nakil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
nakil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ocak 2017 Cuma

Akıl ve nakil meselesinde 'bir kafa karıştırma taktiği' üzerine...

Bu meselede kalem oynatacak ehliyete sahip değilim. Fakat benim gibi bu tarz itirazlarla karşılaşmış olanlara, küçücük de olsa, bir yararım dokunsun isterim. Bizzat yaşadığım birşey. Eskiden Risale-i Nur'la da münasebeti bulunmuş, ancak daha sonra modernist/ehl-i bid'a rüzgarlara kapılmış birisi, sosyalmedyada yaptığım hadis müdafaaları nedeniyle demişti ki bana: "Sen hadisleri bu kadar savunuyorsun, ama bak, Bediüzzaman Muhakemat'ta ne diyor: Takarrur etmiş usuldendir: Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur." Yani aslında demek istiyordu ki: "Bir hadis akla uygun olmadığı zaman reddetmekte veya tevil etmekte bir beis yoktur. Bak, Bediüzzaman da öyle söylüyor." Ben de kendisine mürşidimin o metne tetimme kabilinden eklediği şu ifadeyi hatırlattım: "Fakat o akıl, akıl olsa gerektir..."

Daha sonra benzeri şeylerin İmam Şafii (r.a.) gibi ehl-i sünnetin büyükleri üzerinden de denendiğini gördüm. Anladım ki: Bu bir taktiktir. Aklın ve naklin tearuzu sadedinde söylenmiş böylesi cümleler, bağlı ve mukayyet oldukları bahislerden cımbızlanarak, ehl-i sünnet mensublarının gözünde 'hadislerin reddi' normalleştirilmeye çalışılmaktadır.

'Aklın akıl olması meselesi' aslında bize, onu, doğru bilginin tek kaynağı olarak görmemeyi de öğretiyor. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Akıl, iman edilen şeylerin rengiyle renklenen, işaretiyle yönlenen ve eşliğinde şekillenen bir araçtır. Doğruyu ararken işe yarar, ama doğrunun 'hikmetinden sual olunmaz' tek ölçüsü olamaz. Örneğin: Bireysel menfaatinin en yüce şey olduğuna inanan birisi için 'başkasının parasını aşırmak' normal bir davranış olabilir. Yine, büyük balığın küçük balığı yutmasının doğanın (veya piyasanın) gereği olduğuna iman edenler için birilerini iflas ettirmek hayatın lazımı sayılabilir. Ve yine sokakta denk geldiği bir dilenciye para veren ile bunun yapılmaması gerektiğini düşünen, her ikisi birden, kendilerince bir akılla hareket etmektedirler. Bu noktada hakikat arayışı şu soruya odaklanır: Hakikat hangi akılla bulunacak?

İşte, İslam, hakikat gavvası/dalgıcı olacak aklın şekillendiricisi olarak nakli önemser. (Bediüzzaman'ın İçtihad Risalesi, modern aklın, selef-i salihînin aklından bu yönüyle ne kadar eksik olduğunu da ortaya koyar.) Bizzat vahiy, yolunu kaybetmiş beşer aklına doğru yolu göstermek için, taraf-ı ilahîden lütfedilen bir nakildir. Tabir-i caizse, ayetler, Hz. Cebrail aleyhisselam ve Hz. Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselam kanalıyla, yani 'yine nakledilerek' bize ulaşmışlardır. Başta Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerifler olmak üzere, geçmişten bugüne nakledilegelen tüm sahih bilgiler, düşünce dünyamızı tefekkürde mahir dalgıçlar olacak şekilde geliştirir ve yetiştirirler. Bediüzzaman'ın felsefe hakkında en çok yakındığı şeylerden birisi de budur. Onun, kendisini merkeze alan aklı, maneviyata karşı yabancılaştırmasıdır:

"Bir fennin veya bir san'atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes'elesinde, o fennin ve o san'atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san'atkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ulemasına dahil sayılmazlar. Meselâ büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa, maddiyatta çok tevağğul eden ve gittikçe mâneviyattan tebâud eden ve nura karşı gabîleşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirâne sözü mâneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir."

İşte tam da bu yüzden Bediüzzaman'ın "Abdulkadir Geylanî Hazretleri mi, yoksa Aristo mu?" şeklindeki bir soruya vereceği cevap açıktır:

"Acaba yerde iken Arş-ı Âzamı temaşa eden, harika bir deha-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene mâneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-ı imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn, hatta hakkalyakîn sûretinde keşfeden Şeyh Geylâni (k.s.) gibi yüz binler ehl-i hakikatın ittifak ettikleri tevhidî ve kudsî ve mânevî meselelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz'î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder? Ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı?"

