akaid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
akaid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ocak 2023 Salı

Nurcuların cenneti 'garanti' mi?

Yalçın Sayın, Babam Cemil Meriç'e dahledilmiş hatıratında, Meriç merhumun komada yatarken birden gözlerini açıp kendisine "Proses kelimesini Kerim Sâdi nasıl kullanıyor?" diye sorduğunu aktarır. Devamında da der ki: "(...) Kanama geçirmiş bir beyin, ama çok büyük bir elektrik akımı gibi, sağlığını-sıhhatini düşünmüyor. Kelimelere sadakatinden dolayı 'proses'e en uygun karşılığın ne olduğunu, Kerim Sâdi Bey'in ona nasıl bir karşılık bulduğunu, soruyor." Nörolojinin böylesi olaylara dair bir izahını, yakınlarda okuduğum Deli Doktorları'nda, Dr. Jeffrey A. Lieberman şöyle açıklıyordu: "Amigdala-prefrontal korteks-hipokampus sisteminizin birincil varlık sebebi 'deneyimlerinizden ders çıkarabilmenizi' ve 'gelecekte karşılaşabileceğiniz benzer koşullarda' tepki verme yetinizi iyileştirmenizi sağlamaktır. Bir dahaki sefere ormanda ayıyla karşılaştığınızda, olayın ilk karşılaşma deneyiminize benzerliği sizi çabucak/otomatikman tepki vermeye sevkedecektir."

"Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz!" hadis-i şerifinin bir hikmeti de buradan bize gözkırpmaktadır belki, arkadaşım. Yani 'üzerine yaşanılan' neyse ölüm anını da 'o doldurmakta'dır. Geriye dönüp bizi o bulmaktadır. Çünkü, tecrübeler üzerinden beyne (veya beyin üzerinden kalbe/ruha) gönderilen mesajlar, hafızadan başka yerlerde de hıfzedilmekte, itinayla saklanmaktadır. (Ruha kaydedilense zaman kaydından büsbütün kurtulur.) Özellikle, yüzeydeki aklın devredışı kaldığı şok anlarında, alttaki bu yazılar daha okunur bir hale gelmektedir. (İçeride nice zamandır biriktirilen nihayet dışarıya taşmaktadır.) Öyle ki, nefes alırken her neye olursa olsun gösterilen sadakat, ölüm anında "İşte buradayım!" deyip sırrını açığa vurur. Nümuneleri de oldukça çoktur.

Mürşidimin, "Sadakat ve kanaatle Risale-i Nur dairesine giren 'imanla kabre gireceğine' gayet kuvvetli senetler var..." nevinden ifadelerini de bu zeminde kavrarım ben, arkadaşım. Yani onu 'garanti' şeklinde ele almam. 'Asabiyet' ekseninde yorumlamam. Ya? 'Ümit' olarak yaklaşırım. 'Sadakat' sonucu olarak görürüm. Şöyle bir misalle de yaklaşımımı açabilirim sana: Nasıl bir alanın öğrencisi, derslerini sadakatle takip etmekle, aldığı derslere sadakatle çalışmakla, yani kendisine tanınan 'hazırlık sürecini' buna sarfetmekle, buna yoğunlaşmakla, emekle 'sınavda muvaffak olma ümidini' elde eder. Kim onu görse "Bu çocuk imtihanı verir inşaallah!" der. Aynen öyle de, bir nur talebesi, ehl-i sünnet dairesinde akaid-i imaniye üzerine çalıştığı için, hayatını yoğunlukla İslamî manalar doldurduğu için, umulur/beklenir ki, kabre imanla girer. O sınavı muvaffakiyetle atlatır. Yoksa kimse 'papazdan cennet arsası satın almış gibi' bakamaz bu meseleye. Hiçbir nur talebesi öyle yap(a)maz. Akıbetin ne olacağı hiç belli olmaz. Akıbet ancak ümit beslenendir. (Karşısında da dengesini sağlayacak bir endişe çekilebilir.) Bu işin asabiyetle ilgisi yoktur. Gayretle ilgisi vardır. Dersini çalışan çocuk elbet sınavdan başarılı olmayı ümit eder. 

Japon fizikçi Michio Kaku da, Paralel Dünyalar'ında, sık yapılan işlerin 'benzerlerinin yapılmasını kolaylaştıracak' nörolojik yollar inşa ettiğini söyler beyinde. (Biz buna 'meleke kesbetmek' diyoruz.) Hatta 'bisiklet sürmek' misalini kullanır izah ederken. Malumunuz, bisiklet sürmek, ilk günlerinde zor yapılan bir iştir. Sürücüler titrer, düşer, sarsılır. (Ben hâlâ süremiyorum mesela.) Ancak tekrar edildikçe kolaylaşır. Çünkü beyinde bisiklet sürmek için yapılacak işler nizama sokulur. Karla kaplanmış bir arsada yürümek gibidir bu. Yürüdükçe yol daha bir yürünesi olur. İnsanların sıkça kullandığı hatlar belirgin şekilde ortaya çıkar. Öncekilerin açtığı yolu takip etmek sonrakini hızlandırır. Cenab-ı Hakkın bu kanunu iman dairesinde de işletmesinden daha normal ne olabilir? Fakat, bize düşen, kendimizi emniyette sanmak değildir. Aksine sınava daha çok çalışmaktır. Bâtınımızda daha çok hakikat biriktirmektir. Şok anında dışa vuracak içimizi ehl-i sünnet itikadıyla doldurmaktır. O zaman ümidimize verilebilecek bir paye olur. Eğer bu yönde mesaimiz yoksa, kusura bakılmasın, kendisine bir isim takmakla kimse geçiş bileti temin edemez. Orada varlığın yasası değişiktir: "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır."


1 Mayıs 2018 Salı

'Yorum' değil 'aşırı yorum'

Şimdi, bilenler zaten biliyor, bilmeyenler için bir hatırlatma geçelim: İslam üç 'fıkıh'tan oluşuyor. 1) Fıkh-ı Ekber. Ki biz onu 'akaid' olarak da biliyoruz. 'Neye/nasıl inanacağımızı' söylüyor bize. 2) Fıkh-ı Zâhir. Ki biz onu da ilmihal kitaplarımızdan tanıyoruz. Eylemlerimizin 'ne şekilde olursa' rıza-i ilahîye uygun olacağını anlatıyor bize. Helali-haramı öğretiyor. 3) Fıkh-ı Bâtın. Ki o da genelde tasavvufun iştigal alanıdır. Dışımızdaki dünyada rıza ararken iç dengelerimizin bozulmamasının sırrını ders verir bize. Çünkü nihayetinde ameli rızaya uygun yapan 'ihlas'tır. Her niyet amelinin başlangıcıdır. Her şükür amelin nihayetidir. Bu ikisinin sağlam şekilde bağlanabilmesi için insanın içinde de bir denge gözetmesi gerekir. İşte bu dengenin dersi de Fıkh-ı Bâtın'dadır.

Ben, mürşidimin, tedrisinde Fıkh-ı Ekber ve Fıkh-ı Bâtın'la yoğun bir şekilde meşgul olduğu, fakat Fıkh-ı Zâhir konusunda mevcudu yeterli gördüğü kanaatindeyim. O nedenle Risale-i Nur'u okurken namazın 'ne şekilde' kılınacağına dair bir bilgiye pek rastlanmazken 'ne hikmetle kılınması gerektiği' veya 'nasıl bir kalbî teyakkuzla eylenmesi lazım geldiği' üzerine pekçok bilgi bulunur.

Bu, bazılarının yanlış lanse ettiği şekilde, Bediüzzaman'ın Fıkh-ı Zâhir'i 'küçümsemesinden' değildir. Hâşâ, hiçbir ehl-i sünnet âlimi, böyle bir cinnete teşebbüs etmez. Allah'ın 'Bâtın' ism-i şerifi 'Zâhir' ism-i şerifini 'önemsizleştirmediği' gibi Fıkh-ı Bâtın da Fıkh-ı Zâhir'i önemsizleştiremez. Bediüzzaman'ın bu konuya girmemesi, onu 'hikmetsiz' görmesinden değil, üzerine yapılan çalışmaları 'yeterli' bulmasındandır. Eğer bu alanda ümmetin eksik bir bilgiyle muhatap olduğunu düşünseydi, elbette, ona da eserlerinde yer verecekti. (Fakat bir-iki mesele dışında temas ettiğini görmüyoruz.)

Bu yüzden, velev Risale-i Nur metinlerinden hareketle olsun, Fıkh-ı Zâhir'in (tamamının veya bir parçasının) mevcut halini eleştirip 'yeni fıkıh' arayışına giren adamlar haltediyorlar. Bu haltın edildiğine çoklukla şahit oldum. (İsim vermeyeceğim. Zira sonra başıma iş geliyor.) Bir müellifin kasten girmediği/terkettiği bir alana, o alanla doğrudan ilgili olmayan metinler üzerinden girmek, züccaciyeye giren fil gibi olmaktır. Metni 'yorumlamak' değil (Umberto Eco'nun Yorum ve Aşırı Yorum'daki tabiriyle) 'aşırı yorum'a tâbi tutmaktır. Kullanmaktır. Çünkü Fıkh-ı Zâhir'in Fıkh-ı Bâtın'dan ayrı bir usûlü vardır ve Fıkh-ı Bâtın bilgisini içeren metinler üzerinden oraya dalmak, âmiyane bir örnekle, basketbolu futbol kurallarıyla oynamaya benzer. Bu da elbette kâr değil zarardır. Şut çekerek basket atmaya çalışanlar, potaya zarar vermez belki amma, çok seyircinin başını yararlar. Pekçok canı acıtırlar.

Nur talebelerinin bu hususta dikkatli olması gerektiğini düşünüyorum. Biz, elhamdülillah, dört mezhebin cadde-i kübrası içinde yaşamaktayız. Hanefiyiz, Şafiiyiz, Malikiyiz veya Hanbeliyiz. Akaid ve tasavvuf dersimizi mürşidimizden alsak da amelde yine kendi mezhebimize tâbiyiz. Onun helal dediğini 'helal' haram dediğini 'haram' biliriz. Böyle yaşarsak istikamette kalırız.

Fıkh-ı Bâtın'a dair bir metine bakarak insan kendi adına 'takva' seçimleri yapsa da, bu özel bir tercihtir, kimseye dayatamaz. Fıkh-ı Zâhir'in dengesini bozamaz. Cadde oymuş gibi tavır takınamaz. Amel dairesi fetva dairesi kadar geniştir. Bediüzzaman dört mezhebin üzerine bir beşinci mezhep kurmamıştır. Böyle bir ihtiyaca işaret de etmemiştir. Böyle anlamak/anlatmak hatadır. Bunu zaten nur talebeleri umumen bilir. Fakat işte insan bazen istisnalarla da karşılaşıyor. İfrat-ı muhabbetten bile gelse böyle marazlara dair birşeyler söylemek gerekiyor ki üzerimizdeki sorumluluk eda edilmiş olsun. Ben de bu yazıyı şunun için yazdım.

5 Eylül 2017 Salı

Nübüvvete şaşılır mı?

"Hem mümkün olur mu ki, bu kâinatı bütün esmâsının kemâlâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garip ve ince san'atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin?" Haşir Risalesi'nden.

