30 Kasım 2015 Pazartesi

Mecnun vampir...

Sultan, sofrasına davet etmiş, ama biz sofraya âşık olmuşuz. İkramsa bitiyor. Sonra sultan başka odaya aldırmak istiyor. Misafirlik hep sofrada geçmez ya. Korkuyoruz. Sofra âşıklarının sofradan kalkma korkusu. Sultanın hatırını kırma cür'eti. Her yerde bulur bizi. İşte zor yazdığım günlerde kalemle misalim böyle. Sanki tabağımın sonuna geldim. Kaşığımla/kalemimle dibini dövüyorum. Çıkıyor, çıkmıyor. Kolay yazma nimeti elimden çekilmiş gibi. Birkaç günlüğüne? Daha fazla bir zaman için? Kimbilir... Nimetten yoksunluk, o nimetin zatî bir özelliğimiz olmadığını, dolayısıyla onun için ayrıca Allah'a borçlu olduğumuzu hatırlatıyor. Gaflet de perde perde. Varolduğun için borçlanmak, her defasında borçlanmak değildir. Halık ismine borcumuz, Kayyum ismine borcumuz gibi değildir.

Bu hatırlayış şükrün madenidir. Her hatırlayış azgınlıktan korur. Hatırlatıştan memnunum. Fakat, neden açıkça diyemeyeyim, Hz. Musa efendimin duasında dediği gibi, otuziki kısım tekmili birden bir dilenciyim: Allah'ın vereceği her hayra muhtacım. Çünkü yaratılışım bu açlık üzerine. Birşeylerin sonuna gelmekten karanlıktan korktuğum gibi korkarım.

Ölüm korkumun kaynağı budur. Yaşlanmak da bu yüzden üzer beni. Saçlarımın dökülmesi değil sorunum. Günlerimin de dökülmesi. Sevdiklerimin de günbegün dökülmesi. Hazan, sofradaki hiçbir şeyi ıskalamıyor. Tabaklar bitiyor. Kaşıklar boş dönüyor. Sahipleri korkuyor. Dökülmek ciddi bir çağrışımdır. Ve der ki: Dökülüş, istisnası bulunmayan bir kanun-u ilahîdir. Şecere-i hilkat her dem yapraklarını döker. Varlığına ölüm, korkusuna fena, sanrısına adem deriz.

Yalnız yaprakların kaderi değil, hepimizin kaderi dökülmek. Varlığımın bağlamından/dalından kopup yavaş yavaş bir kenara doğru itildiğimi görmem. Bir kırık oyuncak hikayesi. Ayaklar altında kalmam. Önemsenmez oluşum. Önemsediklerimin de önemsenmez oluşu. Sesimin çatlaklaşması. Zor duymam ve zor da duyulması. Lisanımın tuhaf bulunmaya başlanması. Daha az hayran olup daha çok acımaları bana insanların. Daha az fikrimi sorup daha çok duymazdan gelmeleri.

Beraber söylendiğim ve onunla anlamlı olduğum cümleden uzaklaşıyorum. Tabaklar bitiyor. Kaşıklar boş dönüyor. Sahipleri korkuyor. Yabancı bir gezegende gibiyim. Gözüne girebileceği kimse kalmayınca insan neden göze görünmek istesin? "İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile, akran ve ahbabım ve akaribimden yalnız ve garip kaldım. Onlar beni bırakıp âlem-i berzaha gittiklerinden neş'et eden hazin bir gurbeti hissettim." Memleketinde gurbetçi eder zaman insanı. Mutluluk paylaşmaktır. Paylaşmak, ancak aynı şeyleri değerli bulmakla mümkün. Bu payda yok oluyor en çok, yaşlanınca. Esprilerini anlayamam. Hızlarına yetişemem. Dinledikleri müzikleri sevemeyişim de cabası. Gittikleri yeri özlüyorum. Anlaşılacağım ve anlayacağım o yeri özlüyorum. Ölüm, önce sevdiklerimi almakla kendisini bana özletiyor.

Gitme zamanı yaklaşıyor. Anlıyorum. Hiçbir şey katamıyorum dünyaya artık. Dillerin farklılaşması, anlaşmazlık, rüzgarın insanları savurması... Babil kulesinde başa gelen birşey değil yalnız. Çok konuşan ihtiyar neden sevilmez hiç düşündün mü? Konuşmak, gitmek istemediğinin işaretidir çünkü. Bir varolma çabasıdır.

Yaşlılardan beklenen daha çok susmaları. Gidiyorsun zaten, daha fazla tutunmaya çalışıp yer işgal etmek niye? Çocukluğumu özlüyorsam, o zamanlar bir sonun bahse değer olmayışından dolayı. Herşeyin daha başındaydık. Yaratıldığımız noktaya daha yakındık. Eskitemiyordu o günlerde bizi hiçbirşey. Gün bizim günümüzdü. Bağlam bizim bağlamamızdı. Şakalarımız yeniydi. Yorumlarımız orijinaldi. Duyduğumuz her espriye gülerdik. Çünkü sıkılmamıştık.

Bediüzzaman, bir yerde insanı, 'yorulmaz ve tok olmaz dünya seyyahı ve kainattan Rabbini soran yolcu' olarak tarif ediyor. Yorulmadığımız ve tok olmadığımız doğru, ancak bir sınırımız da var. Doymanın sınırı değil, yutabileceğimiz lokmanın sınırı. Birşeyleri arkamızda bırakmak zorundayız yeni şeyleri hayatımıza sokmak için. Rengini unuttuğumuz gözler olmalı yeni gözlerin aklımızda kalması için. O sınırın farkındalığına vardığımız anlarda canımız yanıyor. İnsan, sonsuz olana âşık yaratılmış.

Hayır, aşk da bir ikram gibi kaçıyor burada. İkram değil halimiz. Muhtaç olan biziz. İnsan, sonsuz olana aç yaratılmış. Bu yüzden doymak bilmiyor. Monotonluk, yürümekten yılmaz yolcunun yolun sonunun geldiğini sandığı yerde gerçekleşiyor. Bitti sanıyorsun ve canın sıkılıyor. Yüreğinde güç var halbuki. Hem fıtratın da müsait değil bitene. Hz. İbrahim efendim "Batıp gidenleri sevmem!" derken neyin altını çiziyorsa, sen de monotonluktan şikayet ederken aynı şeyin altını çiziyorsun.

Peki, nasıl aşacaksın? Aşmak, ancak Kasas sûresinin verdiği dersle mümkün: Neyin içinde ona bakan yüzü bulsan, işte o yok olup gitmeyecek. Ona bakan yüzü bulmak; salt 'saf bir niyetle onun için yapmak'tan ibaret değil. Ona dair olan, aynı zamanda, 'ondan ona, ondan ötekine, ötekinden daha bir başkasına' geçilecek bir 'birbirine bakar şe'n ve namlar' koridorudur. "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi ona başlarız..." Allah'ın ismiyle başlamak, Allah'ın hakkında başlamaktır. Allah hakkında (bakmaya, görmeye, bilmeye, yorumlamaya... vs.) başlarsan sonsuz bir yolculuğa çıkmış olursun:

"Öyle de, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhurâtı var. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufâtı var. Ve rengârenk san'atında ve mütenevvi masnuâtında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyâtı vardır."

Sevdiklerimiz ölünce yanıyoruz. Yapraklar dökülürken hüzünleniyoruz. Çocuklar büyürken gamlanıyoruz. Tabağımızın dibine geldiğimizde üzülüyoruz. Çünkü sofraya âşık olduk biz. Çünkü tabaktakini tüketiyoruz. Tükenebilene âşık olmak bizi böyle bedbin yaptı. Tüketirken aslolanın o olduğunu düşünüyoruz. Azap veren çelişki burada: Leylasının kanını içerek mutluluk arayan vampir Mecnunlar gibiyiz. Yanlış anlama, yemek-içmek değil asıl problem. Nimeti yol kılmamak sorun. Onu onda bitirmek asıl israf. Onu onda bitirmesen elbette israf olmaz. Çünkü o, bilmekle bitmeyecek olandır. Çoğu insan sanıyor ki, 'besmele' ile başlamış 'elhamdülillah' demekle nimetle işimiz bitmiştir. Ne münasebet, 'elhamdülillah' demekle o iş yeni başlamıştır. Çünkü kafamız daha yavaş çalışır, 'fikir' o kadar kısa süreye sığmaz. Sırası üçüncüdür.

"Evet, o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: biri zikir, biri şükür, biri fikirdir. Başta 'Bismillâh' zikirdir. Âhirde 'Elhamdü lillâh' şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san'at olan nimetler Ehad, Samed'in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir."

28 Kasım 2015 Cumartesi

Yokun hikayesi olmaz

Ağırlığınız kıl kadar, ancak bazen gözümün üzerine geliyorsunuz. Hayalinize serzenişte bulunmadan edemiyorum. Zaaflarımla yüzleşmemenin bir yolu da bu: Başkasını suçlamak. Size aldırmamak elimde olan birşey değil. Zayıflığım ve hem de zenginliğim bu benim. Kaşımasını sevdiğim bir yara gibi. (Zaten her zayıflık, bir başka açıdan zenginliktir. Çünkü 'yardım istemek' ve 'edilmek' zenginliktir.) Ama keşke bir süre hatırımda olmasaydınız. Ben de sizi hesaba katmadan rahat rahat yazabilseydim. Empatik yükünüzü çekmeseydim.

Diğer taraftan bakınca: İyi ki varsınız! İyi ki 'sizi de hesaba katmaya' mecbur ediyorsunuz. Zaten her yazı bir açıdan da 'ötekine ulaşma çabası' değil midir? Emin değilim: Belki, derdimi anlatmakla ben de sizi birşeylerden kurtarıyorum. Ama siz de kendilik kalemden/hiç geçmeyen yalnızlığımdan kurtarıyorsunuz beni aynı fiil içinde. Bir sırr-ı iktiran bu. Veren el olduğunu sananın aynı zamanda alan el olduğu. Sebepler dairesindeki her el elin alan el olduğu. Veren elin yalnız Allah olduğu.

"Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem birşeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor."

Bir noktadan sonra varlığınızı unutuyorum elbette. Fakat başlarken haberdar olmak rahatsız ediyor. Size birşeyler anlatıyor olmak, size göre olmak, ceketim açıksa iliklemek veya saçım dağınıksa düzeltmek gibi bir tasannu içeriyor. (Bunlar tasannu sayılır mı?) Bundan rahatsız oluyorum. Kalem yapmacıklığa dayanamaz. Sırıtıverir hemen kurgusallık. Bir başkası olarak çok fazla kalamazsınız. Yalancının mumunun yatsıya kadar yanması tesadüf değil. Kendinden başkası olmanın/kalmanın güçlüğü bu. Fıtratın tüm düzmecelere şanlı direnişi. Bir öykü yazarı bile tastamam olmamış birşeyi anlatamaz. Olmamışın hakkında konuşulamaz çünkü. Mutlak yok, sadece farkındalığın değil, hakkındalığın da yok olduğudur. Mutlak yokun 'dair'i olmaz. Bu yüzden yokun hikayesi olmaz.

Hikayeci, olmuş gibi anlatırken aslında olduğuna inanır. İnandığı için öyle yazar... Hem öykünün bazı/birçok yanları gerçekten de olmuştur. Hayatın içinden alır malzemesini hikaye. Öykü gerçekçilik ile izdivacını da bu halvette gerçekleştirir. Kalbinize de buradan dokunur. Çünkü yaşamışsınızdır. Aynısını olmasa da benzetebileceğiniz birisinin yerine koyarsınız onu.

Bir öykü, yazarın yaşamında/hafızasında açtığı koridor gibidir. Kalemiyle ve hayaliyle hayatının içine doğru bir yolculuğa çıkar. Bazı parçaları beğenir. Bazı parçalardan sakınır. Bazı pişmanlıkları deşer. Bazı yaraları kanatır. Bunu yaparken "İşte bunlar benimdir!" demez çoğu zaman. Cüzzamlı "Ben cüzzamlıyım!" diye övünebilir mi?

Acılarıyla övünen çoktur da zaaflarıyla övünen yoktur şu hayatta. Zaaflarınızı göstermek, kavgada gardınızı düşürmek gibi gelir. Burada birşeye dikkat çekmek istiyorum: Acı ve zaaf birbirine yakın şeyler gibi gelse de aynı değiller. Rasat edin kendinizi. Salt acılarınızı anmak, zaaflarınızı saymak değil, ben'inizi pohpohlamaktır. Dayanabilmişsinizdir çünkü onlara. Bu pohpohlamayı, anlatırken siz de hissedersiniz.

Bir açık tatmin ve gizli iltifat tadarsınız çektiklerinizi aktarırken veya abartırken. Acılarınızdan bir kibir dağınız olur, üzerine tırmandığınız. Gamının orijinalliğine ve onlardan elde ettiği üstünlüğe(!) yaslanan kasıntı karamsar tipler vardır. Aşk romanlarının 'rahat batan' tipleri. Peki, zaaflarını anlatırken insan nasıl bir halet-i ruhiyeye bürünür? Aynısı olmadığını düşünüyorum. Çünkü zaafta övücü hiçbir şey yoktur. İtiraf, acıda değil, zaafta güç olur.

