorlardı. Bu tıpkı, sözlü atışmalar sırasında, muhatabının delilleri karşısında çaresiz kalan kişinin, işi yumruk kavgasına dökmesi gibiydi. Yani, davasında yenilen, hemen 'karşısındakinin fikrini/beyanını baskılama araçlarına' sarılıyordu.

Ben, işte bu hakikati, mezkûr kitabı okurken daha iyi kavradım. Zira baktım, bu yedi şiirin hiçbirisinin içeriğinin, hem biçim hem de mana olarak, Kur'an'a yaklaşması mümkün değil. Eğer Arap edebiyatının zirvesi bunlar iseler, ki öyleler, açıkça görmek lazım: Bu malzemeden Kur'an gibi bir yemek çıkmaz. Bu eserlerin en seçkin sebzeleri olduğu bir tarladan Kur'an gibi bir meyve yeşermez. O, bunu netice vermez, veremez. Mevzuyu kalbinizde netleştirmek için birkaç örnekle daha açmayı deneyeceğim:

İki masa düşünelim. Bir masanın üzerinde salatalık, domates, biber var. Diğer masanın üzerinde ise şerbeti yeni dökülmüş bir tepsi künefe. Ve birisi yanınıza yanaşıp kulağınıza fısıldıyor: "İşte bu künefe diğer masadaki malzemeden yapıldı." Nasıl alayla gülümsersiniz. Veya bu masalardan birisinde tarhana, ezo gelin ve yayla çorbaları var. Diğer tepside ise testi kebabı. Yine aynı kişi kulağınıza fısıldasa: "İşte bu testi kebabını yapan şunlardan kopyalayıp aldı." Nasıl şaşkınlıkla inkâr edersiniz. Veya bu masalardan birisinde cetvel, pergel, gönye gibi ölçüm aletleri bulunuyor. Diğerinde ise okunmasına kıyılmaz bir güzel şiir. Yine birisi kulağınıza fısıldıyor: "Bu şiiri şunlardan yararlanarak yazdı." Nasıl 'Hadi ordan!' dersiniz.

Aynen öyle de, Kur'an'ın içeriğiyle, bu şiirlerin içeriği arasında büyük bir mesafe bulunuyor. Öyle ki: Birisinin diğerisinden yapılması mümkün değil. Hem biçim olarak biri diğerine benzemiyor hem de içerdikleri anlam dünyası arasında bir bağ bulunamıyor. Zira o şiirler ya bir sevgiliden ya bir binekten yahut da savaşlardan bahsediyor. Amma Kur'an'ın kuşattığı anlam dünyasını, insanlık, bırakın yalnızca o dönemi, ondört yüzyıldır tefekkür ediyor da sonuna gelemiyor. Yani Kur'an öyle şeylerden bahsediyor, zikrediyor, tarif ediyor ki, öncesindeki malzemeden bu cennet sofrasının çıkması mümkün değil. Ve dolayısıyla da bu iş 'bir beşerin işi' değil.

İşte, biraz da bu nedenle, mezkûr kitabı okuduktan sonra "Biz ona şiir öğretmedik!" mübarek beyanının dünyamda yeni bir yansıması var. Evet. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ümmetine buyurduğu şeyler şiir değildi. Zira onlardan ilham almamıştı. Şiirlerin hiçbirisi onun sözlerine yaklaşamıyordu. Onun isabetle her köşesinden haber verdiği, sınırlarını çizdiği, sırlarını söylediği ve ondört yüzyıldır insanlığın anlaya anlaya bitiremediği zengin anlam dünyasının, öncesindeki şu basit malzemeyle yapılabilmesi mümkün değildi. Onun mübarek dili, kalb-i beşere hutur etmemiş, hiçbir insanın daha önce aklına gelmemiş ve vahiysiz bir o kadar zaman daha geçse yine gelmeyecek hakikatlerden haber veriyordu. İşte, bu 'daha öncesinden aşkınlık'tır ki, müşrik Arap ediplerini çaresiz bırakıyordu.

