Kur'an etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kur'an etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2024 Salı

Şu bendeki homo ludenslik homo sapiensliği döver

Anlamda bir sihir var. Nesnelere yüklediğimiz mana onlardan nasıl etkileneceğimizi de şekillendiriyor. Sözgelimi: Dostumun enseme attığı tokatla düşmanımın attığı bir değil. Tamam. Fiil düzeyinde ikisi de aynı. (Tokat nihayetinde tokat yani.) Fakat içimde nasıl bir dalga oluşturacaklarını yine 'anlam' belirliyor. Sevdiğimin tokadını iltifat olarak görebilirim. En sıkkın anında canımın gülümseyebilirim. Düşmanımın attığınaysa böyle bakamam. Olumlayamam. Müsbete yoramam. Dolayısıyla enfüsümdeki yansıması başkadır. Birisi yaralarımdan kurtarır. Ötekisi yaralar. İzleri hep kalır. Karşılığını versem bile zararını uzaklaştıramam. "Nasıl yapar!" itirazı yeşerip durur hatırımda. "Nasıl yapar!" Çünkü yapılamazlığını kesin bir anlam olarak belirlemişimdir. "O adam bana bu tokadı atamaz." Lakin sevdiceğim kulağımı dahi çekebilir. Tıpkı rahmetli babamın defaatle yaptığı gibi... Her hatırlayışımda gülümserim onunla. Özlerim. Acısını dahi özleriz sevdiklerimizin. Çünkü sevdiklerimizdir.

İbrahim sûresinde, kısacık bir mealiyle, şöyle buyruluyor: "Görmedin mi, Allah güzel sözü güzel bir ağaca benzetti ki, kökü sabit, dallarıysa semâdadır. O ağaç, Rabbinin izniyle, her an meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye insanlara Allah böyle misaller veriyor. Kötü sözün haliyse, toprağın üstünden sökülmüş kötü bir ağaca benzer ki, kökü de yoktur..." Müfessirlerimiz, ayette geçen 'tayyib kelime/güzel söz' ifadesinin tevhide, 'habis kelime/kötü söz' ifadesininse şirke dair olduğunu haber veriyorlar. Hakikaten imanımızı hayatta aynen böyle buluyoruz. İman, elhamdülillah, durduğu yerde durmuyor. İnsan toprağına atıldığı anda bütün algılarını etkileyecek şekilde yeşeriyor, dallanıyor, meyveleniyor. Allah'ı nasıl bildiğimizle dünyamız da değişiyor, güzelleşiyor. Herşeyi Rahman'ın yarattığına imanlılar, Yunus Emre Hazretleri gibi "Kahrın da hoş, lütfun da hoş..." diyebiliyorlar. Veya İbrahim Hakkı Hazretleri gibi  "Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler..." söyleyebiliyorlar. Çünkü Onu tanıyınca sevmemek asla mümkün olmuyor. O sevgi de her yaşattığını 'sevgilinin iltifatına' dönüştürüyor. Lezzetlendiriyor.

Mürşidim de bu sadedde diyor: "Kat'iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur..."

Sanki şu dünyaya 'anlamlar yüklemeye' gelmişiz arkadaşım. Yorumlamaya gelmişiz. Okumaya gelmişiz. Ve Hak Teala, yüklediğimiz anlamlara göre, ahiretimizi yaratacak. Yine mürşidimin ifadesiyle: "Burada meyve yersin, orada 'elhamdülillah' yersin." Bu dünyada elhamdülillah diyenler ahirette o elhamdülillahlarını vücudlanmış görecekler demek ki. Buradaki anlamlarıyla orada yeşerecekler. Evet. Cehennem ehli cehenneme layık adem/yokluk anlamları yüklemekte dünyaya. Cennet ehli de cennete yaraşır vücud/varlık anlamları vermektedir yaşadıklarına. Bunlar dünya imtihanımız üzerinden üretilip arşivlenmektedir. Farkındalığımız bir tür kurgu-kayıt hizmeti sunmaktadır. Peki sonrasında ne olacaktır?

Sonra bunlar vücud âlemine tekrar çıkarılacak. Maneviyatlar maddiyata dönüşecek. İlimler hakikate kalbolacak. Herkes odununu kendisi götürecek cehennemine. (Allah bizi onlardan olmaktan korusun.) Herkes nurunu elleriyle taşıyacak cennetine. (Allah bize onlardan olmayı nasip eylesin.) Tıpkı Pir Sultan Abdal'ın dediği gibi: "Cehennem dediğin dal-odun yoktur./Herkes ateşini kendin götürür."

İşte, arkadaşım, bu zaviyeden bakıldığında 'dünya hayat' bir 'oyun ve oyalanmaya' dönüşür gerçekten. Çünkü oyunlar böyle oynanır. Onlar bile-isteye kandırmacalardır. Çocuklar 'yalnız oyuncular için geçerli' anlamlar verebilirler nesnelere. Mesela: Bazen, tıpkı yeğenim Salih'in yaptığı gibi, toplar gezegenlere dönüşebilir. Bazen oyuncak ayı küçük kardeş olabilir. Bazense içinde hiçbirşey olmayan tencerelerde yemekler pişirebilirler. Hayalleri hem gerçektir hem değildir. Gerçektir, zira oyuncuları aksine inandıramazsınız. Değildir, zira hakikate vâkıf olanlar için gülünçtür. Sırr-ı imtihan da bizi böylesi bir 'çoklu gerçeklik dünyasına' uğratmıştır. Bin türlü şirk sanrısına bedel tevhidin de billurdan binbir türlü mertebesi vardır. Herkes mertebesince bir gerçeklikle muhatap olur. Herkes makamınca ağırlanır. Çocuklar da, şimdinin hakkını verebilirlerse eğer, büyüdüklerinde arzuladıkları rolleri oynayabilirler.

Johan Huizinga, Homo Ludens (Oyun İnsanı) isimli meşhur eserinde der ki: "Oyunu kabul etmek, ister istemez, ruhu da kabul etmek demektir. Çünkü özü ne olursa olsun, oyun, madde değildir. Hayvanlar âleminde bile oyun fiziksel varoluşun sınırlarını aşmaktadır. Dünyanın bütünüyle kör güçler tarafından yönetildiğini savunan bir dünya görüşünün perspektifinden baktığımızda oyun tamamen gereksizdir. Ancak ve ancak ruhun içeriye akışının 'evrenin mutlak determinizmini parçalamasıyla' oyun mümkün, tasavvur edilebilir ve anlaşılabilir olur. Oyunun varlığı evren içindeki konumumuzun mantıküstü doğasını sürekli doğrular. Hayvanlar oyun oynayabildiği için salt mekanik varlıklar olmanın ötesindedirler. Biz de oynuyoruz. Ve oynadığımızın bilincindeyiz. Öyleyse biz de salt akıllı varlıklar olmanın ötesindeyiz. Çünkü oyun irrasyoneldir." Kitabın sonlarına doğruysa şöyle güzel bir pencereye çevirir yüzümüzü: "İnsan zihni oyunun büyülü çemberinden ancak gözlerini yüce varlığa çevirerek kurtulabilir. Mantıksal düşünce pek uzağa gidemez. İnsan zihninin bütün hazinelerine ve tüm o parlak başarılarına baktığımızda şunu görüyoruz: Her ciddi akıl yürütmenin dibinde sorunlu bir tortu kalmaktadır. Yargılarımızın hiçbirinin nihai nitelikte olmadığını içten içe biliyoruz. Yargımızın sendelemeye başladığı bu noktada dünyanın ciddi olduğu hissi de sarsılmaya başlar. 'Herşey gelip geçici...' diyen eskilerin sözünün yerine daha olumlu 'Herşey oyun!' sözü kendini bize dayatır..."

"Dünya hayat bir oyun ve oyalanmadan başka birşey değildir..." buyuran En'am sûresi 'oyunun mahiyeti' üzerine düşünmeye sevkediyor bizleri. Dikkat kesilelim. Hem de çok dikkat. Kur'an-ı Mucizü'l-Beyan seçtiği kelimelerle daha nice sırlara işaret ediyor olabilir. O sırları aydınlatmaksa ancak ameliyat-ı tefekküriye ile mümkündür. Tefekkür de temel anlamları doğru yüklemekle ancak bağışlanan bir yoldur. Daha önce okuyanları okumalıyız ki okuyacaklarımızı da okuyabilelim. Daha önce okuyanları okumadan okuyacaklarımızı okuyamayız. Çünkü okumayı öğrenemeyiz. Bizden evvel okuyanların en büyüğüyse "Oku!" emrine muhatap olmuş Aleyhissalatuvesselamdır. O miraçta dahi gözü şaşmayandır. Gördüğünü karıştırmayandır. Hüda kendini bildirmek lütfûndan bizleri esirgemesin. Âmin. Âmin. Âmin.

15 Ocak 2024 Pazartesi

Yoksa el-Kassam yiğitleri bu nasihati karıncalardan mı aldı?

Bediüzzaman'ın, farkında olalım-olmayalım, gözümüzü açtığı mevzu çoktur. Fakat içlerinden birisi ayrıca dilime bal geliyor. Nedir? Kur'an'daki kıssaları, 'olaylar' olarak değil sadece, 'kanunlar' olarak da okuyabilmektir. 'Tarihselcilik' fitnesine büyük bir deva görürüm bunda. Elhamdülillah. Kur'an'ın hiçbir detayının "Maziden ibarettir!" deyu arkada bırakılamayacağını anlarım. Her ne ki, Kur'an'dadır, o Kur'an'dandır. Ezelidir hem de ebede gider. Üstünkörü geçilemez. Küçük görülemez. Sıradanlaştırılamaz. Üzerine eğildikçe, dikkat kesildikçe, gül goncası gibi açılır. Katman katman izdüşümlerini her yerde okutur. Böyle bilenler, uyanıklığıyla dirilenler, onlardır ancak vahyi layıkıyla anlayanlar işte. Yüzbin maşaallah cehdlerine arkadaşım. Evet. Tavusluğun kemalini çıktığı yumurtanın kabuğunda boğanlar körelmeye mahkumdur. Demirciler çarşısında antikanın göremediği değer, antikayı değil, ham demirciyi hicveder.

Misal mi istersin? 1. Lem'a, 2. Lem'a... Daha metadolojik bir anlatımını ararsan 20. Söz. Sâhi, en doğrusu, 20. Söz'ün kapısını çalmaktır evvela. Neden? Çünkü 20. Söz konuyu daha geniş bir pencereden ele alır. Mesela bu cümleyi ancak orada bulabilirsin: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Veyahut şu cümleyi: "Kur'ân-ı Hakîm'de, çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Fakat zikredilen sırra yakından bakabilmen için biraz fazlasıyla da yardımcı olmalıyım sana:

"Mısır kıt'ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin bir parçası olduğundan, Nil-i Mübarekin feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt'ada neş'et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, 'icl' meselesinden anlaşılıyor. İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan 'bakarperestlik mefkûresini' kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte, şu hadise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i'câz ile beyan eder."

Yani, Bakara sûresine ismini de veren 'inek kesme' hâdisesi, "Ta Musa aleyhisselam zamanında olmuş birşey canım!" denilerek basitleştirilemez. 'Esatiru'l-evvelîn' olarak bakılamaz. Köreltilemez. Orada her zamana hitap eden nasihatler vardır. Bir tanesi de şudur: Hayvanperestliğin kökünü kazımak ancak kurbanla mümkün olur. Kurbana mesafe koyanlar hayvanları kutsamaya başlarlar. Nasıl ki, bugün, 'hayvanseverlik' perdesi altındaki müfrit bir temayül, en nihayetinde 'itperestliğe' kadar evrilmiştir; aynen öyle de; boynuna bıçak vurulmayan başka aşırı temayüller de çeşitli yanlış 'kutsamalara' sebep olabilirler.

Namazla zamanın boynuna bıçak vurulur mesela. Zekatla malın boynuna bıçak indirilir. Herşeyin boğazlanması 'cinsinden bir fedakârlıkla' olur. Allah'ın verdiğinden takdir ettiği bir kısmını, yine Onun rızası namına, bağışlarsın. Arana hikmetli bir mesafe koyarsın. Böylece şirk temayüllerini zebhetmiş olursun.

Allah o mücahidîn-i İslam'ı cihadlarında muvaffak eylesin. Gazze'nin yiğitlerinden alınacak çok ders var. Cenab-ı Hak imtihanlarını yakında bağışlayacağı zaferle ferahlığa döndürsün. Onlara vatanlarını-huzurlarını iade etsin. Kendi payıma çok dersler çıkarıyorum onlardan. Bir tanesini de bu yakınlarda aldım. Mübareklerin, Gazze'nin her yerine kazdıkları tüneller marifetiyle sürdürdükleri harp, ellerindeki sınırlı imkanlara rağmen, 100 gündür kök söktürdükleri İsrail ordusunu görmekle birlikte, nicedir "Bu Kur'an'a neden dahil edilmiş acaba?" diye düşündüğüm birşeyi anlamamı sağladı. Evet. Dersimin hülasası şudur:

Neml sûresinin 18. ayetinde, sûreye de ismini veren ayettir, kısacık bir mealiyle buyruluyor ki: "Nihayet karınca vadisine geldiklerinde bir karınca şöyle dedi: Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; aman, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!” İşte, ben, şüphesiz ki cahilliğimden, bu ayeti okuduğum her defasında derdim içimden: Karıncaların aldığı böylesi bir tedbir Kur'an'da zikredilmeye neden değer bulundu? Süleyman aleyhisselamın dilegetirdiği şükür elbette önemli bir hikmettir. Lakin şunun buraya alınmasında başkaca hikmetler yok mudur? Nelerdir? Şimdi, birisinin, Gazzeli mücahidler emeğiyle gösterildiğini düşünüyorum arkadaşım: Nasıl ki, karıncalar, Süleyman aleyhisselamın azametli ordusundan ancak tünel tünel yuvalarına sığınarak korundular; aynen öyle de; Gazze'nin mücahidleri de, Benî İsrail'in her türlü teknolojik imkânla donatılmış zulmünden ancak tüneller marifetiyle korunabildiler.