Bu bana ilginç geldi. Sizinle de paylaşmak istedim. Belki söylediklerimin içinde bir dane-i hakikat vardır. Bende kalıp yitmesin. Hayatınızla hayat bulsun. Yaşasın. O heyecanım da Yunus sûresine dairdir. Ki şöyle başlıyor: "Elif. Lâm. Râ. İşte bunlar hikmet dolu Kitâb’ın âyetleridir. İçlerinden bir adama: 'İnsanları uyar ve iman edenlere Rableri katında onlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele!' diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, o kâfirler: 'Bu elbette apaçık bir sihirbazdır' dediler?"

Bu ilk ayetlerde dikkatimizi çeken şey, nübüvvetin, ehl-i inkârca 'şaşılası' bulunması. Yani 'beklenmiyor' olması. "Nereden çıktı bu şimdi?" muamelesi görmesi. Beklenmediğinden dolayı da yaşananı 'sihir' olarak nitelemeyi doğru buluyor müşrikler. (Veya öyleymiş gibi görmeye/göstermeye çalışıyorlar.) Peki neden böyle demeyi seçiyorlar? Çünkü sihir bir sıradışılıktır. Normalin aksine gerçekleşen birşeydir. Beklenmeyendir. Kalıcı da değildir. Arızîdir. Geçicidir. Düzene, düzenin gerektirmediği bir şekilde, müdahale sayıldığından düzende uzun süre tutunamaz. Bu yüzden bir yakınımızın başına sıradışı bir kötülük geldiğinde "Yoksa büyü mü yaptılar?" tarzı sözleri sıkça işitiriz. Yalnız gözboyamacılıkla olsun, sihir, eşyanın fıtrî akışı içinde yaşanmaz. Hep "Olmaz böyle şey!" denildiği yerden vurur insanı. Niyeti arzî ve de kirlidir.

Kur'an, onların bu 'şaşkınlığını' dikkatimizi çevirmekle, birşeyi daha nazarımıza vermiş oluyor aslında: "Sizin nübüvveti şaşkınlık verici bulmanız yanlış!" demiş oluyor. Neden? İşte bunun cevabı devamındaki ayet-i kerimelerde bulabiliyoruz bence. Cenab-ı Hak, bize, hilkatindeki aşamaları (ve yaratışının tek bir evreden ibaret olmayan sürecini) hatırlatmakla şöylesi bir 'sıradışılığın' aslında 'sıradışılık' değil 'yaratışında artık zamanı gelmiş bir aşama' olduğunu ihtar etmiş oluyor. Devamındaki ayetlerin kısa meallerini de alıntılayalım:

"Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli yerince idare ederek arşa istiva eden Allah’dır. Onun izni olmadan hiç kimse şefaatçı olamaz. İşte O Rabbiniz Allah’tır. O halde O’na kulluk edin. Hâla düşünmüyor musunuz! Allah’ın gerçek bir vâdi olarak hepinizin dönüşü ancak O’nadır. Çünkü O, mahlûkatı önce (yoktan) yaratır, sonra da iman edip iyi işler yapanlara adaletle mükâfat vermek için (onları huzuruna) geri çevirir. Kâfir olanlara gelince, inkâr etmekte oldukları şeylerden ötürü onlar için kaynar sudan bir içki ve elem verici bir azap vardır."

Şimdi bu ayetlerde ne hatırlatıldı bize? 'Göklerin ve yerin altı günde yaratılışı...' Daha? Bu halde kalmayacağımız. Tekrar ona döneceğimiz. Daha daha? Ahiretteki mükafat ve mücazat... Bütün bu hatırlatmaların bizde uyandırmaya çalıştığı tefekkür de şu gibi: Herşey bir bütünün parçaları olarak ilerliyor. Farklılıklar öyle farklılıklar. Yeni hiçbirşey kaderin gözünde sürpriz değil. Varlık ilk varolduğu şekilde kalmaya mahkûm değil. Her nesne çeşitli varlık aşamalarından geçerek varoluş sürecine devam ediyor. Uyumun adımlarını okumaya çalışın. Varoluşun, aşamalarından ibaret olmayan, küllî bir amacı var. Kainat kitabının da, o kitabın kurgusu içinde, hikmetsiz bir satırı yok. Tıpkı ayet-i celilede buyrulduğu gibi: "İşte bunlar hikmet dolu Kitâb’ın âyetleridir."

Dün, bugün olanın habercisi; bugün, dün üzerinden okunursa şaşkınlık verici değil. Yarın, dün ve bugün üzerinden bakılırsa, sanatlı. Eğer bu konuda sizde bir şaşkınlık varsa, bu, yaratışta (hâşâ) 'ani bir karar değişikliği olduğundan' değil. Allah böyle kusurlardan münezzehtir. Sizin aşamaların dilini okuyamamanızdandır. Okulu yaptıran öğretmeni de gönderecektir elbette. Kitabı yaratan muallimi de indirecektir.

Bundan önce hep 'şöyle' olması, sizin buna alışmanız, bundan sonra 'böyle' olmayacağı anlamına gelmez. Uyumlu bir bütünlük içinde değişimler olur. Ve, evet, Hak Teala, hikmetinin uygun gördüğü vakit geldiğinde vahyini Nebisi aleyhissalatuvesselama indirir. Sizin şaşırmanız bu hikmete nakise getirmez. Çünkü hikmet, kısa nazarlarınızla değil, kainatın yaratıldığı amaçla ilgilidir. Hatta, ayetlerin devamında 'zamana' ve 'aşamalara' yapılan vurgu, yine böylesi bir ihtarın içlerinde saklı olduğu hissini uyandırıyor:

"Güneşi ışıklı, ayı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (aya) birtakım menziller takdir eden O’dur. Allah bunları, ancak bir gerçeğe (ve hikmete) binaen yaratmıştır. O, bilen bir kavme âyetlerini açıklamaktadır. Gece ve gündüzün değişmesinde (uzayıp kısalmasında) Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, (Onu inkâr etmekten) sakınan bir kavim için elbette nice deliller vardır!

"Huzurumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya hayatına razı olup onunla rahat bulanlar ve âyetlerimizden gafil olanlar yok mu, işte onların, kazanmakta oldukları (günahlar) yüzünden varacakları yer, ateştir! (...) Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Fakat bize kavuşmayı beklemeyenleri biz, azgınlıkları içinde bocalar bir halde (kendi başlarına) bırakırız."

Özetle demek istediğim şu: Kainatı, varoluşu, aşamaları, zamanı, döngüselliği vs. doğru okuyan bir insanın nübüvvete şaşırması mümkün değildir. Süreç onu bu beklentiye sokar zaten. Yani fıtrî olan nübüvveti beklemektir. Kendi halini, yaşayışını, aklını, okumasını, sınırlarını mutlaklaştıran kişi ancak nübüvveti inkâr eder. Bin hikmet üzerine varedilen kainat kitabının öğretmensiz, derssiz ve rehbersiz kalması elbette mümkün olamaz.

Sonsuz sayıda ihsan ve yaratış sahibinin, bu ihsan ve yaratışla neyi murad ettiğini, vakti geldiğinde akıl sahibi mahlukatına bildirmemesi hiç mümkün olabilir mi? Akıl böyle bir hikmetsizliği kabul eder mi? Hâşâ! Uyanık olalım. Dün 'sihir' deyip anormal bulanlar, bugün de mucizeleri kafalarına sığdıramayanlar, varlığın şahit oldukları kısmını mutlaklaştırıp "Nübüvvetin ne gereği vardı?" demeye getiriyorlar. Semavî bir amaçla varolanı arzî nedenlere indirgiyorlar. Halbuki varlık, ilk anından son anına kadar, "Nübüvvete ihtiyaç var!" diye çığlık atıyor. Duyamayan kulaklar çın çın çınlasın!

10 Mayıs 2017 Çarşamba

İman ergenlere de lazım

Pyromanen/Kundakçı filmiyle dikkatimi çeken birşey: İnsan bazı şeylerin sonsuza dek sürmeyeceğini kavrayamadığında veya 'fanilikle barışamadığında' diyelim, çevresi için yıkıcı bir hale gelebiliyor. Çocukken herkesin gözdesi olmuş bir kişi, eğer ergenlik sonrasında herşey aynı şekilde gitmemişse, öncenin özlemiyle bugünden intikam almaya çalışabiliyor. Tıpkı esas oğlan Dag'ın, itfaiye şefi babasına yardım ettiği mutlu çocukluğuna ve halkın kendisini takdir ettiği kahramanlıklarına dönmek için yangınlar çıkarması gibi. Sonra onları söndürmede en büyük gayreti kendisi gösterse de bu onu zararsız kılmıyordu.

Çocukların da bir aklı var. Bir 'doğru-yanlış' değerlendirmeleri var. Fakat bu onların teklifle mükellef olmalarına yetmiyor. Teklif, yani imtihan, onların bulûğa ermeleriyle başlayan birşey. Ondan evvel sorumlulukları yok. Bu geçiş dönemi halk arasında 'aklı ermek' olarak da isimlendiriliyor. Peki, bu yaştan sonra, kararlarını akıllıca mı veriyor gençler? Hayır. Aksine, en aptal, hatta çocukluğumuzdan çok daha aptal zamanlarımızı yaşadığımız oluyor bu yaşlarda. En feci hatalara düşme tehlikesini bu çağda atlatıyoruz. Demek: 'Aklı ermek'le kastedilen birkaç senede aptaldan dehaya dönüşmek veya gelecek için en doğru kararları verme yetisini kazanmak değil. Ya? Farklı kıstaslar olduğunu meselenin bu yanı bize hissettiriyor. Çünkü, yine aynı ebeveynler, 'aklı ermiş' bu gençlerden bahsederken, akıl yürütmelerindeki veya hareketlerindeki öngörüsüzlükten dolayı onlara 'cahil' demeyi de seviyorlar.

O halde nedir bu 'tekliften sorumlu tutulmamızı sağlayan' ama 'kararlarımızın yüzdeyüz doğru olmasını sağlamayan' akıl erişi? Kendi ergenlik dönemime de bakarak bu konuda şöyle bir kanaate vardım: Çocuğun sahip olamadığı ancak ergenin sahip olduğu 'eriş' ancak zamana dair bir kavrayış farklılığı. Nasıl söylesem? "Zamanın farkına varıyor gençler." Fizyolojilerinde meydana gelen değişimleri bir kenara ayırarak düşündüğümde aklıma başka birşey gelmiyor. Ergenlik, aynı zamanda, bizim birşeylerin gidiyor olduğunu net biçimde farketmeye başladığımız süreçtir. Bu açıdan atlanan bir eşiktir. Mürşidimin 6. Söz'deki hikaye-i temsiliyesi üzerinden konuşursam: Muharebe meydanının fırtınalı olduğunu ancak ergenlik döneminde farkediyoruz biz. Belki biraz da bu farkındalığın aşırı stresi o dönemde hayatlara yansıyan.

"Bir zaman bir padişah, raiyetinden iki adama, herbirisine emaneten birer çiftlik verir ki, içinde fabrika, makine, at, silâh gibi herşey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan hiçbir şey kararında kalmaz; ya mahvolur veya tebeddül eder, gider. Padişah, o iki nefere, kemâl-i merhametinden, bir yaver-i ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu: Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi olmasın."

