30 Mart 2022 Çarşamba

Kandırmayanı olmayan kanmaz

"(Diyanete itaat etmeyen felsefe) riyâkâr bir hüsnü istihsan ettiği için riyâkârları alkışlamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbide yapmıştır. Yani; o sanem-misâller, perestişkârlarının hevesatlarına hoş görünmek ve teveccühlerini kazanmak için, riyakârane gösteriş ile ibadet gibi bir vaziyet gösteriyorlar."

'Bismillah' demenin bir 'tebliğ' bir de 'teslim' yönü var sanki arkadaşım. Evet. Verirken 'Bismillah' diyen özbir kalbine 'asıl mülk sahibinin Allah olduğunu' hatırlatır. Elhamdülillah. Alırken 'Bismillah' diyen de az farklısıyla aynısını yapar. Yani anımsar: Asıl bağışlayan muhatabı değil Allah'tır. Esbap yalnızca perdedir. Buradaki görünümler mecazîdir. Fakat her ikisi de 'Bismillah'larını birbirlerine (veya çevrelerine) işittirdiklerinde mübelliğ makamına geçerler. Çünkü işitenlere de alışverişin Malik-i Hakiki'si ihtar edilmiştir. İç-dış dengesi böylece kurulur.

Ne güzeldir. 'Alan' Bismillah dediğinde 'veren' içine söylediğini dışından tekrar işitir. Zikr-i hafîsi zikr-i cehrîyle destek bulur. Enfüsüne nasihati âfâkta şahitlenir. Kuvvetlenir. Delillenir. Veren 'Bismillah' dediğinde de alanın gönlüne aynı tebliğ dokunur. Hayy'dan gelen Hû'ya gitmiştir. Nedenlerin-sonuçların yaratışta tesiri yoktur. Böylece vesileler vesileliklerini ilan ederler. Demek 'Bismillah' müslümanca varlık algımızın bir tür alemidir. Sembolüdür. İşaretidir. Onu her deyişinde çarkların üstünde bir okumayı, şuursuzca da olsa, kasteder.

Mürşidim bir yerde bu sadedde diyor ki: 

"Hem veren 'Bismillah' demeli, hem alan 'Bismillah' demeli. Eğer o 'Bismillah' demiyor, fakat sen de almaya muhtaçsan, sen 'Bismillah' de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükürle öp, ondan al. Yani, nimetten in'âma bak, in'amdan Mün'im-i Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et. Çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi." 

İşte, arkadaşım, alanın 'Bismillah' deyişindeki yeterlilik, sanki biraz da 'tebliğ' makamına bakar. Allahu'l-a'lem. Veren 'Bismillah' şuurunu taşımıyor olsa da, alanın 'Bismillah' deyişi, vesilenin aşkınlık sanrısını berhava eder. Şahit arayışını boşa düşürür. İçindeki dalaleti köreltir. Tevehhümünü dağıtır. Firavun'un, "Rabbiniz değil miyim?" diye sormakla kavminden aldığı tasdik, sihirbazlarının imanına karşı sergilediği kızgınlık, bu meyanda söylenenleri haklı çıkarır. Kur'an yaşanan diyaloğu elbette pekçok hikmetle nakletmiştir. Onlardan belki birisi: Her sahtekâr kandırmacasına şahit ister. Kandırmayanı olmayan yeterince kanamaz. Öyledir. Perestlerin putlarına tutunduklarından fazla putlar perestlerine tutunur.

Kandırmadığımızda kanabilecekleri de kurtarıyoruz demek ki arkadaşım. Ne mutlu. Hatta derim ki: Mü'minin mü'mine aynalığı buradan da tefekkür edilebilir. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz, onu 'dilinden-elinden emin olunan' diye tarif ederken, aynalığının mahiyetini de nazara veriyor sayılamaz mı? Şunu yalnız 'zararsızlık' olarak da düşünmemek lazım. Eksik kalıyor çünkü. Yeri geldiğinde 'faydasızlığımız' da faydadır. Şeytana yardım etmeyen meleğin yanındadır. 

Yine zulmünden alıkoymamızın zalime yardım olduğunu Ondan öğreniyoruz. (Öğrendiklerimiz sayısınca salat u selam olsun.) Dikkat ettin mi? Hepsinin özünde dürüstlüğümüze yapılmış bir gönderme var sanki. Evet. Eğer kavmi Firavun'u iddiasında tasdik etmeseydi bu derece şaşırır mıydı? Herkes alırken 'Bismillah' deseydi verenler mağrur olabilirler miydi? Dürüstlüğümüze de bir başlangıç arıyorsan itikadımızı düşün isterim. Allah'ın yarattığı herşeyi yine Allah'a vermek doğruluğun bidayetidir bence. Burayı şaşırdıktan sonra aşağıda o ahlak kolay kolay toparlanmaz. İlk düğmesi yanlış iliklenmişi yukarıda toparlayamazsın çünkü. 