Hepimiz 'bilinmezliğin zırhıyla' kaplanmış hayatlarımızdan hoşlanıyoruz. Allah'ın Settar oluşu fıtratımızın da arzuladığı birşey. Ayıplı hatıralarımızın/anlarımızın bilinmesini istemeyiz. Korkaklığımıza şahit olunmasından rahatsız oluruz mesela. Köpekten veya karanlıktan kaçışımızı tevil etmeye çalışırız. Birilerinin önünde ağlamaktan sakınmamız da bundandır. Duygularını belli etmeyen insanlara 'güçlü' dememiz de bunun delili.

Fakat içimizde bir yer daha var. Bilinmek istiyor. Yaraları var, sarılmak istiyor. Sesi var, duyulmasını istiyor. Taşması yakın bardakları var, dökmek istiyor. O halde öykü, 'mış gibi yaparak' dökülmenin en kolay tarzıdır. Ne teşhis edilebilecek kadar sizdir o, ne de 'o değildir' denilecek kadar bir başkası... Birden hatırıma gelen birşey: Bazen valideme, üzüldüğü dizileri/filmleri izlerken sadece birer kurgu olduklarını hatırlatırım. Bana hep şöyle der: "Sanki gerçekte de böyle şeyler olmamış mı?" Ağlanan nedir o zaman? Ağlanan 'o an olan' değil, 'olmuş/olabilecek olan'dır. Öykücünün ve okurunun inanmadığı birşey yok öyküde. Ben de buna inandım.

26 Kasım 2015 Perşembe

Yazmak bana uygun tek tedavi şekliydi

"Çalışmama ara verir vermez gitgide daha çok batıyormuşum gibi geliyor." Virginia Woolf'un günlüğünden...

Daha gençken yazmanın bahşetmek gibi birşey olduğunu sanıyordum. Yukarıdan yapılan birşey. Yazanın okuyandan üstün olduğu bir seçilmişlik alanı. Başarısızlığım, elhamdülillah, kibrimi törpüledi. Hayallerim kırılarak adam oldum. Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'sevmek beklediği nazarlardan nefret görünce' insan, ister istemez ayılıyor. Zaten ayılmak çoğunlukla 'beklenmeyenle karşılaşmak'tır. Yüzünüze vurduğunuz soğuk su. Umulmaz bir ihanet. Devasız bir hastalık. Hayal kırıklığı... Eşyanın Allah olamayacağını aynelyakîn farkettiğimiz anlar. Dünyanın bize yüz vermediği zamanları sevmeliyiz. Yüz verdiği halde yüzünü ondan çevirebilecek kadar iffetli olanımız pek az çünkü.

O vakitler gücendiğim, fakat şimdi şükrettiğim bu hal nedeniyle bir uyanış yaşadım. Farkettim ki: Kimse beni ve yazdıklarımı sevmese de yazmaktan başka çarem yok. Yazmadığımda bir bataklığın içine çekiliyor gibi oluyorum. Yaşamak için hiçbir neden kalmıyor gibi oluyor. Başka hiçbir fiil beni işe yaradığıma ikna edemiyor. Her işi benden daha iyi yapanlar var. Bir başkasının da kolaylıkla yapabileceği hiçbir şey varlığımın gerekli olduğuna beni kandıramıyor. Vücudumun kimseyle çekişmeyeceğim bir hikmeti olmalı. Kalbimin sahibi, vahyinde 'taşımayacağım yükü yüklemediğini' söylüyor. Yarışmaksa çok yıpratıcı. Koşmak çok zor. Yarışmadığım bir yerde yürümeliyim ömrümü.

Kurtulmak için dışıma doğru sergilediğim her çaba, bir cümle. Kendim olarak varolursam kurtulacağım. Çünkü bir başkası ben olamayacak asla. İnsan kendi olmakta yalnızdır. Bu nedenle de rakipsizdir. Varoluşumun anlamı ancak Ehadiyet'le açıklanabilir. Vahidiyet penceresinde ben de herkes gibiyim. Sesim sesler arasında yitip gidecek diye korkarım. İnsan sadece varolmakla yetinemiyor. Bir de birisi için, genelde Rabbisi için, yarışmadan özel olmak istiyor. Woolf'un 'beğenilmekle' tatmin olamaz hale gelmesinin sebebi de buydu belki. Pazartesi ya da Salı'da "(...) beğenilmek hayal kırıklığını onaramıyordu..." derken kastettiği. İnsan 'beğenmekte' çok nankördür. Onlar için özel olamazsınız. Sürekli tetikte yaşamalısınız. Her yeni şeyde eskiyi satmaya meyyaldirler. Bu endişe hayatı yaşanmaz kılar, eğer ona endeksli yaşamaya çalışırsanız.

Yazdıkça geciktiriyorum boğulmayı. Bir gün daha kazanıyorum. Kurtuluş yok. Kurtuluş ancak bir sonraki yazıya kadar. Ertesi gün yine aynı karanlık sarmaya başlıyor beni. Kafa gözümle görebileceğim kadar yaklaşıyor. Kaçıyorum.

"Ki o, kalemle öğretti. İnsana bilmediğini o öğretti." Böylece Allah içimdeki karanlıkla beni korkutarak yazmayı öğretti. Yazmakla bahşedilenin ben olduğumu anladım. Bir 'euzü' sırrıdır bu. İblis'in hilkatinin hikmetini de anlatır. Yokluğun karanlığından kaçarken Onun sonsuz varlığına sığınmak. Hayatımın tamamı bu benim. Bir gücüm varsa, o gücün kaynağı bu. Yazmaktaki hırsımın izahı bu. Ona dair yazdıkça/oldukça kalmayı başardım. Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'da kullandığı bir cümle var, pek severim: "Okumak bana uygun tek dış etkiydi." Ben de diyorum ki şimdi: Yazmak bana uygun tek tedavi şekliydi. Bu yazımı da mürşidimin ifadeleriyle bitireyim: "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın."

24 Kasım 2015 Salı

Bir sırrı var mı yazmanın?

Bu yazıya da şuradan başlayalım: 10. Nota'yı gözümde eşsiz kılan yanlarından birisi de birkaç cümle içinde 'yazmanın doğasını' kalpler önüne sermesi. Evet. Ben en çok burasından tutunuyorum 10. Nota’ya. Tutunmakla kastettiğim ne? Birazcık şu: Bir metni okurken "Sanki benden bahsediyor!" dediğiniz yerdir kulbunuz. Tutunmak da ‘hayatta yerini bulup koymak’ olur böylece. Çünkü metinler ancak hayatla anlamlanırlar. Yaşanmadığında tüm hakikatler cansızdır. Aleyhissalatuvesselamın hayatı da vahyin en önemli bağlamıdır buradan bakınca. Yani: Vahyin cana/canlıya ilk temas ettiği yerdir.

10. Nota’yı ne zaman konuşulsa konuyu 'yazmanın doğasına' getiririm. Bunda kendim kadar başkaları için de bir hayır olduğu düşüncesindeyim. Zira yazmayı 'hapsetmek' sananlar aynı şeyleri tekrar etmekten kurtulamazlar. Ne zaman ki, metni, sonsuz çağrışımlarla çoğalabilir bir yankılar mağarası olarak görürlerse, hem kendileri rahatlarlar hem de yazdıkları bereketlenir. Zaten bereket öncelikle hapsetmemektir.

Ancak hapsetmediğiniz şeyde bereket umabilirsiniz. Duvarları azalan şeyler çoğalmaya yüz tutarlar. Bu yüzden istibdat kabiliyetleri köreltir. Ve yine bu yüzden ekonomi bereketi tarif edemez. Bereket kalıpları pek sevmez çünkü. 10. Nota ne diyor peki: "(...) senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur."

Her gerçeğin mazisi hayaldir. Mürşidim dimağdaki meratibi anlattığı Lemeat'ta 'tahayyül' ile başlar basamakları saymaya. Sonra o tahayyül tasavvur olur, tasavvur taakkul olur, taakkul tasdike dönüşür, tasdik iz'ana inkılab eder, iz'an iltizam olur, iltizam itikad olur. İtikad derecesinde kuvvetli her gerçeğin mazisi hayaldir. İlla bir dimağda yaşanması gerekmez tüm mertebelerin. Başkasının hayali bizim gerçeğimiz de olabilir. Bazen de bizim hayalimiz başkasının gerçeğidir.

Dediğimi teknoloji üzerinden örneklemek mümkün. Bindiğimiz araba, konuştuğumuz telefon, yaktığımız lamba, çektiğimiz fotoğraf... Bunlar bir zamanlar yoklardı. Ama varoldular. Nasıl? Öyle birdenbire mi çıktılar varlık âlemine? Hayır. Allah önce onların hayallerini yarattı birilerinin kalplerinde. Sonra dimağdaki meratip işledi. Şimdi onların hayallerine biz itikad ediyoruz. Hatta hayretleri ülfetimiz. Harikaları sıradanımız. Çünkü onlarla biz hayal olarak tanışmadık. Umuşun heyecanını yaşamadık. Yüzlerini ilk gördüğümüzde çoktan gerçektiler.

İşte yazmak da biraz böyle. Bir çocuk gibi zamanla gelişiyor sizdeki vücudu. Hayal insana Allah'ın ektiği bir tohum gibi. Bir yazı ilk anda bütün vücuduyla varolmuyor. Önce bir sezgi mesabesinde tat/koku alıyorsunuz. Sonra bir farkediş yaşıyorsunuz. Farkediş nedir? Birşeyin herşey içinde onu herşeyden ayırabileceğiniz bir rahatlıkta vurgulanmasıdır. Bu vurgu dışımızda birşeydir. Allahsız açıklanamaz.

Detaylardan birisi başkasına yapmadığı cilveyi size yapıyor. Göz kırpıyor. Mendilini düşürüyor. Gülümsüyor da belki. O zaman o farkındalıkla oyalanmaya başlıyorsunuz. Oyalanmak önce hayal kurmaktır. Hayal kuruyorsunuz. Daha çok gelip gidiyor size. Siz de daha çok uğruyorsunuz semtine. Sık sık kapısının önünden geçiyorsunuz her âşığın yaptığı gibi. Sonra bu tekrarlardan arzu şiddetleniyor.

Güzellik gözün ihtiyacı oluyor alışkanlıkla. Hep görmek istiyor. Hep görmek nasıl olur? Yanında kalmasını istiyor işte. Hayale razı olamıyor. Hayal kalıplara sığmaz. Tasavvur burada devreye girer. Yani hem kolay bulunacak bir yere nakşeder hem de sınırlandırmış olursunuz. Her kayıt altına alma bir sınırlandırmadır. Kaydettiğiniz şey ister istemez hayalin serbestisini yitirerek sınırlanır. Somutlaştırma bu açıdan soyut zenginliğin yitimidir. Çağrışım zenginliğinin kısıtlanmasıdır.

Lafı uzatıyorum. Neticeye geleyim: Tohumun çimlenmesi için karanlığa ihtiyacı var. Hemen görülmemesi lazım. Kabuğu civcivden önce kırmak olmaz. "Meziyetin varsa hafâ türâbında kalsın, tâ neşvünemâ bulsun." Yazmak da biraz böyle. Her farkedişini hemen yazıya dönüştürmek/zorlamak yazıya kaybettiriyor. O, bir dönem gönlünde bir açlık olarak, bir mıknatıs gibi beklemeli. Yazının parçalarını oluşturacak şeyler cezbesine kapılarak/çekilerek veya açlıkla aranmanla sana görünmeli. Bu bütünlük oluştuktan ve parçaların tamamı biraraya geldikten sonra yazılmalı bazı şeyler.

Bütün yazılanlar böyle olmalı demiyorum. Fakat özellikle marifetullaha dair metinlerin böyle bir sabırlı bekleyişe ihtiyacı var. Yüzünü çevirip beklemen gerekiyor. Yüzünü döndüğün yere doğru gidiyor ayakların. O da sana doğru geliyor. İlhamın doğası biraz böyle. Ondan beslenmesi hasebiyle yazmak da böyle.

İblis ateşten idi. Ateşe ne atarsan yakar. Hemen dönüştürür. İnsan topraktan. Toprak acele etmez. Yavaş yavaş işler kendisine ekileni. Bir yazı da olsa öyle. Hatta Allah, yalnız yazıyı değil, birçok şeyi bize ekiyor bence. İnsanı zamana/mekana ektiği gibi duyguları da insana ekiyor. Mesela âşık ediyor. Birini ekiyor yani gönlüne. Ne mahsuller alıyor bilmiyorsun. Yalnız ekilenin coşkusuyla bağrındakini yukarıya rengarenk saçıyorsun. Dünya ahiretin tarlası olduğu gibi sen de ahirete dair olan şeylerin tarlasısın. Sen toprağını ektiğin gibi senin toprağın da sürekli ekiliyor. Hava, su, nur... Toprağın oğlu, dikkat et, bunlara ihtiyacın var. Şimdi mürşidimin söylediklerini tekrar bir gözden geçir. Belki yazmanın sırrına da ulaşırsın:

"Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. (...) İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. (...) Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır."