Fırtınayı farkettiğin zaman sorular önüne gelmeye başlıyor. Cevaplardan sorumlu tutuyorsun. Çünkü artık soruların sakınılmazlığını/önemini hisseder durumdasın. Hem de bu kaçınılmaz birşey. Zira, kendindeki değişim, seni eşyadaki değişime karşı uyanıklaştırıyor. Arkada bıraktığın çocukluk, o çocuk bedeni, o çocuk hissedişleri, o çocuk mutluluğu... vs. 'arkada bırakma' hakikatiyle yüzleşmeni mecburî kılıyor. Kendilik rasathanesinde değişimi tadıyorsun. 'Dönülmez akşamın ufku'nu görüyorsun. Geri döndürülemeyen süreçlere uyanıyorsun. Bu uyanış seni sevdiklerine karşı "Acaba onlar da mı?" endişesiyle dolduruyor. Geleceğe dair sorularını arttırıyor. Gerilmeye başlıyorsun. Çünkü tutman gereken çok şey var ve ellerin küçük.

Kanadalı yazar Fred Reed, Bir Zamanlar Biz Birdik'te, kendi çocukluğunu anlatırken diyor ki: "Dünyamız iyiliksever ve düzenli bir yerdi. Sofrada yemek beklenirdi. Masada yerlerimizi alır ve patlamaya hazır şekilde büyüyen ergenlik öncesi erkek çocuklarına has bir şekilde yemeğimizi alelacele yer, kesin bir şekilde şimdiki zamanın hiç bitmeyeceğine inanarak onu yoğun bir biçimde yaşardık." 'Zaman ve çocuk' ilişkisine dair buna benzer bir tesbiti de, İngiliz yazar Ian Mcewan, Zamanın İzlerinde'de yapıyor: "Çocuklar için çocukluk sonsuza dek sürer. Her zaman şimdiki zamanda yaşarlar. Etraflarındaki herşey şimdiki zamanda olup biter. Onların da anıları vardır elbette. Zaman elbette onlar için de biraz değişir. Ama zamanın geçip gittiğini hissetmezler. Hissettikleri tek şey bugündür. 'Ben büyüyünce...' diye başlayan cümleler kurduklarında, söylediklerine hiçbir zaman tam olarak inanmazlar."

Benim de en nihayet vardığım kanaat bu oldu: Bulûğa ermekle ulaşılan şey salt bir zeka değil. Bir farkındalık. Kendinin, başkalarının ve zamanın geri döndürülemez bir şekilde değiştiğinin farkındalığı. Bu farkındalık aynı zamanda kendisiyle ilgili soruların ve yanıtların da annesi. Bu halet-i ruhiye içinde tutmaya ve tutunmaya çalışmak kaçınılmaz. Peki nasıl tutmaya/tutunmaya çalışacaksın? Yanında başkalarını da denizin dibine çekecek misin? Ellerini dikenlere kestirecek misin? Cenab-ı Hak, kemal-i rahmet ve kereminden, Yaver-i Ekrem aleyhissalatuvesselamı gönderiyor, doğru yerden tutmayı da öğretiyor.

"Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır; pek büyük bir fiyat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki aletler benim namımla ve benim destgâhımda işlettirilecek; hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâtını tedarik edemezsiniz. Bütün masarifatı ve levâzımatı, ben deruhte ederim. Bütün varidatı ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr!"

Bazıları imanı 'edinilmesi âdetten' bilgiler seviyesine indirebilir. 'Öyle de güzel. Böyle de güzel...' sanabilir. Fakat iman, insanın 'eşyayı algılayış' ve 'onunla ilgili sorularla yüzleşme' şeklidir. Ve zamanla ilgili bu ilk çetin yüzleşmede de gerginliğin ilacı ondadır. Tutanamayanlar'dan olmamanın yolu, eşyayı tutmak yerine, kendisini Kur'an'da 'sapasağlam bir kulp' olarak tarif edene tutunmaktır. Ona tutunduğunuz zaman, tutmak istedikleriniz de ona tutunur, sizinle kalır. Ergenlikle ilgili sorunları konuşurken neden itikadın eşya algımıza ve psikolojimize etkilerini görmezden geliyoruz ki? Sorunun kaynağı onlar zaten.

3 Mart 2017 Cuma

Ehl-i Sünnet hiçbir baltaya sap olmaz

"Risale-i Nur şakirtleri, tam ihtiyatla beraber, bir taarruz olduğu vakitte münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl-i ilim ve imansa, dost olsunlar, 'Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i imanla kardeşiz' deyip yatıştırsınlar." Asa-yı Musa'dan...

Bu da yeni yeni tanıştığımız bir arıza türü: Dinin bir parçasıyla diğer parçasını dövme. Birçok versiyonu var. Kur'an ile hadisi dövmeye çalışanlar var. Tasavvuf ile fıkhı dövmeye çalışanlar var. Fıkıh ile tasavvufu dövmeye çalışanlar var. Hadis ile fıkhı dövmeye çalışanlar var. Tefsir ile fıkhı dövmeye çalışanlar var. Var, var, varoğlu var. Tabii 'dinle dayak atmaya çalışanlar' bu kadar çoğalınca çeşitli tuhaflıklar/zıtlıklar da kaçınılmaz bir şekilde yaşanıyor. Örneğin: Bir dönem tarikatlerin İslam'ı geri bıraktığını (hatta şeriatın dışına çıktıklarını) söyleyenler, bir bakıyorsunuz, gün geliyor tasavvuf adına İslam'ın diğer parçalarına saldırıyorlar. Kur'an adına bir dönem hadislere saldıranlar, bir bakıyorsunuz, hadislerin daha doğru/doğrudan bir şekilde uygulanması adına(!) fıkha saldırıyorlar.

Bu sıralar en çok dayağı da fıkıh yiyor. Neden? Çünkü DAİŞ var. DAİŞ'in ehl-i sünnet fıkhının neresine konulacağı tartışılmadan, düne kadar fıkıh adına tasavvufu dövmekten kolları yorulmuş bazı zevat, 'fıkıh fetişizmi' denilen bir başlık altında karnımıza karnımıza çalışmaya başladılar. Hamiyetlerinden başları dönüyor. Aslında modernizmin 'ilimle' değil 'taktikle' galip gelme çabalarına yabancı değiliz. Bir taraftan, güya Kur'an adına, en sahih hadisleri dahi inkâr ederden; diğer taraftan, Kur'an'da yapacakları herhangi bir 'bükme operasyonu'na fayda sağlayacağını düşündükleri en zayıf hadisleri dahi coşkuyla kullanmaları; yine bir taraftan, ümmetin şu zamana kadar 'imam' diye bildikleri/sevdikleri büyüklerine saldırıp; diğer taraftan, sırf bazı sözleri işlerine yarar şekilde tevil edilebiliyor diye, diğer bazı İslam büyüklerini sitayişlerle anmaları ve daha ince örnek, modernizmin 'ilim' değil 'strateji' olduğunu gözler önüne seriyor.

Yani, kanaatimce, bugünün ehl-i bid'aları hakikate ulaşmak için ilmi araç olarak görmüyorlar, zaten bildiklerini düşündükleri hakikate insanları götürebilmek için çeşitli stratejiler uyguluyorlar. Bir gün nurculara yanaşıyorlar. Bir gün tarikatlere gülücük dağıtıyorlar. Bir gün fıkıhtan makas alıyorlar. Bir gün tasavvufla fıkhı, bir gün fıkıhla tasavvufu, bir gün Kur'an'la hadisleri, bir gün hadislerle tefsirleri dövüyorlar. Kimi yanlarına çekmek o gün kolaysa, onu kandırıp, onunla kardeşlerini dövüyorlar. Yekünden hangi parçayı zayıflatırlarsa neticede bütüne verdirdikleri bir kayıp oluyor bu. Kim kazansa onların işine yarıyor bu kavga.

Peki, İslamî ilimlerden birisinde ihtisas sahibi olan bir âlim, diğer bazı alanlara yönelik eleştiri üretemez mi? Üretebilir. Fakat bunu bir bütünün parçası olduklarının farkında olarak yapar. Saygıyla yapar. Hürmetle yapar. İhtiyatla yapar. Düşmana malzeme vermekten korkarak yapar. Onun gereksizliğini savunmak bir yana, varlığındaki hikmetin ve yaptığı hizmetin altını çizerek yapar. Kim Bediüzzaman'ın Telvihat-ı Tis'a'sının başlarında yeralan methiyelerini okusa, onun tasavvufa nasıl güzel hisler/düşünceler beslediğini görür. Halbuki eserin ahiri istikamet uyarılarıyla doludur.

Ancak, maalesef, şu yeni yetmelerimizin dili bıçak, elleri yumruk, gülüşleri müstehzi, üslûpları alaycı... İslam ağacının üç dalı olan fıkh-ı ekber (akaid), fıkh-ı zahir (fıkıh) ve fıkh-ı batın (tasavvuf) adına yaptıkları saldırılarda diğer dallara öfke var. Akaidsiz fıkıh, fıkıhsız tasavvuf, tasavvufsuz İslam olmayacağını göremiyorlar. Hatta diyebilirim ki: Şu zamanın tasavvufu 'entellektüel meşgale' haline getirmiş bir kesimi var ki, tasavvufu savunurken bile, tasavvuftan bihaber. Fıkhı savunanın bir kısmı da, fıkhın, selef-i salihînden miras kalan edebinden yoksun. Akaide vurgu yapanı da, kimi zaman aynı şekilde, kendisinden başkasına karşı hafife alıcı, örseleyici, yaralayıcı.

Herkes kendi öneminde sarhoş olursa ağacın bütünlüğünü kim savunacak? Bence, işte, asıl savunma tam bu cephede şekilleniyor. Kardeşliği savunmak sadece sosyolojik düzeyde bir dostane ilişki ağını savunmak değildir. İslam dairesinde kardeşliği savunmak ehl-i sünnetin parçası olan herbir dalı bir ağacın tarafgirliğiyle savunmaktır. Parçanızı sevin, ama ağacı daha çok sevin. Dalınızı savunun, ama ağacın diğer dallarına gelen darbelere karşı da, en az kendi dalınız kadar, alıngan olun. Mesleğinize 'Güzeldir' deyin, ama 'Yalnız benimki güzeldir!' demeyin. Size de 'çirkin' diyene karşı direnin, ona da 'çirkin' diyene karşı direnin. Kardeş böyle olunur.

Tasavvufa vurulunca sevinen nurcunun, nurculara vurulunca sevinen mutasavvıfın, fıkha tekme atılınca gülümseyen dervişin, mezheplere vurulunca sevinen ehl-i hadisin, hadislere vurulunca sevinen kelamcının bu meydanda yeri yok. Ben, daha nurculuk diye birşeyin olmadığı bir zamanda, meclis-i mebusana hitap ederken "Zaman cemaat zamanıdır!" diyen Bediüzzaman'ın bunu kastettiğini düşünüyorum. Baltanın ağzı demirden de olsa sapı odundan. Biz, ehl-i sünnet ağacıyız, bizi kesecek hiçbir baltaya sap olmamalıyız.

24 Şubat 2017 Cuma

Bediüzzaman devletin devamını istemez miydi?

"İmamlarımıza, işlerimizi yönetenlere, zulmetseler bile isyan etmeyi caiz görmeyiz. Onlara beddua etmeyiz. Onlara itaat etmekten el kadar ayrılmayız. Bize ma'siyet emretmedikleri sürece, onlara itaat etmeyi, Allah'a itaatin bir parçası olarak farz biliriz. Salah ve afiyet üzere olmaları için onlara dua ederiz." İmam Ebu Cafer et-Tahavî, Muhtasar Tahâvî Akidesi Şerhi'nden...