Burada artık aydınlanmacılığın sorgulanmaz aklından değil, gelenekten gelen naklî/aklî bilgilerle şekillenmiş bir akıldan bahsediyoruz. Bu aklın değerlendiriş usûl ve üslûbu değerlendirdiği herşeyin rengini değiştirir. Daha arkasına uzanmaya çalışsak, varacağımız yer, esma-i hüsna bilgisidir. Allah'ın nasıl tarif edildiği veya 'ona nasıl inanıldığı'dır anlam dünyamızı bütünüyle belirleyen. "Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir..." sırrınca, Allah'a 've hüve ala külli şey'in kadir/herşeye gücü yeten' olarak inanan bir insanın aklına, elbette, mucizelere inanmak zor gelmez. Allah marifeti eşya marifetine böylece yön verir.

Ancak mucizelere inanmasıyla birlikte de iş bitmez. Mucize kavramının tanım ve çerçevesini de yine nakilden öğrenir. Nitekim, hiçbir hakiki müslüman, naklî delilleri bu denli sağlam olan Miraç hadisesini veya nüzûl-i İsa aleyhisselamı veya mehdiyeti "Aklım almıyor!" diyerek inkar etmez. Çünkü aklını, naklî bilgiyi inkâra değil, anlamaya kullanır. Çözemiyorsa da saygı gösterir. Yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır!" der, ilişmez. Bakınız bu noktada Ebubekir Sifil Hoca neler söylüyor:

"Aklî ve naklî deliller çatıştığında şu dört ihtimalden birisi söz konusudur: 1) Hem aklî, hem de naklî delil kat’îdir. 2) Her iki delil de zannîdir. 3) Naklî delil kat’î, aklî delil zannîdir. 4) Naklî delil zannî, aklî delil kat’îdir. Bu ihtimallerden ilkinin vukuu mümkün değildir. Zira her ikisi de kat’î olan delillerin, birisini tercih etmedikçe diğeriyle amel etmek mümkün olmayacak tarzda çatışması (tearuz) aklen mümkün değildir. İkinci ihtimal söz konusu olduğunda, her iki delil de zannî olduğundan Müslüman aklı, naklî delili tercih eder. Üçüncü ihtimal karşısında izleyeceğimiz yol açıktır. Zira ikinci ihtimalde tercih edeceğimiz 'naklî delil' olunca, üçüncü ihtimalde bu yol evleviyetle izlenecektir.

Dördüncü ihtimale gelince, aklî delilin naklî delile tercih edileceği yegâne ihtimal budur. Ancak burada da (zannî olan) naklî delil tamamen terk edilmez; kat’î aklî delil ile çatışmayacak makbul bir tarzda tevil edilir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: 'Aklî delil' ifadesiyle zikrettiğim delil, 'vehmî' veya 'hayalî' olmamalı, 'bedihiyyat' dediğimiz, kabulü zorunlu bir gerçeği ifade etmelidir. Burada sadece 'kat’î aklî delil'in değil, 'zannî aklî delil'in dahi bir vehim veya hayalden kaynaklanmadığından emin olunmalıdır."

İşte, Bediüzzaman'ın Muhakemat'ta zikrettiği durum da Ebubekir Hoca'nın detaylarıyla izah ettiği bu dördüncüsüdür. Bu noktada diyebiliriz ki artık: İslam'ın akıldan saydığı 'akıl' naklî delil sisteminin geçerliliğini kabul etmiş, tanımlarıyla yetişmiş veya gerektiğinde teslim olmaya hazır olan mü'min aklıdır. İmam Buharî'nin (r.a.) adı anılınca yüzü ekşiyen, İmam Şafii (r.a.) denilince cin çarpmışa dönen, İmam Suyutî (r.a.) anılınca alerji olan tiplerin aklıyla İslam'ın nakil mirası tartılmaz. Onların kafalarındaki modern kalıplarla yapacakları tartıda meziyet bulunmaz. Biz, işte tam da bu yüzden, selef-i salihîn dönemindeki akılların mirasına büyük bir kıymet, teslimiyet ve saygı gösteriyoruz. Çünkü bugünün aklına/algısına güvenmiyoruz. Nakli tevil edecek olan akıl, aklına yatmayan herşeyi reddetmeye meyyal, şu yüzyılın aklı olamaz.

18 Ekim 2016 Salı

Bir günde hain olunmaz

Miraç hâdisesinin ardından yaşanan bir hâdise daha var ki, sadece Hz. Ebu Bekir (r.a.) efendimin kemalini değil, mü'minin kemalinin kaynağını da bize ders veriyor. Evet, sıddıkiyet 'kendi kaynaklarından beslenmekten' gelir. Hz. Ebu Ebekir (r.a.) efendim, miracın yaşandığına inanmak için "Bunu o mu söylüyor?" diye sormakla yetinmişti sadece. Bu soruya verilen olumlu cevap miraca inanması için yetmişti. Ayrıca bir delil aramamıştı inanmak için.