19 Kasım 2015 Perşembe

Küsmen sinene saklanmandır

"Bir işte mütehayyir kalan veya birşeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun, ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın..." İşaratü'l-İ'caz'dan.

Bir iddiaya sahip oldukça yazmak güçleşiyor. 'Öylesine' yazıyor olsaydık kesinlikle daha rahat olurduk. Fakat insan 'öylesine' de yazamaz. Yazmak yürümek gibi değildir. Fiili anlam ile bağlıdır. Yazdığınız bir anlam istiyor. Çünkü vücudunun en önemli parçalarından birisi de anlam. Gelişigüzel klavyenin tuşlarına basmakla 'yazmış' olmuyorsunuz. Birşeyler de söylemeniz lazım.

Demek amaçsızlık yazmanın başarabileceği bir iş değil. Peki yazı neyi başarabilir? Yazı 'dayatılmış vurgular'ı önemsememeyi başarabilir. Önemsememek karizmatiktir. Yalnızlık karizmatiktir. Karizmatik 'olunması merak edilen'dir. Evet. İnsan kendi olmakta yalnızdır. Belki bu yalnızlığının, hiç geçmeyen yalnızlığının, dilinden sâdır olan kendiliğini okurlarına aktarabilir. Kendiyken yalnız ve yalnızken daha bir kendi olduğundan 'özgü sesini' daha çok duyar ve duyurabilir.

Neden bu kadar şey karalıyoruz? Çünkü varlık denilen o gökkuşağı daha nasıl renklenecek merak ediyoruz. Yazımı birileri okuyacak. O okuyanların aklına aklıma gelmeyen şeyler gelecek. Fikrimin öznesi iken manzaranın nesnesi olacağım. Birşeyi herşey, herşeyi birşey yapabilen Kudret-i Mutlak, kimbilir benden daha ne şeyler yaratacak! Bütünüm, başka bütünlerin parçası olacak, inşaallah.

Sonuçlarını tahmin bile edemediğim bir dalgalanma oluyor her an. Okundukça büyüyor varlığım. İzlerim artıyor. Üzerinden geçtiğim yol beni daha çok hatırlıyor. Her fiilde böyle bir güç var mı? Yani nasıl bir güç bahsettiğim? Belki biraz şöyle: 'Tecezzi kabul etmez küll'ü etkileyecek işler... Var mutlaka. Ancak fiilin içeriği maddeden manaya yaklaştıkça, cisimden öte ruha dokundukça, tesirinin boyutları artıyor. Deli gibi hem etkiliyor hem etkileniyoruz.

Herbir duygu aslında bir etkileniş şeklidir. Varoluş şiddetlendikçe farkındalık artar. Hazlar öyledir, hisler öyledir, fikirler öyledir, öğrenmeler öyledir, meraklar öyledir, yaralar/acılar öyledir. Sanırsınız insan dünyaya etkilenmek ve etkilemek üzere gelmiştir. Hatta hayal, tasavvur veya umut etmek dahi birer etkileniştir. Çok tuhaf yaralarımız var. Mesela: Umut ettiğimize elimiz yetişmediğinde herşeyi kendimizle yakacak bir karamsarlığa alçalıyoruz. Daha bize verilmiş bile değil. Bizim olabilmesi için aklî bir imkan da yok belki.

Fakat bir kere içimizde ona karşı bir arzu uyandı. Lütfedilen bir farkındalık ve bahşedilen bir açlıkla etkilenir kılındık ona karşı. İştahlandırıldık. Alınganlaştırıldık. Artık o arzuyla deli oluyoruz. Ve olmamasına dair elimize geçen her delil, ihtimaller dahi, bir bıçak oluyor tenimize sürülen. İnkâr etmek istiyoruz. "Herbir günahın içinde küfre giden bir yol var..." diyor ya mürşidim. Aslında peşine düşülen her yanlış açlığın veyahut yanlış doyuş biçiminin ucunda bir inkâr var. Yanlışı doğru kılmak ancak 'doğruyu yanlışlamakla' mümkün.

"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

İnsan birşeye neden küser? İnsan birşeye 'ondan gelecek zararlardan korunmak için' küser. Kalp dediğin içerden kırılır çünkü. Ve insan birşeyi kalbinin içine onu 'severek' veya 'hayal ederek' veya 'ümit ederek' alır. Nefretle kalbinizin içine alamazsınız. Nefret ettiğinizin fiileri canınızı sevdiğiniz kadar yakamaz. Hatta çoğu zaman nefret sizi olduğunuzdan daha güçlü kılar acıya/zorluğa karşı. Ama sevgi? Sevgi öyle korumasız bir yere kadar indiriyor ki muhatabımızı, 'hayır' dediği an, kolumuz kanadımız kırılıyor. Kaşlarını kırmıyor da sanki belimizi kırıyor.

Küsmek 'belki'leri terk etmektir önce. Çünkü belkiler tekrar be tekrar en korunmasız yerimize sokar kalpkıranı. Tekrar canımız acır. Tekrar aynı yerler kanar. Ne kadar 'Bir daha asla!' desek de mukavemetimiz yoktur ona karşı. Yakınlarda, İmam Eş'arî rahmetullahi aleyhe atfen okuduğum bir söz var: "Aşk, zaruri bir iradedir." Elbette sorumluluktan kurtarmıyor bu zaruret. Ama elinde de değil, görüyorsun. Nasıl değiştireceksin? Seçmeye gücünün yetmedikleri imtihanın oluyor. Bediüzzaman'ın ifadesiyle bir çeşit 'menfi ibadet' sana yaptırılan. Sürgün edilmişsin bu öğretici kuyunun içine. Evet, Hz. Yakub, Hz. Yusuf'a nasıl şefkat etmesin? Kardeşleri babalarını nasıl kıskanmasın? Hz. Yusuf kardeşlerini nasıl sevmesin? Züleyha Hz. Yusuf'u nasıl âşık olmasın?

Sürgünlere de menfi denilirmiş eskiden. Adı üstünde, bir zorlamadır sürgün. İki şıkkın içinden birisini seçerek yapmıyorsun. Ötende seçiliyor. Sen ona rıza göstermekle sınanıyorsun. Hayatın her yanı irademize bakmıyor. İmtihan sadece 'seçmek' değil. Bir yanı da kabul etmek, razı olmak, anlamaya çalışmak.

"Girdikten sonra da, tabii, bunca güzellikten kurtulmak nasıl mümkün olsun. Bana göre, güzellik, elinden asla kurtulamayacağımız birşeydir. Dahası, güzellik kapısından girer, ölüm kapısından çıkarız..." diyor Faruk Duman, Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur'da. Ölüme kadar güzel bulunuyor demek ki bazı şeyler. Değiştirmeye gücümüz yok. Girdi kalbimize. Çıkası yok.

Lemeat'ta mürşidimin kullandığı bir ifade var: "Başımız da eğildi, sinemize saklandık..." Bence küsmek tam bir sineye saklanma eylemidir. Kendi olmakta yalnız olan insanın, farklı olandan, beklenmeyenden kaçıp canını yakmayacak o şeye, yani 'kendilik kalesine' sığınmasıdır.

Fakat aslında kendine sığınmak diye de birşey yoktur. İnsanın her özelliğinin arızî/sonradan oluşu, yaratılışı, kendimize dönük her hamlemizi Yaratıcımıza dönük kılar. İnsan asl-ı insana döndüğü her yerde yüzünü aslında Rabbine döner. Fıtratın şahitliğidir bu. Yaşadığımız acılar bizi Onun rahmet kucağına sığınmaya zorlar. Mutlak yalnızlık yoktur insan için. Ona dayanabilesi de yoktur. Allah'tan başkasının olmadığı yere yalnızlık deriz biz. Öyle bir yer yoktur ya insanın sankisi vardır, sanrısı vardır, vehmi vardır. Âdemoğlu yeteneklerini kendi aleyhine de kullanır.

Kur'an defaatle hatırlatıyor: "Dönüşünüz ancak banadır." Çünkü Rahman bizi biliyor. İlla küseceğiz. Kendimizle de bulacağımız teselli yok. İnsan salt kendisiyle teselli olabilir bir varlık değil. Bir öteki arıyor her zaman. Gözünden kendine değer biçebileceği bir öteki. "Ayna ayna, söyle bana, benden güzel var mı dünyada?" diye sorabileceği bir öteki. Dilek Emir, Tek Kişilik Kahvaltı'da şöyle diyor belki biraz da bu yüzden: "Birden sevmeye başlıyorsun kendini, biri seni sevmeye başlayınca."

Onu seyredeceği ve kendisini de onda seyredeceği bir öteki. Kalp kırmayan bir öteki. En içeriye kadar girmesine izin verilse bile can yakmayacak bir öteki. O öteki elbette Allah'tır. "Ay, of, bu çocuk yine dinden bahsediyor!" deme lütfen arkadaşım. Ben sana dinden değil senden bahsediyorum. Çünkü din senden ötede birşey değil. 'Allah' deme ona istersen, kalbimin sahibi/yâri de, ama sor yine de kalbine: Nasıl bir dost istiyorsun? Kalbin sana Aleyhissalatuvesselamın beyan buyurduğu gibi bir Allah tarif edecektir. "Çünkü, ancak Onun kudretiyle, iradesiyle her müşkül hallolur ve kapalı kapılar açılır. Ve Onun zikriyle kalbler mutmain olurlar. Binaenaleyh, necat ve halâs ancak Allah'a iltica ile olur." Sahi, arkadaşım, sen de böyle bir 'dost'u aramıyor musun? O halde dinden korkmak niye? Din sana dostunun yolunu tarif etmekten başka ne yapıyor ki?

17 Kasım 2015 Salı

Pişmanlığın ömrü, ömründen uzundur

"Âyetlerimi az bir paha ile satmayın." (Bakara sûresi, 41)

Ey demirciler çarşısının müptelası! Ahmak antika! Sanatının değeri bilinmez oralarda. Neden kıymetini körükçülerden soruyorsun? Hakkı, çekicinin ucunda sananlardan. Yanmak değil, yakmak sanatı olanlardan. Şahit mi tutuyorsun onları güzelliğine? Şahit olarak Ustan yetmedi mi? Bu şiddetli 'görülme' arzusu niye? Hiç ceylan aslanlara görünmeyi arzu eder mi? Örse vursalar, kırılırsın. Erisen, yitersin közler arasında. Tartsalar, yükün hafif, teraziye değmezsin. Almazlar seni... Demirciler çarşısına uygun bir mal değilsin besbelli. Değerini buralarda arama ki, canın acımasın. İnsanları biliyorsun: Dünyalık etmiyorsan, değmezsin onlar için.

Ben de geçtim, geçtiğin yollardan. Demirciler sana nesne muamelesi yapıyorlar. Hayatının öznesi olmana izin vermiyorlar. Allah gibi değiller. Allah'tır sana 'sen' kalma hakkı veren yalnız. Ustasıdır ancak eserinden memnun olan. O senin ağırlığına bakmaz. Taşımayacağını yüklemediğini kendisi söylemiştir vahyinde. Tartmaz seni o yüzden. Yeter ki, elmas kalmayı başar, cennet her kırata açık. Elbette Ustanın bildiği kadar sanatını başkası bilmez. Kendini Ona satmalısın, akıllıysan. Karşılığında cenneti alarak.

Baksana şu oyuncaklara. Hem çocuk hem oyuncak herbiri. Boyuyla kıymet kazananlar. Gülümsemesine paralar saçılanlar. Giysisiyle konuşulanlar. Konuşmasına servet dökülenler. Bastığı yer rating kokanlar. Geçtiği yer kalabalığa duranlar. Sesine kurban olunanlar. Fiziğine şarkı yazılanlar. Sûretperestlerin çarşısına sitem etmek de onlara meftuniyetimizin eseri değil mi? Sınama kendini onlarla. Sınadıkça ayakaltı edecekler seni. Camcılara elmas satıyorsun. Bu ticaret berbat eder. Madem farkını derk ettin, pazarını da terk et. Tezgahını başka yerlere taşı. Müşterinin çokluğuna değil, kalitesine dikkat et.

Burası da aşk pazarı, doğru. Mecazî aşklar da burada satılır. Dilleri benziyor. Okusan, kelimeleri/harfleri benziyor. Fakat burada antikalar getirilir, naylon alınır. Kabuğun asıldan önce geldiği yerdir burası. Acelesi vardır herkesin. Üretim, üretim, üretim. Tüketin, tüketin, tüketin. İçeriğini düşünecek kadar kalmayın başında. Eskiyin, çabuk eskiyin. Çok da müşterisi vardır onların. Zâhir ehli, bâtın ehlinden hep çok çıkar. Ama karşılığı ne bu tembelliğin? Az bir dünya pahası. Bir teveccüh-i nas için bin ayet veriyorsun, ne fena bir ticaret! Sen de Yunus gibisin halbuki. Eğer durumunu görsen, bu pazarlar seni de kesmez. Satarsın canını alan bulunmaz. Çünkü değerini bilen/veren bulunmaz.