Şu sözü Churchill'e atfen okumuştum: "İnsan, otuz yaşının altındaysa ve liberal değilse, kalpsizdir. Lakin, otuz yaşını geçmişse ve muhafazakâr değilse, beyinsizdir." Bu sözün bende bir hakikati var. Zira otuz yaş eşiğimi Gezi'yle atladım. Bu hem kronolojik olarak böyleydi hem de sözün haber verdiği hakikat açısından böyleydi.

Gezi'ye kadar liberalizmin pek de karşısında sayılmazdım. Tamam, onların özgürlük dediği herşeye özgürlük demiyordum, benim bireysel hürriyet tanımımı İslam belirliyordu. Fakat 'farklılıklarla birlikte yaşama' ekseninde epeyce liberalleşmiştim. Kalbimde olmasa da kafamın arka tarafında işler böyle bir hal almıştı. İslam'ı, bireysel anlamda bağlayıcı bulsam da, onun şu günün toplumsallığını yönetebileceğine inanamıyordum. Daha yumuşak nasıl ifade edilir bu? Hakikaten bu konuda (hâşâ) din bir tarafa doğru bir tarafaydı sanki benim için. İşin bu tarafının da naslarla bağlanması veya meşruiyet aranması gerektiğine inanmıyordum. Veya, hüsnüzan ederseniz, yeterince inanmıyordum.

Gezi beni kendime getirdi. Bir 'o' ve bir de 'ben' olduğuna ve bunların su ile zeytinyağı gibi asla barışmayabileceğine uyandırdı. (Karışacağına inanmak hayalcilikti.) Başka uyanışlarım da oldu. Örneğin: Barış sürecinde yaşananlar bu tip ümitlerimin yüzünü güzelce tokatladı. 'Tokatlamak' ifadesini özellikle kullandım. Çünkü yaşadıklarımın 'aptalca iyimserliğimin' yemesi gereken tokatlar olduğunu düşünüyorum. Kobanî Olayları'ndan bir gün sonra Esenyurt'taydım. Enkazı gördüm. Kürt olduğum halde, dindarlığımdan dolayı, başıma birşey gelmesinden korktum.

Hiç gocunmadan itiraf ederim: Bunlar beni kesinlikle ve kesinlikle 'devletçi'leştirdi. Bugün, üzerine kurulduğu sistemden/kişilerden bağımsız olarak, devlet denilen şeyin varlığını önemsiyorum. Selameti, salabeti ve istikameti için dua ediyorum. Çünkü biliyorum: İyimser için kaos bir çukurdur. Fakat karamsar için merdiven gibi görünür. Süreç, iktidarı elde edemeyen karamsarlıkların, yeri geldiğinde kaosu nasıl 'merdivenleştirdiğini' veya 'merdivenleştirebileceğini' anlamamı sağladı. İşte, devleti de, kaosun önündeki duvar olarak beğeniyorum.

Bunu sadece dış dünya için söylemiyorum. İçimizde de aynı hesaplaşmayı yaşadım. Gezi'yi savunan liberal nurcularla da tartıştım, Kürdistan isteyen nurcularla da... Her ikisinde de şunu müşahade ettim: Risale metinlerinde kendilerine bir cevaz bulabiliyorlar. Mübarek ifadeler bu insanlar elinde her yöne çekilebiliyor. Hatta bazı eserlere/cümlelere yapılan vurguyla azlıklar çokluklara galip kılınıyor. Özellikle müellifin Eski Said döneminde telif ettiği Münazarat havaya kaldırılarak ondan çıkarılan yorumlarla Yeni Said'in diğer bütün metinlerinin sesleri bastırılabiliyor.

Daha başka kaymalar da var. Kimisi Bediüzzaman'ın Osmanlı'ya yaptığı sistem eleştirisini birebir devlet eleştirisi noktasına kaydırıp neredeyse anarşizme yaklaşıyor, kimisi de 'asayişi muhafaza' tavsiyelerinin 'devlet ne yaparsa doğrudur'a indirgenebileceğini düşünüyor. Bu 'domates biber herkese gider' durum karşısında Bediüzzaman'ın duruşunu/sözlerini spesifiklikten kurtarmanın çaresini ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasına yüzümü dönmekte buldum. Şimdilerde meseleyi şöyle kavrıyorum:

Bediüzzaman dinin varlığının devamı için devletin/iktidarın (veya bir çeşidinin) 'olmazsa olmaz' görülmesinin daire-i itikad açısından sıkıntılarına dikkat çekiyor. Bunun böyle olmadığını veya olamayacağını hakça ifade ediyor. Hakikaten de geçmişte devlet ve din arasında böyle bir zaruriyat ilişkisi kuranlar devrimcilikle büyük kargaşalara sebep olmuşlar. (Bugün DAİŞ'in de, tıpkı kendinden öncekiler gibi, Maide sûresindeki bazı ayetleri bu amaçla kullandığını biliyoruz.) Ancak şu var: Devleti istemekle bir devletin varlığının devamını istemek birbirinden farklı şeyler.

Bediüzzaman, yaşadığı dönemde, Osmanlı devlet sisteminin veya idarecilerinin din adına 'olmazsa olmaz'laştırılmasına karşı, ama hayatının hangi döneminde Osmanlı'ya karşı? Bilakis, gerek adem-i merkeziyetçilik eleştirisi, gerek bağımsız Kürdistan için kendisine yapılan tekliflere verdiği olumsuz yanıtlar, gerek 31 Mart Olayı'nda takındığı tutum ve gerekse I. Dünya Savaşı'ndaki cihadı, bize Osmanlı'yı bir devlet olarak varlığını sürdürmesi gereken birşey olarak gördüğünü gösteriyor. Ancak bir kayıt olarak şunu söyleyebiliriz:

Bu devletin tasavvur edilen veya uygulamada olan bir şeklinin, yani bir sisteminin veya idarecilerinin mutlaklaştırılmasına karşı olduğu belli. Burada, sisteme karşıtlığın devlete karşıtlık olarak algılanması da, devletin muhafazasının sistemin muhafazası olarak algılanması da, ikisi de problemli. Çünkü 'asayişin muhafazası' başlığı içinde doğal olarak Bediüzzaman devletin düzen ortamının devamını da sağlamaya çalışmış oluyor. Ancak bunu, mevcut sistemin yanlışlarına teslim olarak değil, devletin varlığını tehlikeye sokmayacak usûllerle hataların tedavisine çalışarak yapıyor. Otoriteye büsbütün karşıt olsa bunu neden yapsın?

Bence Bediüzzaman'ın duruşunu kavramada iki ayrımı anlamak çok önemli. 1) Daire-i itikad ve daire-i muamelat/esbap ayrımı. 2) Devletin varlığının devamı ile bir tür sisteminin (veya onun yöneticilerinin) devamının ayrımı. Bu noktada artık 'devlet-i ebed-müddet' veya 'devletin bekası' denilerek ifade edilen şeyi analiz etmek de mümkün oluyor. Eğer bu ifadelerle kastedilen bir müslümanın İslam'a yakışır hürriyetle dinini yaşamasına müsait bir düzenin varlığının sürmesi ise, evet, kasettikleri bizim de muradımızdır. Yok, eğer kastettikleri, devletin sistemi ve kişileriyle, olduğu gibi hep böyle kalması/kutsanması ise, biz bunu istemiyoruz.

Ve yine kastettikleri, daire-i esbapta hürriyetin/güvenliğin sağlanabilmesi için bir devletin varlığının gerekliliği ise, evet, bu bizim de muradımızdır. Yok, eğer, kastettikleri daire-i itikatta dini (hâşâ) devlete muhtaç etmek ise, hayır, biz buna iman etmiyoruz. "Dinin sahibi Allah'tır!" diyoruz. Sözüm biterken yine mürşidimin sözüne kavuşuyor: "Daire-i esbabın iktizasıyla daire-i itikad ve tevhidin iktizası bir değildir. Onu bundan istememeli."

Özetlersem: Yalnız Allah'ın bakî olduğuna iman ettikten sonra, toplumsal hayatın düzeni için, devletin bekasını istemekte bir beis göremiyorum ben. Zira bu ancak asayişin muhafazasını dilemenin bir şekli olur. Bir itikat değil murad olur. Bir iman değil dua olur. (Lafzın mecaza mecali vardır.) Esas sorun; bunu sistemsel, kişisel veya itikadî bir meseleye dönüştürmektir. Çünkü, devletin bir varoluş şekli (sistemi) veya bir lideri (yöneticileri) itikadın parçası haline gelirse, zamanla değişmesi gerekenler de değiştirilemez olur. Yanlışlar masaya yatırılamaz ve hatta dile getirilemez olur. Tıpkı şimdi olduğu gibi, ölmüş gitmiş adamların hataları, "Değiştirilmesi teklif dahi edilemez!" olur. Biz bunun tekrar olmasını istemiyoruz.

12 Ağustos 2016 Cuma

Kadere iman imanın kemalidir 8: Kadersiz adalet 'mutlak' olabilir mi?

Mürşidim, Kur'an'daki peygamber mucizelerine dair bir dersinde, Süleyman aleyhisselama verilen 'celb-i suret ve savt' üzerinden diyor ki: "Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz, Süleymanvâri, rû-yi zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü, bir hâkim-i adaletpîşe, bir padişah-ı raiyetperver, aktâr-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes'uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir." Bu bahis, sadetinden hariç olarak, Ehadiyet'e dair de ilginç birşey söyledi bana. Daha doğrusu: Ehadiyet ve ism-i Adl arasında bir ilgi kurmamı sağladı. Cenab-ı Hakkın herşeyin Rabbi olduğu gibi her bir şeyin de Rabbi oluşunu ifade eden Ehadiyet, adalet penceresinden bakıldığı zaman hakikatini pek güzel bir şekilde ortaya koyuyor. Ve bir kısım itikadı bozukların iddia ettiği şekilde 'yaratıcının cüziyata/detaylara ilgisizliğini' Allah'ın kemal-i adaleti adına reddediyor.

Buna nasıl muvaffak oluyor? Buna adalet ve ilim arasındaki ilgi sayesinde muvaffak oluyor. Birşey hakkında âdilane hüküm vermek o şey hakkında bilgi sahibi olmakla mümkündür. Mutlak seviyede yanılmaz ve şaşmaz bir adalet ise o olayın veya şeyin tüm detaylarına vakıf olmakla mümkündür. Sadece mahkemede hâkimlerin verdikleri türden değil kastettiğim, hayatta verilen bütün kararlar da bu kapsama dahildir. Her karar bir yargıdan beslenerek ortaya çıkar. Yaramazlık yapan çocuğunuza vereceğiniz cezada kıldığınız karar, yaramazlık ve çocuk hakkındaki yargınızdan doğar. Suçun detaylarına ve suçlunun içinde bulunduğu şartlara vakıf oldukça müeyyideniz de adalete yaklaşır. Yanlışlıkla mı yapmıştır? Çok mu mutsuzdur? Üzerine mi gelinmiştir? Çocuğun psikolojisine ve olaya vukufiyet bizi adalete yaklaştırır.