Miracın cahiliye aklına uyup uymaması, yani gerçekleşebilir durup durmaması, umurunda olmamıştı. Çünkü o, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan aldığı ders ile biliyordu ki: Allah herşeye gücü yetendir. Kudreti sonsuz olanın birşeyi yaratması için insan aklının ona basması gerekmez. İnsan aklı/anlayışı Allah'ın iradesine, ilmine veya kudretine sınır koyamaz. Onu 'olağanüstü şeyleri yaratmamaya' mecbur edemez. Merhum Necip Fazıl'ın Cinnet Mustatili'ndeki ifadesiyle "Allah izah edilemeyişin tek izahıdır."

Bu noktayı önemsiyorum. Zira bizi nakille ilgili ilimlerin kıymetini anlamaya çağırıyor. Ebu Cehiller gibi sınırlı akılların ve dönemsel doğruların esiri olmamak ancak Ebu Bekirler gibi nakle teslimiyet sahibi olmakla mümkün. Fakat burada yanlış anlaşılan birşey var. Ebu Bekirler naklî bilgiye teslimiyet gösterirken aklı kapının dışında bırakmıyorlardı. Bilakis, aklî bir sürecin sonucu oluyor bu teslimiyet. Nasıl? Belki şöyle: İnsan, iman yolculuğuna çıktığında, Allah'ın farkına öyle bir varıyor ki, artık o Allah aklından çıkmaz oluyor. Her neye baksa Allah'ı hesaba katıyor. İsimlerini fiillerin arkasında görüyor. Bu fiilerin sayısı da o kadar çok ki! Kudretine bir sınır çizemiyor. Güçlüğün sadece kendine/sınırlarına görünen bir güçlük olduğunu, fail-i hakiki olan Allah için bunların hiçbir güçlük teşkil etmediğine uyanıyor.

Bu görüş, cahiliye aklına uysun veya uymasın, yine de müstakim bir akıldan beslenmektedir. Allah'ın varlığının farkına bir kere varan akıl için, onun şânına uyduktan sonra, hiçbir yaratış imkansız değildir. Cahiliye aklı ile mü'min aklı bu noktada büyük bir ayrılma yaşarlar. Cahiliye aklı gördüklerinden hareketle olabileceklere bir sınır çizer. Varlık onun için perde önünden ibarettir. Nedenin gücü yeterse ancak sonuç umulur. Kudreti sonsuz bir faili, hem de perde arkasında bir faili, hesaba katmaya alışık değildir. Müslüman aklı tam tersi şekilde çalışır. Allah'ın kudreti üzerinden baktığı için olabileceklere bir sınır koymaz. Ancak onun 'yaratış ahlakı' üzerinden olanları anlamaya çalışır.

Bu iki alanın farkındalığını korumak kanaatimce çok kıymetlidir. Yoksa, özellikle tebliğ noktasında, birbirine asla kavuşmayacak iki yaka nafile yere iliklenmeye çalışılır. Ebu Cehil'in miracı anlaması ve ona inanması arkaplanından dolayı imkansızdır. Çünkü kendi kaynakları bunu desteklemez. İnandığı bilgi sisteminde miracın olabilirliliği yoktur. Ebu Bekirler eğer 'İlla Ebu Cehiller de inansın!" diye uğraşırlarsa hata ederler. Zira bu gayret, bir süre sonra, onların bilgi sistemlerine uyma veya söylemini illa onlara uydurma sevdasına dönüşür.

Maddeci birisine namazın gerekliliğini anlatmak için aynı zamanda bir spor olduğunu söylemek, orucun gerekliliğini anlatmak için sağlığa faydalarını aktarmak, zekatın gerekliliğini anlatmak için sosyal hayata kattığı dengeyi zikretmek... Bu neviden her gayretimiz aslında kendi kaynaklarımızı bir ölçüde terktir. Biz ne namazı spor olduğu için, ne orucu sağlığa faydası için, ne de zekatı sosyal hayata kattığı denge için eda ederiz. Bunların tamamı bizim için Allah'ın emridir. İlleti Cenab-ı Hakkın 'Yapın!' diye buyurmasıdır. Ancak Allah'a inanmayan birisine bu ibadetleri anlatmak istediğimizde kendi alanınızı kısmen terkersiniz. Onun 'Allahsız' bölgesine geçip oradan deliller çıkarmaya çalışırsınız. "Hiçbir faydası yoktur!" demiyorum. Ancak yerelliği kaybetme tehlikesi bu savunma psikolojisinin hemen arkasından temkinsizlere gözkırpar.

"Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir; icaba, icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte, şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semâvî değildir."

Başkasının delil sistemi içerisinde dolaşmak kendi delil sisteminden uzaklaşmaktır. Modernistlerin en büyük arızası budur. Modern zaman söylemine karşı söz diyebilme telaşları bir noktadan sonra 'yaranma çabasına' dönüşür. Kendi naklî haberlerini modern aklın Allahsız bölgesine uyduramayanlarımızın 'karşılığı yok diye' nakle sırtını dönmesi kadar büyük facia var mıdır? Bu tıpkı kendisine miraç haberi gelen Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) "O dediyse doğrudur" demek yerine "Yok canım! O öyle dememiştir. Bunu başkası uydurmuştur!" demesi gibidir. Ki bugün, özellikle hadis-i şerifler ile ilgili tartışmalarda, Ebu Bekir olması beklenenlerin Ebu Cehilce hareket ettiğini görmekteyiz.

Bu aslında bir yönüyle yerelliğini yitirmektir. Ben şöyle düşünüyorum: Bir fırka veya kişi, bir günde yerelliğini yitirmez, hatta başlarken kaskatı bir yerel olabilir. Ancak kendisini kendi delil sistemi üzerinden ifade etmeyi terkettikçe, yani bunu yeterli görmedikçe veya başka gözlere de girmek istedikçe, yerellikten uzaklaşır. Yerellikten uzaklaşma önce kendi kaynaklarından, delil sisteminden, meşruiyet alanından uzaklaşmadır. Batının gözüne girmek ve rüştünü isbat etmek için 'illet' dilini terkedip 'hikmet' dilini konuştukça kimileri, bu 'hikmet' dilinin önce 'maslahat' ve biraz sonrasında da 'bid'a' diline dönüşmesine engel olamazlar. Kendi denizini terkeden balık başkasının denizine mecbur olur.

Tıpkı mürşidimin Şakk-ı Kamer bahsinde dediği gibi: "Hem meselâ, o vakit cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya'da yeni gurup, Amerika'da gündüz, Çin'de, Japonya'da sabah olduğu gibi, başka yerlerde başka esbab-ı mâniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize bak: Diyor ki, 'İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvâmın tarihleri bundan bahsetmiyor; öyle ise vuku bulmamış.' Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerin başına!" Sözlerimi toparlarsam: Kendi kaynaklarında değil de elde meşruiyet arayan yerelliğini kaybetmeye mahkûmdur. Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın sözüne değil de Ebu Cehillerin ağzına bakanlar kâselis olmaya mahkûmdur. Naklin doğru haberleri yerine aklın cerbezine kananlar mahvolmaya mahkûmdur. Allah bizi onlardan olmaktan korusun. Âmin.

9 Temmuz 2015 Perşembe

Emre Dorman nereye koşuyor 2: Kur'an'a odaklanayım derken eldeki dinden olmak

Bugün sizinle Emre Dorman'ın twitlerinden birisini daha analiz etmek istiyorum. Bu pek ehl-i akıl geçinen hocalarımızın ettikleri kelamların arkasında ne kadar akıl var, hep beraber görmeye çalışalım. Meşhur twitimiz şu: "Peygamberimizin şüphesiz güvenilebilecek tek hadisi vardır, o da Kur'an'dır. Dolayısıyla dinin tek güvenilir kaynağı vardır, o da Kur'an'dır." Analize geçmeden önce bir tesbitimi sizinle paylaşmak isterim. O tesbit de şu: Kur'an müslümanlığı savunucularının aforizma merakı.

Evet, Mustafa İslamoğlu'sundan tutun Emre Dorman'ına kadar hepsinde bir Polat Alemdarlık var. Kurtlar Vadisi senaryosu yutmuş gibi afilli cümleler kurup, davalarını da onlara dayandırıp duruyorlar. Fakat kurcalasanız altlarındaki hakikatin boyu ne kadar?

İşte bugün bir tanesini kurcalayacağız, ancak daha ona geçmeden bu 'benzeyiş' bana sırlı geliyor. Müseylemetü'l-Kezzab'dan bu tarafa 'belagat' sahiplerinin, yeteneklerini 'hakikat'e hizmet ettirmedikleri sürece, bu ümmet için nasıl bir tehlike oluşturdukları hepimizin malumudur. (Bediüzzaman da Ene Risalesi'nde Kur'an'a hizmet etmeyen felsefenin tehlikesine dikkat çekmez mi?) Demek güzel söz söylemek yalnız başına hüner değil. Hüner, 'estetik'ten öte 'hakikatli' söz söylemek. Bu noktada insanımızın da sözdeki estetiğe/efsunî etkiye değil, özündeki hakikate talip olması lazım. Bir tuzafın fâşıdır bu söylediğim.