Buna şahidim, vicdanındır. Yastığına akıttığın gözyaşındır. Duvarlara vurduğun yumruktur. Andıkça yandıklarındır. Yaralarındır. Geçmeyen yalnızlığındır. Aldığının verdiğine değmediğini içindeki o musahhihler söylemeli sana.

Hangi haramın lezzeti, bedeli olarak vazgeçtiğin şeye değdi? Kem neye elini uzatsan, hem dıştan hem içten batan bir diken oldu varlığı. Yanlış yaparak mutlu olduğun anları topla, ömründe ne kadar yer kaplar? Halbuki pişmanlığın ömrü, ömründen de uzundur. Uygun kelimeleri bulmadan nereye gidiyorsun? Cümleni/hakikatini keşfettiğinde, sana huzur verecek. İlk senin haberin olacak bu yüzden yahut ilk karşı çıkan sen olacaksın: "Ve yanınızdakini doğrulayıcı olarak indirmiş olduğuma iman edin. Onu ilk inkâr edenlerden olmayın. Ve âyetlerimi az bir paha ile satmayın. Ve ancak Ben'den sakının."

9 Kasım 2015 Pazartesi

Sonsuzluk cetvele sığmaz

Bu yazım sana uçuk da gelebilir arkadaşım. Fakat aklından ziyade kalbini açarsan, kuşatmak yerine sezmeyi seçersen, tutmak yerine tutulmaya gayret edersen güzel birşeyler de söyleyebilir. Ne yapalım? 'Göz kararı' denilen şeyin itibarı kötü. Her yanı ölçü teknolojilerinin sardığı bir zamanda gözün kararına güvenmek akılla-mantıkla açıklanamaz. 'Cahil işi' gözüyle bakılır ona. Tıpkı ders kitaplarında eski ölçüm yöntemlerinin küçük görülmesi gibi. Fakat ben ona hâlâ güveniyorum. Güvenmeden yaşayamam. Birbirinden o kadar farklı şeyleri güzel buluyoruz ki! Bu durum beni 'göz kararı' denilen şeye daha saygılı olmaya zorluyor. Çünkü her gözün kararı haklı çıkıyor. Hepsinin güzel bulduğu güzel.

Özellikle ağaçlara bakarken hissediyorum bunu. Hak aklımıza mukayyet olsun! O gövdenin nasıl bir düzenle dallandığını, budaklandığını, yapraklandığını veya çiçeklendiğini ölçebilecek olan var mı? Neye göre, hangi mizanla, ne ölçüyle yapılıyor bu iş? Bulmaya çalışsam pösteki sayan deliye dönerim herhalde. Fakat işte, tam da orada, tüm güzelliğiyle duruyor. Bütünlüğünden aldığım göz zevki, o mübarek farkediş, beni düzenine inandırıyor. Cetvelden başka düzen tanımamış bir zekaya ağacın güzelliğini sorsanız size ne söyleyebilir? Göz kararı olmadan verilebilecek bir cevap değil ki bu. Bediüzzaman'ın yıldızlar hakkında kullandığı o ifadede olduğu gibi: "İntizamsızlık içinde kemal-i intizam."

Modern insan standartlarını sever. Terazisi hassaslaştıkça elinin ayarından, cetveli inceleştikçe gözünün kararından, mezurası uzadıkça parmakla ölçmekten utanır. Fakat bu cetvele sığdırma arzusu aynı zamanda onun 'ölçülebilirlik' içinde yaşadığı bir esarettir.

Allah'ın gönlümüze sanatını ölçecek daha ne gibi cihazlar koyduğunu bilemeyiz. Sonsuzluk elbette cetvele sığmaz. Dokunamadığımız halde varlığını biliriz onun. Göremediğimiz halde sezeriz. Kendisi gaybımız iken imanı yakînimizdir. Zat'ı mekanlardan münezzehken fiileri en yakınımızdadır. Öyle şeyler vardır ki hayatımızda, varlığı malumumuz, ama mahiyeti meçhulümüzdür. Formüle edemeyiz. "Göster!" deseler gösteremeyiz. Fakat o kadar da eminizdir ki öyle olduğuna. Cetvele sığmıyorlar diye reddedemeyiz.

Şu 'güzel buluş' denilen şeyi bir kalıba sıkıştıramıyorum. Mutlaka bir dönem için özellikle güzel gelen şablonlar var. Fakat eskimekten kurtulamıyorlar. Güzel sanki mana olarak bâki kalıyor da ama yüzünü sık sık değiştiriyor. Biz onu bir kalıpta teşhis etmeye, tutmaya, esir almaya çalıştıkça da canımızı yakıyor. Şaşırıp kalıyoruz. Küçükken ayıla bayıla yediğimiz hiçbir şey bugün aynı tadı vermiyor. Aynı heyecanı duymuyoruz aynı göze baktığımızda. İlk duyduğumuzda "İşte beni anlatıyor!" dediğimiz şarkı şimdilerde can sıkıcı bir terennüm oldu. Sorun onda değil bu defa bizde. Yaşamaktan usanıyoruz. Yok. Daha doğrusu: Yaşamaya yetişemiyoruz. Allah'ın yaratışı yetişebileceğimiz bir hızın çok üstünde.

Aşk-ı mecazinin mahvediciliği biraz da buradan. Sadece sevdiğimizin güzelliğinin yitişi değil bizdeki mizanların da değişmesi sarsıyor en çok. Ona karşı hissettiğimiz hiçbirşey yalan değildi. Peki neden şimdi böyle oldu? Neden 'ona hissettiğim' ve 'onda bana böyle hissettiren' ikisi birden yitip gidiyor? Sadece sevilenin fenasıyla açıklanamayacak bir değişim var arkadaşım. Sen de değişiyorsun. Onun gidişini bir bahane olarak kullanabilirdin. Suçu ona atabilirdin. Fakat kendi yitirişini nasıl açıklayabilirsin? Salt giden kaygan olsa bu bile bir tesellidir. Suçlarsın. Kurtulursun. Ya senin ellerin de kaygansa? Ya kalmaya çalışanı bile tutabilecek gücün yoksa? Acizliğin bu kadar şiddetliyse?

Bak ne diyor mürşidim: "Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur."

Her kalıplama aslında bir işgal arzusudur. Halbuki bu dünyada güzellik, Bediüzzaman'ın tabiriyle, 'pencerelerden seyredilecek'tir ancak. Eğer bu pencerelerden birisinden vuslat arzularsan içlerine de girmiş olursun. Bunu bir hortumu uzaktan izlemek ile o hortumun döngüsüne kapılmak arasındaki farkla misallendirmek istiyorum. Hortumun görünüşü, seni içine dahil olmadığın sürece, ne kadar güzeldir. Fakat onlardan birisini seyretmek değil tutmak istesen, yani ki dahil olmak istersen, işte o zaman seni içine alır. Yutar. Ötekiler gibi savurmaya başlar. Can acıtırsın. Canın acır. Yakarsın. Seni de yakarlar. Bu yüzden mürşidim der: "Pencerelerden seyret, içlerine girme!"

Göz kararı bir 'pencerelerden seyret'tir bence. Cetvelle ölçmek 'içlerine girmek'tir. Göz kararı anlar içinde değişik tecelli edebilir. Ama cetvelin kalıbına giren değiştirilemez. Karış değişir, arşın değişir, adım değişir, ama metre/kilometre değişemez. Bu bir tür eşyayla muhatap oluş şeklidir aslında. Esaretin altına almadan. Tıpkı tavafta olduğu gibi, sen etrafında dönerek, onu etrafında döndürmeden. Değişkenliğine saygı göstererek.

Bana manidar gelen birşey daha anlatayım yazıyı bitirirken: Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde bereket-i taam mucizeleri nakledilirken dikkat çeken bir tekrardır. Ne zaman ki, berekete mazhar olan, bereket bulduğu şeyi ölçmeye çalışır, o bereket gider. Şu yüzden daha bir önemsiyorum bunu: Eskiden büyüklerimiz hiçbir şeyi sonuna kadar bitirmezlerdi. Hep, üzerine daha sonra tekrar konulmak üzere, bir parça bırakılırdı kabın dibinde. Sorulduğunda "Bereketi kalsın!" denilirdi. Bittiğinden emin olmamak bereket için nasıl bir sırdır? Gözü/eli bittiğinden emin kılmamak berekete ne katar? İşte düşünülesi bir nümunesi:

"Ümmü Malik isminde bir Sahabiye, 'ukke' denilen küçük bir yağ tulumundan, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma yağ hediye ederdi. Bir defa Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ona dua edip ukkeyi vermiş, ferman etmiş ki: 'Onu boşaltıp sıkmayınız.' Ümmü Malik ukkeyi almış. Ne vakit evlâtları yağ isterlerse, bereket-i dua-yı Nebevî ile, ukkede yağ bulurlardı. Hayli zaman devam etti. Sonra sıktılar, bereket kesildi."

8 Kasım 2015 Pazar

İlk gözağrısı...

Geçenlerde bence ilginç birşey yaşadım. Metrobüste, Avcılar-Beşyol arası duraklardan birisinde, bir Suriyeli çocuk, bana mendil satmak istedi. Teşekkür edip 'ihtiyacımın olmadığını' söyledim. Belki de gülüşümden cesaret alarak belime sarıldı ve başının hizasına gelen karnımı öptü. Almamda ısrarcı oldu. Başını okşadım. Tekrar teşekkür ettim. Beni bırakıp mendil satabileceği bir başkasına yöneldi. Sık metrobüs yolculuğu yapanlar için bu hikayenin tuhaf bir tarafı yok. Mendil satmaya çalışan Suriyeli çocukların hikayeleriyle dolu İstanbul. (Allah yardımcıları olsun.) Fakat benim için var. Çünkü yeğenim Hamza Enes de, bana birşey yaptırmak istediğinde (mesela güreşmek, kovalamaca oynamak, bilmece/soru çözmek vs...) eğer gönülsüz olduğumu hissederse, aynı şekilde sarılıp karnımı öper. (Boyları o çocukla neredeyse aynı.) Sonra kafası dikip tekrar 'lüften' der. Bu yüzden Suriyeli çocuğun bir anda sarılıp karnımı öpmesi beni sarstı. Günümü kararsız kıldı. Düşündürdü. Peki, ne düşündürdü?

Sanırım bugünü veya bugün olanı kıymetli kılan şey onun bir geçmişinin olması. Yani, biz geçmişi olan fiileri ancak anlamlı bulabiliyoruz. Biraz daha açarsam: Mesela; Hamza Enes beni hiç karnımdan öpmemiş olsaydı, ben, o çocuğun bu davranışını 'düşünülesi' bulur muydum? Bu kadar etkilemezdi gibi geliyor. O fiili dünyamda 'olduğundan daha anlamlı' kılan şey 'kendisinden ibaret olmaması'ydı. O bir silsilenin ucu gibiydi. Tek değildi. Fiilin tekrarı, yeğenimin aynı fiili yaptığı bütün anları hatırlattı bana ve oradan kendisine bir paye kazandı. Beni kendisiyle daha fazla meşgul etti. Ve ben, o tanıdıklık aşkına bu fiili sevdim. Bunu hayatımdan bir örnekle daha anlaşılır kılmaya çalışacağım:

Benim üç emmoğlum var. ('Amca' sözcüğünden ziyade 'emmi' sözcüğü kullanılıyor bizim oralarda.) İşte bu üçlüden en büyüğü, yani Turan, aynı zamanda benim sütkardeşim. Aynı zamanda 40 gün büyüğüm. Aynı zamanda bütün çocukluğum ve ilk gençliğim. Yani beraber büyüdük. Birbirimize yakın evlerde oturmamız, aynı okullarda/sınıflarda/sıralarda okumamız, hem de iyi anlaşmamız nedeniyle İstanbul'a taşınana kadar hayatımız hep beraber geçti diyebilirim. Bir evin çocukları gibiydik. (Hiç unutmam, ortaokulda İngilizce öğretmeni İmran Hanım "Siz ikiz misiniz?" diye sormuştu.) Küçük yerlerde akrabalık ilişkileri İstanbul'dakine göre çok daha canlı ve güçlü.

Her neyse... Kısa geçelim. Yürüyüşüme dikkat edenler ayaklarımı (özellikle sağ ayağımı) biraz içe bastığımı bilirler. Bu içe basış aynı zamanda yürürken sağa çekmeme neden oluyor. Yani ister istemez yolun sağında doğru kayıyorum yürürken. Düz bir çizgi gibi yürümüyorum. Bu tuhaflığın bir benzeri Turan'da da var. O da yürürken sola doğru kayıyor.