Hatta, ahirzamanda, orduların yıkıcılıkları arttıkça savaşlar cephe, siper, sığınak, tünel savaşlarına doğru dönmeye başladı. Süleyman aleyhisselamın kuşlarına bedel bu zamanın savaş uçakları yüzeyde yapılacak harpleri müşkülleştirdi. Tâlibân Amerika'nın zalim saldırılarına karşı mağaralara sığındı. Hamas da İsrail'in zulmüne karşı yeraltı tünellerinde savunma kurdu. Yani ayet-i kerimenin musırrane söylediği şey geniş bir uygulama sahasına kavuşmuş oldu: "Güçlü bir orduya karşı canını savunmak isteyen zayıf bir topluluksan sığınacağın yeri doğru seçmelisin. Gadrinin ulaşamayacağı kanallar, tüneller, siperler, sığınaklar kazmalısın. Korunmak böyle olur. Bu kanunu ders almak için karıncaların kıssasına dikkat et."

Allahu'l-a'lem, en doğrusunu Mevla bilir ya, Neml sûresinde mezkûr hâdisenin zikrinin böylesi bir umumi kanuna da baktığını düşünüyorum ben. 20. Söz'deki o cümleyi tekrarlayalım: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Veyahut diğerini: "Kur'ân-ı Hakîm'de, çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Her şekilde Kur'an bize, okuduğumuz-okuyacağımız, nice nice sırlar tenbihliyor. Bunların bazılarını çabuk anlıyoruz. Bazılarını ancak yaşadıkça seziyoruz. Ancak hiçbirisi 'tarihsel bir olay' olarak arkamızda kalmıyor. Tekrar be tekrar karşımıza çıkıyor. Tazeleniyor. İşte, arkadaşım, karalamamın sonunda, o Rahman u Rahim'in vadisinde durmaktayız yine. Şüphesiz biz karıncalardan daha zordayız. Onlar Süleyman aleyhisselam gibi ismet sahibi bir sultanın ordusundan sakınıyorlardı. Fakat artık bebeklerimizin dahi kanına susamış canavarlar saldırıyor. Lütfunu, keremini, Gazze için imdadını Rahmanlığından ve Rahimiyetinden bekleriz. Sığınacak başka tünelimiz yok ki hem.

11 Aralık 2022 Pazar

Nur'un İlk Kapısı ile Küçük Sözler arasında bir çelişki mi var?

"Sözlerdeki hakaik ve kemâlât benim değil, Kur'ân'ındır ve Kur'ân'dan tereşşuh etmiştir. Hattâ, Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur'âniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir." 
Mektubat'tan.

Bediüzzaman'ın İlk Dönem Eserleri içinde derlenen telifi Nur'un İlk Kapısı'nın bir özelliği beni düşündürüyor. Fakat düşündüğümü aktarmazdan evvel 'kitabın müellifini tekrar buluşu' hikâyesini kendisinden dinleyelim: 

"(...) Barla karyesine, yirmi beş senelik bir mufarakattan sonra, aynen meskat-ı re'sim Nurs karyesine karşı olan sıla-i rahimden daha ziyade bir sâikle geldim. (...) Sonra, gayet zevkli ve neşeli bir halet içinde iken, sekiz sene hiç gücendirmeden mükemmel bana hizmet eden Sıddık Süleyman bana bir kitap getirdi. (...) Küçük Sözler'in ve bazı mühim Sözlerin çekirdeklerini ve bir kısmının tam izahlarını içinde gördüm. (...) Aslâ ve kat'a hatırıma gelmemişti. Bütün bütün bu eseri unutmuştum. Vücudunu hiç bilmiyordum. Sıddık Süleyman'ın sekiz sene sadakatli hizmetinin tam bir yadigârı nev'inden, onun gayet büyük bir hizmeti hükmünde kabul ettim, 'Bin bârekâllah!' dedim."

Yani, mürşidim, o bitmek bilmeyen sürgün/hapis telaşı içinde böyle bir eseri kaleme aldığını unutmuştur. Seneler sonra, kitabı himaye eden talebesi sayesinde, hatırlamıştır. (Allah ikisinden de razı olsun. Cennette Aleyhissalatuvesselam Efendimize komşu eylesin. Herbir harfi için bin hasene yazsın.) Benim dikkatimi çekense şu arkadaşlar: Bediüzzaman, mezkûr eserde, daha sonra Sözler'de (hassaten Küçük Sözler'de) karşımıza çıkacak pekçok temsili/izahı tekrarlıyor. (Nur'un İlk Kapısı'nın telifinin daha önce olduğu düşünülürse aslında tekrar diğerleridir.) Ancak önemli bir farkla: Başlarındaki ayetleri kimi zaman değiştiriyor. Halbuki, nur talebeleri olan hâkim kanaatimiz o ki, Risalelerin başındaki ayetler 'eserde tefsir edilen ayetler'dir. Yani manşetteki ayet neyse içerideki izah onunkidir. Nur'un İlk Kapısı ise bu bakışı 'daha üst bir tanesiyle' değiştirmemizi mecburî kılıyor. Çünkü izah aynı kaldığı halde ayet musırrane değişiyor.

Misal olarak hemen bir tanesini zikredebiliriz: Nur'un İlk Kapısı'nda 2. Ders, Sözler'de 8.'ye denk gelmektedir. İçerikleri hemen hemen aynıdır. Fakat 2. Ders'in başındaki "O gün Cennet takvâ sahiplerinin gözleri önüne getirilir. Cehennem de azgınlara gösterilir." (Şuarâ Sûresi, 26:90-91.) ayeti 8. Söz'de hiç anılmamaktadır. Aynı şekilde, 8. Söz'ün başındaki "Allah Teâlâ ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Hayy Odur (Hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıklara hayat veren Odur). Kayyum Odur (Bizzat kâim Odur. Varlığı sonsuza kadar devam eder, bütün varlıklar Onunla ayakta durur ve varlıkları Onunla devam eder)." (Bakara Sûresi, 2:255.) ile "Şüphesiz Allah katında makbul olan din İslâm dinidir." (Âl-i İmran Sûresi, 3:19.) ayetleri de 2. Ders'in hiçbir bölümünde geçmemektedir. Peki bu 'mübarek müşkül' karşılaşanı hangi uyanışa iter?

"Allahu'l-a'lem!" kaydıyla söyleyeyim. Çünkü en doğrusunu ancak Allah bilir. Ulaşılması gereken uyanış şudur: Bu eserler sadece başlarındaki ayetlerin tefsirleri değildir. Hem salt içlerinde bir şekilde zikredilmiş ayetlerin izahları sadedinde de sayılamazlar. Bediüzzaman teliflerinde sezdiğimiz-sezemediğimiz birçok ayetin/hadisin tefsirini yapmaktadır. Fakat, bir sebeple de onlardan bazılarını açığa vurmakta, hatta en başa almaktadır. (Diğer birçoğunuysa gizli tutmaktadır.) Sathî nazarla bakıldığında o eser sadece o ayetin tefsiri gibi görülmektedir. Öyle iddia edilmektedir. Halbuki Nur'un İlk Kapısı'nın bana yaşattığı türden uyanışlar yaşandığında bu iddia anlamsızlaşmaktadır. Bediüzzaman Risale-i Nur'da kaç ayeti tefsir etmiştir? Kimbilir. Belki bütün Kur'an Risale-i Nur'da zaten tefsir edilmiştir. Belki de edilmemiştir. "İçinde şu kadar ayet geçiyor!" denilmekle muradı/kapsamı tahdit edilemez. Öyle bir bakışla yukarıdaki durum açıklanamaz.

İşte düşündüğüm bundan ibaretti arkadaşlar. Sürç-i lisan ettiysem affola. Bana kıymetli geldi. Belki size de gelir diye yazdım. Zaten bildiğinizi tekrar ettiysem cahilliğime verin. Ben yeni farkettim. Heyecanlandım. Çocuk dediğin heyecanlandı mı dilini tutamaz. Cahillik de çocukluğa benziyor. Vesselam. 

27 Haziran 2022 Pazartesi

Peki ya Bediüzzaman Kur'an'ı neden bitiremedi?

Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'da neden bütün ayetleri tefsir etmediği üzerine bir tartışmadan sonra Prof. Dr. Bilal Saklan Hoca'nın Muhaddis Sûfiler isimli eserinde rastladım şu bilgiye: "Ebu'l-Abbâs hergün bir hatim indirir. Ramazanlarda ise bir günde üç hatme çıkardı. Yalnız onun Kur'an'dan istinbat niyetiyle yaptığı hatim on küsur sene sürdü. Vefat ettiğinde bu hatmi tamamlayamamıştı." Dalgınlaştım biraz bu satırlardaki hikmet üzerine. "Demek" dedim. "Ayete nasıl bir niyetle müracaat edersen onu buluyorsun. Damlaları sayayım dersen damlalar sayılıyor. Deryasına doyayım dersen deryasının dibi bulunmuyor."

Sonra A'râf sûresinin 203. ayeti dikkatimi celbetti arkadaşım. Hani orada 'hâżâ besâiru min rabbikum' buyruluyor. Birçok meal çalışmasında bu ifadeye "Rabbinizden gelen basiretlerdir!" karşılığı verilmiş. (İçlerinde Diyanet İşleri, Diyanet Vakfı, Hayrat Neşriyat vs.'nin de bulunduğu ondan fazla meal çalışmasının ortak karşılığı denilebilir.) İşte bu karşılık kalbimi alıp Risale-i Nur'dan bazı bahislere götürüyor:

"Kur'ân-ı Hakîmin kelâm-ı ezelîden gelmesi ve bütün asırlardaki bütün tabakat-ı beşere hitap etmesi hasebiyle, mânasında bir câmiiyet ve külliyet-i harika vardır. İnsandaki akıl ve lisan gibi, bir anda yalnız bir meseleyi düşünmek ve yalnız bir lâfzı söylemek gibi cüz'î değil, göz misillü muhît bir nazara sahip olmak gibi, kelâm-ı ezelî dahi bütün zamanı ve bütün tâife-i insaniyeyi nazara alan bir külliyette bir kelâm-ı İlâhîdir. Elbette Onun mânâsı, beşer kelâmı gibi cüz'î bir mânâya ve hususi bir maksada münhasır değildir. Bu sebepten, bütün tefsirlerde görünen ve sarahat, işaret, remiz, îma, telvih, telmih gibi tabakalarla müfessirînin beyan ettikleri mânâlar, kavaid-i Arabiyeye ve usul-ü nahve ve usul-ü dine muhalif olmamak şartıyla, o mânâlar, o kelâmdan bizzat muraddır, maksuddur."

Kuantum fiziğine ilgi duyanlar 'dalga hareketi' ile 'tanecik hareketi' arasındaki farka aşinadırlar. Meşhur Çift Yarık Deneyi de mesmuatlarındandır. Gözlemcinin nazarı nasıl birşeyse nesnenin hareketini etkiler sanki. Hayret ki hayret. Fakat müslümanlar buna şundan evvel aşinadır: "Ameller niyetlere göredir."

Metne geri dönelim. "Göz misillü muhît bir nazara sahip olmak!" Nedense iktibasın mecmuundaki hakikat bana mezkûr 'basiret'in tefsiri gibi geliyor. Şimdi soracaksın haklı olarak: "Kur'an ayetleri nasıl basiret olur?" Ben de diyeceğim ki: "Kur'an'ın sözlerine göz nazarıyla bakarsan bu sırrı kavrayabilirsin." 

Söz yalnız söyleyeceğini söyler. Gözse görebileceklerinin hepsine kasteder. Manzarayı sarar. Hatta bu eşikten İşaratü'l-İ'caz'daki şu metne de bir parça yaklaşabilirsin: "İnsanların fehimlerine göre Cenâb-ı Hakkın hitâbâtında yaptığı bu tenezzülât-ı İlâhiye insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlâhî bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur'ân-ı Kerimin üslûpları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avâm-ı nâsın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür."

Demek biz Kur'an'dan söz değil göz alıyoruz. Onlar, söze benziyorlar, ama elbette beşer sözü gibi değiller. Sözümsü gözler onlar. Sözün söylediği bitebilir. Ama gözün gördüğü bitmiyor. Yahut da şöyle söylemeli: Eğer Kur'an'ın sözlerine göz nazarıyla bakarsak hakiki basiretine eriyoruz. Onun manasındaki külliyet, sözü sözde bitirmemekle, bir bakış açısı (hatta yaşam açısı) kılmakla inkişaf ediyor. 

Belki insan idrakiyle Kur'an'a bu hizmeti de veriyor. Evet. Suya atılan taş dalga başlatır. Kuma atıldığında bu olmaz. Taşı sinesine alacak yumuşaklık lazımdır dalga için. Lâtif kalpler Kur'an'ın nücumuna su hizmeti de veriyor olamaz mı? Canını, ömrünü, nazarını, tefekkürünü, zamanını kelamullahla yoğurarak yaşayan bir tefsir oluyor yani insan. Sırf okumak değil bu. Metnin içinde yaşamak. Metinle yaşamak. Gönlüne basmak onu. Kevnî ayetler ile kelamî ayetlerin arasında berzah olmak. İkisini birbirine kendi âleminde dokumak. İkisine birden dokunmak. Ayeti okumaktan aşkın olarak onu başımızın üstünde, gözümüzün önünde, gönül gözünde taşımak. Niçin? Herşeyi o okusun diye. O okuyup bize aslını söylesin. 

Bizde görünsün. Biz aradan çıkalım. Biz 'ben' olarak azalalım. Reşha olalım. Hakikat güneşini görünce buharlaşalım. Biz eksiğiz çünkü. Biz sınırlıyız. Bizde yalnız basar var. Basiret basardan üstündür. Evet. Göz yalnız gördüğünü bilir. Basiret görülmeyenleri de sezer. Kur'an bizi söz değil göz sahibi yapıyor. "Mü'minin ferasetinden çekinin. Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar!" hadisi belki biraz da bunun müjdecisi. Ve belki Kur'an'ın sözünün göz olduğunu düşünenlerin ömürleri de hatimlerinin sonuna gelmeye yetmiyor. Bu onların/eserlerinin eksikliğinden değil. Kaşık okyanusa kastettiğinden. Öyle ya. Yetirebilir mi hiç arkadaşım?