Şimdi, kimin bu yazıdan şüphesi varsa, mezkûr kitabı alıp şöyle bir okumasını tavsiye ederim. Aleyhissalatuvesselamın ümmetine beyanının 'bir beşerin düşünüşü' olmayacağının en açık delili orada saklıdır bence. Nasıl? Belki biraz şöyle: Beşer ancak öncesindekinin üstüne koyarak yeni birşeyler yapar. Ancak kendisinden önce söylenmişlerin duvarına yaslanarak ilave birşeyler söyler. Esinlenir. Etkilenir. Geliştirir. Kur'an'ın kendisinden önceki Arap edebiyatıyla böyle bir ilişkisi yok. Alın. Okuyun. Karşılaştırın. Siz de o yedi şiirden birinin şairi olan Lebid'in kızı gibi yapmaktan kurtulamayacaksınız. Hani o babasının şiirini Kabe'nin duvarından indirirken demişti: "Ayetlere karşı bunun bir kıymeti kalmadı!" Ve babası da kendisine neden artık şiir yazmadığını soran Hz. Ömer'e (r.a.) şöyle cevap vermişti: "Allah, Bakara ve Âl-i İmran sûrelerini gönderdikten sonra, daha bana şiir söylemek düşmez."

4 Kasım 2018 Pazar

Sıla dövülünce Ahmed'in kıymetini anlamak...

Fatma Barbarosoğlu Hoca'nın bir kitapta anlatmaya çalıştığını bir yazıda anlatmak mümkün değil amma yine de 'zaman' ve 'makam' gereği dokunacağım "İmaj ve Takva" meselesine. Hem kendimce 'İkisini birbirinden nasıl ayırıyorum?' cevaplamaya çalışacağım. Bunu yaparken de evveliyetle mürşidimin kapısını çalacağım. Zira o Ahmed aleyhissalatuvesselamın nübüvvetinin delillerinden birisini izah sadedinde diyor ki:

"Enbiyadan sonra en muhterem ve yüksek taife ve ümmî ve bedevî oldukları halde az bir zamanda nur-u Muhammedî (a.s.m.) ile şarktan garba kadar âdilâne idare edip, cihangir devletleri mağlûp ederek müterakki, fenli, medenî, siyasî milletlere üstad, muallim, diplomat, hâkim-i âdil olarak o asrı bir asr-ı saadet hükmüne getiren sahabeler, Muhammed'in (a.s.m.) her halini tetkik ve taharrîden sonra gözleriyle gördükleri çok mu'cizatın kuvvetiyle eski düşmanlıklarını ve ecdatlarının mesleklerini ve çokları (Halid ibni Velid ve İkrime ibni Ebu Cehil gibi) pederlerinin taraftarlıklarını, kavim ve kabilelerini tamamıyla bırakıp bütün ruh u canlarıyla, gayet fedakârâne bir surette İslâmiyete girerek aynelyakîn derecesinde Muhammed'in (a.s.m.) sadıkıyetine, risaletine imanları, sarsılmaz, küllî bir şehadettir."

Yani onun peygamberliğinin delillerinden birisi de sahabilerinin kendisini gönülden tasdikleridir. Hayatlarının geri kalanında dehaları, faziletleri, kabiliyetleri, gayretleri, dikkatleri, tetkikleri, doğrulukları ve sair güzel meziyetleriyle dünyaya parmak ısırtmış o güzel insanların nübüvvetini doğrulamalarıdır. Böyle bir topluluğun, birçoğu evvelen kendisine kaskatı düşman iken, tüm dünyayı uğrunda karşılarına alabilecek kadar ona bağlanmaları ahlakında gördükleri güzelliklerin neticesidir. Hatta Ebu Süfyan (r.a.) misali birçoğu, daha küfürde iken dahi, onun güzel ahlakının şahitliğinde bulunmuşlardır. İşte, bu güzellik, takvası ismet derecesine varan Ahmed aleyhissalatuvesselamın 'pek büyük ahlakı' üzerinden bize bir ders verir.