En çok ne için tartıştığımızı sorsanız üç cevabım var: 1) Top. 2) Satranç/Dama. 3) Yürürken çarpışma. Turan'la bizim tartışmalarımız bu üç ana başlık altında toplansa geriye çok az şey kalır. İlk ikisi kazanma/kaybetme meselesi zaten, tartışmalar makul. Fakat üçüncüsü biraz komik. Turan'la ne zaman yürüsek kimin/nerede yürüdüğüne dikkat ederek yola çıkardık. O benim solumda, ben onun sağında olursam sıkıntı yoktu. Fakat ne zaman dalıp yer değiştirsek, o ritmik sapmaların denk geldiği bir anda omuz omuza çarpışırdık. Onun fiziği benden daha sağlam olduğundan genelde dengesini kaybeden ben olurdum. Ve arkasından birkaç dakikalık tartışma. Sonra yer değiştirip yürümeye devam.

Geçenlerde memlekete gittim. Üç yıldır gitmemiştim. Dile kolay. İlk çarpışmanın üzerinden belki yirmi yıldan fazla geçmiş. Parkta gezerken yine aynı şey başımıza geldi. Yine dengemi kaybettim. Güldük bu sefer. Tabii Turan laf sokmayı ihmal etmedi: "Gardaş, hâlâ mı düzgün yürümeyi öğrenemedin?" Bazı şeyler hiç değişmiyor galiba.

Bu bazı şeylerin hiç değişmemesi, o değişmeyenler içinde biriken şeyler; onlar, o şeyleri daha kıymetli kılıyorlar. Eski eşyalarını saklayanların, "Manevî değeri var!" diyenlerin kastettiği bu sanırım. Vahdet'in tanıdıklığı bu. Hayatı bu gözle izleyince dünya hayatının ahireti daha 'özlenilir' kılacağını düşünmeye başladım. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dünyayı 'ahiretin tarlası' olarak tarif etmesi geldi aklıma sonra. Ahiretteki mutluluk, müminin sevinci, hasat zamanı çifçinin sevinci, o tanıdıklık. ("Bu tohumu ben ekmiştim. Ben sulamıştım. Ben toprağını kazmıştım..." vs.)

Bakara sûresinin 25. ayeti geldi hemen ardından: "İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu, derler. Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedi kalıcılardır." Cennet ehli, bu benzerliği kurmakla nasıl bir lezzet alıyor? Kur'an bu benzerliği neden zikrediyor? Sanıyorum tam da bu noktada yazımın öncesi hatırlanmalı. Önceki sonrakini kıymetli kılıyor. Cennette yenilenin dünyada ekilenin mükafatı olması... Ve benzemesi... Ve tanıdık gelmesi... Ve tahatturun yaşattığı katmerli sevinç...

"Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirâne muhabbet-i meşruanın uhrevî neticesi, Kur'ân'ın nassıyla, Cennete lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir. Ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyâne bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin 'Elhamdülillâh' kelimesi, Cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada 'Elhamdülillâh' yersin. Ve nimette ve taam içinde in'âm-ı İlâhîyi ve iltifat-ı Rahmânîyi gördüğünden, o lezzetli şükr-ü mânevî, Cennette gayet leziz bir taam suretinde sana verileceği, hadisin nassıyla, Kur'ân'ın işârâtıyla ve hikmet ve rahmetin iktizasıyla sabittir."

Sanırım bugünü kıymetli kılan şey onun bir geçmişinin olması. Dönüp dönüp tekrar bizi bulması. Yani, biz geçmişi olan fiileri ancak anlamlı/değerli bulabiliyoruz. Bir yaşanmışlık gerek. Hissetmiş olmalıyız. Anlam mazinin ta kendisi oluyor. Bu, aslında 'kanun'dan 'şuunat'a giden yolun kokusunu almamız. Cenab-ı Hak da yaratışını, belki de biraz da bu yüzden, daha dakik okumalar yapanlar için kanuniyet çerçevesinde karşımıza çıkarıyor.

İnsan, bir fiilden ancak fail ve isim okuması yapabilir. Ancak o fiillerin bir silsile olması, bir kanuniyet içermesi, yapanın hep onu seçip hep öyle eylemesi bizi sıfat ve şuunat okumasına götürür. Bir fail, birçok seçenek içerisinde 'hep' veya 'genelde' o fiili seçiyorsa, bu bize o fiilden ve sonucundan memnun olduğunu ve öyle eylemenin failin şanından olduğunu hatırlatır. Bir kişinin doyması size bir Rezzak'tan haber verir. Fakat bütün açların, hatta sadece mide açlarının değil tüm açlıkların bir şekilde doyuruluyor olması, size, Allah'ın Rezzakiyetinden haber verir. Ve 'doyurmayı sevdiğini' gösterir. Allah'ın sıfatına ve şuunatına dair marifet, fiili aşıp fiiler silsilesini görmekle mümkündür.

"Meselâ, nasıl ki sehâvetli, âlicenap, müşfik bir zât, güzel bir ziyafeti, gayet fakir ve aç ve muhtaç olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine serer. Kendi de üstünde seyreder. O fukaranın minnettârâne tena'umları ve o aç olanların müteşekkirâne telezzüzleri ve o muhtaç olanların senâkârâne memnuniyetleri, ne derece o kerîm zâtı mesrur ve müferrah eder, ne kadar onun hoşuna gider, anlarsın. İşte, küçücük bir sofranın hakikî mâliki olmayan ve bir tevziat memuru hükmünde olan bir insanın mesruriyeti böyle ise, cin ve insi ve hayvânâtı feza-yı âlem denizinde seyir ve seyahat ettiren ve bir sefine-i Rabbâniye olan koca zeminin üstüne bindirip, yüzünde hadsiz envâ-ı mat'umâtı câmi' bir sofrayı serip, bütün zîhayatı küçük bir kahvaltı nev'inde o ziyafete davet etmekle beraber, gayet mükemmel ve bütün envâ-ı lezâizi câmi', sermedî, ebedî bir dâr-ı bekâda Cennetleri, herbirisini birer sofra-i nimet ederek hadsiz lezâizi ve letâifi câmi' bir tarzda, nihayetsiz bir zamanda, nihayetsiz muhtaç, nihayetsiz müştak, nihayetsiz ibâdına, hakikî yemek için ziyafet açan bir Rahmân-ı Rahîme ait ve tabirinde âciz olduğumuz maânî-i mukaddese-i muhabbeti ve netâic-i rahmeti kıyas edebilirsin."

Sofranın sahibi, bu tekrarlarla ve hissettirdikleriyle, sofraların tamamının kendisinin olduğunu hatırlatıyor bize. (Rab, Rabbu'l-Âlemin olduğunu hatırlatıyor.) Biz de bu hatırlamadan sırr-ı Vahdet'e dayanan bir sevinç duyuyoruz. Bir gözün, bir yüzün, bir güzel sözün bize tanıdık gelmesi; benzerini görünce hemen onu hatırlamamız/duygulanmamız; ilk gözağrısı/gönül ağrısı denilen o şey, aslında o tanıdıklığın bize tevhidî bütünlüğün bir parçası olduğumuzu anımsatmasından ileri geliyor bence. Bunu yaratan onu da yaratan, onu yaratan ötekini de yaratan. Gidenin dönüp dönüp bizi bulacağını ve dönüp dönüp bulmasının Halık'ın şanından olduğunu hissediyoruz. Ve canımızı yakan tüm gidişlerin devası bu dönüşlerin/hatırlayışların içinde kendisini gösteriyor. Hamza Enes büyüdüğünde beni karnımdan öpmeyi bırakacak. Ama karından öpen çocuklar varolduğu sürece ben o fiili yaşayacağım. Elhamdülillah.

"Elhamdülillâh ile hamd edilecek Hafîziyet nimetidir. Çünkü, nimetin devamı, nimetin zâtından daha kıymetlidir. Lezzetin bekàsı, lezzetten daha lezizdir. Cennette devam, cennetin fevkindedir. Ve hâkeza... Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakkın Hafîziyeti tazammun ettiği nimetler, bütün kâinatta mevcut, bütün nimetlerden daha çok ve daha üstündedir. Bu itibarla dünya dolusu ile bir 'Elhamdülillâh' ister."

7 Kasım 2015 Cumartesi

Yusuf aleyhisselam iddaa oynamaz

Hatırlarsanız, kadere dair başka bir yazımda, inkârının sadece kendisini inkâr etmekten ibaret kalamayacağını, çünkü onun akaidin kulbu mesabesinde olduğunu, ona kastedenin aslında bütün akaide kastettiğini konuşmuştuk. Karine olarak da Meyve Risalesi'nden bir alıntı yapmıştık. Bir kısmını tekrar alıntılayayım:

"İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle, sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez."

İşte biraz da bu metinden hareketle iddia etmiştim ki: Kader inkârcılarının arızaları birtek kader meselesinden ibaret değildir. Kalamaz! En başta gözlerimizin nuru tevhid akidesi ve kalplerimizin sevinci Allah tasavvurumuz olmak üzere, ister-istemez, bütün erkân-ı imaniyede ayarları bozuktur onların. Yani bu arızanın öncesinde de bir dizi sıkıntıları vardır iman noktasında. Buradaki sapkınlıkları aslında bir sonuçtur.

Mevzuun Allah tasavvuru, yaratılış ve tevhide bakan kısımlarını önceki yazılarda yeterince konuştuğumuzu düşündüğümden, bu yazıda doğrudan 'ahirete iman-kadere iman' arasındaki bağlantıya ve her ikisinde birden akidevî bir sorun yaşamadan birisinde salt böylesi bir sorun yaşanmayacağına dair izaha girişeceğim. Tevfik ise Allah'tan.

Öncelikle: Ahirete iman nedir? Bunu biraz konuşalım. Bismillah: Ahirete iman, en özet ifadesiyle, Allah tarafından 'öyle olacağına inanmakla sorumlu tutulduğumuz' bir yarındır. Bugünün gaybı olan, yani beş duyu organıyla bilinemeyen, fakat doğru bir Allah marifetiyle delil okumasını yapabildiğimiz bir yarın bilgisidir ahiret bizler için.

Peki, kader inkârcılarının iddia ettiği gibi, Allah yarın ne olacağını (hâşâ) bilmiyorsa, yani fiiler/iradeler sonucu ortaya çıkacak işler ilminde/takdirinde değilse, hükmü zamanın kaydından kurtulamıyorsa, o halde nasıl kendisinin dahi varlığından emin olamayacağı bir ahirete kesin bir şekilde inanmakla mü'minleri sorumlu tutabilmektedir? Öyle ya, Allah da gelecekte ne olacağını (hâşâ) bilmezken, böyle itikadî bir riski neden kullarına aldırmıştır? Ya ahiret diye birşey hiç olmazsa? Ya cennette/cehennemde öyle şeyler yaratılmaz veya yaşanmazsa? Kader inkârcılarının sarhoş akıllarının peşinden gidersek ahirete iman ancak Allah'ın (hâşâ) tahminine iman olur. Demek ki, Allah, ne olacağını bilmediği bir geleceğe dair "Şöyle yaparım!" diye tahminde bulunmuş ve bu tahmine bizim de iman etmemizi istemiştir. Ahirete iman, kader inkârcılarına göre, en fazla budur. Kaderdeki kesinliği yalanlamaları onları bu sonuca sürükler.

Sorunu 'ahiret Allah'ın vaadi' diyerek de çözemezler. Zira Allah'ın vaadi dedikleri şey, eğer bu dünyada insanın iradesi sonucu oluşan fiileri Allah'ın zaman ötesinden bilmemesini kastediyorsa, o halde Kur'an'da geçen cennet/cehennem hayatının tafsiline dair sahneler, mahşer günü yaşanacakların tasvirleri, bunlar nasıl Allah tarafından bilinmektedir? Ebu Leheb'in iman ile gidip-gitmeyeceğini bilmeyen bir ilah ezelî kelamında onu nasıl cehennemlikler arasında saymaktadır? 'Gelecek senaryosu' mudur Tebbet sûresi? Ya denildiği gibi çıkmazsa? Ya Ebu Leheb ölmeden iman ederse? Cenab-ı Hak onu yine de "Vaadim öyle!" diyerek cehenneme mi atacaktır?

İşte bu kadar incelikli bir bilişi 'ilimle' değil 'vaadle' açıklamaya çalışanların balonu bu dünyadaki inkârlarının ahirette Cebriye çizgisinde bir imana dönüşmesiyle patlar. Mutezile burada Cebriye ile buluşur. Allah'ın vaadi, nasıl olacağı bilinmeyecek bir gelecekteki bütün teferruatı 'seçimlere bir alan bırakmayacak kadar' kapsıyorsa, o halde hür iradeler nerede kalacaktır? Tebbet sûresi nazil olduktan sonra Ebu Leheb iman etse de etmese de cehennemlik midir? Yoksa zaten zaman üstü bir biliş sahibi Alîm-i Hakîm tarafından öyle olacağı bilinerek bu hakikat ümmete haber verilmiş midir? İkincisine iman etmek mantığın da gereği değil midir?