Bu açıdan bakıldığında kader adaletin de gereğidir. Kur'an'ın dört ana esasından birisi olan adalet aynı zamanda kadere de delil oluşturur. Detaylara vakıf olmak o detaylara ilgili olmakla olur. Allah'ın tevhid gereği detayların da yaratıcısı olması gerektiğine basmassa eğer bir kafa şöyle ikinci bir izahta bulunulabilir: Allah'ın adaletinin 'mutlak/sonsuz' veya 'kemalde/tastamam' olması ancak Allah'ın tüm detaylara vakıf olmasıyla mümkündür. Birşeyi en iyi bilen ise onu yaratandır ancak. Bu nedenle Allah cüziyata, yani bizce küçük görünen detaylara, ilgilidir. Hiçbirşey onun bilişinin ve yaratışının haricinde kalamaz. Eğer haricinde birşeyler kalırsa bundan tüm isim ve sıfatları gibi adaleti de etkilenir. Herşeyi yaratan ve bilen Allah'tır ancak mutlak adalet sahibi.

Kur'an'da Cenab-ı Hakkın bize yakınlığını ifade etmek için buyrulan "Biz ona şahdamarından daha yakınız..." gibi ifadeler, yapıp ettiklerimize Allah'ın ne derece hazır ve nazır olduğunu da hatırlatan ifadelerdir. Ve aynı zamanda Allah'ın insanın cüziyatına dair herşeye en derin şekilde vakıf olduğunu da bildiren ifadelerdir. Yine Allah'ın 'kişi ile kalbi arasına girmesi' Onun cüziyatımıza/detaylarımıza ilgisiz olmadığının delilidir.

Bütün bu deliller öylece ortada dururken tanımı gereği sınırsız olması gereken ilaha 'detaylarla bile olsun' bir sınır koymak aslında ilahı insanlaştırmaktır. Kaderin inkârı; öncelikle Allah'ın sonsuz bilişinin inkârı, sonra ancak öyle bir bilişin sonucu olabilecek yaratışının inkârı, sonra da o yaratışın ve bilişin gereği olan ilgisinin inkârıdır. İlgisizin âdil olduğunu söylemek ise hamakattir. Çünkü ilgi adaletin de gereğidir. Yani demem o ki: Mezkûr arıza insanın kendi sınırlarını Allah'ta tasavvur etmesidir. Pekçok sapkınlık buradan çıkar. Hakikatte ise hal Bediüzzaman'ın dediği gibidir: "Vâcibü'l-Vücud, zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'âlinde de benzemiyor. Çünkü, Vâcibü'l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev', cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü'l-Vücudun ef'âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor."

4 Ağustos 2016 Perşembe

15 Temmuz'un 'gör' dediği: Ehl-i Sünnet yolu neden önemli?

Bazıları yaşananlardan sonra yaptığımız 'ehl-i sünnet' vurgusundan rahatsız oluyor. Halbuki bir hatayı daha tohumken farketmek, ancak o tohum hakkında 'değişmez kıstaslara' sahip olmakla mümkündür. Tohum yeşerip, gelişip, meyveye durduktan sonra ağacı tahlil etmek, aslında o ağaca (ve o ağaçla birlikte serpilen yanlışa) karşı geç kalmaktır. İslamî grup ve cemaatler olarak FETÖ hakkında yaşadığımız tam olarak budur. Herkes mazisini yoklasın. Biz bu adamların pekçok itikadî ve amelî sapmasını idare ettik. En masum şekliyle "Çok hizmetleri var!" diyerek görmezden geldik. Daha kötüleri de oldu. Menfaatinden ötürü, korkusundan ötürü, "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!" demekten ötürü görmezden gelenlerimiz de oldu. Yaptık bunu. Hepimiz olmasa da birçoğumuz bu gözyummayı yaşadı. Hatta yaşamayan başkalarına da 'hüsnüzan' diye tavsiye etti. Halbuki onlar, yani FETÖ'cüler, bu yanlışlarını yanlış olarak görmüyorlardı. Yanlışlarını yanlış olarak görmedikleri ve tevbe etmedikleri halde, biz, onların hatalarını setretmeye çalıştık kendimizce. Suçunu kabul etmeyeni idare etmek hataydı. İşin geldiği durumsa ortada. Hatasını itiraf etmeyeni görmezden gelmenin ne acı bedelleri olacağını 17 Aralık'ta ve 15 Temmuz'da tecrübe ettik. Allah tekrar yaşatmasın.

Bu kanserin dışarıdan şırınga edilen yanları mutlaka var. Fethullah Gülen gibi bir meczubun aklıyla olabilecek işler değil. Fakat bizim de muhasebesine girmemiz gereken yanlışlarımız var. Akaide dair yitirilen hassasiyetin bedellerinin ne ağır olduğunu öğretmeli bu durum bize. "O da öyle inansın canım. Ne olacak? Fazla büyütmeyelim!" dediğimiz şeylerin büyümeye yüztutan kem tohumlar olduğunu artık görelim. İnanmak eylemekten önce gelir. Kişi inandığınca eyler en nihayet. "Ameller niyetlere göredir!" hadis-i şerifi de bunu hatırlatır bize. Eylemelere dair bir uyanıklıkla bekleyip, fakat inanmakla ilgili duyularımızı kapalı tutmak, her defasında ağacı meyve verince farketmek, bu gecikmişlik iyi birşey değil. Tedavisi ise öncelikle aslolanı net bir şekilde kabul etmekten geçiyor. Bu da ister istemez yolumuzu ehl-i sünnet ve'l-cemaatin istikametli ilkelerine çıkarıyor. Yoksa normsuz kalırız. Bir normumuz/kıstasımız olmadıktan sonra kimin yanlış kimin doğru inandığını ne ile tesbit edebileceğiz? Tohumken zakkum ile elmanın farkını ne öğretecek bize? Bu yönüyle 'ehl-i sünnetin mizanlarını yitirmek' aslında 'itikadî alanda altını kurşundan ayıran mihengini yitirmek'tir. Körleşmedir.

Amel tahlilleri ağaç hakkında yanıltıcı olabilir. Bakınız bu hususta Hanbelî mezhebinin ileri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehâri ne söylüyor: "Gidişatı kötü, fasık, facir, günahkâr ve zalim bir kişi, eğer ehl-i sünnete mensup ise onunla arkadaş ol ve meclisinde otur. Zira onun işlediği günahlar sana zarar vermez. Buna mukabil ibadete çok düşkün, âbid bir kişi heva ve bid'at ehli ise, onunla oturup kalkma, sözünü dinleme ve yolda birlikte yürüme. Zira böyle bir kişinin, tuttuğu yola sana güzel göstermeyeceğinden ve böylece seni de kendisiyle birlikte helaka sürüklemeyeceğinden emin olamam." Demek bizim beraber oturup kalktıklarımızla salt bir 'amel ediş' üzerinden değil 'itikad ediş' üzerinden de temasımız var. Hatta öyle ki; itikad edişe dair körce bir temas, ileride amel ediş tarzımızı da bozulmaya uğratabiliyor. Hayırlı amelimizi sabit tutsak da, hatta arttırsak da, arkasındaki niyet bozuluyor. FETÖ fitnesinin en azında böylesi bir uyanışa vesile olması lazım bizlerde. Artık muhatabımızın itikad ediş tarzına da eskisinden daha fazla dikkat etmeliyiz.

"Uğradığımız tüm felaketlerde etkisinden çok niyete bakarız..." der Rousseau Yalnız Gezerin Hayalleri'nde. "Çatıdan düşen bir kiremit bizi daha fazla yaralayabilir, ama kötü bir el tarafından kasten fırlatılan taş kadar derinden incitemez. Taş bazen ıskalayabilir, ama niyet her zaman hedefine ulaşır." Demek niyetin taşına karşı fiilin taşından daha dikkatli olmak gerek şu dünyada. Çünkü niyet elindeki imkana göre tesirini değiştirir. Fiil değişir, ama niyet insanda bâkidir. Zalim bugün sana attığı küçük taşla yetinmez. Niyet ve o niyeti tetikleyen itikad yaşadığı müddetçe kanını kaynatmaya devam eder. Yarın eline böyle bir fırsat geçerse acı çektirme arzusunu silahla da gerçekleştirebilir. Sana bugün taş atan yarın ok da atabilir. Bizi üzen de fiilin etkisinden çok 'olabileceklerin' korkusudur. Zira biliriz ki; o niyet farklı sûretlere bürüne bürüne tekrar be tekrar karşımıza çıkabilecektir. Niyete ve o niyetin arkasında barındırdığı itikada dair endişelerimiz bu merkezde şekillenir.

Her niyetin arkasında öyle 'olabilirliğini' veya öyle 'olması gerektiğini' söyleyen bir itikad vardır. Bediüzzaman'ın medeniyet mukayeseleri sadedinde söylediği; "Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. hedefi 'menfaat' bilir. (...) Halbuki, kuvvetin şe'ni tecavüzdür. menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. (...) İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur. Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel 'hakkı' kabul eder. Gayede menfaate bedel 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. (...) Hakkın şe'ni ittifaktır. Faziletin şe'ni tesanüddür..." ifadeleri neyin doğru 'kabul edildiği' veya 'bilindiği' üzerinden ortaya çıkacak iyi veya kötü sonuçların tahlilidir. O halde itikadımızı fiillerimizden, inanışımızı eylemelerimizden, bâtınımızı zâhirimizden daha önemsiz bulamayız. İnanışında sapma olanların "Bırak onlar da öyle inansın canım. Sen ne karışıyorsun? Sana ne?" diyerek kendi haline bırakılamayacağını biliriz. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat duruşu bu yüzden vazgeçilmezimizdir bizim. Bir doğruya iman etmedikten sonra her yanlışa iman etmek mümkündür. Bu Ebu Leheb'in eli kuruyacaksa tam da bu noktadan başlanacak bir inşa hamlesiyle kuruyacaktır.

7 Kasım 2015 Cumartesi

Yusuf aleyhisselam iddaa oynamaz

Hatırlarsanız, kadere dair başka bir yazımda, inkârının sadece kendisini inkâr etmekten ibaret kalamayacağını, çünkü onun akaidin kulbu mesabesinde olduğunu, ona kastedenin aslında bütün akaide kastettiğini konuşmuştuk. Karine olarak da Meyve Risalesi'nden bir alıntı yapmıştık. Bir kısmını tekrar alıntılayayım:

"İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle, sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez."

İşte biraz da bu metinden hareketle iddia etmiştim ki: Kader inkârcılarının arızaları birtek kader meselesinden ibaret değildir. Kalamaz! En başta gözlerimizin nuru tevhid akidesi ve kalplerimizin sevinci Allah tasavvurumuz olmak üzere, ister-istemez, bütün erkân-ı imaniyede ayarları bozuktur onların. Yani bu arızanın öncesinde de bir dizi sıkıntıları vardır iman noktasında. Buradaki sapkınlıkları aslında bir sonuçtur.

Mevzuun Allah tasavvuru, yaratılış ve tevhide bakan kısımlarını önceki yazılarda yeterince konuştuğumuzu düşündüğümden, bu yazıda doğrudan 'ahirete iman-kadere iman' arasındaki bağlantıya ve her ikisinde birden akidevî bir sorun yaşamadan birisinde salt böylesi bir sorun yaşanmayacağına dair izaha girişeceğim. Tevfik ise Allah'tan.

Öncelikle: Ahirete iman nedir? Bunu biraz konuşalım. Bismillah: Ahirete iman, en özet ifadesiyle, Allah tarafından 'öyle olacağına inanmakla sorumlu tutulduğumuz' bir yarındır. Bugünün gaybı olan, yani beş duyu organıyla bilinemeyen, fakat doğru bir Allah marifetiyle delil okumasını yapabildiğimiz bir yarın bilgisidir ahiret bizler için.