Bir önceki yazımda Emre Dorman'ın hadis ilminde ehl-i ihtisas olmadığını söylemiştim. O sözümü geri alıyorum. Çünkü bunu söylerken en azından bu konuya dair biraz malumat sahibi olduğunu sanıyordum. Dorman düşündüğümden de kötü durumdaymış. Hadisin neye dendiğini, vahyin ne olduğunu birbirinden ayıramayacak ve Kur'an'ı da hadis diye tarif edecek seviyede yüksek bilgi sahibiymiş(!). O yüzden uyarımı geri aldım. Böyle birisine 'ehl-i ihtisas değilsin' uyarısı yapmak abesle iştigal olur. Zira bu cümleyi Dorman'ın yüzüne kurmak için önce Dorman'a hadiste ehl-i ihtisasın ne olduğunu izah etmek gerekir. Olmadığı şeyi söylerken bilmediği şeyden bahsettiğimi bilmiyordum. Böylece o tesbitimi tashih etmiş oldum.

Peki, Kur'an'ın, Allah Resulünün sözü anlamına gelen 'hadis'ten başka birşey olduğunun altını çizdikten sonra (ki bu çizişi standart müminler için değil Emre Dorman için yapıyoruz) şöyle bir konuya gelelim: İslamî bilginin kaynakları nelerdir?

Başkaları başka başlıklar kullanabilirler, ama ben mürşidimin kullandığı kategorizasyonu tercih edeceğim: Bize Cenab-ı Hakkı tanıtan üç büyük küllî muarrif vardır: 1) Kitab-ı Kebir-i Kainat. 2) Nübüvvet ve özelde Allah Resulü aleyhissalatu vesselam. 3) Vahiy ve özelde Kur'an'ı Hakîm. (Özelde ifadesiyle andıklarım temsil ettikleri kanunun bu ümmete bakan yüzünü teşkil edenlerdir.) Yani biz Cenab-ı Hakkı üç bilgi kaynağından öğreniriz: 1) Kainat ve onun bize Yaratıcısı hakkında kazandırdığı marifet. 2) Peygamberlerin ve özelde Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatu vesselamın aktardığı marifet. 3) Vahyin ve özelde Kur'an-ı Kerim'in doğrudan Allah'ın kelamından bize aktardığı marifet. Biz Cenab-ı Hakka, hakikatlerin hakikatine dair bilgiyi ancak bu üç kaynaktan elde ederiz. Sair kaynaklar ancak bu 'üç büyük küllî muarrif'in cüzleridir. Onlardan ışık alan aynalarıdır. (Bediüzzaman Mesnevî-i Nuriye'de dördüncü bir öğretici olarak vicdanı da anar. Ancak diğer yerlerde hep üç olarak zikrettiğinden ben de bu genel tarik üzere gideceğim.)

Bu kaynaklara dikkatle baktığımızda şunu görürüz: Kaynaklardan birisi aklîdir. Diğer ikisi naklîdir. Yani kainat, aklî bir çalışmayla çözülebilecek, her an açık tefekkürî bir marifeti bugün bize sağlarken; Kur'an ve sünnet, naklî, yani bizden öncekilerin bize aktardığı kadarıyla, hakkında bilgi sahibi olduğumuz marifet türlerini ifade eder. Bence bu aklî ve naklî ayrımı kesin bir çizgi sayılamaz. Kur'an ve sünnetin akılla tahlil edildiğinde 'Bu kelamın sahibi ancak Allah olabilir!' veya 'Bu ahlak ancak Allah'ın Resulünde bulunabilir!' dedirdiği çok şeyler vardır. Nitekim Bediüzzaman da Allah Resulünü Kur'an'ın bir mucizesi olarak, Kur'an'ı da Allah Resulünün bir mucizesi olarak anmıştır.

Bunun dışında kainat bilgisinin de ne kadar aklî olduğu tartışmalıdır. Zira naklî bir önbilgi, bir yol gösteriş olmadan kainat hakkında yapılan tefekkürün bizi İslam'ın istediği akaide (tüm dengesi ve detaylarıyla) götürebilmesi zordur. (Kaç kişi bulabilmiştir şimdiye kadar öyle tevhidi?) Bediüzzaman bu yolun müşküllerine de Ene Risalesi'nin ahirindeki üç yol örneklemesinde değinir. Naklî deliller eşliğinde girilen bir aklî tefekkür, asansör gibi uçarak kolayca yolculuk ettirirken; nakilsiz aklın tefekkürleri dağları/taşları parçalamak veya uzun uzun yolculukları/mesafeleri aşmak olarak resmedilir. Bediüzzaman'ın bir Eş'arî olduğu hatırlanırsa, bu noktadaki duruşu da daha net anlaşılır.