28 Mart 2022 Pazartesi

Biz bu âlemin sancısıyız

'Hayat' diyoruz fakat hakikatte 'ölmeye başlamak'tır. Evet. Hepimiz gitmeye başlıyoruz dünyaya gelirken. Nasıl ki lokmanın lezzeti daha yutarken terkediyor, aynen öyle de, hayat da 'ömür' süreci içinde terkediyor bizi. Bu hikmetle belki de Kur'an-ı Hakîm buyuruyor: Asıl hayat sahibi ahiret yurdudur. Ne kadar açık. Ne kadar isabetli. Ne kadar uyandırıcı. Ölüm olmayandır hayat. Ebediyeti olmayan hayat ölümdür. Yani varolduğu an 'ölme süreci'ne dönüşür. Biz de şuradaki faniliğimizle bir tür ölme sürecindeyiz. Hayata yalnızca dokunduk. Acılarımızın kökeninde bu var.

Hayat ölüm olmayandır. Bu nedenle batıp giden herşeyden kıvamı bozulur. Tadı kaçar. Çünkü sonunu sezer. Elindeki balon patlayınca ağlayan çocuk da, cebindeki harçlık bitince canı sıkılan genç de, sıhhatini arayan hasta da (ve daha nice şekillerde hepimiz) ölümü an an teşhis edebiliyoruz. Birşeyler gidiyor. Birşeyler hep gidiyor. Hiçbirşey elde kalmıyor. Sevmek hareket halindeki bir trenden dikenli tellere asılmak gibi. Ne kadar severseniz o kadar yara. Dünyacı sevmeler böyle. O yüzden vaktiyle yazmıştım bir ajandaya: Zamana yayılmış bir intihar gibiydi seni sevmek.

 Hayat, varolduğumuz bütünlük içinde, ayrıca bir bütün olmaktır. Âlem bir bütün. İnsan da bir bütün. Âlem, bütünlüğü içinde varolan bu kardeşini, tekrar bütünleşmeye çağırıyor. Sistem sistemi yutuyor. Bu yutuş süreci tamamlandığında topraktan gelen toprağa dönüyor. Peki ya topraktan gelmeyen yanlarımız? İçimizde bir sonsuzluk aşkı var. Bu dünyada bulunmayandan karılmış harcımız. Cennete basmışlığımızı hatırlıyor ayaklarımız. Maddeden aşkın açlıklarımız varsa bu dünyaya ait değiliz demektir. Çünkü sırf ondan yaratılmış olsaydık onu aşamazdık. Nitekim hayvanların faniliğin üstünde tahayyülleri yoktur. Bu özlem bizdedir.

Özlem varsa tanışıklık da var. Tanımadığını özlemez kimse. Hayal bile varoluştur. Fanilik canımızı bu yüzden çok yakıyor. Biz sonsuzluktan haberdar edilmiş fanilikleriz. Bizi yaratan el-Bakî'nin hayata varan tasarrufu, tecellisi, bağışı gözümüzü açtı. Hamdolsun. Ötelerde bir varlık daha düşleyebiliriz. Eğer bu düşümüzün hakikati verilmeyecektiyse neden ufkumuza düşürülsün? Bediüzzaman ahiretin varlığına buradan da bir delil çıkarıyor. Vermek istemeseydi istemek vermezdi. Evet. İstememizi istemeseydi düşlemek vermezdi. Hayatın bizim şiddetimizdeki varlığı bu dünyadan ibaret olmadığının delilidir. Hayvanların hayatından ibaret kalsaydı dünya faniliği içinde kararlılığı bulmuş olurdu. Sancıyan hiçbir yanı kalmazdı. Biz bu âlemdeki varlığın sancısıyız. Hayatın ölüme layık olmadığını ölme sürecini yaşarken biliyoruz. Bu bilmek eğer Allahsızsa delirtiyor bizi.

Kimse sonu idam bir yolculukta sofralarla avunamaz. Ya sonunu unutacak kadar mestolacak yahut da delirecek. Veyahut bir yol daha var: Sürecin yüzeyden ibaret olamayacağını kavrayacak. Perdeyi aralayacak. Hayatın ölüme layık olmadığını yara yara sezdiğimiz doğru. Peki ne zaman sezgimizin mesuliyetini alacağız? Peşini bırakmak da sezginin ölümü değil midir? Nihayetinde küfür 'örtmek' manasına geliyor. Dünyayı kapatacak örtü yok bizde. Fakat içimizde katlettiğimiz ne çok hayat var bir görsen.

26 Mart 2022 Cumartesi

Zalimlik kabul edilmemiş cahilliktir

Zalimliğimizin cahilliğimizle ilgisi var arkadaşım. Hatta derim ki: "Her zalimlik kabul edilmemiş bir cahilliktir." Furkan'dan işitince farkettim, şükür. Hani musırrane 'zalûmen cehûla' buyuruyor ya. İşte orası uyandırdı beni. Elhamdülillah. Yani zulüm işi sadece 'kötü niyet' işi değil. İyilik kastıyla da çok zulümler işlenebilir. Başkasının cennetine karar vermek de zulüm olur bazı. Nasıl? Neden? Belki şundan: Ehadiyet sahibi Allah, kudretinin bir de hikmet burcundan temaşası için, herbirimizi 'biricik' yaratmış. Gönlümüzü has tecellilerinin tahtı ve âlemdekilerin de tekrarsız seyirgâhı kılmış. Biricikliğin şânı nedir peki? Belki şudur: Biriciklik biriciklik üretir. 

Her biriciklik nihayetinde başka biricikliklere bakar. Evet. Sen de görüyorsun: Herkes aynı yemeği sevmiyor. Herkes aynı renkten hoşlanmıyor. Herkes aynı ahenge kulak veresi değil. Âlemden herbirimize düşmüş başka bir âlem var. Bir biteviye orijinallik şahitliğimiz. Âdemiyet kanununun herbirimizde başka hal alması. Mesela: Aborjine acıyıp sarayda ağırlasak ne olur? Çocukken bir filmde görmüştüm sanki. Deliriyordu adam. Çünkü duvarlar içinde hiç yaşamamış. Gökyüzünden başka tavanla tanışmamış. Sarayı cehennem tanıyor. Götürenler firdevse kavuşturduklarını sanıyorlardı halbuki. Doğrusu: Onların cenneti Aborjinin cehennemiydi.

Cennetimize kim karar verecek o halde? Elbette hem 'bütünün' hem de 'biriciklerin' sahibi. Vahid-i Ehad. Hem 'Vahid' hem 'Ehad.' Bu yapbozu yaratanından başkası tamamlayamaz. İnsan, ki kendisi de bir âlemdir, fakat Rabbü'l-Âlemîn'den gayrı kimsenin cennetinde rahat edemez. Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur. Bütünün bilgisi lazım yerli yerindeliğimize. O yüzden bâtıl akidelerin hiçbirisi tatmin edici olamadı. İdeolojiler boğdu. Ütopyalar boğuldu. Başlarken bitti. Tatları acılaştı dilde bekletildikçe. Meftunları cehennemi düşlemiyorlardı halbuki. Hepsinin emeli dünyadaki cennetti. Lakin hakikatimizi epeyce gözardı ettiler. İnsanın hem içinde yeraldığı bütün hem de bizzat parçalığı hakkındaki cahilliğini ıskaladılar. Akıl fenerlerinin zayıf ışığı gözlerini aldı. Ateşböceklerinin parıltısı ışıktan etti. Gözlerini güneşe karşı köreltti. Hasılı: Bilmediklerini bilmedikleri için de kestiremediklerini eylediler. Nefislerine zulmettiler. 

Zulmettiler. Çünkü bütüne uyumsuz her parçalık zulümdü. Zulmettiler. Çünkü parçanın reddettiği her bütünleştirme incitirdi. 

İmtihanımız da bu noktada düğümleniyor sanki arkadaşım: Eylemlerimizin hem 'bütüne' hem de 'kendi bütünlüğümüze' bakar yanları var. Fakat ne bütünü kuşatabiliyor ne de sırrımıza vâkıf olabiliyoruz. Hem 'âlemlik' bilgisinden aciz hem 'kendilik' bilgisinde cahiliz. Bu kadar uçurumun kavuştuğu yerde düşmemek mümkün mü? Seçimler galattan korunabilir mi? İşte şimdi vahyin-nübüvvetin bağışlanış sırrına yaklaştın. Hikmetini anlamaya başladın. Evet. Çok zalim ve çok cahiliz. Fakat 'adaleti sonsuz' ve 'herşeyi bilen' Allah doğruları lütfediyor. Karanlık varsa ışık da var. Uçurum varsa yol da var. Cümle cevaplar Kur'an'a ve sünnete yerleştirilmiş. Sana düşen yalnız duvarlarını kabullenmek. Çünkü ancak kabul eden kaçar. Kaçan insanın sığınacağı olur. Sığınana ancak yardım edilir. Yani ki: 'Bütünün sahibine' sığınanın zulmetmemesi mümkündür. Elbette her işimizde tevfik Hüda'dandır. Biz de inayetini Rabbü'l-Âlemîn'den dileriz.

30 Ocak 2022 Pazar

Bu yol Mehmet Görmez'i nereye götürür?

Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'e atfen böyle bir söz dolaşıyor: "Bir hadisin isnadı ne kadar sahih olursa olsun, metninde aranması gereken ilk özellik, Kur'an'a uygun olup olmadığıdır." Kanaatimce bu çok kusurlu bir yaklaşımdır. Sıradan insanın kendisini Allah ile Peygamberi (a.s.m.) arasında hakem tayin etmesidir. Neden böyle söyledim? Çünkü Kur'an'a uygunluktan bahsedildiği zaman, kimse Kur'an'ı vahyeden Allah'ın ilmine, yani o kelamdan kastettiği muradın katmanlarına tastamam sahip olamayacağından, (esasında 'Allah' olamayacağından) aslında bahsedilen şey "Benim Kur'an'dan anladığıma uygun mudur?" zeminine inecektir-düşecektir. 

"Anladığıma uygun mudur?" denildiği anda da âdemoğlu kendisini Allah ile Peygamberi (a.s.m.) arasında hakem tayin etmiş olarak bulur. Doğrusu şu olmalıdır gibi geliyor bana: Senedi sahih rivayeti anlamada müşkülat çekiliyorsa müteşabihler muhkemlere havale edilmelidir. (Nitekim Kur'an'daki müşkülat hakkında uygulanan kaide de budur.) Elhamdülillah. Aleyhissalatuvesselamdan sahih rivayet bir tane değildir. Binlercedir. Onbinlercedir. Onlarda görünen mizac-ı beyan-ı mübareki ortadadır. 

Bütünlükte görülen ruh parçalarda boğulmayı önler. 'Aşırı yorum' tehlikesi varsa metnin bütünlüğü zaten bizim kurtarıcımızdır. Peki bu ne demek? Umberto Eco'nun Yorum ve Aşırı Yorum'da isabetle dikkat çektiği birşey: Bir yazar, sözgelimi 'komünizmi yermek' niyetiyle bir kitap kaleme almışsa, içinden hiçbir parça kesilerek "Bu yazar komünizmi çok severdi!" denilemez. Çünkü metnin bütünlüğü çerçeveyi oynanmaz kılar. 

Şimdi soralım: Aleyhissalatuvesselamın hadislerinin bütünlüğü, ehl-i sünnet simasında yansıyan o pâk güzellik, müşküle düştüğümüz rivayetleri aydınlatmaya yetmiyor mu? Ulemamızın kütüphaneler dolduran izahları kâfi gelmiyor mu? Neden önce onlara müracaat etmek yerine Kur'an'a, aslında ondan bizim anladığımıza, gidiyoruz? Bu sıçrama neden? 

Bu sıçramanın niyeti, suizannımca, iki amaca dayanıyor: 1) Önce Kur'an sünnetsiz bırakılarak, geometrik ifadesiyle, iki noktadan geçen tek bir doğruyken, tek bir noktadan geçebilecek çok sayıda doğruya döndürülüyor. Cevamiü'l-kelîmliği mizansız suistimal edilmek isteniyor. 2) Niyet hadis dövmek olduğu için, onların yeri de ümmet nazarında pek yüksek bulunduğundan, çocukların güç yetiremedikleri hasma karşı abilerini çağırmaları nevinden, hadis-i Resulullah'a karşı kelamullah çağrılıyor. Hadis hadislere arzedilmiyor. Bu yapılırsa galip gelecek yine hadis çünkü. Halbuki galip gelmesi değil kaybetmesi umuluyor.

Yukarıdaki misali de biraz açalım. Geometride temel öğretilerden birisidir: Birbirinin aynı olmayan iki noktadan yalnızca tek doğru geçer. Tek bir noktadan ise sayısız doğru geçebilir. Ben bunu sünnetin Kur'an yanındaki fonksiyonunu anlamada çok yardımcı bir misal olarak görüyorum. Aynısını yapıyor çünkü. Kur'an bir nokta. Üstelik cevâmiü'l-kelîm özelliği var. Vahyin beyanları 'Çok anlama gelebilir' nitelikte. Bediüzzaman'ın tabiriyle: Kısa söylemiş ta uzun olsun. Bu da içinden çok sayıda doğru geçebilir hale getiriyor. (Bid'a fırkaların tarihteki serencamı durumun şahididir.) Sünnet ise ikinci nokta. Onu da koyduğunuz zaman doğru tekleşiyor. Hep ekalliyette kalmış gayrısının rağmına ehl-i sünnetin ana omurgalığını devam ettirmesi bu iki nokta sayesindedir. 

Şimdi, bütün bu tecrübeyi bir kenara bırakarak, hadisleri silbaştan tartışmaya açarsanız, Kur'an zaten hadislerle anlaşılıyor, ikinci noktayı uçurursunuz. Bindiğiniz dalı kesersiniz. Hatanın haritasını takip edelim: Hangisinin hadis olduğu nasıl anlaşılacak? Kur'an'a sorularak. İyi de Kur'an hadislerle anlaşılıyor. Sözgelimi: Namazla ilgili hadisleri Kur'an'a sorarsak, Kur'an'daki namazla ilgili ayetler bu hadislerle anlaşılıyor, Kur'an'ı anlamanın yolunu kendimiz budamış olmaz mıyız? 