Peki, kader inkârcılarının iddia ettiği gibi, Allah yarın ne olacağını (hâşâ) bilmiyorsa, yani fiiler/iradeler sonucu ortaya çıkacak işler ilminde/takdirinde değilse, hükmü zamanın kaydından kurtulamıyorsa, o halde nasıl kendisinin dahi varlığından emin olamayacağı bir ahirete kesin bir şekilde inanmakla mü'minleri sorumlu tutabilmektedir? Öyle ya, Allah da gelecekte ne olacağını (hâşâ) bilmezken, böyle itikadî bir riski neden kullarına aldırmıştır? Ya ahiret diye birşey hiç olmazsa? Ya cennette/cehennemde öyle şeyler yaratılmaz veya yaşanmazsa? Kader inkârcılarının sarhoş akıllarının peşinden gidersek ahirete iman ancak Allah'ın (hâşâ) tahminine iman olur. Demek ki, Allah, ne olacağını bilmediği bir geleceğe dair "Şöyle yaparım!" diye tahminde bulunmuş ve bu tahmine bizim de iman etmemizi istemiştir. Ahirete iman, kader inkârcılarına göre, en fazla budur. Kaderdeki kesinliği yalanlamaları onları bu sonuca sürükler.

Sorunu 'ahiret Allah'ın vaadi' diyerek de çözemezler. Zira Allah'ın vaadi dedikleri şey, eğer bu dünyada insanın iradesi sonucu oluşan fiileri Allah'ın zaman ötesinden bilmemesini kastediyorsa, o halde Kur'an'da geçen cennet/cehennem hayatının tafsiline dair sahneler, mahşer günü yaşanacakların tasvirleri, bunlar nasıl Allah tarafından bilinmektedir? Ebu Leheb'in iman ile gidip-gitmeyeceğini bilmeyen bir ilah ezelî kelamında onu nasıl cehennemlikler arasında saymaktadır? 'Gelecek senaryosu' mudur Tebbet sûresi? Ya denildiği gibi çıkmazsa? Ya Ebu Leheb ölmeden iman ederse? Cenab-ı Hak onu yine de "Vaadim öyle!" diyerek cehenneme mi atacaktır?

İşte bu kadar incelikli bir bilişi 'ilimle' değil 'vaadle' açıklamaya çalışanların balonu bu dünyadaki inkârlarının ahirette Cebriye çizgisinde bir imana dönüşmesiyle patlar. Mutezile burada Cebriye ile buluşur. Allah'ın vaadi, nasıl olacağı bilinmeyecek bir gelecekteki bütün teferruatı 'seçimlere bir alan bırakmayacak kadar' kapsıyorsa, o halde hür iradeler nerede kalacaktır? Tebbet sûresi nazil olduktan sonra Ebu Leheb iman etse de etmese de cehennemlik midir? Yoksa zaten zaman üstü bir biliş sahibi Alîm-i Hakîm tarafından öyle olacağı bilinerek bu hakikat ümmete haber verilmiş midir? İkincisine iman etmek mantığın da gereği değil midir?

Hızlı gidelim. Kur'an'dan bahsetmişken 'kitaplara iman' rüknü ile kaderin inkârının ne kadar uyuştuğuna bakalım. Kur'an bize, yukarıda da bir parça altını çizdiğimiz gibi, çok teferruatlı bir şekilde ahiretten bahsediyor. Hatta ehl-i cennetin/cehennemin ahvaline dair tariflerde bulunuyor. Bırakalım ahirete dair bu kadar teferruatı ve vurgulu metinleri, gaybî ihbarlar nev'inden birçok şey var Kur'an'da. Rum sûresindeki ihbar-ı gaybdan tuttun, ta peygamber kıssalarında yeralan delillere, ta Tebbet sûresine kadar...

Kur'an bize öyle bir Allah'tan haber veriyor ki: O Allah geleceğe dair birçok şeyi vahyin nüzulü anında haber veriyor. Eğer Allah kader inkârcılarının savunduğu gibi 'geleceği bilmiyorsa' bütün bunları (hâşâ) tahmin mi etmiş oluyor? Kur'an-ı Hakîm, sandığımız gibi bir hikmet kitabı gibi değil de, (hâşâ) bir tahmin kitabına mı dönüşüyor? Allah ihbar-ı gayb türünden birçok şeyi tahmin-i gayb olarak mı Kur'an'da zikrediyor? Oturup kalkıp hayretle sormak lazım kader inkârcılarına: Acaba kafaları nasıl bir Kur'an'a inanıyor? Oradaki gaybî bilgileri ne olarak görüyor?

Kur'an'ı anarken peygamber kıssalarına da dokunduk. Şimdi de yüzümüzü 'peygamberlere iman' rüknüne dönelim o vakit. Bırakınız ihbar-ı gayb türünden hadis-i şerifleri, ki kader inkârcılarının hadis inkârcılığına da yatkın olması bu anlamda şaşırtmaz bizi, Kur'an'da geçen peygamber kıssaları ve orada aktarılanlar bile nübüvvetin Allah'ın herşeyi bilen oluşuna bir delildir. Misal: Yusuf aleyhisselam rüya tabiri yaparak insanların başlarına gelecekleri nasıl bilebilmektedir? Hâşâ, geçmişi ve geleceği ezelî bir bilişle bilen Allah'ın peygamberi olmasa ve bildirilmese gayb kendisine, nasıl böylesi okumalar yapabilecektir? Hâşâ, kader inkârcılarına göre, Yusuf aleyhisselam tabirlerinde iddaa kuponu mu doldurmuştur da hep tutturmuştur? Nasıl bir nübüvvet inancıdır kader inkârcılarınınki? Yusuf aleyhisselamı falcıya dönüştürmek değil midir bu inkârın neticesi?

Kur'an'daki delillerini de kenara bırakalım hadi. Nübüvvetin kendisi bile bir 'geleceği biliş' içermez mi? Sahabilerin ahvalinin Tevrat'ta ve İncil'de nasıl geçtiğine dair Kur'an'da yeralan beyanlar, Allah'ın Tevrat'ta ve İncil'de yaptığı 'tutmuş tahminler' midir? Sahabilerin geleceğini bilmeden mi 'öyle olacağını tahmin etmiştir' Allah?

Peki nebilerin birbirlerini müjdelemeleri? Özellikle İsa aleyhisselamın Aleyhissalatuvesselama dair verdiği müjdeler? Tahrif olmuş İncillerde bugün bile ortaya konulabilen işaretler? Peki, Aleyhissalatuvesselamın aşere-i mübeşşereye veya başka bazı sahabilerin geleceğine dair verdiği haberler? Müşrik önderlerinin kötü sonlarına dair önceden verdiği bilgiler? Hepsi mi yalandır bütün bunların? Bütün bunlar yalan veya tahmin olursa nübüvvetin ahvali ne olur? Onların emin dillerinden ve ellerinden bize ulaşan vahyin sıhhatine nasıl güvenilir? Cebrail aleyhisselam mı yolda karıştırmıştır mesajın içine bu tahminleri yoksa? Sahi kader inkârcıları nasıl bir vahiy sürecine iman etmektedir?

Cebrail aleyhisselama değinmişken kader inkârcılarının 'meleklere iman' konusunda ne denli dengeli(!) gittiklerine de bakalım. Bir kere yukarıda ahirete, kitaplara ve nübüvvete iman konusunda saydığımız bütün sorular melekler için de aynen geçerlidir. Neden mi? Çünkü bu haberlerin tamamı bize bir melek eliyle ulaştırılmıştır. Peygamberler bu vahiyleri bir melek eliyle aldıklarını söylemektedirler ve eğer kitaptaki geleceğe dair bilgiler peygamberlerin (hâşâ) tahmini değilse, o halde, kader inkârcılarına göre bu tahminler meleklere aittir.

Sadece bu da değil. Aleyhissalatuvesselamın miracı, mirac sırasında yaşanan hadiseler, cennet/cehennem ehlinin ahvali... Bütün bunlara şahitliği sırasında Cebrail aleyhisselam da onun yanındadır. Hatta miraca dair rivayetlerde Cebrail ile Aleyhissalatuvesselam arasında soru-cevap tarzı birçok metin bulunmaktadır. Cebrail aleyhisselam burada verdiği bilgilerde geleceğe dair tahminlerde mi bulunmuştur? Dahası var: Azrail aleyhisselam insanların canlarını nasıl bir bilgiyle almaktadır? Önceden ne olacağını bilmiyorsa nasıl görevine yetişmektedir? İsrafil aleyhisselamın sûra üfleyeceğini herkes nereden bilmekte ve nasıl emin olmaktadır? Bütün bunlar tahmin mi edilmektedir? Kader inkârcılarının bu noktada meleklere bakışı nasıldır?

Hasıl-ı kelam: Akaidin herbir rüknü hepsiyle bağlıdır ve hepsini inkâr etmeyen hiçbirini inkâr edemez. Bakmayın siz kader inkârcılarının "Kur'an'da geçmiyor!" diye kaçak güreşmelerine. Kur'an'ın bütünü geçmiş ve gelecek hakkındaki hükümlerinin kesinliği ile kadere imandan haber vermektedir. Kur'an'ın bize öğrettiği bütün akaid, verdiği bütün bilgiler ve delilleri, ezelî bir biliş olmadan açıklanamaz. Yani kader kendinden önceki beş rüknün zorunlu sonucudur. Muktezasıdır. İşte sorular ortada kardeşlerim. Kadere imanı olmadan diğer rükünlerin arkasını toparlayabilecek beri gelsin. Gelsin de imanının sıhhatini bir konuşalım. Subhanallah. Hak Teala elbette bu iftiracıların cahillik suçlamalarından yücedir. Mürşidimle başladım. Onunla bitireyim: "Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez."

14 Temmuz 2015 Salı

Emre Dorman nereye koşuyor 7: Deccal'i konuşurken Süfyan'ı unutmak...

Bu çok önemli: Ahirzaman hadislerine baktığımızda iki fitneye karşı uyarıldığımızı görüyoruz. Bunlardan birisi Deccal fitnesi, diğeri Süfyan fitnesi. Her iki fitnenin zihin kodları açısından bazı nüansları yakalayabiliyoruz Bediüzzaman'ın 5. Şua isimli eserinin satır aralarında. Mesela Hz. İsa aleyhisselama 'mesih' dendiği gibi neden diğer iki Deccal'e de (Deccal ve İslam deccali olan Süfyan) 'mesih' dendiğini Bediüzzaman şöyle cevaplıyor:

"Allahu a'lem, bunun hikmeti şudur ki: Nasıl ki emr-i İlâhî ile İsâ aleyhisselâm, şeriat-ı Mûseviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyâtı helâl etmiş; aynen öyle de, büyük Deccal, şeytanın iğvâsı ve hükmüyle şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hıristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak anarşistliğe ve Ye'cüc ve Me'cüc'e zemin hazır eder. Ve İslâm Deccalı olan 'Süfyan' dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleriyle kaldırmaya çalışarak, hayat-ı beşeriyenin maddî ve mânevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak hürmet ve merhamet gibi nuranî zincirleri çözer, hevesat-ı müteaffine bataklığında birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdat bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdattan başka zapt altına alınamaz."