Hızlı gidelim. Kur'an'dan bahsetmişken 'kitaplara iman' rüknü ile kaderin inkârının ne kadar uyuştuğuna bakalım. Kur'an bize, yukarıda da bir parça altını çizdiğimiz gibi, çok teferruatlı bir şekilde ahiretten bahsediyor. Hatta ehl-i cennetin/cehennemin ahvaline dair tariflerde bulunuyor. Bırakalım ahirete dair bu kadar teferruatı ve vurgulu metinleri, gaybî ihbarlar nev'inden birçok şey var Kur'an'da. Rum sûresindeki ihbar-ı gaybdan tuttun, ta peygamber kıssalarında yeralan delillere, ta Tebbet sûresine kadar...

Kur'an bize öyle bir Allah'tan haber veriyor ki: O Allah geleceğe dair birçok şeyi vahyin nüzulü anında haber veriyor. Eğer Allah kader inkârcılarının savunduğu gibi 'geleceği bilmiyorsa' bütün bunları (hâşâ) tahmin mi etmiş oluyor? Kur'an-ı Hakîm, sandığımız gibi bir hikmet kitabı gibi değil de, (hâşâ) bir tahmin kitabına mı dönüşüyor? Allah ihbar-ı gayb türünden birçok şeyi tahmin-i gayb olarak mı Kur'an'da zikrediyor? Oturup kalkıp hayretle sormak lazım kader inkârcılarına: Acaba kafaları nasıl bir Kur'an'a inanıyor? Oradaki gaybî bilgileri ne olarak görüyor?

Kur'an'ı anarken peygamber kıssalarına da dokunduk. Şimdi de yüzümüzü 'peygamberlere iman' rüknüne dönelim o vakit. Bırakınız ihbar-ı gayb türünden hadis-i şerifleri, ki kader inkârcılarının hadis inkârcılığına da yatkın olması bu anlamda şaşırtmaz bizi, Kur'an'da geçen peygamber kıssaları ve orada aktarılanlar bile nübüvvetin Allah'ın herşeyi bilen oluşuna bir delildir. Misal: Yusuf aleyhisselam rüya tabiri yaparak insanların başlarına gelecekleri nasıl bilebilmektedir? Hâşâ, geçmişi ve geleceği ezelî bir bilişle bilen Allah'ın peygamberi olmasa ve bildirilmese gayb kendisine, nasıl böylesi okumalar yapabilecektir? Hâşâ, kader inkârcılarına göre, Yusuf aleyhisselam tabirlerinde iddaa kuponu mu doldurmuştur da hep tutturmuştur? Nasıl bir nübüvvet inancıdır kader inkârcılarınınki? Yusuf aleyhisselamı falcıya dönüştürmek değil midir bu inkârın neticesi?

Kur'an'daki delillerini de kenara bırakalım hadi. Nübüvvetin kendisi bile bir 'geleceği biliş' içermez mi? Sahabilerin ahvalinin Tevrat'ta ve İncil'de nasıl geçtiğine dair Kur'an'da yeralan beyanlar, Allah'ın Tevrat'ta ve İncil'de yaptığı 'tutmuş tahminler' midir? Sahabilerin geleceğini bilmeden mi 'öyle olacağını tahmin etmiştir' Allah?

Peki nebilerin birbirlerini müjdelemeleri? Özellikle İsa aleyhisselamın Aleyhissalatuvesselama dair verdiği müjdeler? Tahrif olmuş İncillerde bugün bile ortaya konulabilen işaretler? Peki, Aleyhissalatuvesselamın aşere-i mübeşşereye veya başka bazı sahabilerin geleceğine dair verdiği haberler? Müşrik önderlerinin kötü sonlarına dair önceden verdiği bilgiler? Hepsi mi yalandır bütün bunların? Bütün bunlar yalan veya tahmin olursa nübüvvetin ahvali ne olur? Onların emin dillerinden ve ellerinden bize ulaşan vahyin sıhhatine nasıl güvenilir? Cebrail aleyhisselam mı yolda karıştırmıştır mesajın içine bu tahminleri yoksa? Sahi kader inkârcıları nasıl bir vahiy sürecine iman etmektedir?

Cebrail aleyhisselama değinmişken kader inkârcılarının 'meleklere iman' konusunda ne denli dengeli(!) gittiklerine de bakalım. Bir kere yukarıda ahirete, kitaplara ve nübüvvete iman konusunda saydığımız bütün sorular melekler için de aynen geçerlidir. Neden mi? Çünkü bu haberlerin tamamı bize bir melek eliyle ulaştırılmıştır. Peygamberler bu vahiyleri bir melek eliyle aldıklarını söylemektedirler ve eğer kitaptaki geleceğe dair bilgiler peygamberlerin (hâşâ) tahmini değilse, o halde, kader inkârcılarına göre bu tahminler meleklere aittir.

Sadece bu da değil. Aleyhissalatuvesselamın miracı, mirac sırasında yaşanan hadiseler, cennet/cehennem ehlinin ahvali... Bütün bunlara şahitliği sırasında Cebrail aleyhisselam da onun yanındadır. Hatta miraca dair rivayetlerde Cebrail ile Aleyhissalatuvesselam arasında soru-cevap tarzı birçok metin bulunmaktadır. Cebrail aleyhisselam burada verdiği bilgilerde geleceğe dair tahminlerde mi bulunmuştur? Dahası var: Azrail aleyhisselam insanların canlarını nasıl bir bilgiyle almaktadır? Önceden ne olacağını bilmiyorsa nasıl görevine yetişmektedir? İsrafil aleyhisselamın sûra üfleyeceğini herkes nereden bilmekte ve nasıl emin olmaktadır? Bütün bunlar tahmin mi edilmektedir? Kader inkârcılarının bu noktada meleklere bakışı nasıldır?

Hasıl-ı kelam: Akaidin herbir rüknü hepsiyle bağlıdır ve hepsini inkâr etmeyen hiçbirini inkâr edemez. Bakmayın siz kader inkârcılarının "Kur'an'da geçmiyor!" diye kaçak güreşmelerine. Kur'an'ın bütünü geçmiş ve gelecek hakkındaki hükümlerinin kesinliği ile kadere imandan haber vermektedir. Kur'an'ın bize öğrettiği bütün akaid, verdiği bütün bilgiler ve delilleri, ezelî bir biliş olmadan açıklanamaz. Yani kader kendinden önceki beş rüknün zorunlu sonucudur. Muktezasıdır. İşte sorular ortada kardeşlerim. Kadere imanı olmadan diğer rükünlerin arkasını toparlayabilecek beri gelsin. Gelsin de imanının sıhhatini bir konuşalım. Subhanallah. Hak Teala elbette bu iftiracıların cahillik suçlamalarından yücedir. Mürşidimle başladım. Onunla bitireyim: "Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez."

5 Kasım 2015 Perşembe

Takva, mahrum kalmak için değil, daha çok farketmek için

"Bazı hastalar, acı ilaçlara tahammül gösteremeyip hastalık çekmeye devam ederler. Bazıları da kalbin tedavisindeki zorluğu düşünerek hastalıklı yaşamayı tercih eder. Bazen de kişi ilacın acılığına katlanmak istese de, kalbini tedavi ettirecek ehil doktor bulamaz. Çünkü bu hastalığın doktoru âlimlerdir. Oysa artık kalp hastalığı onları da sarmış durumda. Kendisi hasta olan doktorun yazdığı reçeteye pek iltifat edilmez. Bunun için günümüzde hastalık müzminleşti, dert ağırlaştı ve bu ilim ortadan kalktı. Öyle kalktı ki, kalbin tedavisi ve hatta hastalığı bile tamamen inkar edildi." (İmam Gazalî, İhyau Ulumi'd-Din, 3/63)

Fabio Volo'nun Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'unda geçen bir diyalog vardı. Doktor, esas oğlanımız Francesco'ya diyordu ki; "Sen, ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorsun." Neden mi böyle söylüyordu? Çünkü Francesco sürekli 'ölüm fikriyle' uyanıyordu sabahları. Yalnız kaldığında duvarlar üstüne üstüne geliyordu. Sesler, en küçükleri bile, kulaklarını boğacak bir çınlama gibiydi yalnızken. Meşgul ediyordu kendini 'kendi dışındaki herşeyle' karanlıktan kaçmak için. Hayat, düşmesi hiç bitmeyen bir boşluktu ona göre. Boşluktan kaçabilmenin tek yoluysa bir şekilde boşluğun varlığını unutmaktı. Bunu da 'hareketin sarhoşluğu' ile başarıyordu:

"Hep hareket halinde, hep bir meşguliyet içinde olmalıydım, yapmam gereken bir sürü şey olmalıydı. Bir hayat boyu kaçıyordum, koşuyordum, korkularımdan, hiç geçmeyen bir melankoliden ve depresyondan saklanmaya çalışıyordum. Sessizlikten. Yalnızlıktan. Hep birşeylerle uğraşmaya ihtiyaç duyuyordum. Sürekli bir projenin içinde olmaya ihtiyacım vardı, kendimden uzak durmak için meşgul olmaya. Her an. Yalnız başıma yaşamaya başladığım ilk zamanlar çıldırıyordum. Yemek masasında otururken mesela, çünkü bizimkilerle ve televizyon açık yemek yemeye alışmıştım. Yalnız yemek yediğim ilk akşam, daha fazla dayanamayıp telefon etmeye başladım insanlara. Yapayalnız ve sessizlik içinde çiğnediğim lokmanın sesini duyuyordum."

Fakat Francesco, doktorun bu söylediğine önceleri bir anlam veremedi. Nasıl yaşamaktan korkuyor olabilirdi? Hayatta tatmadığı şey/lezzet/tecrübe kalmamıştı. Uyuşturucu, içki, sigara... Her cinsten sefih eğlence, çılgın anı, türlü türlü delilikler, yığın yığın haz... Bunlardan onun kadar nasiplenmiş, tabir-i diğerle, hayattan onun kadar kâm almış ikinci bir kişi gösterebilmek mümkün müydü? Peki, bu doktor nasıl olup da onun 'yaşamaktan korktuğunu' söyleyebilirdi? Neye dayanarak?

Dayanamadı. Böyle demekle neyi kastettiğini sordu ikinci bir ziyaretinde. Doktor da ona yaşamaktan kaçtığı/korktuğu birçok şey olduğunu söyledi. Francesco itiraz etti. Mümkün değildi böyle birşey. Doktor anlattı. Francesco, sigara içmeyen bir insanın dünyayı nasıl algıladığını bilmiyordu. Uyuşturucu alınmadığında hayatın nasıl birşey olduğunun farkında değildi. Alkolsüz bir beynin nasıl bir uyanıklık içinde olacağını unutmuştu. Doktorun iddiası şuydu ki: Francesco'nun yaşamak sandığı tüm sefihlikler aslında asıl hayatı yaşamaktan duyduğu korkudandı. Yaşamaktan korktuğu için bunların arkasına sığınıyordu Francesco...

Roman, Francesco'nun kendi içinde yaşadığı böylesi sorgulamalar eşliğinde sürüp gidiyor. Fakat en nihayet doktoruna hak veriyor Francesco. Ve tüm kötü alışkanlıklarını bir kenara bırakıyor. Ondan sonraki halet-i ruhiyesini anlattığı bölüm çok güzeldi, ama kitap elimde mevcut olmadığı için doğrudan aktaramıyorum. Aklımda kaldığı kadarıyla tarif edeyim:

Kendisi gibi insanların ve böylesi şeylerden uzak duran (ben burada 'fıtratının koruyan' diyeceğim) insanların aynı dünyada iki paralel hayat yaşadıklarını farkediyor Francesco. Yani, ne aynı şekilde hissediyorlar, ne aynı şekilde algılıyorlar, ne de aynı şekilde görüyorlar. Bir sigara örneği veriyor orada mesela. Bıraktığında, koku farkındalığının şaşırtıcı bir şekilde arttığını belirtiyor. Daha önce tatmadığı şekilde tadıyor tüm lokmaları. Çiçeklerin varlığını daha bir hissediyor. Kötü alışkanlıklarını terk etmek onu asıl hayatın içinde bambaşka bir boyuta taşımış, itiraf ediyor:

"Bu çarkın işleyişini görüyordum. Diğerlerinden daha zeki ya da daha duyarlı olduğumdan değil. Belki sadece bir şekilde biraz hızını kesebildiğim için. O taşıyıcı şeritten inmiştim biraz. Ve oradan inen kim olursa olsun, benim düşündüklerimi düşünürdü. Çünkü o, ortak bir hastalıktı. Herkesin hastalığı. Ruhun hastalığı. Hayatımda bir sürü uyuşturucu denedim ve deneyimledim, ama açık bir zihnin aralarında en iyisi olduğunu söylemeliyim. Bakmak, anlamak, düzenin işleyişini ve davranışları gözlemlemek ve sonuçları önden tahmin edebilme noktasına varmak. Harika uyuşturucu buydu."