Şimdi gelelim Dorman'ın muhteşem twitine. Allah Resulünün güvenilecek tek hadisinin(!) Kur'an olduğunu söylerken aslında Dorman bize şunu söylemektedir kelamının mana-i muhalifi ile: Kur'an'ın dışında Allah Resulünden nakledilen hiçbir söze güvenilmez. Yahut da şunu demektedir: Allah Resulünün sözü olarak nakledilen (Kur'an dışında) hiçbir söz aslında onun sözü değildir. ('Kur'an, Allah Resulünün sözüdür' mü demek istemektedir? Hadi o kadar suizan etmeyelim.) Peki, Dorman'ın boyunu bir hayli aşan bu Polat Alemdar aforizmasının ulaşacağı sonuç nedir? Yani nereye varmak istiyordur Dorman bu sözü söylemekle? Yoksa biz de mi kendisiyle bir meşrep olup süper-hiper-acayip 'bilimsel' duruşunu şöyle tanımlamalıyız: "Sonunu düşünen kahraman olamaz!" Yok, öyle olmayalım. Biz yine biz kalalım ve Dorman'ın aslında ne demek istediğini ve bu redd-i hadis meselesinin nereye varacağını aklımızla arayalım:

Dorman aslında bize şunu anlatmak istiyor: Hadis gibi naklî bir delilin bütün ayakları sakattır, düzmecedir, kurmacadır. Yani hadis imamları, hadis ravileri, hadis ilmi, tebe-i tabiin, tabiin, sahabe... Hatta bunlara itimat etmiş, bunlarla amel etmiş, bunları doğru bilmiş herkes bir düzmecenin parçasıdır. Allah Resulünün hadisi diye birşey yoktur, ama bize 1400 yıldır böyle şeyler varmış gibi yedirilmiştir. Bu ümmet (ve özellikle bu ümmetin Allah Resulüne bizden daha yakın olanları) öyle fasık bir ümmettir ki, ta ilk elden son ele kadar, yememiş içmemişler, Allah Resulü ölür ölmez onun ağzından yalan sözler uydurmaya başlayarak birbirlerine nakletmişler, sonra utanmayıp onları yazmışlar/kitaplaştırmışlar, sonra ona bir ilim oluşturmuşlar, sonra onunla bir fıkıh kurmuşlar, sonra Kur'an'ı onlarla yorumlamışlar ve Allah Resulünün vefatının hemen ardından İslam'ı İslam olmaktan çıkarmışlardır.

Bir de öyle elele vermişlerdir ki bu fasıklıkta, o kadar organize çalışmışlardır ki, modern zamanlara kadar 'Yahu ne yapıyorsunuz?' diyen de çıkmamıştır içlerinden. Hiçbirisi diğerini açık etmeden, hep beraber, her asırda ümmeti sözde ışıklandıran bütün âlimler de bu oyuna iştirak etmişlerdir. Sayın Emre Dorman'a kadar gelen İslam mirası böylesine lanetli/berbat, böylesine sorunlu ve kusurlu bir mirastır. Şükür ki, Allah Resulünden 1400 sene sonra artık Emre Dorman vardır. O hadislere bakar bakmaz şıp diye meseleyi anlamış ve yüzlük ampul gibi hepimizi; "Yok abicim öyle şeyler! Uydurma bunlar!" diyerek aydınlatmıştır. Hey mübarek... Keşke evvel geleydin. Arada çok insan kaynadı gitti.

Ama bir saniye! Bu cümlede o zaman bir ikircik var. Eğer naklin bütün ayakları, kaynakları, elçileri, mirasçıları, derleyenleri, kitaplayanları, ders verenleri, ders alanları, ondan yorum yapanları, o yoruma uyanları, akaidcileri-fıkıhçıları-kelamcıları-muhaddisleri, otuz iki kısım tekmili birden böylesi fasıklardan ve Allah Resulü adına yalan söz uydurmaktan, yaymaktan, bile bile inanmaktan çekinmeyenlerden oluşuyorsa; o zaman aynı ellerden gelen Kur'an nasıl güvenilir olacaktır?