28 Mart 2022 Pazartesi

Biz bu âlemin sancısıyız

'Hayat' diyoruz fakat hakikatte 'ölmeye başlamak'tır. Evet. Hepimiz gitmeye başlıyoruz dünyaya gelirken. Nasıl ki lokmanın lezzeti daha yutarken terkediyor, aynen öyle de, hayat da 'ömür' süreci içinde terkediyor bizi. Bu hikmetle belki de Kur'an-ı Hakîm buyuruyor: Asıl hayat sahibi ahiret yurdudur. Ne kadar açık. Ne kadar isabetli. Ne kadar uyandırıcı. Ölüm olmayandır hayat. Ebediyeti olmayan hayat ölümdür. Yani varolduğu an 'ölme süreci'ne dönüşür. Biz de şuradaki faniliğimizle bir tür ölme sürecindeyiz. Hayata yalnızca dokunduk. Acılarımızın kökeninde bu var.

Hayat ölüm olmayandır. Bu nedenle batıp giden herşeyden kıvamı bozulur. Tadı kaçar. Çünkü sonunu sezer. Elindeki balon patlayınca ağlayan çocuk da, cebindeki harçlık bitince canı sıkılan genç de, sıhhatini arayan hasta da (ve daha nice şekillerde hepimiz) ölümü an an teşhis edebiliyoruz. Birşeyler gidiyor. Birşeyler hep gidiyor. Hiçbirşey elde kalmıyor. Sevmek hareket halindeki bir trenden dikenli tellere asılmak gibi. Ne kadar severseniz o kadar yara. Dünyacı sevmeler böyle. O yüzden vaktiyle yazmıştım bir ajandaya: Zamana yayılmış bir intihar gibiydi seni sevmek.

 Hayat, varolduğumuz bütünlük içinde, ayrıca bir bütün olmaktır. Âlem bir bütün. İnsan da bir bütün. Âlem, bütünlüğü içinde varolan bu kardeşini, tekrar bütünleşmeye çağırıyor. Sistem sistemi yutuyor. Bu yutuş süreci tamamlandığında topraktan gelen toprağa dönüyor. Peki ya topraktan gelmeyen yanlarımız? İçimizde bir sonsuzluk aşkı var. Bu dünyada bulunmayandan karılmış harcımız. Cennete basmışlığımızı hatırlıyor ayaklarımız. Maddeden aşkın açlıklarımız varsa bu dünyaya ait değiliz demektir. Çünkü sırf ondan yaratılmış olsaydık onu aşamazdık. Nitekim hayvanların faniliğin üstünde tahayyülleri yoktur. Bu özlem bizdedir.

Özlem varsa tanışıklık da var. Tanımadığını özlemez kimse. Hayal bile varoluştur. Fanilik canımızı bu yüzden çok yakıyor. Biz sonsuzluktan haberdar edilmiş fanilikleriz. Bizi yaratan el-Bakî'nin hayata varan tasarrufu, tecellisi, bağışı gözümüzü açtı. Hamdolsun. Ötelerde bir varlık daha düşleyebiliriz. Eğer bu düşümüzün hakikati verilmeyecektiyse neden ufkumuza düşürülsün? Bediüzzaman ahiretin varlığına buradan da bir delil çıkarıyor. Vermek istemeseydi istemek vermezdi. Evet. İstememizi istemeseydi düşlemek vermezdi. Hayatın bizim şiddetimizdeki varlığı bu dünyadan ibaret olmadığının delilidir. Hayvanların hayatından ibaret kalsaydı dünya faniliği içinde kararlılığı bulmuş olurdu. Sancıyan hiçbir yanı kalmazdı. Biz bu âlemdeki varlığın sancısıyız. Hayatın ölüme layık olmadığını ölme sürecini yaşarken biliyoruz. Bu bilmek eğer Allahsızsa delirtiyor bizi.

Kimse sonu idam bir yolculukta sofralarla avunamaz. Ya sonunu unutacak kadar mestolacak yahut da delirecek. Veyahut bir yol daha var: Sürecin yüzeyden ibaret olamayacağını kavrayacak. Perdeyi aralayacak. Hayatın ölüme layık olmadığını yara yara sezdiğimiz doğru. Peki ne zaman sezgimizin mesuliyetini alacağız? Peşini bırakmak da sezginin ölümü değil midir? Nihayetinde küfür 'örtmek' manasına geliyor. Dünyayı kapatacak örtü yok bizde. Fakat içimizde katlettiğimiz ne çok hayat var bir görsen.