Farkında olmak hayata tutunmanın/yaşamanın en güzel yolu. Francesco üzerinden Fabio Volo bize bunu öğütlüyor. Tabii buraya kadar aktardıklarım beni ister istemez 'takva'yı konuşmaya zorluyor. Takva nedir? Takva bir bedel midir sadece, Allah'ın, rızasını kazandırmak için ödettiği? Bence takvayı böyle algılarsak yanlış algılarız. Yük gibi taşırız takvayı. Takva, Allah'ın ihtiyaç duyduğu birşey değildir. Takva, cana da iyi gelendir. Takva ve ibadetle kurduğumuz ilişki, onların, Allah'a yardımımız/bağışımızmış gibi algılanmasıyla başlıyorsa, bu ilişki sakattır. Bediüzzaman, pekçok metninde bu nazar sorununu düzeltmeye çalışır:

"Çok tembellerden ve târiküssalâtlardan işitiyoruz. Diyorlar ki: 'Cenâb-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur'ân'da çok şiddet ve ısrarla, ibadeti terk edeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir cezayla tehdit ediyor? İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur'âniyeye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz'î hataya karşı nihayet şiddeti gösteriyor?'

Elcevap: Evet, Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."

Allah, ne ibadeti, ne de takvayı bizi birşeylerden mahrum etmek için emrediyor. Daha fazlası oradayken, razı olunmuş bir burada (bu kadarcık) değil takva. Allah, ona olan sevgimizi 'çile çektirerek' veya 'bedel ödeterek' ölçmüyor. Aslında takva, bizi hayat içinde asl-ı hayata davet ediyor. Almıyor, ikram ediyor. Ne demek asl-ı hayat? Daha üst bir farkındalık. Daha uyanık/canlı bir yaşam. Daha asil ve şiddetli bir hissediş... Bunlara davet ediliyoruz aslında takvayla. Yani, 'hayatı daha kaliteli yaşamak'tır takva. Biz aslında takvaya uygun hareket ettikçe Allah'ın o uygunluk içinde sakladığı güzelliklerle tanışıyoruz.

Hayatı hazlardan ibaret görenler çılgınlığın 'hayatını yaşamak' olduğunu sanıyorlar. Bizim buna karşı iddiamız şu: Hayır, hayatı yaşamak haz değil hissediş meselesidir. Ve ehl-i takva, kaçındığı her bir günahla, aslında daha üstdüzey bir hissedişe talip olur. Birçok örnek verebilirim buna. Fakat salt oruç hakkında konuşmak bile yeter. Ramazan Risalesi'ni tekrar okuyalım bu gözle lütfen. Oruç bize ne yapıyor? Nasıl yeni farkındalıklar kazandırıyor? Açken, tokken uyanamadığımız nelere uyanıyoruz?

Zaten hayat dediğimiz de bir 'farkedişler süreci' değil mi? Biz, birşeyin canlı olduğunu nasıl anlıyoruz en temelde? Çılgınlık yapmasından mı? Farketmesinden değil mi? Daha canlı olan da 'daha çok farkeden' değil mi? Peki, 'çılgınlık yapmak' ne ara yaşamanın ölçüsü oluverdi? İnsan hayvandan, hayvan bitkiden çılgınlığıyla değil farkındalığıyla üstün. O halde hayatı daha dolu yaşamak için talip olunması gereken şey uyuşmak değil, daha çok uyanmak! Daha çok farketmek! Ve takva, gafletten koruyuculuğu ile 'bizi mahrum etme' aracı değil, 'daha fazlasıyla muhatap kılmanın' aracı... Yeni farkedişlerin aracı. Oruç tutmamışların anlayamadığı bir dünyaya sahip oluyor oruç tutan. Namaz kılmayanların sezemeyeceği bir huzura eriyor namaz kılan. Yani demem o ki: Şemsiye, seni yapraklardan mahrum etmek için değil, daha fazlasıyla muhatap etmek için var.

3 Kasım 2015 Salı

Hüzün de güzeldir

"Zaten musibetler, dergâh-ı İlâhiye sevk etmek için birer kader kamçısıdır." Barla Lahikası'ndan.

2015 yapımı Ters Yüz (Inside Out), izlemekten sadece keyif almadığım, aynı zamanda birşeyler de öğrendiğim bir animasyondu. Bir enfüsî tefekkür çalışmasıydı bana göre. Sair derslerini bir kenara bırakırsam, filmde en çok vurgulanan şey, hüznün gerekliliğiydi. Neşe, üzüntü, öfke, nefret gibi duyguların anlaşmazlıkları ve insanın halet-i ruhiyesine hâkim olma çabaları çok güzel anlatılmıştı filmde. Neşe, diğer hisler bir tarafa, üzüntünün 'sahibine' (Riley) iyi gelmediğini düşünüyordu. Hiçbir şeye dokunmamasını arzu ediyordu. Fakat o duramıyordu. Birşeyleri rengine bulamak istiyordu. Riley'nin ailesiyle birlikte San Francisco'ya göç etmesinden sonra da bu arzusu artmıştı.

En nihayet, anlaşmazlıklarından kaynaklanan bir aksaklık 'hatıralar diyarına' düşmelerine neden oldu. Ve merkezlerine dönmeye çalışırken yaşadıkları, neşeye, üzüntüyle bir bütünün iki parçası olduklarını öğretti. Üzüntü olmadan neşe de sahibini koruyacak kadar güçlü olamıyordu. Finale yakın sahnede, neşenin eline aldığı bir 'kalıcı hatıra küresi' Riley'nin, ailesine en çok üzüntülüyken ihtiyaç duyduğunu gösterdi. Ve neşe, kumanda masasının üzüntüye bıraktı. Böylece, evden kaçmak üzere bir otobüse binmiş olan Riley'i ailesine dönmeye ikna ettiler.

Bu hafta Holografik Bakış'ta Abdurreşid Şahin ve Zübeyir Tercan abiler de böyle bir konuyu işledikleri için hatırladım Ters Yüz'ü.[1] Üçüncü Söz'de geçen 'rahat-ı kalp ve vicdan' ifadesinin tefekkürünü yaparken ikili, söz, istemsiz bir şekilde hüzne kaydı.

Abdurreşid abi, 'rahat-ı kalp ve vicdan' halinin çılgınca bir neşe (bir 'Haydi eller havaya!') hali değil, insaniyete dair her hissin kıvamınca yaşandığı (huzur makamında yaşandığı) bir durum olduğunu dile getirdi. Çünkü hüzün de insaniyetin bir parçasıydı. İnsan, bir başkasına sığınmaya, ancak hüznü sayesinde ihtiyaç duyardı. Böylece hüzün bizi kendi kendinelik kalemizden çıkmaya zorluyordu. Uyandırıyordu. Öyle ya, varlığın azameti karşısında aczini hissetmeyen insan, varlığın sahibini tefekkür etmeye veya sığınmaya ihtiyaç hisseder miydi? (Bediüzzaman'ın acz, fakr, şefkat ve tefekkür sıralamasında aczi öncelemesi, bu açıdan, ne kadar anlamlıydı.)

Zübeyir abi, bu noktadan alarak, açlık ve doyurulma arasındaki ilişkinin hüzün ve affedilme/sığınma arasında da bulunduğuna dikkat çekti. İnsan, nasıl ki açlıkla kendisini doyuracak birine ihtiyaç duyuyordu, hüzünle veya pişmanlıkla da kendisini affedecek veya kendisine sığınılacak birisini arıyordu. Ters Yüz'ün finalinin verdiği ders de buydu tam olarak. Neşe, elinden gelen bütün gücü sarfetmesine rağmen, Riley'i ailesine sığınmaya ikna edemiyordu. Fakat hüzün, kumanda masasına müdahele ederek, Riley'i korudu. Riley'i, zâhirde hüznün ellerinde doyasıya ağladı. Fakat ağlamasının hemen ardından kalbine bir sürûr yayıldı. Nihayet evden ayrılmanın onu ne kadar etkilediğini ifade edebilmişti. Neşenin aldığı ders de tam olarak buydu. İnsan neşeliyken veya neşeli olmaya çalışırken zayıflıklarını veya yaralarını ortaya çıkarmaz. Yaralarımızı görmemiz için üstüne hüznün mürekkebini dökmemiz lazım. Ne der Bediüzzaman: "Bir dert görünürse, devası âsândır." Tedavi için görünmeleri gerek.

Aczi konuştuk. Fakra da geçelim. Risale-i Nur'da kafama en çok takılan ifadelerden birisi de 'fakrın tezyidi' tabiri. Görünüşte anlamı 'ihtiyaçların arttırılması' ancak Bediüzzaman'ın metninin tamamına baktığınızda kastedilenin 'daha çok şeye ihtiyaç duyma' değil, 'ne kadar muhtaç olduğunun farkında olma' meselesi olduğu anlaşılıyor:

"Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki, fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır; iştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip dilencilik vaziyetini almak demek değildir."

Ancak asıl sorun öylece ortada durmaktadır: 'Muhtaç olma şuuru' nasıl arttırılır? 'Fakrın tezyidi' nasıl sağlanır? İmanlı her insan Allah'a muhtaç olduğunun bilincindedir. Bu bilinç, bir farkındalık olarak, nasıl daha üst düzeye çıkarılır? Esas soru budur.

Ben, bu sorunun cevabını, yakınlarda izlediğim bir Kahve Bahane'de aldığımı düşünüyorum.[2] Hasan Söylemez, bu programda, sekiz buçuk ay süren Anadolu yolculuğunun hikayesini anlatıyor. Bir bisikletle ve parasız yapılıyor bütün yolculuk. Karadeniz bölgesinden Doğu ve Güneydoğu'ya, oradan diğer bölgelere... Dile kolay, tam sekiz buçuk ay sonra İstanbul'a dönüyor Hasan Söylemez. Hayata Yolculuk (Hayy Kitap) kitabında da bu yolculukta yaşadıklarını ve öğrendiklerini anlatmış. Kitap da okunmayı bekliyor. Ancak ben, bugün, o yolculuk hakkında Hasan Söylemez'in anlattıklarından aldığım dersi aktarayım:

Neden yolculuğu parasız gerçekleştirdiğini izah ederken, Söylemez, 'paranın bir duvar olduğunu' ifade ediyor. Sadece hayallerin önündeki bir bahane olarak duvar değil, insan-insan ilişkilerinde de duvar oluşturduğunu düşünüyor paranın. Pazarlık yapmadığınız, parayı verip hemen ürünü aldığınız alışverişlerde, satıcının, değil kendisini tanımak, yüzüne bile dikkatle bakmadığımıza dikkat çekiyor. (Pazarlığın neden sünnet olduğuna dair bir okuma da çıkar mı buradan?) Fakat o, bu yolculukta insanları da tanımaya karar vermiş. Marifetini arttırmanın yolunu da iletişimini arttırmakta bulmuş. Kendisini daha fazla iletişime mecbur etmek için de yanına para almamış.

Parasız seyahat etmenin güçlüklerini düşünün. Her maddi zorluk, hatta karnınızı doyurmak bile, sizi başka insanlarla etkileşime mecbur kılıyor. Hasan Söylemez bu parasızlığın çok öğretici bir parasızlık olduğunu söylüyor bu yüzden. Ve paranın sandığı kadar 'olmazsa olmaz' birşey olmadığını da böylece anladığını ifade ediyor. İnsanlardan hiçbir şey dilenmediğinin de özellikle altını çiziyor. Karşılığında yardımını sunmuş onlara. Bahçelerinde çalışmış, bulaşıklarını yıkamış, yüklerini taşımış vs... Misafir olduğu her evin bir parçası olmuş.

Aldığım derse gelirsem: Söylemez'in iradeli bir şekilde 'fakrını tezyid' ettiğini düşünüyorum. İhtiyaçlarını arttırmış. Bunu salt bir şuur halinde yapmamış. Bilfiil kendini mecbur ederek de yapmış. Üstelik, çok özel bir farkındalıkla, her muhtaçlığın aslında bilmeye bir yol olduğunu farkederek/görerek yapmış.

Bediüzzaman, aczi ve fakrı neden bu kadar önemsiyor? Neden tefekkürün öncesine onları koyuyor? Çünkü ihtiyaç bilmenin yoludur. Biz, ancak ihtiyaçlarımız sayesinde varlıkla etkileşime geçeriz ve onlardan birşeyler öğreniriz. Her etkileşim bir marifet kapısıdır. Allah, bizi çok şeye muhtaç ederek bize bir kötülük yapmamıştır. Bizi çok şeye muhtaç ederek aslında daha çok şey bilmemize yollar açmıştır. Hz. Âdem'in acziyetinde İblis'in yanlış anladığı, fakat talim-i esma üzerinden meleklerin doğru okuduğu, budur: Daha çok şey dilememize. Daha renkli dualar etmemize. Daha çok duygu yaşamamıza. Daha çok şey tatmamıza/düşünmemize. Daha çok Ona sığınmamıza vs... Hepsine ihtiyaçlarımız vesile olur. Muhtaç olmak güzeldir. Çünkü muhtaç olduğunuzu ancak bilirsiniz. Ve bilmenin kendisi ihtiyaçtır.