Adam oturuyor hadislerin başına, "Kur'an'da şu yok, bu yok, o yok!" diye Kasap Haydo gibi doğruyor. Yahu Kur'an'da göremediklerin tamam olsun diye o hadisler bildirildi. Göremediklerin üzerinden onları eleyesin diye değil. Bu mantık(!) otomatikman sünneti Kur'an'a risk algılıyor. Bunu da bir misalle açmak isterim. Diyelim: Bize bir kullanma kılavuzu verilmiş. Bir de yardımcı kılavuz verilmiş. İkincinin verilme nedeni birinciyi doğru anlamak. Sen tutup "Birincide olmayan şeyler var!" diye ikinciyi çöpe atarsan ahmaklığın cetvelle ölçülmez olur. Cenab-ı Hak öylelerden olmaktan cümlemizi muhafaza eylesin. Âmin.


26 Aralık 2021 Pazar

Pirenin derdi Ahmed'i niye gerdi?

Bu meseleyi sıkça gündeminize taşıyorum. Fakat ne yaparsınız? O da benim gündemimi meşgul ediyor. Evet. Bugün 'virüs' mevzuuna dokunacağız. Okuduktan sonra ellerinizi falan yıkamanıza gerek yok ama. Sakın. Zahmet buyurmayın. Zira bizim dokunuşumuzla bulaşan virüs yok. En azından biyolojik olarak olay böyle. Biyolojik olmayan virüslerse bahsimizden hariçtir. Onlara yazımızda yer vermeyeceğiz ki size bulaşsınlar. Ancak yine de dikkatli olun. Ben de hastalığının farkında olmayan bir taşıyıcı çıkabilirim. Ahirzamanda fikri/zikri hastalıksız mü'min bulmak kolay iş değildir. Hele ben nefsimi temize hiç çıkarmam.

Şöyle bir yerden alayım: Virüslerin doğasını biyoloji derslerinde öğrenmiştik ilk. Lisedeydik. O zaman da çok ilginç gelmişti. Hâlen de ilgim sürüyor. Zaten köftehor da bizi hiç rahat bırakmıyor. Sözgelimi: En son golünü 72 millet bir olduk da kalemizden çıkaramadık hâlâ. Covid 19 canım. Nam-ı diğerle Korona. Ondan bahsediyorum. Kulak misafiri olduğum bir esnafın tabiriyle de 'Cavid abi.' Cavid abi esnafın işlerini mahvetti. Sadece esnafın mı? Aslında bütün devletlere bir şok yaşattı. Hiç hesapta olmayan bir fırtınaydı. Salgından üç ay önce kimse böyle bir sürecin dünyanın başından geçebileceğine inanmazdı. Ama geldi. Hatta yatıya da kaldı. İnşaallah geçecek. Kadîr-i Zülcelalin kudretine küçücük bir ayna oldu kendisi hem de. Hak Teala, nasıl Nemrud'u bir sineğe devirtti, koca koca süpergüçleri de bir Cavid abiyle sarstı. Titretti.

Virüslerin enteresan bir özelliği vardır. Meraklıları bilirler. Onlar biyoloji âleminin 'güdümlü füzeleri'dirler. Rızıkları olarak tayin edilmiş tek bir hücre tipolojisiyle ilgilenirler. Başkasını yemezler. Mesela: Hiv virüsü akyuvarlara saldırır. Zaten biyologlar derler ki: Aslında öldüren AIDS değildir. AIDS sadece ortam hazırlar. Bağışıklık sistemini çökertir. Ondan sonra basit bir soğuk algınlığı dahi hastayı defnedebilir. Zira savunmasız kalmıştır. Evet. Hangi virüsün mahiyetine baksanız benzer bir durum görürsünüz. Bu nedenle bilimadamları da peşlerini bırakmıyor. İyi niyetliler de araştırıyor kötü niyetliler de.

İyi niyetliler ondan bir şifa vesilesi bulmayı amaçlıyorlar. Mesela: Yalnız kanserli dokuyu yiyebilecek şekilde virüsleri ayarlabileceklerini umuyorlar. Onlara göre sorunlu hücrelerin genetiğine güdümlenmiş bir virüs pekala bu işi başarabilir. Çalışmalar sürüyor. Belki yakında bununla ilgili müsbet neticeleri görmeye başlayacağız. Allahu'l-a'lem. Lakin kötü niyetlilerin arzusu pek fena. Onlar da virüslerden bir 'suikast silahı' veya bir 'kitle imha aracı' elde etmeyi diliyorlar. (James Bond serisinin son filminde de bu konu işleniyordu.) Kara umutları şu mantıkta saklı: Eğer sadece bir milleti/coğrafyayı etkileyebilecek bir virüs üretebilirsek kurşun atmadan savaşları kazanabiliriz. Yahut da başka hiçkimseye zarar vermeden birisine kolaylıkla suikast düzenleyebiliriz. Virüsü ayarlamamız yeter. Gerisini yerimize hastalık halleder.

Yalnızca Çinlileri öldüren bir virüs düşünün. Yahut da yalnızca Türkleri. Veyahut yalnızca Arapları. Artık böylesi korkular gerçeklikten çok uzakta değil. Genetik olarak karışık olmamak bir bela. Hitler bu çağı görse 'saf Alman ırkı' gayretinden vazgeçerdi zannederim. Çünkü bu teknoloji başarıya ulaşırsa saf ırkları öldürmek daha kolaylaşacak. Konuyla ilgili birçok Hollywood kehaneti izlemişsinizdir zaten. Belki Youtube'da şöyle bir gezinirken de birçok komplo teorisini gördünüz. Son salgınla birlikte tavan yaptılar artık. Ancak ben sizi karanlıkta oyalamayacağım. Şimdi esas konumuza doğru bir sıçrama yapıyoruz:

Bugünlerde Mektubat'ı okurken bir ayete tekrar tekrar rastladım. Dikkatimi istemsiz kendisine celbetti. Ankebut sûresinin 60. ayeti. Kısa bir mealiyle buyruluyor ki orada: "Rızkını yüklenemeyen nice canlılar (dabbe) vardır ki, onları da, sizi de Allah rızıklandırır. O herşeyi işiten, herşeyi bilendir." Elmalılı Hamdi Yazır merhum 'debb' kelimesini izah sadedinde şöyle söyler: "Hafif yürüme 'debelenme' demektir. Hayvanlarda ve çoğunlukla haşerelerde, yani böceklerde, kullanılır. İçkinin vücuda yayılması ve bir çürüklüğün etrafına bulaşması gibi 'hareketi gözle tespit olunamayan şeyler'de de kullanılır." Bediüzzaman merhum da 'dabbetü'l-arz'la ilgili suali yanıtlarken buna yakın bir noktaya gelir:

"Kur'ân'da, gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı halinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise, ben şimdilik, başka mes'eleler gibi kat'î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: 'La ya'lemü'l-gaybe illallah/Gaybı Allah'tan başkası bilmez.' Nasıl ki kavm-i Firavuna çekirge âfâtı ve bit belâsı ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe'ye ebâbil kuşları musallat olmuşlar. Öyle de, süfyanın ve deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye'cüc ve Me'cüc'ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu'l-a'lem, o dâbbe bir nevidir. Çünkü, gayet büyük bir tek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak."

Devamında Sebe sûresinin 14. ayetinden hareketle onu 'ağaç kurdu'na benzetir: "(...) ayetinin işaretiyle o hayvan, dâbbetü'l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü'minler iman bereketiyle ve sefahet ve su-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş." Yaşları müsaitler hatırlayacaktır. AIDS'in çok yayıldığı dönemlerde onun da dabbetü'l-arz olduğuna dair tahminler dile getirilmişti. Çünkü yayılma şekli cidden ahlak ayrımı gözetiyordu. Ekseriya insanların sefihlerine bulaşıyordu. Cinsel sapkınlıkların arttığı toplumlarda/coğrafyalarda çok daha yaygındı.

Veba, İspanyol Gribi, AIDS veya Korona... Bence hepsinin bu kanundan bir hissesi var. Hepsi bu külliyetli hükmün bir parçası. Yani durum 20. Söz'de denildiği gibi: "Kur'an-ı Hakîm'de çok hâdisat-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Ancak yanısıra birşey daha öğretiliyor bize sanki: Dabbe karşımıza virüs olarak da çıkabilir. Nihayetinde o da bir canlıdır. Hatta canlıların en küçüğüdür. Görünüşte en acizidir. Debelenir. Lakin o acziyetinin içinde muazzam bir güç de saklanmıştır. Saklı olan bu güç de rızkını bulduğunda ortaya çıkar.

Bakınız. Rızık konusuna geri döndük. Dolayısıyla hâlâ Ankebut sûresinin 60. ayetini anlamaya çalışmaktayız. Hatta şaşırmaktayız: Kur'an-ı Hakîm neden böyle bir konuyu mü'minlerin gündemine taşıdı? Sadece dabbenin aczini anlatmak için mi? Elbette hikmetlerden birisi de bu. Ama sadece bu değil. Rızık hususunda da uyarıldığımızı hissediyorum ben o ayete baktığımda. Yahut da bize ikinci birşey öğretiliyor: Açlıkla rızık arasındaki ilişki 'anahtar' ve 'kilit' arasındaki ilişkiye benziyor. Bir 'indirgenemez komplekslik' durumu sözkonusu sanki. Evet. Sözgelimi: Bir virüs kendi rızkını yüklenemiyor. Yani rızkını üretemiyor. Yaratamıyor. Ya ne yapacak peki? Çaresiz kendisi için yaratılmış olanı bekleyecek. İnsanlarda çok etkili olan bir hastalık olabilir. Lakin hayvanlar arasında dolaştığı sürece ölümcül olmuyor. Yahut da hiç etkilemiyor. Bazı hastalıklar da bazı milletleri/kavimleri rahatsız edemiyor. Ama diğer bazı milletlerde büyük kayıplara sebep olabiliyor. (Sömürge döneminde Afrika'da-Amerika'da birçok yerli halk beyazların taşıdığı 'yeni virüsler' sebebiyle ölmüşlerdir. Çünkü bünyeleri bu virüslere karşı beyazlarınki kadar dayanıklı değildir.)

Rızkını yaratamayan virüsün de mutlaka bir rızkı var. Varoluşu kadar kesin bu. Yoksa varolamazdı. 'Anahtar' ve 'kilit' ilişkisi derken bu noktaya dikkat çekmek istiyorum. Uyumun kokusunu almamız gerek. O dabbe başka bir rızkı tüketemiyor. Güdümlü. Onu kendisi de yaratamıyor. Aciz. O halde bir Usta hem onu hem de rızkını yaratmış olmalı. Tıpkı anahtarın kilide uyumu gibi. Kilitle anahtarı yapan Usta aynı olmazsa anahtar kilide uymaz. Çünkü içerisinde onlarca detay vardır. Diş vardır. İş vardır. Kırtiş vardır. Birisi kilidin kalıbına göre anahtarı dökmezse tesadüfen hiçbir demir anahtara dönüşmez. Hiçbir anahtara tesadüfen kilit oluşmaz. Virüsün rızkına ulaşması da böyle değil mi? Ta kaderde alnına yazılmış bir 'adrese teslim' durumu yok mu? Biraz dikkatle bakınca böyle bir durumun sezilebileceğini düşünüyorum arkadaşım.

Oradan yukarıya çıktıkça da hepimiz için benzer bir durumun sözkonusu olduğu kanaatindeyim. Evet. Biz virüs kadar sıkışık durumda değiliz. Çünkü önümüzdeki sofra daha zengin. Daha çeşitli. Daha alternatifli. Fakat nihayetinde bu alternatiflerin bir sınırı var. Bir aralığı var. Bir 'sindirebileceklerimiz dairesi' var. O listenin dışına çıktığımızda bizim da beslenmemiz mümkün değil. Taş yiyerek hayatta kalamayız. Bitkiler gibi ışığı tutamayız. Balıklar gibi sudan oksijen çekemeyiz. Hayvanlarda da durum aynen böyle. Et yiyenler ot yiyemez. Ot yiyenler et yiyemez. Yani biz de esasında 'rızkını taşıyamayanlar' sınıfındayız. Kendimiz yaratamıyoruz. Hâşâ. İçinde varoluyoruz. Etrafımız onlarla sarılı oluyor. Füze güdümlendiğiyle yaratılıyor. Beraber takdir edilmemiş olsak hangimizin gücü bir narı yaratmaya yeterdi?

Neyse. Daha fazla uzatıp seni yormayayım. Meramımı anlamışsındır. Elhasıl: Rızkımıza daha dikkatli bakmamızda fayda var bence arkadaşım. Zira bizde de bir 'anahtar' ve 'kilit' durumu var. Bir tevhidî ayarlanışın kokusu var. Daha da yukarılarda evrenin başından sonuna kurulmuş tıkır tıkır işleyen kocaman bir 'rızık sistemi' var. Ne anahtarın gücü kilidi yaratmaya yetiyor ne de kilidin gücü anahtarı yaratmaya. Ancak ikisi de beraber yaratılmış. İşte, işliyor, arıyor, yiyor, kavuşuyor, seviyor. Beslenme piramidinin en üstündeki pire parazitinin midesini tanzim eden Hak Teala, piramidin en altındaki bitkinin rızıklanması için manzume-i şemsiyeyi de o takdir ediyor. Güneşten başlayan düzen ta pirenin midesine kadar uzanıyor. O yüzden mürşidim diyor: "Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir."

12 Aralık 2021 Pazar

Risale-i Nur okumak sadece 'okumak' mıdır?

Atlayanlar bilirler. İp atlamanın sırrı ritmi yakalamaktır. Kenardan izlediğiniz harekete bedeninizle (ve de kalbinizle) uyum sağlamaya çalışırsınız. Ahengi yakaladığınızdan emin olduğunuzda sisteme dahil olursunuz. Tutturmuşsanız gerisi sadece tekrarlamaktır. Bir-iki zıpla. Bir-iki zıpla. Ritim bir tekrardır. Ama ipi tutanlar ritmi değiştirdiğinde dikkat oyuna tekrar dahil olur. Yani 'yeni bir ayarlama' yapar. Dikkatin buradaki fonksiyonu ritim değişikliklerini yakalamaktır. Yeni ahengi keşfetmektir. Ritmin terki dikkatin tekrarıdır. Dikkatin terkiyse ritmin. Yahut da şöyle söylemeli: Ritim tekrar etmezse dikkat tekrar eder.