26 Mart 2022 Cumartesi

Zalimlik kabul edilmemiş cahilliktir

Zalimliğimizin cahilliğimizle ilgisi var arkadaşım. Hatta derim ki: "Her zalimlik kabul edilmemiş bir cahilliktir." Furkan'dan işitince farkettim, şükür. Hani musırrane 'zalûmen cehûla' buyuruyor ya. İşte orası uyandırdı beni. Elhamdülillah. Yani zulüm işi sadece 'kötü niyet' işi değil. İyilik kastıyla da çok zulümler işlenebilir. Başkasının cennetine karar vermek de zulüm olur bazı. Nasıl? Neden? Belki şundan: Ehadiyet sahibi Allah, kudretinin bir de hikmet burcundan temaşası için, herbirimizi 'biricik' yaratmış. Gönlümüzü has tecellilerinin tahtı ve âlemdekilerin de tekrarsız seyirgâhı kılmış. Biricikliğin şânı nedir peki? Belki şudur: Biriciklik biriciklik üretir. 

Her biriciklik nihayetinde başka biricikliklere bakar. Evet. Sen de görüyorsun: Herkes aynı yemeği sevmiyor. Herkes aynı renkten hoşlanmıyor. Herkes aynı ahenge kulak veresi değil. Âlemden herbirimize düşmüş başka bir âlem var. Bir biteviye orijinallik şahitliğimiz. Âdemiyet kanununun herbirimizde başka hal alması. Mesela: Aborjine acıyıp sarayda ağırlasak ne olur? Çocukken bir filmde görmüştüm sanki. Deliriyordu adam. Çünkü duvarlar içinde hiç yaşamamış. Gökyüzünden başka tavanla tanışmamış. Sarayı cehennem tanıyor. Götürenler firdevse kavuşturduklarını sanıyorlardı halbuki. Doğrusu: Onların cenneti Aborjinin cehennemiydi.

Cennetimize kim karar verecek o halde? Elbette hem 'bütünün' hem de 'biriciklerin' sahibi. Vahid-i Ehad. Hem 'Vahid' hem 'Ehad.' Bu yapbozu yaratanından başkası tamamlayamaz. İnsan, ki kendisi de bir âlemdir, fakat Rabbü'l-Âlemîn'den gayrı kimsenin cennetinde rahat edemez. Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur. Bütünün bilgisi lazım yerli yerindeliğimize. O yüzden bâtıl akidelerin hiçbirisi tatmin edici olamadı. İdeolojiler boğdu. Ütopyalar boğuldu. Başlarken bitti. Tatları acılaştı dilde bekletildikçe. Meftunları cehennemi düşlemiyorlardı halbuki. Hepsinin emeli dünyadaki cennetti. Lakin hakikatimizi epeyce gözardı ettiler. İnsanın hem içinde yeraldığı bütün hem de bizzat parçalığı hakkındaki cahilliğini ıskaladılar. Akıl fenerlerinin zayıf ışığı gözlerini aldı. Ateşböceklerinin parıltısı ışıktan etti. Gözlerini güneşe karşı köreltti. Hasılı: Bilmediklerini bilmedikleri için de kestiremediklerini eylediler. Nefislerine zulmettiler. 

Zulmettiler. Çünkü bütüne uyumsuz her parçalık zulümdü. Zulmettiler. Çünkü parçanın reddettiği her bütünleştirme incitirdi. 

İmtihanımız da bu noktada düğümleniyor sanki arkadaşım: Eylemlerimizin hem 'bütüne' hem de 'kendi bütünlüğümüze' bakar yanları var. Fakat ne bütünü kuşatabiliyor ne de sırrımıza vâkıf olabiliyoruz. Hem 'âlemlik' bilgisinden aciz hem 'kendilik' bilgisinde cahiliz. Bu kadar uçurumun kavuştuğu yerde düşmemek mümkün mü? Seçimler galattan korunabilir mi? İşte şimdi vahyin-nübüvvetin bağışlanış sırrına yaklaştın. Hikmetini anlamaya başladın. Evet. Çok zalim ve çok cahiliz. Fakat 'adaleti sonsuz' ve 'herşeyi bilen' Allah doğruları lütfediyor. Karanlık varsa ışık da var. Uçurum varsa yol da var. Cümle cevaplar Kur'an'a ve sünnete yerleştirilmiş. Sana düşen yalnız duvarlarını kabullenmek. Çünkü ancak kabul eden kaçar. Kaçan insanın sığınacağı olur. Sığınana ancak yardım edilir. Yani ki: 'Bütünün sahibine' sığınanın zulmetmemesi mümkündür. Elbette her işimizde tevfik Hüda'dandır. Biz de inayetini Rabbü'l-Âlemîn'den dileriz.