Demek Deccal'in sorunu doğrudan Allah'la ve uluhiyet hakikatiyle olacak. Onun inkarına çalışacak. Ama Süfyan'ın derdi daha çok Peygamber'le ve nübüvvetle... Onunla uğraşacak. Onun bozmaya çalışacak. Nasıl? Doğrudan inkarına çalışarak mı? "Muhammed (hâşâ) peygamber değil!" diyerek mi? Tam öyle değil gibi. Başka bir yerde, yine bu iki fitnenin Allah ve Peygamber düşmanlığı üzerinden ayrımı adına şöyle diyor Bediüzzaman:

"Hazret-i Mehdi'nin cemiyet-i nuraniyesi, süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid'akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek, yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cemiyetinin mucizekâr mânevî kılıcıyla öldürülecek ve dağıtılacak. Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve 'Müslüman İsevîleri' ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak."

'Sünnet-i seniyye' vurgusuna dikkat çekmek istiyorum bu metinde. Demek, Hz. Mehdi'nin mücadele sahasında Allah'ı inkardan ziyade Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın sünnetlerini tahrip etmeye çalışanlardan oluşmuş bir bid'a komitesi olacak. (Kur'an müslümanlığına ne kadar da benziyor değil mi?) Hz. Mehdi buna karşı mücadele verecek. Yine nüans dersi aldığımız yerlerden birisini daha alıntılayayım: "İslâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali'nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyandır, İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır. Yoksa Büyük Deccalın cebir ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz."

Başka beyanları da var ki, yeri geldikçe temas edeceğim, Bediüzzaman iki fitnenin kodları adına kimi ayrımları anlamamızı sağlıyor onlarla. Fakat burada hemen ilk elden görüp söyleyebildiğimiz şu: Fitnelerden birisi içimizde çıkacak, aldatmakla iş görecek, yani teşhis etmekte zorlanacağız. Dost sanacağız. Kanacağız. Kapılacağız. Diğeri ise, müslümanlar açısından sapkınlıkta olduğu bariz bir görünüşle ortaya çıkacak, zaten menşei de bizim içimizde olmayacak, onu rahatlıkla tanıyacağız. İkisi de girdikleri toplumun düzenini bozacaklar. Zâhiren 'kolaylaştırıcı/özgürleştirici' bir çizgi takip edecekler. Özellikle Süfyan'ın bu yöndeki vurgusu çok olacak. (Geleneğin/sünnetin zincirlerini boşvermeye ve vahyin özgürlüğüne çağıracaklar bizi belki de, kimbilir?) Ama aşıladıkları bu özgürlük şeriatın istikametli sınırlarına, sünnet hassasiyetlerine sahip olmadığından anarşistliğe sebep olacak, merhamet bağlarını kaldıracak vs... Benim burada yazamadığım noktaları siz yukarıdaki iki metni analiz ederecek çıkarabilirsiniz. Uzatmıyorum. Arife işaret yeter.

Benim daha çok dikkatinizi çekmek istediğim, ahirzaman fitnelerinin Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarafından iki başlık (belki de ekol) altında ifade edilmesi. Ve iki şahsın (belki de şahs-ı manevi) eşliğinde anlatılması. Bediüzzaman başka bir yerde Hz. Mehdi'ye ve ona dair rivayetlere değinirken onların da (tıpkı 20. Söz'de Kur'an kıssalarını anlatırken dikkatimizi çektiği gibi) 'umumi birer kanuna' işaret ettiğini belirtiyor. Her zamanda ümmete istikametli yönü gösterecek bir 'mehdi-misal'in bulunduğuna, bunun da Allah'ın bir lütfu olduğuna dikkat çekiyor. (Ki bu noktada, tesbitini destekleyen müceddid hadisi gibi hadisler de var.) Her devirde yaşamış ve ümmete ışık tutmuş evliya/asfiya binlerce zat-ı mübarekin (Allah bizi şefaatlerine nail eylesin) çevrelerindeki müminler adına böylesi bir fonksiyonu icra ettiğini nazara veriyor. Ahirzaman'da gelecek Hz. Mehdi'nin ise bu silsilenin en ucu olduğunu, yani meseleye böyle 'kanun' penceresinde bakılması gerektiğini vurguluyor.

Bu bahsi aklımızda tutup Deccal ve Süfyan meselesine baktığımızda, onların da böylesi bir silsilenin uçları olabileceğini ve o silsilenin daha birçok ferdi bulunabileceğini söyleyebiliriz. Mesela; Cengiz-Hulagu fitnesinin, Deccal'e ve Ye'cuc/Me'cuc'a dair pekçok rivayete masadak olduğunu yine Bediüzzaman belirtiyor. Yine Süfyaniyet kanununa bir fert teşkil ettiğini söylediği bazı isimler de var. Zaten 5. Şua isimli eserinden dolayı mahkemede yargılanmasının sebebi de işaret ettiği ölmüş-gitmiş kişi adına gösterilen rejim hassasiyeti. Her neyse... Bunlar hepinizin malumu. Uzatmıyorum.

Bugünlerde Emre Dorman ile başlayıp Mustafa İslamoğlu, Caner Taslaman, Yaşar Nuri Öztürk, Abdulaziz Bayındır, Edip Yüksel gibi isimlere de dokundurduğum eleştirel yazılarımdan dolayı hem iltifat hem tepki almaktayım. İltifatlarda bir ilginçlik yok. Zaten böylesi endişelerle kalpleri çoktan beridir meşgul olan insanların 'kendileriyle ve dertleriyle kardeş bir ses duymaktan' hissettikleri mutluluklar onlar. Allah hepsinden razı olsun.

Fakat bazı tepkiler çok ilginç. İçlerinde sevdiğim insanların sitemleri de var. Neden mi sitem ediyorlar? Çünkü hassaten bir ismi o yazılarda anmamdan rahatsızlar. Onu böyle eleştirmemin hakikat sevdasından değil Nurculuk asabiyetinden olduğunu, hatta müfteri olduğumu, büyük kul hakkına girdiğimi, ahirette de çok çekeceğimi vurguluyorlar. Böylesi tepkilere daha evvel Fethullah Gülen'i eleştirdiğim yazılarda da rastladığımdan şaşırmıyorum. Hatta daha ilerisini söyleyeyim: Yazanların samimiyetlerine de inanıyorum. Bu iş en başından beri böyle oluyor çünkü. Bediüzzaman'ın altını çizdiği iki fitne hakikatinin bir sırrını daha anlıyorum böylece. Aldatmakla işgörenin, içimizden çıkanın, dilimize ve kavramlarımıza sahip olanın, nübüvvetle uğraşanın daha tehlikeli olabileceği...

Hatta Bediüzzaman demiyor mu yine: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar." Demek bir cerbezesi/demagojisi de olacak bu adamın/adamların. Süfyaniyet kanununun fertleri her devirde aldatmakla işgördükleri gibi, her zamanda da pekçok âlimi kendilerine çekecekler. Hatta öyle ki: En yakın çevrelerindeki insanlar, belki de halkın dindarlıklarına/doğruluklarına evvelden beri itibar ettikleri samimi insanlar olacak. İyiliğin hası diye kötülüğün hasını destekleyecekler.

Geçenlerde Nur talebesi bir dostum, 'Nur talebesi olduğum halde böyle bir şahsiyete nasıl sataştığımı' sorarak bir video gönderdi bana. TRT'den bir program kaydı. Mezkûr isimlerden birisi ortada oturuyor. İki yanında, Nur talebesi olarak isimleri temayüz etmiş iki kişi, ona soruyorlar/cevap alıyorlar. Hürmette de hiç kusur etmiyorlar. Yani demek istiyor ki: "Senin çapın ne be kırpıntı? Bu kadar büyük Nur talebeleri iki yanında oturuyor. Onun fikirlerine karşı çıkmıyorlar. Sen kim oluyorsun da yaşına başına, boyuna posuna bakmadan böylesi cüretkâr isnadlarda bulunuyorsun?"

Tabağı boş göndermedim tabii. Ne mi yaptım? Mukabilinde şu metni yolladım ve büyük puntolarla sordum kendisine: "Süfyan olur da serasker ve sadrazamsız olur mu?"

"Hem bazı ehl-i velâyetin istihracatıyla anlaşılıyor ki, İslâm devletinin başına geçecek olan süfyanî Deccal ise, gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve dâhiyâne icraatlarını, riyasızlıklarından istifade ile kendi şahsına isnat ve o vasıtayla koca ordunun ve hükûmetin teceddüt ve inkılâp ve harb-i umumî inkılâbından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyatı şahsına isnad ettirerek şahsında pek acip ve harika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işâa ettirir."

Fitnenin dehşetli olmasının tam karşılığı da bu zaten: Öyle bir oyun düşünün ki; kadim dostlar, emniyet duyduğunuz isimler, itimat ettiğiniz yüzler üzerinden geliyor. Ellerinden şüphe duymuyorsunuz ki, ellerinden gelene şüphe duyasınız, sınayasınız. (Fevzi Çakmak'ın namazı, Mustafa Kemal'in rakı sofrasını siperliyor mesela.) Yazılarımda, durdukları yerden dolayı bazı abilerime sert çıktığımı düşünenler! Yoksa Deccal'le uğraşmaktan Süfyan'ın nasıl arkayı dolaştığını unuttuk mu? Bakınız Hanbelî mezhebinin ileri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehâri ne söylüyor: "Gidişatı kötü, fasık, facir, günahkâr ve zalim bir kişi, eğer ehl-i sünnete mensup ise onunla arkadaş ol ve meclisinde otur. Zira onun işlediği günahlar sana zarar vermez. Buna mukabil ibadete çok düşkün, âbid bir kişi heva ve bid'at ehli ise, onunla oturup kalkma, sözünü dinleme ve yolda birlikte yürüme. Zira böyle bir kişinin, tuttuğu yola sana güzel göstermeyeceğinden ve böylece seni de kendisiyle birlikte helaka sürüklemeyeceğinden emin olamam."

9 Temmuz 2015 Perşembe

Emre Dorman nereye koşuyor 2: Kur'an'a odaklanayım derken eldeki dinden olmak

Bugün sizinle Emre Dorman'ın twitlerinden birisini daha analiz etmek istiyorum. Bu pek ehl-i akıl geçinen hocalarımızın ettikleri kelamların arkasında ne kadar akıl var, hep beraber görmeye çalışalım. Meşhur twitimiz şu: "Peygamberimizin şüphesiz güvenilebilecek tek hadisi vardır, o da Kur'an'dır. Dolayısıyla dinin tek güvenilir kaynağı vardır, o da Kur'an'dır." Analize geçmeden önce bir tesbitimi sizinle paylaşmak isterim. O tesbit de şu: Kur'an müslümanlığı savunucularının aforizma merakı.

Evet, Mustafa İslamoğlu'sundan tutun Emre Dorman'ına kadar hepsinde bir Polat Alemdarlık var. Kurtlar Vadisi senaryosu yutmuş gibi afilli cümleler kurup, davalarını da onlara dayandırıp duruyorlar. Fakat kurcalasanız altlarındaki hakikatin boyu ne kadar?

İşte bugün bir tanesini kurcalayacağız, ancak daha ona geçmeden bu 'benzeyiş' bana sırlı geliyor. Müseylemetü'l-Kezzab'dan bu tarafa 'belagat' sahiplerinin, yeteneklerini 'hakikat'e hizmet ettirmedikleri sürece, bu ümmet için nasıl bir tehlike oluşturdukları hepimizin malumudur. (Bediüzzaman da Ene Risalesi'nde Kur'an'a hizmet etmeyen felsefenin tehlikesine dikkat çekmez mi?) Demek güzel söz söylemek yalnız başına hüner değil. Hüner, 'estetik'ten öte 'hakikatli' söz söylemek. Bu noktada insanımızın da sözdeki estetiğe/efsunî etkiye değil, özündeki hakikate talip olması lazım. Bir tuzafın fâşıdır bu söylediğim.