Bir de bahtımızı radyo misalinde deneyelim: Bir radyonun yakalayabileceği yüzlerce-binlerce frekans vardır. Ve herbir frekans aslında bir ritimdir. Ritmini yakaladığınız yayın duyulur hale gelir. Bu nedenle istasyon değişikliği istediğinizde düğmeyle oynarsınız. Düğme bir tür dikkat timsalidir. Frekanslarsa iplerin ritmi. Doğru frekansı yakaladığınızda yayına dahil olmak kolaydır. Belki biraz da bu sırrı sezdiğimizden anlaşamadıklarımız hakkında 'frekansımız tutmadı' ifadesini kullanırız. Anlatmak istediğimiz o kişiyle aramızdaki ritim farklılığıdır denilebilir. Fıtratımız, kültürümüz, dinimiz, yaşam şeklimiz, hatta herbir seçimimiz ritmimize birşeyler katar/eksiltir. Ortak paydalar çoğaldıkça kalpler birbirine yaklaşır. Bir müslüman "Selamün aleyküm!" dediğinde aynı mütebessim "Aleyküm selam!" duasını duyar dünyanın her yerinde. Bunu da bir 'istasyon kontrolü' sayarsam alınma arkadaşım. Nihayetinde her iletişim frekans kontrolüyle başlar. Sünnet-i seniyyeyse ümmetin ortak dikkatidir.

Ursula K. Le Guin 'Zihinde Bir Dalga'sında yazmayı bu zeminde açıklar. Hatta bir yerinde der ki: "(...) Vizyonlarla falan dopdolu oturuyorum ama bir türlü çıkartamıyorum onları ortaya. Çünkü doğru ritmi yakalayamıyorum. Bak, ritmin ne olduğu son derece derinlikli bir mesele, sözcüklerlerden çok daha derine gidiyor. Bir görüntü, bir duygu, zihinde henüz kendisine uygun sözcükleri yaratmazdan çok önce bir dalga yaratıyor. Yazarken de bu dalgayı yeniden yakalayıp işe koşmak gerekiyor. Görünüşte bunun sözcüklerle en ufak bir alakası yok. Sonra dalga zihinde kıyıya çarpıp kırıldığında kendisine uyacak sözcükleri oluşturuyor." Başka bir yerde ekliyor: "Her romanın karakteristik ritmi vardır. Yazar o ritme kulak vermiş ve uymuş olmasa cümleler aksar. Karakterler kukla olur. Hikâye sahte dururdu. Yazar ritme tutunmuşsa kitabın belli bir güzelliği olur."

Başarısızlık da yine ritimle ilgilidir Le Guin'e göre: "Ben bir yazarın sözcükleri bulmasını engelleyen şeyin çoğu zaman fazla erken ulaşmaya çalışması, acele edip kapmaya çalışması olduğunu düşünüyorum. Dalganın geri gelip kırılmasını beklememesi. Yazar olduğu için yazmak istiyor. Falanı söylemek ya da insanlara filanı anlatmak. (...) Ama dalganın gelip de onu bütün fikirlerin ve kanaatlerin ötesine, yanlış kelimeyi kullanmasının mümkün olmadığı yere, taşımasını beklemiyor." Tıpkı mürşidimin 'vakt-i merhun' ifadesinde kastettiği gibi. Yahut da "Senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur..." bahsinin devamında hava, su, nur temsilleriyle anlattığı gibi.

Fakat ben Le Guin'in söylediklerine ek olarak 'anlamanın da' bir ritim meselesi olduğunu düşünüyorum. Evet. Bir insanı/kitabı anlamak da, tıpkı yazmak gibi, bir ritim meselesidir. Bence Bediüzzaman'ın da "Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnud eden bir hâlet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez. Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvânî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez. Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur'ân'da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez..." derken dikkat çektiği birşeydir bu. Fehmi zorlaştıran ritim farklılaşmasıdır. 10. Söz'ün başında da şöyle özetlenir bu arıza: "Sen, anlaşılıyor ki, bir parça firengî okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun!"

Hepimiz birşeyler okuyoruz. Birşeyler dinliyoruz. Birşeyler izliyoruz. Çoğusu yabancı kaynaklı bunların. Bu okumalar, dinlemeler, izlemeler elbette ritimlerini bizde inşa ediyorlar. Üzerimizden geçe geçe bayırlarımızı patikalara çeviriyorlar. Bizi yeni dikkatlere sahip kılıyorlar. Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Sunî fıtrattır. İptila fıtratıdır. Bir uyuşturucu müptelası da en az susayan kadar alıştığı şeyi ister. Halbuki suyun ihtiyacı gerçektir. Doğuştandır. Uyuşturucu ihtiyacı sahtedir. Sonradan edinilmiştir. İşte muhatap olduklarımız da ritimlerine alıştırarak bizde bir sunî fıtrat oluşturuyorlar. Elbette ahirzamanın yoğun iletişiminde maruz kaldıklarımız fehmimizi ruh-u Kur'an'dan uzaklaştırıyor. Dili yabancı geliyor. Dikkat çekişleri yabancı geliyor. Uslûbu yabancı geliyor. Mürşidimin "Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur'ân'da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez..." dediği gibi oluyoruz. O kadar senedir gafletle yoğrulduk ki.

İslamî metinlerle ünsiyetimizde de bu tipte problemler yaşanıyor. Başka hiçbir sebep olmasa sıkılmaktan okuyamıyoruz. Sebebi bence yine ritimle ilgili bir mesele. Biz onların frekansına ayarlı değiliz. Çocukluğumuzdan bugüne maruz kaldığımız şeyler o kadar Kur'an'dan uzaktı ki. Onlara o kadar mükerrer muhatap olduk ki. Tekrar fabrika ayarlarımıza dönmek için bize epeyce dikkatli mesai gerek. Benzer birşeyi Risale-i Nur okuyanlar da yaşıyorlar. İlk başladıklarında çok değişik bir üslûp görüyorlar. Çok geçişken. Sadece Arapça-Farsça kelimelerin çokluğundan değil. Cümleleri de uzun. Konu edindiği şeyleri birinden diğerine hızlı geçişlerle anlatıyor. Sebat olan mehrini verirseniz güzeller duvaklarını elbette açıyorlar. Ama bunsuz bir muvaffakiyet dileyenlerin sonuca ulaşması kolay değil. Çünkü yaptığınız şey sadece bir kitabı okumak değil. İçinizdeki ritmi değiştirmek. Peki bu ritmi değiştirdiğinizde ne olacak?

Risale-i Nur'un ritmine alıştığınızda İslamî metinlerin ritimlerini yakalamak da kolaylaşıyor. Dilleri aşina geliyor. Yüzleri tanıdıklaşıyor. Dahası da var: Kur'an'la muhatabiyetinizde de seviye arttırdığınızı hissediyorsunuz. Onun mucize başkalığı uzağınıza düşmüyor artık. İdmanlısınız. Çalıştınız. Aşinası olanların dillerini takip ettiniz. Bu tedris sizi yetiştirdi. Merdivene çıkardı. Yeni ritmi yakaladığınız için hakikate dahil olabilirsiniz. Bütün bu süreç yaşanmadan mı istiyorsunuz herşeyi? O zaman gözlerinizi kapatıp da hızla çevrilen iplere dahil olmaya çalışın bakalım. Ne kadar başarabiliyorsunuz? Çocukken bizde başaran yoktu. O halde çocukluk etmemek lazım. Herşeyin hemen ve de emeksiz olmasını isteyen ancak çocuklardır.

12 Haziran 2021 Cumartesi

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) musilajdan bahsediyor mu?

Mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde diyor ki: "Zaman ihtiyarlandıkça Kur'ân gençleşiyor. Rümuzu tavazzuh ediyor." Ve ekliyor: "Nur 'nar' göründüğü gibi bazan şiddet-i belâğat dahi 'mübalâğa' görünür." Onun 'vahy-i metlûv'a dair bu elmas tesbitini ben 'vahy-i gayr-i metlûv' hakkında da kullanmak istiyorum. Evet. Kur'an zamanla gençleştiği gibi hadisler de zamanla gençleşiyor. Onlardaki remizler tavazzuh ettiği gibi şunlardakiler de tavazzuh ediyor. Özellikle ihbar-ı gaybla ilgili hadislerde, ki ehemmiyetli bir kısmı ahirzaman hâdisatı hakkındadır, bunun misallerini bollukla görüyoruz. Hatta, daha biz görmeden, mürşidim bir kısmını lûtfen gösteriyor. Mesela diyor ki yine: "Deccal'ın çıktığı vakit umum dünya işitecek olan kaydı telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar."
 
Öyledir. Seküler âkillerin imkan algısı zamanla gelişir. Dün "İmkansız!" dediklerine bugün "Sıradan!" deyiverirler. Dün "Olur mu öyle şey?" diye karşı çıktıklarına bugün "Nasıl kabullenmezsin canım?" diye tepki gösterirler. Eh, nihayetinde insandırlar, acizdirler, fakirdirler. Ancak birer mahlukturlar. Dolayısıyla sınırlıdırlar. Böyle böyle öğrenirler. Yanıla yanıla doğrulurlar. Ağır ağır yetişirler. Vahiyle kuşanmış aklınsa imkana bakışı elbette daha yüksektir. Çünkü gözleri açılmıştır. Çünkü gaybla tanıştırılmıştır. Çünkü 'herşeye gücü yeten' bir Allah'a iman edildikten sonra 'olabilecekler' yalnız buyruğu olarak sabit olup-olmadıklarıyla yargılanabilir. Eğer sabitse 'dilediği gibi yaratmak' şânının gereği olan bir Rabbin yapıp-yapamadığı sorgulanmaz artık. Belki ancak "Yaptım!" buyurduğunun kainattaki delillerine bakılır. Alınacak dersler tefekkür edilir. İzdüşümleri rasat edilir. İşte biraz da bu nedenle hadislerin tahlili öncelikle naklin sıhhati üzerinden yapılır. Yani Ebu Bekir radyallahu anhın Miraçtaki sıddıkıyet tavrı takınılır: "Bunu o mu söyledi?" diye sorulur sadece habercilere. Onay alınınca da iş bitirilir: "O söylediyse doğrudur." Yoksa ahirzaman nâdânları gibi denmez: "Nasıl söyler aklım almıyor. Hiç olur mu öyle şey? İslam akıl dinidir. Böyle akla sığmayan şeyler hadis olamaz. Sıhhati sabit olsa bile olsa cık, asla, kat'a, yok, hayır, ııı-ıh, inanamayız."

Onların 'cık'lanmaları kendilerine. Bizse kendimize gelelim: Risale-i Nur'da bahsi geçen bir tanesinin daha hakikatini yaşadığımızı düşünüyorum bugünlerde arkadaşım. En azından anlaşılmasını sağlayacak bir pencereyi kazandığımızı zannediyorum. Nedir? 'Müsilaj' adı da verilen 'deniz salyası' olayıdır. "Denizin de salyası olur muymuş?" demeyesin ha. Belki 'salya' kelimesi yerine 'kusmuk' desek daha doğru olacak. Evet. Kusmuk. Düpedüz kusmuk bu. Deniz kusuyor yüzümüze. Öyle ya: Neyin midesi bozulsa kusmaya başlar. İçindeki zehri dışına taşırır. Denizin de tadı kaçırıldığı zaman kusması mümkünmüş işte. Marmara'daki acı görüntü sayesinde bunu da öğrenmiş olduk. Yanısıra şu sırra da dokunmuş olduk bence arkadaşım:
 
"Hadîste var ki: 'Hatta deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zâlimlerden şekvâ ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur kesilir, hatta bizim de nafakamız azalır!' derler. Evet, bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor, mâsum hayvanlar da azap çekerler." Mürşidim bunu devrindeki kuraklığın hikmetini anlatmaya çalışırken söylüyor. Şimdi bu yazıyı okuyan dünyacılar hop oturup hop kalkacaklar da "Herşeyi dine bağlamayın yahu!" diye kükreyecekler belki. Nasıl bağlamayalım arkadaşım? Herşeyi yaratanın herşeyle ilgisi olmaz mı? Eh biz de tevhide iman ediyoruz. Yani "Rabbimiz bir!" diyoruz. O halde Rabbimiz bir olduğu için meselelerimiz de bir. Yani birbiriyle ilişkili. Birbirine bakar. İlla bir olan Allah'a, emirlerine, rızasına, şeriatına bir atfı olacaktır şu yaşanılanın da.

Hem şu da var: Ahirzamanda insanlığın israfı, zorbalığı, zararı, kibri, küfrü, zulmü öyle bir noktaya vardı ki tabiat kardeş de artık yaka silkiyor bizden. "Yeter be adamlar!" diyor. Küresel ısınma, buzullardaki erime, çevre kirliliği, plastik atıklar, ozon tabakasındaki delik, artan depremler, çoğalan kasırgalar, nesli tükenen hayvanlar, küresel salgınlar, radyoaktif çöpler vs. Bunların herbiri aslında yuvamızın bizden bir şikayeti, bir kızgınlığı, bir alerjisi, bir tepkisi değil mi? Midesi açılınca bilmem kaç kilo poşet bulunan balık bile lisan-ı haliyle mezkûr hâdisin tasdikçisi sayılmaz mı? Garibin pet şişe takılmış ağzıyla, yüzgecindeki naylon parçasıyla, tenindeki kimyasal izlerle cidden yüzleşsek Rabbine şikayetini işitmeyecek miyiz? Nasıl etmesin ki? Çünkü düzenlerini bozduk. Çünkü emaneti mülkümüz sanarak acı işler ettik. Zalimlikte deniz diplerine kadar eriştik. Kaçabileceklerin alanı kalmadı artık. Derinlikler bile gadrimizden paylarını alıyorlar.