22 Mart 2022 Salı

Bilim duadan mı ibaret?

Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Kainat dua yollarından örülmüş. Esbap bu duaların kelimeleri kılınmış. Yolunu-cümlesini tamamlayan varlığa çıkıyor. 'Bilim' dediğimiz şey de bu yolların keşfinden ibarettir. Hem öyle dualardır ki bunlar, usûlüne uygun edersen, cevabı sıklıkla müsbet olarak verilir. İstenilen hemen bağışlanır. Yasası lisanla dilenenden farklıdır. Özel hukuku bakmaz. Kâfir de bu yolu istimal ettiğinde arzusuna ulaştırılır.

O kadar hızlı olur ki bu bağış, nazarı kısa olanlar için, hatlar karışır. Dileme süreci yaratıcı sanılmaya başlar. Evet. (Ve de ne yazık.) Tabiata, sebeplere, maddeye, zamana vs. tapanlar hep aynı çarkıfelekte kayboluyorlar. Dönüşteki sürate yeniliyorlar. Bakmaktan yoruluyorlar. Şirk okuması hep bir kuşatamayıştan çıkıyor. Tefekkür takip edemezse tesadüf demeye meyleder. Kısıtlılık da duayı yaratma sanrılıyor. Halbuki yaratıcılığın gerekleri duada yoktur. Mesela: Sürecin katılımcılarından hiçbirisinin ilmi-iradesi-kudreti bir yaratışı kaldırabilecek sonsuzlukta değildir.

Sonsuzluğu neden şart koştum? Çünkü varlığa katılan her yeni şey bir orijinallikle dahil oluyor. Maddesi varolandan karılmış gibi görünse de son haliyle o daha önce bulunmuyordu. Hiçbirşey öncesinin aynısı değil. İkizlerin yüzleri bile başka. Tiktakları tekrar etmiyor saatin. Herşeyin incesine inebilecek imkanı bulduğumuzda anların benzersizliği ile karşılaşıyoruz. Kar tanelerinin mucizeliğine şaşırıyoruz. Aynı kelimeyi bin kere söylediğimizde hep farklı şeyler çıkıyor ağzımızdan. Tıpatıp aynısını yapmaya çalışsak bile. Ses izlerinin en detayına inebilen teknolojiler bunu bize itiraf ediyorlar. 

Ancak sathîliğimizde bir aldanış var. Kolaycılığımız varlığa dair yorumlarımızı yanıltıyor. Vahdet'in ipleriyle meşguliyetten Ehadiyet'in nakışlarını gözden kaçırıyoruz. "Ne farkı var?" diyoruz içimizden. "İşte yine konuşan Ahmed!" Tamam. Tanıdın. Ses yine Ahmed'in sesi. Lakin Ahmed'in sesi hep aynı ses mi? Çocukluğumdan ihtiyarlığıma bu ses değişim göstermiyor mu? O halde anlarıma insen seyahatimin yavaş yavaş nasıl yaşandığını görebilecektin. O zaman orijinallik iddiamda bana hakverecektin. Belki birbirinin aynısı iki sesimi asla bulamayacaktın.

Eğer yaratıcı matbaanın bizzat kendisi olsaydı hep aynı şeyi basardı. Çünkü içindeki kalıbı değiştirecek bir ilmi-iradesi-kudreti olmazdı. Makineliğin tabiatı budur. Fakat öyle olmuyor. Hiçbirşeyin anı sonrasını tutmuyor. Kalıbını her defasında değiştirebilen el-Alîm, el-Mürîd, el-Kayyum belki (ve elbette) makineye de ihtiyaç duymuyordur ha? Yani belki de makinenin kendisi matbudur. Yani matbaa değildir. Öyle görünmesi sendendir. Faaliyetinin gösterdiği sonsuzluk muhtaciyetten kurtarır Usta'yı. Sınırlılar yardımcıya muhtaç olur arkadaşım. Sonsuz neden muhtaç olsun? Yaratışı haricinde birşey kalmaz ki yardım alsın. Vareden varettiğine muhtaç olur mu? Böylesine dilediğini yazarken matbaayı neden arasın şu Sâni? 