Bir önceki yazımda Emre Dorman'ın hadis ilminde ehl-i ihtisas olmadığını söylemiştim. O sözümü geri alıyorum. Çünkü bunu söylerken en azından bu konuya dair biraz malumat sahibi olduğunu sanıyordum. Dorman düşündüğümden de kötü durumdaymış. Hadisin neye dendiğini, vahyin ne olduğunu birbirinden ayıramayacak ve Kur'an'ı da hadis diye tarif edecek seviyede yüksek bilgi sahibiymiş(!). O yüzden uyarımı geri aldım. Böyle birisine 'ehl-i ihtisas değilsin' uyarısı yapmak abesle iştigal olur. Zira bu cümleyi Dorman'ın yüzüne kurmak için önce Dorman'a hadiste ehl-i ihtisasın ne olduğunu izah etmek gerekir. Olmadığı şeyi söylerken bilmediği şeyden bahsettiğimi bilmiyordum. Böylece o tesbitimi tashih etmiş oldum.

Peki, Kur'an'ın, Allah Resulünün sözü anlamına gelen 'hadis'ten başka birşey olduğunun altını çizdikten sonra (ki bu çizişi standart müminler için değil Emre Dorman için yapıyoruz) şöyle bir konuya gelelim: İslamî bilginin kaynakları nelerdir?

Başkaları başka başlıklar kullanabilirler, ama ben mürşidimin kullandığı kategorizasyonu tercih edeceğim: Bize Cenab-ı Hakkı tanıtan üç büyük küllî muarrif vardır: 1) Kitab-ı Kebir-i Kainat. 2) Nübüvvet ve özelde Allah Resulü aleyhissalatu vesselam. 3) Vahiy ve özelde Kur'an'ı Hakîm. (Özelde ifadesiyle andıklarım temsil ettikleri kanunun bu ümmete bakan yüzünü teşkil edenlerdir.) Yani biz Cenab-ı Hakkı üç bilgi kaynağından öğreniriz: 1) Kainat ve onun bize Yaratıcısı hakkında kazandırdığı marifet. 2) Peygamberlerin ve özelde Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatu vesselamın aktardığı marifet. 3) Vahyin ve özelde Kur'an-ı Kerim'in doğrudan Allah'ın kelamından bize aktardığı marifet. Biz Cenab-ı Hakka, hakikatlerin hakikatine dair bilgiyi ancak bu üç kaynaktan elde ederiz. Sair kaynaklar ancak bu 'üç büyük küllî muarrif'in cüzleridir. Onlardan ışık alan aynalarıdır. (Bediüzzaman Mesnevî-i Nuriye'de dördüncü bir öğretici olarak vicdanı da anar. Ancak diğer yerlerde hep üç olarak zikrettiğinden ben de bu genel tarik üzere gideceğim.)

Bu kaynaklara dikkatle baktığımızda şunu görürüz: Kaynaklardan birisi aklîdir. Diğer ikisi naklîdir. Yani kainat, aklî bir çalışmayla çözülebilecek, her an açık tefekkürî bir marifeti bugün bize sağlarken; Kur'an ve sünnet, naklî, yani bizden öncekilerin bize aktardığı kadarıyla, hakkında bilgi sahibi olduğumuz marifet türlerini ifade eder. Bence bu aklî ve naklî ayrımı kesin bir çizgi sayılamaz. Kur'an ve sünnetin akılla tahlil edildiğinde 'Bu kelamın sahibi ancak Allah olabilir!' veya 'Bu ahlak ancak Allah'ın Resulünde bulunabilir!' dedirdiği çok şeyler vardır. Nitekim Bediüzzaman da Allah Resulünü Kur'an'ın bir mucizesi olarak, Kur'an'ı da Allah Resulünün bir mucizesi olarak anmıştır.

Bunun dışında kainat bilgisinin de ne kadar aklî olduğu tartışmalıdır. Zira naklî bir önbilgi, bir yol gösteriş olmadan kainat hakkında yapılan tefekkürün bizi İslam'ın istediği akaide (tüm dengesi ve detaylarıyla) götürebilmesi zordur. (Kaç kişi bulabilmiştir şimdiye kadar öyle tevhidi?) Bediüzzaman bu yolun müşküllerine de Ene Risalesi'nin ahirindeki üç yol örneklemesinde değinir. Naklî deliller eşliğinde girilen bir aklî tefekkür, asansör gibi uçarak kolayca yolculuk ettirirken; nakilsiz aklın tefekkürleri dağları/taşları parçalamak veya uzun uzun yolculukları/mesafeleri aşmak olarak resmedilir. Bediüzzaman'ın bir Eş'arî olduğu hatırlanırsa, bu noktadaki duruşu da daha net anlaşılır.

Şimdi gelelim Dorman'ın muhteşem twitine. Allah Resulünün güvenilecek tek hadisinin(!) Kur'an olduğunu söylerken aslında Dorman bize şunu söylemektedir kelamının mana-i muhalifi ile: Kur'an'ın dışında Allah Resulünden nakledilen hiçbir söze güvenilmez. Yahut da şunu demektedir: Allah Resulünün sözü olarak nakledilen (Kur'an dışında) hiçbir söz aslında onun sözü değildir. ('Kur'an, Allah Resulünün sözüdür' mü demek istemektedir? Hadi o kadar suizan etmeyelim.) Peki, Dorman'ın boyunu bir hayli aşan bu Polat Alemdar aforizmasının ulaşacağı sonuç nedir? Yani nereye varmak istiyordur Dorman bu sözü söylemekle? Yoksa biz de mi kendisiyle bir meşrep olup süper-hiper-acayip 'bilimsel' duruşunu şöyle tanımlamalıyız: "Sonunu düşünen kahraman olamaz!" Yok, öyle olmayalım. Biz yine biz kalalım ve Dorman'ın aslında ne demek istediğini ve bu redd-i hadis meselesinin nereye varacağını aklımızla arayalım:

Dorman aslında bize şunu anlatmak istiyor: Hadis gibi naklî bir delilin bütün ayakları sakattır, düzmecedir, kurmacadır. Yani hadis imamları, hadis ravileri, hadis ilmi, tebe-i tabiin, tabiin, sahabe... Hatta bunlara itimat etmiş, bunlarla amel etmiş, bunları doğru bilmiş herkes bir düzmecenin parçasıdır. Allah Resulünün hadisi diye birşey yoktur, ama bize 1400 yıldır böyle şeyler varmış gibi yedirilmiştir. Bu ümmet (ve özellikle bu ümmetin Allah Resulüne bizden daha yakın olanları) öyle fasık bir ümmettir ki, ta ilk elden son ele kadar, yememiş içmemişler, Allah Resulü ölür ölmez onun ağzından yalan sözler uydurmaya başlayarak birbirlerine nakletmişler, sonra utanmayıp onları yazmışlar/kitaplaştırmışlar, sonra ona bir ilim oluşturmuşlar, sonra onunla bir fıkıh kurmuşlar, sonra Kur'an'ı onlarla yorumlamışlar ve Allah Resulünün vefatının hemen ardından İslam'ı İslam olmaktan çıkarmışlardır.

Bir de öyle elele vermişlerdir ki bu fasıklıkta, o kadar organize çalışmışlardır ki, modern zamanlara kadar 'Yahu ne yapıyorsunuz?' diyen de çıkmamıştır içlerinden. Hiçbirisi diğerini açık etmeden, hep beraber, her asırda ümmeti sözde ışıklandıran bütün âlimler de bu oyuna iştirak etmişlerdir. Sayın Emre Dorman'a kadar gelen İslam mirası böylesine lanetli/berbat, böylesine sorunlu ve kusurlu bir mirastır. Şükür ki, Allah Resulünden 1400 sene sonra artık Emre Dorman vardır. O hadislere bakar bakmaz şıp diye meseleyi anlamış ve yüzlük ampul gibi hepimizi; "Yok abicim öyle şeyler! Uydurma bunlar!" diyerek aydınlatmıştır. Hey mübarek... Keşke evvel geleydin. Arada çok insan kaynadı gitti.

Ama bir saniye! Bu cümlede o zaman bir ikircik var. Eğer naklin bütün ayakları, kaynakları, elçileri, mirasçıları, derleyenleri, kitaplayanları, ders verenleri, ders alanları, ondan yorum yapanları, o yoruma uyanları, akaidcileri-fıkıhçıları-kelamcıları-muhaddisleri, otuz iki kısım tekmili birden böylesi fasıklardan ve Allah Resulü adına yalan söz uydurmaktan, yaymaktan, bile bile inanmaktan çekinmeyenlerden oluşuyorsa; o zaman aynı ellerden gelen Kur'an nasıl güvenilir olacaktır?

Öyle ya, bu Kur'an da aynı ellerden yine bir naklî bir bilgi olarak bizlere taşınıp gelmiştir. Yine aynı hafızalarda ezberlenmiş, yine aynı dillerden nakledilmiş, yine aynı ellerde taşınmıştır. Mesele hadis olunca yemedikleri nane, kırmadıkları ceviz, kandırmadıkları adam, uydurmadıkları yalan kalmayan bu insanlar; nasıl olmuştur da Kur'an mevzubahis olunca hiçbir ayeti değiştirmemişler, hiçbir yalan katmamışlar, hiçbir şeyi çıkarmamışlar, bir harfine bile dokunmamışlardır? Naklî delilin her ayağındaki/safhasındaki her insan, istisnasız, hadis konusunda böyle yalancının yalancısı, kötünün kötüsü, güvenilmezin güvenilmezi olduktan sonra, ey şeker abim, aynı ellerden gelen Kur'an'a daha kim inanır?

Siz ne derseniz değin, bu işte bir iş var. Bu Kur'an müslümanlığı birşeyin nihayeti değil, ilk adımı. Eğer naklî bilgiye güveni absürd/dayanaksız iddialarla böylesine kırarsanız, o bilginin yaslandığı herşeyi sarsarsınız. Yarın Kur'an'ın Allah'ın vahyi olduğuna da kimseyi inandıramazsınız. Oyun büyük. Bu insanların varmak istedikleri yer, en iyi ihtimal deizmdir. Allah'ı sadece kainat bilgisinden bulmak ve ötesini/naklî bilgiyi boşvermektir. Bugün hadise bunu yapan, yarın kaçınılmaz şekilde Kur'an'a da şunu yapacaktır. Çünkü Kur'an, sünnet ve kainat İslamî marifette birbirinden kopmaz bir bütündürler. Birisinin altını oymaya başlarsanız ötekinin de altını oyarsınız. Nübüvveti çıkarırsanız vahiy, vahyi çıkarırsanız da kainat deliline zarar verirsiniz. Bu insanlar İslam'a kuvvet olmuyorlar, İslam'ı deizme evriltmeye çalışıyorlar. Bunun bir adım ötesi de yine agnostizm olacak. Çünkü naklî delillerin bağlayıcılığını/belirginliğini yitirerek bu kadar izafîleşen bir kainat yorumu, Allah'ın varlığı ile yokluğunu bir hale getirecek. Uğraşılmayacak. Konuşulmayacak. Çok sinsi geliyor bu saldırı. Aptallığından bihaber, aklın zirvesinde gibi satıyor kendini. Çok kurnazca, aforizma aforizma yaklaşıyor, dikkatli olunmalı.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...