Yani demek istiyorum ki: Böylesi hadislerde dikkatimiz çekilen biraz da tabiata verebileceğimiz zararlardır belki. Potansiyelimizdir. Mübalağa olduğunu düşünenler de yine şiddet-i belağatı anlayamanlardır. Evet. "Aleyhissalatuvesselam bir işarî manada müsilajdan bahsediyor..." diyebiliriz o zaman arkadaşım. Çünkü 'herşeyi bilen' Allah'ın bildirmesiyle Habib-i Edibi de bilir ki: İnsan böyle tehlikeli bir canlıdır. Komşularına yapabileceklerinde 'çok zalim' ve sonuçlarının ne olacağını farketmede 'çok cahil'dir. Kendi evini eliyle yakar da yangının içinde de gülerek oturur. Emaneti yüklendiği günden beri bu riskle yaşamaktadır. Başı dönmüştür. Elindekini malı sanmaktadır. Böyle olduğunu nereden mi anlıyoruz arkadaşım? Rikkatsizliğinden. Dikkatsizliğinden. Zira emanetçilik en çok rikkat/dikkat işidir. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bize bizden gelecek zararlardan bizi koruduğu gibi denizdeki dostlarımızı da korusun. Âmin.

7 Mayıs 2021 Cuma

Kur'an Firavun'un imanından neden bahseder?

Bismillahirrahmanirrahim. Bu konuda uzunca sarf-ı kelam edip halt yemeceğim. Çünkü çapımı aşan bir mevzu olduğunun farkındayım. Hem mürşidim de ilgili bahiste bir 'haşiye' ile demiş: "Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattir." Sera nere Süreyya nere? Ahmed gibi sinek nere o göğün kartalları nere? Fakat bir tevafuk hatırına hakkında azıcık konuşacağım. Cenab-ı Hak sırat-i müstakimden ayırmasın. Kırık sözler söyletmesin. Hidayetinden bahşetsin. Kusurlarımızı affetsin. Sürç-i lisanım olursa şimdiden özür dilerim. Müsamahanızı dilerim.

Sadede geleyim. Kader Risalesi'nde şöyle bir metin yeralıyor: "Cüz-ü ihtiyarînin üssü'l-esası olan meyelân, Maturidîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş'arî ona mevcut nazarıyla baktığı için, abde vermemiş. Fakat o meyelândaki tasarruf, Eş'ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref' etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise o anda onu terk edebilir. Kur'ân ona o anda diyebilir ki: 'Şu şerdir, yapma.' Evet, eğer abd, hâlık-ı ef'âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref olurdu."

İşte birgün şu bahsi okumuşum. Kafamda dönüyor, dönüyor, dönüyor. Ama ne anlatıyor? Kavrayamıyorum. Kuşatamıyorum. Cehaletimden sıkılıyorum. Daralıyorum. Üzülüyorum da. Her neyse. Öyle bir vaziyette Kur'an okumaya karar verdim. Çünkü Kur'an okuduğum zaman, başkalarına da böyle oluyor mu bilmem, kafamdaki telaş dağılıyor. Fikrim duruluyor. Kalbim bir parça sükûnet buluyor. Düzensiz çalkalanmalar ritmik dalgalanmaya dönüşüyor. Elhamdülillah. Şüphesiz Allah'ın kelamı, kendisi hakkında buyurduğu gibi, hidayet ve şifadır. İki tesiri birden gösterir. Hem yanlıştan çevirir hem hakikate götürür. O gün de böyle hoş bir tevafuk oldu.

Birden Yunus sûresinin 90. ayeti karşıma çıktı. Parladı. Hatırlayacaksınız: Firavun'un Kızıldeniz'de boğuluşunu anlatır. Kısacık bir mealiyle şöyle buyrulur: "Derken İsrâiloğullarını denizin öteki yakasına geçirdik. Firavun ve ordusu da haksız yere onlara saldırmak üzere peşlerine düşmüştü. Sonunda Firavun boğulmak üzereyken şöyle dedi: Elhak, inandım ki, İsrâiloğullarının iman ettiğinden başka ilah yokmuş! Ben de artık kendini Ona teslim edenlerden biriyim." İşte, şükür, bu ayetle yukarıdaki bahiste ne söylendiğini bir parça kavradım gibi geldi. Hem de bu bahsin Kur'an'da yeralışının büyük bir hakikate işaret ettiğine uyandım. Nasıl? Açayım:

Firavun gibi dalaletin zirvesi bir adam bile Kızıldeniz'in kapandığı hengamede imanın 'asıl kurtuluş' olduğunu onaylıyorsa, demek ki, dalalet yapısal birşey değil. Yani Firavun fıtrî olarak 'dalalete düşmek' üzerine yaratılmış değil. Yapısal olsaydı bundan dönemezdi. Direksiyon kıramazdı. Çünkü yapısal şeylerin aksiyle amel edilemez. Tren rayından başka yol izleyemez. O zaman azaba uğraması da adaletsizlik olurdu. Zira mecbur edilmişler cezaya uğratılamazlar. Halbuki bir imtihandır sürüyor. Âdemoğlu hayır-şer ekseninde sınanıyor. Dünyadaki varlığımız anlamını böyle buluyor. Cenab-ı Hak bir ihtiyar/irade vermeseydi sınamanın anlamı da kalmazdı. Yani seçim olmasaydı sınanma da olmazdı. İşte bu seçimler irademizle oluyor. Kur'an'da Firavun'un son nefeste denediği imanı da belki biraz bu hikmetle aktarılıyor. Allahu'l-a'lem. Böylelikle Firavun'un dalalet üzerine yaratılmadığı gösteriliyor. Elinden iman da geliyor çünkü.

Tabir-i caizse, biz neden "Düşen uçakta ateist bulamazsınız!" cümlesini tekrar ediyorsak, Kur'an da biraz o hikmetle bize Firavun'un bu durumunu bize naklediyor. "Adam/kadın iman edemiyor!" diye bir durum yok yani. "Allah da beni imansız olayım diye yaratmış!" diye bir bahane olamaz. Vücubiyeti savunulamaz. Herkesin içinde 'iman edebilme' potansiyeli var. Hep var. Ancak bazıları o potansiyeli kullanmamayı seçiyorlar. Eğer bu bir fıtrat meselesi olsaydı, mecburiyet karışsaydı, Firavun gibi işin dibine vurmuş birisi, son nefesinde böyle bir yolu seçemezdi. Hoş, seçimi de onu kurtaramadı, çünkü o kertede iman makbul olmaz. Bunu da devamındaki ayetlerin verdiği dersle biliyoruz. İyisi mi ateistler uçaklarının düşmesini beklemesinler iman etmek için. Kızıldeniz kapanırken öncüllerinin işine yaramadı çünkü. Hem bu kıssayla mü'minlere verilen bir ders de şu belki: Tevbe için son demleri beklemek doğru değil. Denizler üzerimize kapanmadan iradenin hakkını vermek gerekir. Duayla da beslemek gerekir.

Evet, arkadaşlar, Rabb-i Rahîm'in affına sığınarak kalbime gelen birşeyi beyan ettim. İnşaallah halt etmemişimdir. Pot kırmamışımdır. Hidayeti, inayeti ve tevfiki Haktan dileriz. Âmin.

23 Mart 2021 Salı

Casus uyduları önce kim recmedecek?

"Biz dünya semâsını kandillerle donattık. Şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık. Onlara bir de alevli ateş azabı hazırladık." (Mülk sûresi, 5)

Geçenlerde Hindistan'ın 'uydu vurabilen füze' geliştirdiğini okudum. Hatta denemesini de yapmışlar. Başarılı olmuşlar. (Belki başka ülkeler çoktan yapmışlardır. Bilemiyorum. Konudan yeni haberim oldu.) Haberde füzenin geliştiriliş amacının 'casus uydulara karşı önlem' olduğu yazıyordu. Bu tabii bugün için böyleymiş. İleride uydulara silah sistemleri de eklenirse, ki bugün ekli olmadığını kim söyleyebilir, o zaman uzaydan gelecek saldırılara karşı da kullanmak gerekecekmiş. Böylesi füzeler her ülkenin envanterinde kayıtlı olacakmış. Olur mu olur. Neler gördük. Gayrı şaşmayız hiçbirşeye.

Şaşmayız ya. Fakat mevzu benim aklıma başka birşeyi getirdi. 15. Söz'ü. "Ne alaka şimdi 15. Söz'le?" demeyin muhterem kârilerim. Çok alakası var. 15. Söz neyi anlatıyor? Kur'an'da geçen 'casus şeytanların recmi' hakikatini izah ediyor. 7 Basamak'ı ile bizi o göğe çıkarıyor. Elhamdülillah. Hatta bir yerinde de diyor ki mürşidim: "Ezel, Ebed Sultanının pek çok Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Tecelliyat-ı celâliye ve tezahürat-ı cemâliye ile pek çok şuûnâtı ve unvanları vardır. Nur ve zulmet, yaz ve kış, Cennet ve Cehennemin vücudunu iktiza eden isim ve ünvan ve şe'ni ise, kanun-u tenasül, kanun-u müsabaka, kanun-u teâvün gibi pek çok umumî kanunlar misillü, kanun-u mübarezenin dahi bir derece tâmimini isterler. Kalb etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, ta semâ âfâkında melâike ve şeytanların mübarezesine kadar, o kanunun şümulünü iktiza eder." Yani semada olan aslında bir kanunun en geniş dairesi. Aynı kanun varlığın her köşesinde seziliyor. Tecelli ediyor. Görünüyor.

28. Lem'a'nın 28. Nüktesi ise konuyu, bir sual eşliğinde, daha dakik yerinden yakalıyor: "Şu gibi âyetlerden anlaşılıyor ki, cüz'î ve bazan şahsî bir hadise-i gaybiyeyi de haber almak için, gayet uzak bir mesafe olan semâvat memleketine casus şeytanların sokulması ve o çok geniş memleketin her tarafında o cüz'î hadisenin bahsi varmış gibi, hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa, yarım yamalak o haberi işitecek, getirecek diye bir mânâyı akıl ve hikmet kabul etmiyor."

Bediüzzaman'ın verdiği cevabı buraya alıntılayarak yazıyı uzatmayacağım. Merak edenler internetten kolaylıkla bulup okuyabilirler. (Adresini yukarıda söyledim.) Ancak 'uydu teknolojisi' sayesinde bu mevzudaki algı darlığımızı bir parça aştığımız kanaatindeyim. Hatta 'casus uydular' sayesinde mevzuun şerir yanını da çözdüğümüzü düşünmekteyim. Evet. Bugün kolaylıkla kabul ediyoruz ki: Eğer semada doğru yeri tutarsanız aşağıyı daha geniş bir perspektiften inceleyebilirsiniz. Hatta tuttuğunuz yere göre dost-düşman ülkelerin sırlarını da elde edebilirsiniz.

GoogleEarth'ün yanlışlıkla ortaya çıkardığı şeyler duymuşsunuzdur. Bunlar buzdağının sadece görünen kısmı. Esasında casus uydular uzunca bir zamandır 'bilgi toplama amacıyla' kullanılıyorlar. Eskiden bu teknolojiyi üretebilen ülkelerin sayısı sınırlıydı. Şimdi sahada oyuncu arttı. İşler karıştı. Trafik yoğunlaştı. Hepsi 'kendine göre melek' ülkeler de artık yeri geldiğinde bu meraklı casusları engelleyebilmek için silahlar üretiyorlar. Yani ayetin haber verdiği 'casus şeytanların recmedilmesi' hakikati bir başka rengiyle hayatımıza dahil oluyor. Evet. İnsanoğlu da eriştiği teknoloji sayesinde semadan bilgi toplanabildiğini görüyor. Bunu engellemenin yollarını kurcalıyor. Nihayetinde eriştiği çözüm: Yerden atış yapmak. Şimdilik böyle. Ancak dediğim gibi: İleride uydular silahlanırsa bu atışlar semadan yapılacak. Uzay istasyonlarından atılan füzelerle uydular vurulacak. Belki vurulan sadece uydu da olmayacak. Uzaydan karaya atışlar da yapılacak. Tıpkı karadan uzaya yapılabileceği gibi.

20. Söz'ün bakış açımızı kaldırdığı yükseklik ne zengin birşey. Peygamber mucizelerinin bugünün bilimi için 'dest-i teşvik' hükmüne geçtiği sırrı. İnsanlığın aklına karpuz kabukları düşürdüğü hakikati. Bunun bir başka rengini de 'casus şeytanların recmedilmesi' bahsinde görebiliriz. Çünkü bize bu makamda anlatılan da yine bir kıssadır. Şeytanlar-melekler arasında geçen mübarezedir. Bu mübarezenin ufkumuza düşürdüğü bir hayal vardır. Belki bugünün uydu sistemleri o hayalin isbatı olmaktadırlar. Kimbilir? Ben artık mezkûr ayetin verdiği haberi yadırgayanları yadırgıyorum. Görebildiğimiz boyutunda bunlar oluyorsa göremediğimiz boyutta ötekisi neden olmasın ki?

1 Ocak 2021 Cuma

Mustafa Öztürk'le vedalaşırken...

Mustafa Öztürk'ün öğrencilerine aşıladığı nedir? Sırf bir 'fikir jimnastiği' midir? Yoksa fazlası mıdır? Bu soruya cevap verebilmek için Prof. Dr. Ömer Demir'in Bilim Felsefesi'ne uzanmak lazım. Özellikle Kuhncu geleneğin 'paradigma' üzerine söylediklerine. Yaklaşımlarının özetlendiği maddeleri alıntılarsam: "1) Bilimadamları bilişsel etkinliklerini ancak paradigmalarla sürdürebilirler. 2) Farklı paradigmalar birbirleriyle kıyaslanmayacak kadar nüanslara sahiptir. 3) Bilimsel bilgi 'birikimsel' değil 'devrimsel' bir nitelik taşır. 4) Bir paradigmadan diğerine geçiş 'ani bir algı dönüşümü' gerektirir. Yani paradigma değiştirmek 'din değiştirmek' gibidir." Bu gelenek, yine Ömer Hoca'nın ifadesiyle, "Pozitivizmin formulasyonuna değil bizzat kendisine karşı çıkmaktadır." 