Başka bir cevap bulmalı şu işe: O halde muhtaç olanlar bizleriz. İmtihan 'makineyi aşıp-aşamamakta' yaşandığı gibi esbap da sınırlılar için Sonsuz Usta'yı tanımaya vesile oluyor. Akıl ilerlemek için sebeplerin adımlarına yaslanıyor. Yaratışı 'aşama/merhale' lokmalarıyla yutuyor. Tefekkürü eşiklerle kaldırabiliyor. Birden Allah'ı tasavvur edemiyor. Demek makinenin vesileliği Onun ihtiyacı değil. Bizim muhtaciyetimizden. Basılmayınca okuyamayan bizleriz. Dört boyuta inmesi lazım delillerin. Aşkın yazılara bakamayız. Bakamadığımızı okuyamayız. Bizzat güneşi izleyemeyiz. Çünkü sınırlıyız. Mü'min için durum böyle. Mü'min kusurları nefsine almakla mükelleftir. Sonsuza karşı sınırlının yapması gereken budur çünkü. Bunu yaptığı zaman varlık algısı düzelir. Çıkarımları mâkuliyet zeminine iner.

Peki kâfir için durum ne? Kâfir de elbette bir işe yarıyor. (Yoksa yokedilirdi.) Kainatın dua yollarını işlek kılmakta emeğinden faydalanılıyor. Usta'dan habersiz bir şekilde ustalığı övüyor senin anlayacağın. Saat gibi gösterdiği vakitlerden habersiz. Ettiğini dua olarak düşünmüyor. Yaratış sanıyor. Fakat sebeplere müracaatı da dua kılmış olan Allah hamdların kaçınılmaz tek adresi. Adresi şaşıran yalnızca şuurunu istifadeden eder. Turist, yabancısı olduğu yerde, anlamını bilmediği bir kelimeyle yardıma mazhar olsa, bu bağışlayana bir nakise getirmez. O anlamasa da dua ağzından çıkmıştır. Kâfirlerin de elinden/gayretinden çok dualar hasıl olmaktadır. Belki biraz bu nedenle mürşidim Mesnevî-i Nuriye'de der: 

"Evet, o kâfir, kendi terkibiyle, sıfâtıyla Cenâb-ı Hakça nev-i beşere takdir edilen nimetlerin tezâhürüne, şuuru olmaksızın hizmet ediyor. Ve güzel masnuat-ı İlâhiyenin mehasinini bilâ-şuur tanzim ediyor. Ve kuvveden fiile çıkartmakla garâbet-i san'at-ı İlâhiyeye nazarları celb ediyor. Ne faide ki farkında değildir. Demek, o kâfir, saat gibi kendi yaptığı amelden haberi yok. Amma, vakitleri bildirmek gibi nev-i beşere pek büyük bir hizmeti vardır. Bu sırra binaen dünyada mükâfatını görür."

Az evvelinde de diyor ki yine: 

"Demek, herşey sağır adam gibi yalnız kendi kelâmını anlar. İnsan ise bütün mevcudatın lisanlarıyla tekellüm ettikleri Esmâ-i Hüsnânın delillerini fehmeder. Binaenaleyh, herşeyin kıymeti kendisine göre cüz'îdir. İnsanın kıymeti ise küllîdir. Demek bir insan, bir fert iken, bir nevi gibi olur."

Tüm bilimdallarını düşün, teknolojiyi kafana getir, tefekkürlerimizi-emeklerimizi bir avucunda biriktir. İşte biz bunlarla da dua ediyorduk-ediyoruz arkadaşım. İster-istemez yapıyoruz bunu. Yalnız bazen hırsımızla  bedduaya çevirdiğimiz de oluyor. (Harut'la-Marut'tan herşeyi öğrenmemek lazımdı.) Saydıklarımda gördüğün tüm kötülükleri de buradan anlamaya çalış. Evet. Şeker hastasının bal dilenmeye hakkı yoktu. Fakat el-Hakîm hikmeti gereği isteyene verdi. Lisanla istediğimizi ise her zaman vermiyor. İyi ki vermiyor. Çünkü verseydi; tabiatı, esbabı, maddeyi, zamanı yaratıcı sandığımız gibi kendimizi de bir ilah sanabilirdik. Kibirlenebilirdik. Yani ona da şükür: Verilmeyen dualarımız sadece insan olduğumuzu hatırlatıyor.


18 Mart 2022 Cuma

Dönüşü olmayan bir duayız biz

"Bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye giden bir duadır."

Mürşidim kalbime dokunduğundan beri herşeyi duaya dönüştürdüm. Artık başka hiçbirşey yok. Her 'şey' bir dua. Çünkü mutlak ademden yoksun bırakıldım. Ne mutlu! Hiçliğe düşmek imkandan çıktı. Çünkü hiçlikten gelmedim. Herşey geldiği yere döner. Ondan gelense Ona döner. Ben yokken bile vardım. Var yokken bile vardı. Zaman geçmezken bile bir yerlerde ismi geçiyordu. Varlık ne kadar evvele gitse, hatta kendini cismen hiç etse, kadîm olan Allah'ın ilminden ileriye-geriye gidemiyordu. 