Belki de bu yüzden Hasan Söylemez'in kitabının üstbaşlığı şu cümle: "İnsan, insana ve tabiata dokundukça insan kalır." Söylemez'in bu cümlesinden mülhem belki şunu söyleyebilirim: "İnsan, muhtaç olduğunun farkında oldukça insan kalır." Ve tam bu noktada bir ayet geliyor aklıma. Âlâk sûresinden: "Gerçek şu ki; insan azar, kendini ihtiyaçtan uzak (veya kendi kendine yeterli) görürse..." Mezkûr perspektiften bakınca, insanı kendisinden başkasına muhtaç hissettiren, yani ki kendisinden başkasına yüzünü çeviren, hüzün ne kadar da anlamlıdır. Bir yazımın başlığı idi. Onunla bitireyim: Sahilde çay içerken hepimiz aciziz.



[1] Hüzün kalbe neler öğretir? http://www.tv111.com.tr/programlar/holografik-bakis/holografik-bakis-69-bolum-huzun-kalbe-neler-ogretir-1027.html
[2] Kahve Bahane/Hasan Söylemez: http://www.tv111.com.tr/programlar/kahve-bahane/kahve-bahane-31-bolum-hasan-soylemez-gazeteci-gezgin-1026.html

2 Kasım 2015 Pazartesi

Bir ayet kaç mandal eder?

"Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler." (İbrahim sûresi, 14:3)

Arkadaşım, hatırlarsın, küçüklüğümüzde hurdacılar en değersiz buldukları eşyaya karşılık mandal verirlerdi. Daha değerlisine plastik tabak, belki bir kova veya leğen... O kadar ağırlığı ümitle götürüp şu kadarcık karşılık bulmak çocuk kalbime ağır gelirdi bazen. Yazıklandırırdı. Fakat hurdacı da mesleğinde hasisti. Vazgeçmezdi. Benim gibi üzülenler olduğu gibi eline geçen plastiğin cicisi-bicisine hemen tav olanlar da vardı. Hatta hurdacılar çocukları bu türden oyuncaklarla da kandırırdı. (Benim de kanmışlığım vardır.) Eh, evet, şimdi gülümseyerek anımsıyorum. Ama aynı zamanda 'anlamak' için de kullanıyorum. İşte bir tanesi: Mürşidimin 23. Söz'de kullandığı 'demirciler çarşısı ve antika' benzetmesi sırf bir eser-müessir ilişkisini anlatmıyor kanaatimce. Ya? Bence, Bediüzzaman orada, Küçük Sözler'den itibaren yapageldiği karşılaştırmaları bir tür özet geçiyor. İki farklı varlık algısını ana kodlarıyla fotoğraflıyor.

Nasıl algılardır peki bunlar? Gücümüz yettiğince tarifini deneyelim: Bu algılardan birisi 'dönüştürebildiği' ile meşguldür ve 'dönüştürebildiğine-dönüştürebildiği kadar' kıymet verir. Diğeri ise 'öyle bulduğu' ile meşguldür ve 'öyle bulunmasındaki hikmete saygı duyarak' ve dahi 'anlamaya çalışarak' varlığa bir değer atfeder. Biraz daha Küçük Sözler'in diliyle konuşursam: Bu algılardan birisi hodbin/ben-merkezli bir değer yargısına sahipken diğeri hudabin/O-merkezli bir değerlendirişe sahiptir. Hemencecik küçücük bir açıklama da yapmalıyım tam bu makamda: Buradaki 'O' en sonunda elbette Allah'ı kasteder. Daha genel manada ise 'ben'in senlerle, yani varlıkla, muhatap oluşta masivadan olmayan bir otoriteye karşı 'O' farkındalığı yaşamasıdır kastedilen. Evet. O kadar konuştuk. Bir de temsili hatırlayalım:

"Meselâ, insanların san'atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san'at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte, öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san'atkârına nisbet ederek, o san'atkârı yad etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir."

Sorarım sana arkadaşım: Demirci için varlık nedir? Demirci için varlık zanaati çerçevesinde şekillendireceği bir hurdalar yığınıdır. En sanatlı, pahalı veya işlevsel bir eşyayı demirciler çarşısına götürün mesela. Orada ona 'vaktiyle satıldığı fiyata' veya 'vaktiyle gördüğü işe' veyahut 'ustasının sanatına' atıfla bir değer verilmez. Ağırlığına bakılır. Neden? Çünkü demirci onu ancak ağırlığınca dönüştürebilecektir. Kendi istediği şekle onu ancak maddesince sokabilecektir. Menfaati oradadır. En pahalı mekanik eşyanızın değeri bile birkaç liradan fazla olmaz onun yanında. O hünerini eşyaya sonradan katacaktır. Öncesinde sanat aramaz. Umursamaz. Görmez. Eşya, onun için 'dönüştürülmeye muhtaç olan'dır. Nötrdür. Hamdır. Varlığın kendisinde ona göre bir hüner yoktur. Nitekim tartıldıktan sonra en nihayet kaldırılıp bir kenara atılır ve eritilip dönüşeceği günü bekler.

Fakat antikacı eşyaya böyle bakmaz. Onun eşyaya bakışı 'ne kadar dönüşeceği' üzerine değil 'nasıl öyle olduğu' ile ilgilidir. Yani varlık nasıl bir tasarrufla 'öyle olmuş'tur? Öyleliğinin alakaları nelerdir? Kimlere bağı vardır? Öyle olurken hangi ellerden geçmiştir? Başka nelere dokunmuştur? Zamanın hangi ötesinde oluşmuştur? Öyle oluşunun detayları nasıldır? Ne ayrıntılar gizlidir bu öyle oluşta? Eyleyenine dair neler söyler?

Antikacı bunlarla ilgilenir. Varlığı 'öyle olduğu' ile masaya yatırır. Varoluşuna saygı duyar ve onu o varoluşun zamansal, mekansal veya sanatsal çizgisinde tarif eder. Yani antikacı 'dönüştürmekten' çok 'öyle kalmasını' sağlamakla ilgilidir. Öyle kalmasını sağlarken de öyle olmasını sağlayan 'O'nun bilgisini keşfe çıkar. (Nasıl bir 'O' onu 'öyle' kılmıştır?) Hatırlayınız: Müzelerde eşyalar fazla ışıktan bile sakınılır. Tabir-i caizse, antikacı, eşyanın fıtratını sakınan bir muhafızdır. Çünkü onun eşyaya verdiği değer fıtratı üzerindendir. Fıtratın değeri ise Fatır'ına atıf yapmadan ölçülemez. Özen gösterilmeden de korunamaz.

Evet. Bediüzzaman'ın külliyatın çok yerinde bu iki varlık algısına atıfları var kanaatimce. Mesela birisi felsefe hikmeti ile Kur'an'ın hikmeti mukayesesinde karşımıza çıkıyor: "Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. Hedefi 'menfaat' bilir. Düstur-u hayatı 'cidal' tanır..."

Şu sayılanlar ne kadar da 'demirciler çarşısı' meziyetlerine benziyorlar öyle değil mi? Göremediniz mi? Hadi beraber düşünelim: Bir kere elbette demiri dönüştürmek için kuvvete ihtiyacınız var. Ve bu dönüştürme işlemi varlığın 'öyle olmasıyla' bir cidal içeriyor. Çünkü varlık aslında böyle değil. Siz onu 'yaratıldığı öyle'den 'sizin istediğiniz böyle'ye çevirmeye çalışıyorsunuz. Bu varlığın fıtratıyla bir mücadele değil mi? Fatır mı? O da kim? Hurdalık burası. Hurdanın ustası olur mu? Sanatın ne işi var ki hurdada bir de Sânii aransın? Hakikati yoktur ki, hâşâ, Hakkı olsun.

İşte, varlık algısındaki bu bozulma, bu antikacıdan demirciye dönüşüm, modern medeniyeti varolanı yeniden kurgulamada böylesine cüretkâr yapıyor. Ve bugün insanlık, tarihin hiçbir yerinde rastlanmamış bir şekilde, doğayla savaşta. Onu değiştirerek değerli kılmaya çalıştıkça modern medeniyet "Ben bunun üzerine yaratılmadım!" diyerek onu reddediyor tabiat dediğimiz kitap. Türlü çevre felaketleri dış dünyamızda sosyolojik ve psikolojik felaketlerse iç dünyamızda bu reddin delilleri.

İşte, kanaatimce, Bediüzzaman sadece akaidimizi ehl-i sünnet çizgisi üzere düzeltmiyor, aynı zamanda varlık algımızı da fabrika ayarlarına döndürüyor metinlerinde. Yahut da şöyle söylemeli: İtikadımız düzeldikçe varlık algımız da düzeliyor. Mesela şurası ne güzel bir örneği:

"Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz."

Evet, memleket, senin algıladığın gibi dönüşmeye muhtaç olamaz. Ya nasıldır peki? Hayr üzeredir. Zaten olması gereken şekil üzerinedir. Kapitalistçe bir sömürüyle evren âbâd olmaz. Alıntı yapmaya devam edelim: "Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel 'hakkı' kabul eder. Gayede menfaate bedel 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine 'düstur-u teâvünü' esas tutar."

İşte antikacılara yakışan meziyetler. Yukarıda altını çizmeyi unuttuğum için burada çizeyim: Menfaat en baştan beri ima ettiğim 'dönüştürme' işleminin kendisidir. Yani insan, dünyevî menfaati ekseninde, 'öyle' olanı 'böyle' kılmaya çalışır. Nefis de işte bu 'öyle olanı böyle kılma arzusu'nun merkezidir. Zira nefis varlığı menfaatinden tanır. Menfaatinden tanıdığı için de tehlikelidir. Bencil olduğunda herşeyi 'ben'ine göre yeniden kurgulamaya gayret eder. Aslolana zarar verir. Fıtrî olanı bozar.

Peki aslolan ne? Aslolan haktır. Hak derken bizim kastettiğimiz birşeyin aslıdır. Ne demek bu? Bir misal verelim: Sizinle bir alışveriş yaptık diyelim. Siz anlaştığımızdan az para verdiniz. 'Aslında' ne kadar verecektiniz? İşte o aslında benim 'hakkım'dır. Asıl ve hak arasında böyle bir ilişki de bulunur.

Aslı kabul ettiğinizde sanat, artık sizin katacağınız değil, sizin takdir edeceğiniz birşey oluyor. Siz yaratmıyorsunuz. Müşahade ediyorsunuz. Mü'minin varlıkla ilişkisi böyledir. Sahip değil şahittir. Hakkı teslime çalışmak aynı zamanda o şeyin yaratıldığı gibi olmasına/kalmasına çalışmaktır. Fazilet ve rıza-i ilahî ise, aslolana saygı duyduktan sonra, o aslın sahibine de duyulan saygının ifadesidir. Neyin fazilet olduğunu da, neyden razı olunacağını da artık 'ben' değil, 'o' belirler. Ben ancak varlıkla aramdaki uyumun ifadesi olan 'yardımlaşmayı/teavünü' gözetirim. Üzerime düşeni yaparım. 'Öyle olmasına' yardım ederim, 'böyle olmasını' zorlayamam.

"Demirci herşeye dönüştürebildiği kadar kıymet verir..." dedik. Modern medeniyet ve onun yerli versiyonu olan modernist İslam anlayışı da bu temayülde değil mi? Onun gözünde geleneğin bir kıymeti yok. Çünkü gelenek 'antikacı' çağrışımı yapıyor. Dönüştürülemeyeceğini ifade ediyor. Birşey zamanın bir yerinden ve o yere yakın olan kimseler üzerinden değerlenmeye başlarsa aslına yaklaşır. Antikalaşır. Modernizmin İslam'ı aslına yaklaştırma diye bir argümanı varsa da bu sadece dilinde. Aslında yapmak istediği İslam'ı dönüştürmek. Modern medeniyetin kullanabileceği bir hurda sağlayabilmek. 'Öyle kalmak' değil 'adapte' hatta 'asimile' olmak.

Ne tuhaf zamanlardayız! En büyük antikacı olduğu iddiasındaki en kaba demirciler ile uğraşıyoruz bugün. Bizi çağırdıkları 'indirilmiş din' aslında modern medeniyetin hurdalığı. Ve onlar şaheseri hurdalığa düşmekten kurtaracak geleneğe verdiğimiz kıymetten dolayı bizi 'antika kafalı' buluyorlar. Evet bayım elbette sünnet-i seniyye gibi antika sizin pazarda kıymet bulmaz. Çünkü dönüşmez. Siz dönüştüremediğinize saygı duymazsınız. Orası demirciler çarşısıdır. Eh, ne diyelim, antikasının değerini demirciler çarşısında arayan da mandal teklif edildiğinde şaşırmasın. Hatta şimdi biz soralım: Bir ayet kaç mandal eder?

Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

  "Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. '...