Peki nedir o ders? O ders bence 'takva'nın 'imaj'dan ayrıldığı yerdir. Takva 'içten dışa doğru' yansımaları okunan birşeydir. Yani en yakınların en çok görürler. Tıpkı, bir güneşin etrafında yörüngelenmiş gezegenler gibi, en yakındakilerin ışıktan istifadesi en yüksek düzeydedir. Fakat imajda düzen bunun tam tersi olarak işler. İmaj 'dıştan içe yansımalar' üzerinden okunur. En uzaktakiler en çok yanılırlar. Yaklaşıldıkça gördüklerinin sahteliğini anlarlar. Bu da tıpkı Ebu Cehil karpuzunu kesip yemek gibidir. Gerçi ben hiç yemedim. Ama anlatılanlara bakılırsa, dışarıdan leziz bir karpuza benzetilen bu şeyin içi, insanın dilini damağını mahvedecek kertededir.

Biraz da bu nedenle, ben, 'onunla beraber olanların' tarif edildiği Fetih sûresinin 25. ayetini mühim hakikatlere temas eder bir metin olarak görürüm. Peki ne buyrulur orada? Kısacık bir mealiyle nakledelim:

"Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir."

Bakınız şuradaki tahlil 'imaj' ve 'takva' ayrımımıza ne kadar uyuyor: "Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler." Yani onların güzellikleri içlerine yaklaştıkça daha çok tezahür eder. Dışlarında kalanlar ise çetin yüzleriyle karşılaşırlar. (Demek ki Tevrat, onlar hakkında yanılmamamız için, böyle öğüt verir.) İmajda bu nasıl olur peki? Kanaatimce imajda durum bunun tam tersidir. İmaj, dışarıdakilere karşı merhametli olmayı, içerideyse çetin yüzünü göstermeyi iktiza eder.

Çoğu ünlünün bir şekilde yanına-yamacına yaklaşmış olanlar şu durumun birçok tezahürüne şahitlik ederler. İstisnalar elbette vardır. Fakat genelde uğranılan bir inkisar-ı hayaldir. Dışarıdan bakarak hayranı olduğu insanlara yaklaşanların daha sonraları nefretle o kişiyi andıkları çok olmuştur. Ben de bunu yaşayanlardanım. Belki, kimbilir, aynı zamanda yaşatanlardanım.

İşte Ahmet Kural'ın Sıla'yla yaşadıkları üzerinden kendime böyle bir ders de çıkarıyorum ben: Uzaktan okuduğun şeylere güvenme. Bunlar imaj olabilirler. Yaklaştıklarının şahitliğine sahip çık. Çünkü bu okumalar takvaya daha yakındır.

İnsan, yakınlarında kendi kalmak üzere, uzaklarına başkasıymış gibi davranabilir. Bölgesinde aslını sergilemek üzere yabancı diyarlarda rol kesebilir. Olmadığı şeyler gibi görünebilir. Bunlar 'geçici' katlanışlardır. Televizyonda bu vardır. Tiyatroda bu vardır. Sinemada bu vardır. Hatta konferanslarda-seminerlerde-kitaplarda dahi bu vardır. Fakat en çok yaşadığı alanlarda, en çok varolduğu şekillerde, en çok ortada olduğu yerlerde bir başkası olamaz.

Her an bunu başaramaz. Orada gerçek yüzü ortaya dökülür. Orada onun 'aslında ne olduğunu' söyleyecek lekeler bulunur. Orada onun özündeki yaralar sık sık kanar. Takvayı da böyle yerlerden görüyüp tanımak lazım. İnsanları burasından tanıyıp hayranı olmak lazım. Arkadaşım, ben diyorum ki şimdi, ancak ashabı olduktan sonra kemale inanmak lazım. Sohbet arkadaşı kadar yaklaşmadan şahit olduğun şeylerin, ne kadarı takvadır, ne kadar imajdır, ayıramazsın. Uzaklar hem gözü hem kalbi kandırır. Zaman ahirzamandır, cennet görünümlü cehennemler, cehennem görünümlü cennetler vardır.

Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

  "Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. '...