Biz varlığa boşluktan düşmedik arkadaşım. Boşluk varlığa bizimle düştü. Madem ki Allah varolacak herşeyi biliyordu, ki biliyordu ki yaratıyordu, o halde mutlak yokluktan sözedilemezdi. Herşey varolmadan önce yalnızca ilimdi. Alîm olan hepsini bilirdi. Hafîz olan hepsini saklardı. Bunu da bana mürşidim öğretti.

İşte bu ilmin duasıyla varlık sahnesine çıkarıldık. Rahmet bilinene varoluş da lütfetti. İhtiyaçtan yaratılmadık. İkramdan yaratıldık. Hakikat-i Muhammediye aleyhissalatuvesselam varolmayı hakeden öyle bir güzellikti ki, Cenab-ı Hak, aziz hürmetine bizleri de varlık sahnesine getirdi. 

Nurundan yaratıldığımıza itiraz edecek bir gerekçe göremiyorum. İlim de nurdur çünkü. Birşey hakkında bilgi sahibi olmak etkileşime girmek gibidir. Ondan taşan birşey size gelmiş gibidir. Öyle ya: Güneşten bize ışık geliyor. Güneşi bu ışık sayesinde biliyoruz. Yine bu ışık hakkında deniliyor ki: İsm-i Nur'un Hidrojen-Helyum düzeninde bir tecellisidir. Onu aşamadığımız için bize varoluş görünür. İpleri görecek açıya sahip olmayanlar için kuklalar da 'kendiliğinden' hareketlidir. Demek: Sebepleri yaratıcı sananların aslında açısı bozuk. 'Olanı' görüyorlar da 'olduranı' göremiyorlar.

Belki güneş de uzayın yüzeyinde bir kabarcıktır ha? Nasıl su damlası güneşin yansımasını sinesine sığdırıyor. Belki güneş de başka bir güneşin, belki de Şems-i Sermed'in, tecellisini kendisinde yansıtıyor. Sen ışık ondan doğuyor sanıyorsun. Çünkü dört boyutlu fiziğin üstüne çıkamıyorsun. Eğer iki boyutlunun üstüne çıkamasaydın da parıldayan su damlası güneşin oluverirdi.

Hakikat-i Muhammediye sadece bir ilim olarak varken de varolmak için dua ederdi. Çünkü o kadar güzeldi. (Güzelliğin kendisi bir duadır.) Çünkü o kadar hikmetliydi. (Hikmetin kendisi bir duadır.) Çünkü o kadar rahmete şâyândı. (Aczin-fakrın kendisi bir duadır.) Cenab-ı Hak onun ifade ettiği cemali varlık sahasına getirdi. 

Aleyhissalatuvesselamın nurundan yaratılmak ne büyük şereftir. Demek bizde de kıymettar hakikatinden birşeyler vardır. Varolan herşey varolduğuna sevinir. Varolan herşey varolmakla gönenir. Yani hep varolmak ister. Sonsuzluk ister. Şu haliyle sanki göğsündeki sırrı sezmiş gibidir. Öyle ya: Damlacığın bizzat kalmaya hatırı yoktur da göğsünde gösterilen güneşin vardır. Göğsünde gösterilen güneş hürmetine damlacığa da hürmet edilir. 

Bizim göğsümüz acayip bir sır saklıyor arkadaşım. Sırrını inkâr etmezse cennet bahşedilecek. Sırrını inkâr ederse de cehenneme dahledilecek. Herşekilde sonsuzluktan kaçınamayacak. Neden? Çünkü güneşi gösterdi bir kere. Artık bu göğsün varlıktan kendini sakınabilmesi mümkün değil. Kendisinin hatırı yoksa da göğsünde gösterilenin hatırı var. Hep bilinegelen duasının neticesinde varlık sahasına çıktı. Hikmeti kabul edildi. Gayri bu duanın dönüşü yoktur.

17 Mart 2022 Perşembe

Kendinden umut kesmeyen Allah'tan ümitvar olamaz

"Eğer hiç gurur sahibi olmasaydık başkalarının gururundan da şikayetçi olmazdık."
La Rochefoucauld (Aktaran: İsmet Özel, Faydasız Randevu, s. 37)

Modern özgürlük bir sınır ihlalidir. Her hamlesi bir sınırsızlık iddiasıdır. Herşeye karşı özgür olmak isteyen hiçbirşeyle kayıtlanmadığını düşünür. Evet. Ahirzamanda hürriyeti fazlaca tartışmamızın 'artan kayıtsızlığımız'la ilgisi var. Makine çağının çocukları artık eskisi kadar mahluk olmadıklarını sanrılıyorlar. Allah'a karşı özgür olunabilir mi peki? Onlara göre olunabilir. Çünkü Rablığın sınırlandırıcılığı da ıskartaya çıkarıldı içlerinde. Hatırlayalım mı: Niçe "Tanrı öldü!" ifadesini nasıl devam ettirmişti? "Onu biz öldürdük." Demek kastettiği hakikati değil tasavvuruydu. Tasavvurun ölümüne bir inkârcık yeter.