Öyle ya, bu Kur'an da aynı ellerden yine bir naklî bir bilgi olarak bizlere taşınıp gelmiştir. Yine aynı hafızalarda ezberlenmiş, yine aynı dillerden nakledilmiş, yine aynı ellerde taşınmıştır. Mesele hadis olunca yemedikleri nane, kırmadıkları ceviz, kandırmadıkları adam, uydurmadıkları yalan kalmayan bu insanlar; nasıl olmuştur da Kur'an mevzubahis olunca hiçbir ayeti değiştirmemişler, hiçbir yalan katmamışlar, hiçbir şeyi çıkarmamışlar, bir harfine bile dokunmamışlardır? Naklî delilin her ayağındaki/safhasındaki her insan, istisnasız, hadis konusunda böyle yalancının yalancısı, kötünün kötüsü, güvenilmezin güvenilmezi olduktan sonra, ey şeker abim, aynı ellerden gelen Kur'an'a daha kim inanır?

Siz ne derseniz değin, bu işte bir iş var. Bu Kur'an müslümanlığı birşeyin nihayeti değil, ilk adımı. Eğer naklî bilgiye güveni absürd/dayanaksız iddialarla böylesine kırarsanız, o bilginin yaslandığı herşeyi sarsarsınız. Yarın Kur'an'ın Allah'ın vahyi olduğuna da kimseyi inandıramazsınız. Oyun büyük. Bu insanların varmak istedikleri yer, en iyi ihtimal deizmdir. Allah'ı sadece kainat bilgisinden bulmak ve ötesini/naklî bilgiyi boşvermektir. Bugün hadise bunu yapan, yarın kaçınılmaz şekilde Kur'an'a da şunu yapacaktır. Çünkü Kur'an, sünnet ve kainat İslamî marifette birbirinden kopmaz bir bütündürler. Birisinin altını oymaya başlarsanız ötekinin de altını oyarsınız. Nübüvveti çıkarırsanız vahiy, vahyi çıkarırsanız da kainat deliline zarar verirsiniz. Bu insanlar İslam'a kuvvet olmuyorlar, İslam'ı deizme evriltmeye çalışıyorlar. Bunun bir adım ötesi de yine agnostizm olacak. Çünkü naklî delillerin bağlayıcılığını/belirginliğini yitirerek bu kadar izafîleşen bir kainat yorumu, Allah'ın varlığı ile yokluğunu bir hale getirecek. Uğraşılmayacak. Konuşulmayacak. Çok sinsi geliyor bu saldırı. Aptallığından bihaber, aklın zirvesinde gibi satıyor kendini. Çok kurnazca, aforizma aforizma yaklaşıyor, dikkatli olunmalı.

7 Şubat 2015 Cumartesi

Ben neden Nihat Hatipoğlu’cu değil de Ebubekir Sifil’ci oldum

“Nitekim içinizden size ayetlerimizi okuyan, kötülüklerden arındıran, Kitab’ı ve hikmeti tâlim edip bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik.” (Bakara sûresi, 151)

Nakilciliği kötülemek bir ‘ahirzaman hastalığı’ olarak müslümanlara sirayet etti. O hastalıkla malûl görünmek istemem. İslamî ilimlerin başı nakildir. Kur’an nakildir. Hadis nakildir. Diğer ilimler hep bunlardan doğar. Ancak usûl görüşüne sahip olmak, sahiplerinde şahit olduğum kadarıyla, naklî bilgiye ayrı bir zenginlik katıyor. İstikametli tefekkür buradan çıkıyor.

Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nin beni en çok cezbeden yönlerinden birisi de sırf nakil eseri olmaması. Öyle olmak kötü değil elbette. Ama fazlası olmak, yukarıda arzetmeye çalıştığım vechile, daha güzel. Peki Mucizat-ı Ahmediye (müellifin de ahirinde dediği gibi) telifatında pek kullanmadığı ‘kale-kîle’ usûlüne göre gitmesine rağmen ‘sırf bir nakil eseri olmamayı’ nasıl başarıyor? Allahu’l-a’lem, zannımca, buna aralarda verdiği hadis usûlüne dair bilgilerle muvaffak oluyor. Tevatür, manevi tevatür, haber-i vahid vs... gibi pekçok kavramın ele alındığı, hadis nakli ile hadis usûlü arasında bağ da kurmayı öğreten bir eser Mucizat-ı Ahmediye.

Yalnız bu kadar mı? Değil. Kur’anî hakikatlerle hadisler ve Asr-ı Saadet hâdiseleri arasında da ilgiler kuruyor Bediüzzaman eserinde. Hem mucizelere dair itirazları cevaplamaktan da çekinmiyor. Mutezile gibi ekollerin (günümüzde de modernist emsallerinin) saldırılarına karşı Hanîn-i Ciz’ gibi nice mevzuun müdafaasını yapıyor. İşte, Mucizat-ı Ahmediye okuması, tam da bu yönüyle sırf bir kıssa/hadis nakli okuması gibi değil. Hem bakılanı hem de ‘nasıl bakılması gerektiğini’ ders veren bir tedris.