Ah, atladık, en önemlisi sona kaldı. 'Paradigma' nedir peki? Kitaptan omuz alalım tekrar: 

"Paradigma, onlar için dünyaya bakılan, standartlar veya ölçüler yumağıdır. (...) Bilimadamları topluluğu tarafından paylaşılan bir paradigmanın en belirgin özelliği 'temel sorular' ve onlara verilebilecek 'kabul edilir cevaplar'ın çerçevesini çizmesidir. (...) Ancak paradigma sadece 'çalışma tekniklerini' veya 'disiplinin temel varsayımlarını' değil bunların yanında sözkonusu varsayım ve yöntemlerin doğruluğuna ilişkin 'bilimadamları topluluğunun ortak inançlarını' da içerir." 

Yani arkadaşlar 'paradigma'nın bir tür 'itikad'a benzediğini de söyleyebiliriz. Çünkü itikad da insanda âlem algısını kendisine göre belirler. Her itikad sahibi aynasında yansıyan şekliyle âlemi bulur. Bu nedenle bir dinin 'içinde' bilgi üretebilmek için 'o dinin itikadına uygun' konuşmak lazımdır. Yoksa üretilen bilgi 'din hakkında' olur fakat 'dinin içinde' olmaz. Bediüzzaman'ın tabiriyle: "Meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir." Evet. Mesela: Oryantalistlerin İslam'a dair çalışmalarını 'din hakkındaki bilgiler'e örnek verebiliriz. İslam ulemasının emekleriyse 'dinin içinde yeralan çalışmalar'a misaldir. Bu iki ekolün ürettiği bilginin 'aynı nesne üzerinde mesai sarfetmelerine rağmen' eşitlenememesi mensubu oldukları paradigmaların ayrımı üzerinden açıklanır. Oryantalistler için İslam ancak entelektüel bir meşgaledir. Hatta bazen hasımdır. İslam uleması içinse imanı, ibadeti ve ahiretidir. Taraftarlığıdır. 

Yine Bilim Felsefesi'nin satırlarından bakınalım:

"Farklı paradigmaların savunucuları, hem 'dünyayı' hem de ona sorulan sorularla verilebilecek 'meşru cevapları' farklı algılarlar. Yani paradigmalar, hem 'ontolojik' hem 'epistemolojik' hem 'metodolojik' hem de 'aksiyonolojik' düzeyde farklılaşma gerektirirler. Paradigmaların vardığı sonuçların bağlayıcılığı öncüllerin kabul edilmesine bağlıdır. (...) Her paradigma kendine özgü bir varlık anlayışına dayanır. Bu ontolojik temel sözkonusu paradigmayı benimseyen insanların bilinçleriyle içiçe olduğu için çoğunlukla sorgulanmadan benimsenir. (...) Paradigmal geçiş epistomolojik düzeyde de köklü dönüşüm gerektirir. (...) Bir paradigmadan diğerine geçen yahut bir paradigmadan diğerine bakan kişinin, hem 'nereye baktığı'nda hem de 'bakış biçimi'nde önemli farklılıklar meydana gelir." 

Bediüzzaman'ın Öztürk'ünkine benzer iddiaları cevapladığı 15. Söz'ün Zeyli'nde söyledikleri de bu durumu doğrulamaktadır: "Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki: Nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer, öyle de, o farz ile Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki: Benimle konuşan şeytandır. (...) Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."

Görüldüğü gibi, mürşidimin farkettiği, esasında Kuhncu geleneğin dilegetirdiği türden bir 'paradigmal değişim'dir. Bediüzzaman, Kur'an'a beşer kelamı gözüyle bakmanın nötr bir tavır ifade etmediğini, hatta 'bâtıla tarafgirlik kastı' taşıdığını, teşhis etmiştir. Çünkü böylesi değişimler 'öznenin nesneyi algılama şeklini' de değiştirirler. Hatta; Ömer Hoca'nın ifadesiyle bu değişim; ontolojik, epistemolojik, metodolojik, aksiyonolojik düzeyde farklılaşmalara da yolaçar. Bir tarafta kelama 'onun Allah sözü olduğunu gösterir bir açıyla' bakmak varken, diğer tarafta 'Bunu nasıl daha fazla beşerîleştirebilirim'in açısı vardır. Çalışması vardır. Mesaisi vardır. O kendi paradigmasının bilgisini üretir. Şu kendi paradigmasının marifetine uğraşır. Yani bilgi üretiminde mutlak bir nötralizasyon yoktur.

Tam da burada şöyle bir soruyla yüzleşelim: Kur'an'ın Allah kelamı olduğundan eminsek neden 'beşer kelamı olabileceği' yönündeki iddiayla yüzleşmekten(!) çekinmekteyiz? Nihayetinde hakikat bizi tekrar paradigmasına dönmeye zorlamaz mı? Bu soruya vereceğimiz cevap evvelemirde şöyle olur arkadaşlar: Ne Kur'an ne de biz 'beşer sözü olduğu yönündeki iddialarla yüzleşmek' konusunda sıkıntı yaşamamaktayız. Ancak teklif edilenin ilimden çok tuzak koktuğunu düşünmekteyiz. Evet. Eğer muhatabımız Kur'an'ın insan sözü olduğunu iddia ediyorsa, hakikate ulaşmak için, bizim de hemen Kur'an'a beşer kelamı gözüyle bakmamız mı gerekir? Yoksa paradigmamızdan konuşarak iddiayı sınanamız mı icap eder? Düz mantıkla baktığımızda bile, sağlıklı bilgiye ulaşmak istiyorsak, yapılması gereken 'durduğumuz yerden konuşmak'tır. Böylece muhatabımızın da iddiasını bizimle sınama imkânı olur. Saf değiştirmek siga imkanını yokeder.

Hatta münazaralarda bilimadamları dahi sınanmak için 'karşı argümanları' ararlar. Popper'ın tabiriyle 'doğrulanma'dan ziyade 'yanlışlanma' ile hakikate yaklaşmaya çalışırlar. Sınanmayan bilginin bilimsel değeri de yoktur. Peki neden müslümanlar, hakikatin belirginleşmesini karşı taraf adına da kolaylaştıracak, bir saflaşmadan alıkonulmaktadırlar? Dünyada yeterince Kur'an münkiri yok mudur da karşıya adam verilmektedir? Bu mevzuda halısaha maçına eksik gelmiş gibi davranmaya ne gerek vardır?

İkincisi: Paradigmanın terki mecburiyetle olur. Yine Ömer Hoca'nın sözlerine dönelim: "Kunh'a göre bir paradigmanın terkediliş nedeni belirlediği çerçevede çözülemeyen sorunların yeni arayışlara sürükleyecek kadar fazlalaşmasıdır. (...) Karşılaştığı sorundan dolayı paradigmasını suçlayan bilimadamı kullandığı âleti suçlayan ustadan farksızdır. (...) Fakat artan kuraldışılıklar paradigmaya olan güven ve bağlılığı gevşetir. (...) Farklı bakış açıları, yöntem ve tekniklerin denenmesine başlanır. Zamanla paradigma bağlayıcı olmaktan çıkar. (...) Bunalımla beraber arayışlar başlar. Ve yeni bir paradigma eskisinin yerini alır. Bu geçiş devrimseldir. Aynen sosyal devrimlerde olduğu gibi bilimsel devrimlerde de, yeni bilim anlayışı, tüm bilgileri merkezinden bakarak ve rengine boyayarak yeniden kurar."

Şimdi soralım: Müslümanlara Kur'an hususunda paradigma değiştirtecek mecburiyet nedir? Nerede çıkmaza düşmüşlerdir? Nerede bunalım yaşamaktadırlar? Nerede cevapları yoktur? Öztürk'ün iddialarını dinlediğinizde 'Allah adına çektiği sıkıntıyı' anlamak bile güçtür. Evet. Öztürk, hâşâ, Allah'ın yerine kendisini/'göre'sini koyarak sürekli Onu endişelerinden kurtarmaya çalışmaktadır. Bu sanrılı tavrın normal bir mü'mini "Kur'an beşer kelamı da olabilir!" demeye mecbur edecek bir yanı var mıdır? Yoktur. Hiçtir. Hiphiçtir. Bu ancak Öztürk'ün kompleksidir. Kompleksten-sanrıdan bilim olmaz. Ancak halisülasyon olur.

Üçüncüsü: Öztürk paradigmasının her noktada hesabını vermekte midir? Hiç sanmıyorum. Misal: Bediüzzaman'ın aynı metinde hikmetle dillendirdiği 'kelamullah-nübüvvet-ümmet-medeniyet' bütünlüğü içinde bu iddia nasıl bir yere düşer: "(...) Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur'ân kelâmullah olmazsa, Arştan zemine düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik iken menba-ı hurafat olur. Ve o harika fermanı gösteren zat-hâşâ, sümme hâşâ-eğer Resulullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne sukut etmek ve menba-ı kemâlât derecesinden maden-i desâis makamına düşmek lâzım gelir, ortada kalmaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki, buna ihtimal versin..."  

Yani, Kur'an kelamullah olmaktan çıkarılırsa, Aleyhissalatuvesselam da peygambere yakışır faziletten çıkarılır. Ümmeti 14 asırdır insanlığı hakikatle ışıklandıran konumundan kovulur. Ellerinde şekillenen medeniyetin hüsn u kemali ister-istemez inkâr edilir. Herşeyi yalana müstenittir çünkü vs. En alttaki taşı çektiğiniz zaman üstündeki binayı yerle-yeksan edersiniz. O halde bu iddiayı 'fikir jimnastiği' şeklinde görmek yanlıştır. Bu İslam'ı baştan aşağa yeniden şekillendirecek, hatta, düpedüz başaşağı çevirecek bir saldırıdır! Evet. Saldırıdır! Saldırıya karşı da sipere sığınmak gerekir. Karşı tarafın ordusuna katılınmaz.

Dördüncüsü: Bu da Kur'an'ın mucizeliğini teşhiste avamiyetimizin teşkil ettiği sıkıntıdır. Ki mürşidim ona da şurada işaret eder: "Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok burhanların metanetinde birtek burhan lâzım ki onu yerden kaldırıp Arş-ı Mânevîye çaksın—tâ küfrün zulümatından kurtulup imanın envârına erişsin. Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desisenle, şu zamanda, bîtarafâne muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar." Bu konuyu açmada da yine Bediüzzaman'a ait bir misalden yardım alalım: 

"(...) şöyle iki şahsın misline benzer ki: Onlardan birisi yukarıya diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını görürler. Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun menbaını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub edip dağılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi arka tesadüf ederse, tatlı ve temiz olduğunda tereddüt etmez. İşte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut etmezler. Aşağıya giden öteki şahıs ise, arklara bakar, suyun menbaını göremediğinden, her rastgeldiği ark suyunun tatlı olup olmadığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayı vehimlere maruz kalır. Ednâ bir vehim o kafasızı yoldan çıkarır..." 

İşte, Öztürk'ün aşıladığı zehir herbir öğrencisini misaldeki ikinci adama çeviriyor, çünkü kaynağa olan güvenlerini sarsıyor. O çocuklar su içeçekleri her dereyi sınamak zorundalar. Halbuki bu sınamaya elverecek yetkinlikleri de yok. İ'cazı takdir edebilecek idrake sahip değiller. Böylelerinin imanını ayakta tutacaksa pınara olan güvenleridir. Eğer o güveni dinamitlerseniz aşağıdaki herbir dereyi ayrı ayrı tecrübe etmeye onları mecbur edersiniz. Çoğu da bu süreci atlamazlar. Neden? Yukarıda bir seferde kolayca aşılan aşağıda yüzbin şubeye ayrılır da ondan. Herbir şubenin sınavı da ayrıdır. Sırrı ayrıdır. Penceresi ayrıdır. Tecrübesi ayrıdır. Şüpheyle yaklaşan, önceye şüpheyi alan, güvenliğine emniyet edemediğinden istifadesiz kalır.

Her neyse. Yazı çok uzadı. Diyeceklerimin bir kısmı da kaldı. Yapacak birşey yok. Seriyi daha fazla uzatmayacağım. Mustafa Öztürk reddiyelerimin yeni sezonuna bu yazıyla final veriyorum. Ne de olsa, şimdilik, kürsüsünü terketti. Biz de şimdilik terkedeceğiz. Korkumuz yok. O dönerse biz de döneriz. Allah doğrunun yardımcısıdır. Tevfik Ondandır. Hamd Onadır. İnayetine dayananlar asla mağlup olmazlar. Âmin.

9 Aralık 2020 Çarşamba

Allah'ın Webo kadar hatırı yok mu?

Böyle şeylerin yaşanmasına insan sevinmez ya. Fakat tam yerine rastgeldi. Gökte ararken yerde bulundu. Yok. Özür. Dünde ararken günde bulundu. Neden bahsediyorum? İki şeyden. Birincisi: PSG-Başakşehir maçında yaşanan tatsızlıktan. İkincisi: Hasan Ali Toptaş ile başlayıp başka isimlere de sıçrayan taciz iddialarından. Aslında ikincisini anmayacaktım. Çünkü iftiraya maruz kalıp-kalmadığını bilmiyordum. Ancak beyan ettiği özür metnine bakınca anmanın bu açıdan sakınca oluşturmayacağına kanaatine vardım. Onları bağlayacağım vakıa ise daha eski bir olaydır. Evet. Başlıktan düğümü çözmüştünüz zaten: Mustafa Öztürk'ün Kur'an'ın insan sözü olduğu yönündeki iddiası/iftirası üzerine yaşananları konuşacağız yine. Yani kendisinin uğradığı 'linç'in meşruiyetini savunacağız.

Benim bu konuda karnımda hiç ağrı yok arkadaşlar. İlk yazımdan itibaren de belirtmiştim. Çerçeve içinde kalındıktan sonra 'kalbindeki iman yalan olmayan' her müslümanın geleceği bir gayretin sonucuydu yaşananlar. Yani, çoluğumuza-çocuğumuza Allah'ı-Kur'an'ı-Peygamberi öğretsin diye beklediğimiz bir ilahiyat hocası, bizzat kendi alanında dinin altını oyuyordu. Öğrencilerinin aklını bulandırıyordu. İtikatlarını bozuyordu. Üstelik bunu da neredeyse Velid bin Muğire alaycılığıyla yapıyordu. Hoş, hocanın(!) kırdığı fındıkların ilki bu değildi ya, neyse. Ama en boyasını dökeni buydu. Ne sandınız. Allah elbette Kitabına düşman olanı rezil eder. Kendisinin vakt-i merhunu da o günmüş.