Şimdi birtek kendileri var. Kendilerinin Rabbi kendileri. Herkes Rab olunca mahlukiyetten doğan kardeşlik hukuku bozuldu. Rakipleşildi. Hepsini yaratan hepsi adına hidayet göstermiyor. Hukuku onlar yazarlar. Cezaları onlar verirler. Kararlar onlardan sorulur. Seçimler onların işidir. Anlaşamazlarsa savaşırlar. Savaşamazlarsa anlaşırlar. Bu kadar söz sahibi olduktan sonra da artık vites düşürülmez. Gidilebildiği yere kadar gitmelidir hükümranlık. Eh, biliyorsun, dünya da imtihan yeridir. Bize bir "Başardık galiba ha!" dedirtecek mühlet bağışlanır. Boğuşanlardan herbiri dişini hasmının şahdamarına geçirmesine az kaldığıyla avunur. Öyledir: Firavunlar da atlarını tıpkı Musa aleyhisselam gibi denize sürerler. Kendileri için yol kalmadığını durunca anlarlar.

Ayetin verdiği haber halimizdir: Allah'ı unutanlara Allah da kendilerini unutturur. Mahluk olduklarını unuturlar onlar. 'Sadece insan' olduklarını hatırlamazlar. Hatalarını görmezden gelirler. İtiraf etmezler. Bu yüzden tedavileri de aynı yerden başlamalıdır. Nedir? Mahluk tekrar mahluk olmak için 'aczini' bilmelidir. İnsan tekrar insan olabilmek için 'fakrını' görmelidir. Yani derim ki arkadaşım: Ahirzamanda irşad 'insanı tekrar insan haline getirmeden' başlayamaz. İnsan tekrar insan olmadığı sürece rendeçlenemez. Çünkü: 1) Kayıt sahibi olmayan kusur sahibi olmaz. 2) Kayıt sahibi olmayan endişe sahibi olmaz. 3) Kayıt sahibi olmayan özgürlük iddiasından vazgeçmez. Halbuki biz İslam'la düpedüz bu tarz hürriyetten vazgeçmeyi tembihliyoruz. Kendini kartal sanan tavuğa "Uçurumdan atlama!" demek kolay mı?

Belki biraz da bu hikmetle, Bediüzzaman Hazretleri, eserleri içinde acz-fakr bilincine tekrar tekrar vurgu yapıyor. Bununla 'insan olan insana' sadece 'insan' olduğunu hatırlatıyor. Yarasını bilmeyen devasını bilmiyor çünkü. Hastalığını kabullenmeyene şifa sunulamıyor. Hatta diyebilirim ki arkadaşım: Marifetullaha, yani Allah'ı tanımamıza, dair her bilginin de insanda yaptığı böyle bir iş var. Marifetullah sadra şifadır. Niçin? Çünkü sonsuzun hakikatini öğrendikçe, insan, kayıtlarını da öğrenir. Olanı öğrenmekle olmadığını öğrenir. Sonsuzluğun aslı Allah gibi birşeyse ve Allah'ın sonsuzluğu böyle birşeyse, o halde, bendeki bu tarz iddialar düpedüz evcilik oyunudur. Düzelteyim: Rabcilik oyunudur. Hâşâ. Allah benim gibi birşey olamaz. Benim gibi birşeyden Allah çıkamaz. Ancak Allah 'Allah' olur. Allahlık ancak Allah'a yakışır. Sonsuzun tekilliği kabul edildikten, yani tevhide iman edildikten, sonra da geriye "Kimimiz/nice sınırlıdır?" sualini cevaplamak kalır.

Bu soruyu sorabilecek kıvama gelmemiş insanın irşadı güçtür. Kartallıktan vazgeçmemiş tavuk uçurumlardan sakınamaz. Ayağını gereğince dikkatli atamaz. Düşebileceğine ikna edilemez. İşte acz-fakr öğretisi bize 'düşebileceğimizi' hatırlatıyor. Düşüncemizi düşlerden kurtarıyor. Nasıl yapıyor bunu peki? Kendimizi Samediyet aynasında seyrettirerek. Allah olana herşeyin muhtaç olduğu, fakat Onun Allahlığı gereği hiçbirşeye muhtaç olmaması gerektiği gerçeğiyle bizi yüzleştiren Samediyet, karşısına devasa iddialarla gelenleri cüceleştirmekte, cüceliğinin bilinciyle gelenleri ise devasa umutlara sahip kılmaktadır. Hamdolsun. İnsan Allah olamıyorsa da Allah'tan umutlanabilir. Umut, yalnızca fakirin ekmeği değil, mesleğidir. Öyle ya: Sultan'ın karşısına güçsüzlükle-ihtiyaçlılıkla gelmeyen insan Ondan hangi bahşı umut eder? Hatta Sultan'ın 'sultan' olduğunu farkedebilir mi? Müstağninin Sultan'ı olur mu? Alâk sûresi istiğnanın bizi azgınlaştırdığını hatırlatıyor.