Bu açıdan diyebilirim ki: Nihat Hatipoğlu Hoca gibi isimlerde eksik bulduğum şey naklettikleri mübarek hâdiseler değil. Hâşâ. Asr-ı Saadet sahneleri veya peygamber kıssaları her mü’minin ağzının tadıdır, balıdır, şekeridir. Onlardan rahatsız olanın bu dinde kalmaması lazım. Allah bu emeklerinden ötürü razı olsun dilerim. Fakat bence, yukarıda zikrettiğim, bu kıssalara katık edilmesi gereken ikinci şeyi ihmal ediyorlar. Sırf bir duygu salınımını, birazcık gözyaşını, birkaç dakikalık hüznü-heyecanı yeterli görüyorlar marifet için ve insanlara da yeterli gösteriyorlar. Halbuki ahirzaman fitnesine karşı bu çaba yetmiyor. Biz gençler şahidiyiz.

Nakilleri anlamada lazım olacak ‘bakış açısı eğitimi’ni göremiyoruz bu sohbetlerde pek. Halbuki hakikate dair olanın bir ucunun mutlaka nazara değmesi lazım. İstikametin ‘abc’sini öğretmesi lazım. Mizanının hep yanımızda kalması lazım. Evet. Öyle olmalı. Sohbet hakkında verebildiğimiz tek malumat “Ama ne ağlattı hoca yahu!” tarzında kalmamalı. Görüşünü de yetiştirmeli o ders. Dışarı çıktığında kulağında dolaşmalı. Tefekkürüne tesir etmeli. Mevzuya dair şüphelere cevap vermeli. Bunu ancak usûl eğitimi sağlar ki Ebubekir Sifil Hoca’nın yaptığı okumalarda bir nümunesi sergileniyor. İtiraf ederim: Beni onlara meftun eden en çok bu yanlarıdır. Taş taş üstüne koyarak nazarımı yetiştirmesidir.

Mürşidim, 20. Söz’ünde özellikle kıssa-yı Kur’aniyenin bu yönüne, yani ‘umumî kanunların uçları’ oluşuna (her zaman ve zemindeki mü’minlerin hayatlarına ışık tutabilecek ‘düstur-u küllîler’ saklayan yapısına) dikkatimizi çekiyor. Onlara bakarken bu nazarla bakmamızı, aksi takdirde ‘sıradan bir vaka-yı tarihiye sanmakla’ Kur’an’ın ezelî ve ebedî ders oluşundan istifademizin azalacağına vurgu yapıyor. Yani bir nevi ‘tarihselcilik belasına’ şifa sunuyor. Bence hem Mucizat-ı Ahmediye hem Birinci ve İkinci Lem’alar Bediüzzaman’ın 20. Söz’deki bu dersinin pratiğidir. Evet. Hiçbir hadiseye kuru bir “Vay be!” dedirtmek için baktırmıyor mürşidim. Hissemizi kollayarak tefekkür ediyor. Sadece bizi o zamana götürmekle kalmıyor. O zamanı da alıp bize getiriyor. Mesela:

“İşte, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahv1ına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.”

Nihayet demem o ki arkadaşım: Her mü’minde bir Hanzala radyallahu anh tedirginliği olmalı. Bir mecliste bulandığı rengin niye hayatının geri kalanına taşınmadığını sorgulamalı. “Neyin var Hanzala?” denildiğinde “Hanzala münafık oldu!” diyecek kadar ileri gitmesek bile “Ne yanlış gidiyor?” diye sorabilmeliyiz kendimize. Hakikat hem mekan, hem zaman, hem insan anlamında umumîdir çünkü. Öğrendiğiniz balık yemek değil de tutmaksa artık her deniz sofraya dönüşür. Tarihselciliğin balonu söner. İnşaallah. Öyle. Dünyanın görüp göreceği en büyük muallim Aleyhissalatuvesselamın hayatını dinliyoruz. Aldığımız duygulanmak kadar az olmamalı. Hele ahirzamanın dehşetli fitneleriyle karşı karşıyayken.

Talebenin öğrendiği gözyaşından anlaşılmaz. Öğrettiğinden-yaşadığından-cevapladığından anlaşılır. Aleyhissalatuvesselamın hayatı tükettiğiniz kağıt mendil sayısıyla ölçülebilen birşey olmamalı asla. Hissiyatın yanına ilim katık edilmeli. Geliştirmeli. Kitab’ı ve hikmeti öğrettiği için o bizim Efendimiz. Yalnızca duygulandırdığı için değil. Hikmetine de talip olmazsak ahirzaman bizi yutar. Ne diyelim: Cenab-ı Hak cümlemizi usûlsüzlüğün vusûlsüzlüğünden muhafaza eylesin. Âmin. Âmin.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...