İlk yazımda da işaret etmiştim: Bu mevzuda karın ağrısı çekenlerin çoğunun sancısı başka hastalıkların tezahürüdür. Gazıdır. Kabızlığıdır. Sözgelimi: Mevzuun arşı titreten yanını boşverip "Canım, Mustafa Öztürk hususi bir sohbette dilegetirmiş, böyle sohbetleri yayınlayıp lince sebep olmak çok yanlış. Asıl konunun bu yanına bakmalı..." deyu, mü'minlere "Canbaza bak canbaza!" çeken zümrenin rahatsızlığı özünde 'linç'ten değildir. Ya? Bu alanda 'artık rahat at koşturamama korkusu'ndandır. Neden böyle söyledim? Açayım. Birincisi: Görüntülerin gizli kaydedilmediği bizzat Öztürk'ün çekimin sonunda kamerayı selamlamasıyla sabittir. İkincisi: Çünkü bu lince kızanların kendileri de birçok benzerine maaliftihar katılmışlardır. Şu sosyalmedyada kırk kardeşiz. Kırkımız da birbirimizi biliriz. Kıvırmaya gerek yok. Hatta işte daha bugün yaşanan iki mevzuda da o kimseleri linçlere dahil olmuş olarak müşahede ettik. Bütün o bize okudukları mavalları, pardon, hassasiyetleri unuttular. Gerek Romen hakemin hususi olarak Webo'ya söylediği ırkçı ifadeleri, gerekse Hasan Ali Toptaş'ın hususi ortamlarda birçok bayana karşı takındığı uygusuz tavırları konuştular, gocunmadılar, alınmadılar.

Birinci linçlerinden dolayı Romen hakemin meslek hayatı bitti. Haketti mi? Haketti. İkinci linçlerinden dolayı da muhtemelen Hasan Ali Toptaş'ın yazarlık kariyeri bitecek. Çünkü, şimdiden kitaplarının basılıp yayınlanmamasını, hatta basılmış kısmının da toplanıp satıştan çıkarılmasını talep eder oldular. Twitter'da gezinirken yayınevlerine baskı yapmaya çalışan yüzlerce mesaja denk geldim. Bunlar sadece tek mecrada rastlananlar. Daha kimbilir nerelerde ne kıyametler kopuyordur. Nereye bağlanacağınıysa göreceğiz.

Efendim, görüyorsunuz ya, mevzu 'hukuk-u ibâd' olunca kimsenin böyle mevzulara ses çıkarası, "Ama hususiydi o!" diyesi, "Nasıl serrişte edersiniz?" diye gücenesi gelmiyor. Fakat 'hukukullah' oldu mu ver gözüne! Kur'an'a insan sözü mü diyorsunuz? Deyin gitsin. Hadisleri mi inkâr ediyorsunuz. Edin gitsin. Öyle inanmanın küfür olduğu bir meselede gençleri mi zehirliyorsunuz? Zehirleyin gitsin. Liberal alışımlı hiçbir gönlün bunlara takıldığı yok. Hatta bir de beğeniyorlar. "Üniversitelerde fikir özgürlüğü..." falan. Romen hakemin fikir özgürlüğü yok mu? Yok. O ayrı. Onun yaptığı hukuka aykırıymış. Bugün birisi bana öyle yazmıştı. Peki, aga, Kur'an'a insan sözü demek itikada-fıkha aykırı değil mi? Müslümanın asıl sorumlu olduğu hukuk, hem de öncelikli olarak, 'hukukullah' değil mi?

Deriz, deriz de kardeşlerim, yine Ehl-i Sünnet müslümanlar birbirimizi işitiriz. Mezhebi genişler endişelerimizi işitmezler. Onların yanında Cenab-ı Hakkın hatırı Webo'nun hatırı kadar yoktur. #Blacklivesmatter'dır da #müslümanitikadıtırttır. Hasan Ali Toptaş vakıasına #MeToo çekerler de bize çektikleri #Yuh-Tüü! ayarında kalır. Eh, ne yapalım, onların sahipleri lobileriyse bizim de sahibimiz Allah'tır. Yakub aleyhisselamın ders verdiği gibi hüznümüzü Ona arzederiz. O elbette dini için dertlenenleri boşvermez. Bana sorarsanız asıl sakınılması gereken linç de budur. Öyle ya. Meleklerin linç ettiğini artık hangi sosyalmedya çalışması düzeltir? Kaç para eder? O ulu günde Rahman u Rahim olan Rabbimizin ayaklarımızı sırattan kaydırmamasını dileriz. Âmin. Âmin. Âmin.

23 Kasım 2020 Pazartesi

Konu başkasıymış gibi yaşamayı bırakmalıyız

Geçenlerde yine A'râf sûresini okurken İblis'in kıssasına takıldım. Kulluk yolunda ayağı ilk takılanın 'takılma öyküsü' benim de kafama takıldı. Arkadaşım, insan dışında her neye takılırsa, aslında içinde bir yere takılıyor. Bir daha gördüm bunu. Anladım. İblis'in takıldığının da Âdem aleyhisselam değil 'kendi yanlış varlık algısı' olduğunu sezdim. Belki benim de bu kıssaya takılmamın sebebi başka bir takıntıydı. Çünkü benim de topraktan yaratıldığını düşünüp ateşimin üstünlüğünden(!) dolayı isyan ettiğim hiyerarşiler vardı. Göremediğim değerler vardı. Edemediğim secdeler vardı. Kuşatamadığım hikmetler vardı. Kovulduğum makamlar vardı. Kur'an'da her anlatılan bir parça da kendi hikâyem olduğunu yeniden hatırladım. Halbuki mürşidim bunu ta 20. Söz'ünde ders vermişti: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor."

Dünya varolalıberi düşen her nesnenin yerçekimi kanunundan bir hissesi vardır. Hiçbirisi kendileri hakkında söylenmiş 'düstur-u küllî' ve 'kanun-u umumî'lerin tesirinden hariçte değildir. Benim de imtihan edilen bir yaratılmış olmak hasebiyle hem Âdem aleyhisselamın hem de İblis'in yaşadıklarından almam gereken dersler var. Dönmem gereken düşüşler var. Teşhis etmem gereken hastalıklar var. Sarmam gereken yaralar var. Keşfetmem gereken kusurlarım var. Var, var, varoğlu var. Ancak Kur'an'la ve sünnetle böyle muhatap olmak için anlatılanların 'benim hikâyem de' olduğunu sezebilmeliyim. İşte, mürşidim, 20. Söz'ünde bunu öğretiyor. Ben de, eğer iyi bir talebeysem, aldığım bu dersi her menzilde tekrar etmeliyim.

A'râf sûresinin 12. ayetinin kısa bir mealinde deniliyor: "Allah buyurdu: 'Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir?' (İblis): 'Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın' dedi." Bunu diyen biraz da ben değil miyim? Nerede diyorum peki? Yaratılana razı olmadığım her yerde söylüyorum. Her hasedimin arkasında bu hüküm var. Dilimi "Maşaallah!" demekten alıkoyduğum her yerde bu iddiaya sığınıyorum. "Böyle olmamalıydı!" diyorum içimde bir yerlerde. "O koltuk benim hakkımdı. O ilgiyi ben görmeliydim. O yâr bana varmalıydı. Böyle olmamalıydı." O yüzden belki de "Allah ne güzel dilemiş!" diye içimi teskin etmediğim her yerde 'nazar etme tehlikesi' yaşatıyorum. Ve bu yüzden Aleyhissalatuvesselam Efendim, çok beğendiğim şeylerde, böyle bir hatırlatmayı kendime hemencecik yapmamı emrediyor. Onun öyle olmasını Allah diledi. Maşaallah. Ne güzel diledi O.

Her "Maşaallah!" attığın bir tokattır aynı zamanda. Kime? İçine. Kendi şeytanına. Semadan ta kalbime kadar uzanan recmü'l-şeyatîn kanununun bir ferdidir yaşadığın. Gökte melekler onları taşlar. Yerde mücahidler cihad eder. Kalbimde şeytanımla ben uğraşırım. Cihad her katmanda mütemadiyen sürer. Hatta gece "Aman uyuyayım!" dersen uykun neden tersine kaçar? Bunun cevabı da Bediüzzaman'a göre aynı kanunla alakalıdır: "Şu hâdisâtın sırrı şudur ki: Nasıl ki bir ekmeğin vücudu, tarla, harman, değirmen, fırına terettüp eder. Öyle de tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareket etmediği için, o tertipli eşyadaki mânevî basamakları müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz..." Maksada çıkamaz? Burası mühim. Çünkü şu düşüşün İblis'in düşüşüyle bir arkadaşlığı var. A'râf sûresi 13'ün kısa bir mealine bakıyoruz bu sefer: "Allah: Öyle ise, 'İn oradan! Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın!' buyurdu."

Hırsın, kıskançlığın, hasedin ve kibrin neticesi her zaman böyle değil midir? Olana rızasını yitirenin içinde büyüyen itiraz, eylemlerinden önce, psikolojisini etkiler. Ahlakını kemirir. Hased hâsidin amelinden önce içini yakar. Platonik âşıkların maşuklarının her iltifatını kendi üzerlerine alınması gibi hâdis de hased ettiğinin gördüğü her iltifatı kendine hakaret sayar. Dahası: Düşmanlarının sayısı kendi hiyerarşisine hakvermeyenler sayısınca büyür. Ateşi üstün görmeyen yanmalıdır. Fakat ne tuhaf. Yanan kendisi olur: "Hırs ile aculiyet sebeb-i haybettir. Zira mürettep basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden, harîs muvaffak olamaz. Olsa da, tertib-i câlisi bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan, ye'se düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır." Evet. İçindeki kötülük öyle büyümüştür ki ulaştığından da artık bir lezzet alamaz. Ancak haklılığını isbat etmek için mücadele etmeyi de bırakmaz.

A'râf sûresi 14'te bu durum kısa bir mealiyle şöyle haber veriliyor: "İblis: Bana, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver, dedi." Mühletini de aldı. Sonrasında vaadettiği birçok şeyi de başardı. Ancak bu İblis'in asıl yanılgısını düzeltmedi. Mağlubiyetini zafere dönüştürmedi. Cenab-ı Hak ondan Âdem aleyhisselama secde etmesini istediğinde neslinden gelecek hiçkimsenin sapmayacağı yönünde bir vaadde bulunmamıştı. İblis konuyu yanlış anladı. Yahut da anlamak arzuladı. Secde edilen Âdem aleyhisselamın şahsı değildi sadece. Âdemiyetin potansiyeliydi. Ki bu da Âdem aleyhisselamın şahsî tecrübesinden ziyade hakikat-i Muhammediye aleyhissalatuvesselama bakıyordu. O hakikati yaratan Hakîm-i Mutlakın hikmetine dayanıyordu. Hak Teala âdemiyetin 'elmas olabilme ihtimalini' nazarlarımıza veriyordu. İblis 'kömür olabilme yollarına' dikkati çekiyordu. Kendisine verilen son dersi bu yüzden kavramadı: "Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!" Evet. Başkasını kömür etmekle kemale eremezsin. Başkalarını yanacak hale getirmek ancak yanıcılığını arttırır. Onlarla beraber sen de yanarsın.

Halbuki tevekkül de sabrın bir çeşididir: "Cenâb-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada, bir merdivenin basamakları gibi bir tertip vazetmiş. Sabırsız adam, teennî ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır, maksut damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir. Sabır ise müşkülâtın anahtarıdır. (...) Demek, Cenâb-ı Hakkın inâyet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir." İblis'in mahrumiyetinde bu sırrın da dersi vardır. Damından düşmüştür. Makamından kovulmuştur. Çünkü kesin hükme varmakta acele etmiştir. Çünkü basamakları atlamıştır. Çünkü öğrenmek istememiştir. İman ettiği kem hiyerarşinin haksızlığını görmeyi beklememiştir. Melekler gibi sırrın dersini alıncaya kadar merakla tevekkül edememiştir. Talip olmadığından talebe de olamamıştır. Kaybetmiştir.

"Bir zat, bir biçareyi bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. (...) hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp, şükretmeyerek, yukarıya bakar. 'Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım! Niçin o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil?' deyip şekvâya başlarsa, ne kadar bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır. Öyle de, bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp yüksek bir derece-i nimet kazandığı halde, bazı arızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû-i ihtiyarıyla veya sû-i istimaliyle elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekvâ etmek, sabırsızlık göstermek, 'Aman, ne yaptım, böyle başıma geldi?' diye rububiyet-i İlâhiyeyi tenkit etmek gibi bir hâlet, maddî hastalıktan daha musibetli, mânevî bir hastalıktır. Kırılmış elle döğüşmek gibi şikâyetiyle hastalığını ziyadeleştirir."

Bugün biz de böylesi kaybedişler yaşıyoruz. Rahman u Rahim'in fazlından bir ihsanı: Tevbemiz var. Âdem aleyhisselam gibi hatamızı itiraf edebiliyoruz. Bununla İblis'ten ayrılıyoruz. Yoksa düşüşümüz kıyamete kadar sürecekti. Kaderi değiştirmek elimizden gelmediği için, razı olmadığımız her hâdisede, göğsümüzde bir karanlık büyüyecekti. Devleşecekti. Belki yalnız bizi değil çevremizdekileri de yutacaktı. Evet. Kabil'in Habil'i niye katlettiğine dikkat et. Bugün de "Ya benimsin ya toprağın!" deyu cinayetler işlenmiyor mu? Yahu daha ne kadar kendi hikâyene bigane kalacaksın? Ne kadar anlatılanın 'sen' olduğundan kaçacaksın? Kur'an, bindörtyüz yıldır uyarıyor, konu başkasıymış gibi yaşamayı bırakmalıyız.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...