Kendimizden umudu kesmedikçe Allah'tan umut edemeyiz. Acz-fakr bilinci bize 'kendimizden umudu kesmemizi' emrediyor. Kesilen umudun kendisi değil, yönü, adresi. Boynu kesilen yüklendiğimiz sahte-haksız rububiyet. Yani 'rablık.' Evet. Rabbü'l-Âlemîn olamayanın Rab de olamayacağı, cümle sanrılarımızın 'âlemler' çapına yetişmeyeceği, açıktır. Yukarıdan aşağıya bu uyanış en küçük daireye kadar sürerse âdem kıvama erer. Yapamadıklarını göre göre ancak sahte rububiyetlerden soyunulur. Yaratılanları göre göreyse Rabbü'l-Âlemîn imanına uzanılır.

Arkadaşım çok uzattık. Asıl diyeceğimiz de geri bıraktık. Bir 'hülasa' ile olsun dokunalım: Neden hür olamıyoruz? Ahirzamanın her sınavda çıkan sorusu budur. Müslüman olduğumuzdan mı? Hayır. İslam özgürlüğü yasaklamıyor. Yasakladığı Allah gibi 'özgür' olmaya çabalamak. (Tırnak içinde anmamı uygunsuzluğunu bilmeme bağlayın.) Elhamdülillah. Allah'ın dilediğini eyleyeceğini Kur'an pekçok kereler haber veriyor. Zaten kudreti sonsuz. İradesi sonsuz. İlmi sonsuz. Samediyet sahibi. Mülk tamamen Onun. Tasarruf yetkisi Onda. Dilediğini eylemesine kayıt koyabilecek bir kuvvet yok ki. Hakkın hakkıdır bu durum. Peki sen böyle misin?

O halde senin arayacağın hürriyet ilaha yakışır bir hürriyet değil. Kendine yakışır bir hürriyet. Mahluka yakışır bir hürriyet. İnsana yakışır bir hürriyet. Onun özü de ihlastır. Sen ancak ibadetlerini Allah'ın rızasına münhasır kılmakla özgür olursun. Rızkını sadece Ondan beklemekle özgür olursun. Hukukunu şeriatında aramakla özgür olursun. Rabbin elverdiğince olur hürriyetin. Abdullahlıktan başkası olamaz. Olursa bela olur. Her yeni gün cefa olur. Fakat modern (me)deniyet öyle birşey ki herkesi birer ilahçık yapmış. Herkes ilahlığa yakışır bir özgürlüğün peşinde. Kavgaları yeri-göğü altüst ediyor. Savaşlar, yıkımlar, karmaşalar birbirini kovalıyor. Kur'an-ı Hakîm zaten haber vermişti: Allah'tan başka ilah olsaydı yerin-göğün düzeni kalmazdı demişti. Baksana sahtenin sahtesi putlar bile nelere sebep oluyor.

14 Mart 2022 Pazartesi

Şiirin senedi kesiktir

Şair şiiri yazar. Fakat 'nasıl yazıldığını' anlatamaz. Formüle edemez. Şablona dökemez. Elbette sanatının hangi şartlar altında eylendiğini nakledebilir. Hangi duyguların oluşum sürecinin evvelinde yaşandığını aktarabilir. Ama bunlar hep asıl meseleden kopuk açıklamalardır. Senedi kesiktir. Aynanın üzerindeki yansımayı açıklaması gibidir. Nasıl şair olunur? Bir şiir nasıl yaratılır? Neyi-neye-ne oranda katarsak şiir olur? Şair bunu bilemez. İçinde dönenleri teşhis edemez. 'Kün' emriyle gelene şahit olur sadece. Cevaben zikrettikleri 'uygun hale gelme' duasından ibaret kalır. 

Belki yakınını kaybetmiştir. Belki yolculuğa çıkmıştır. Belki havanın kapalı olması kadar bir basitlik saiklerden olmuştur. Tamam. Amenna. Lakin bunlardan hiçbirisi "Bir şiir nasıl yaratılır?" sorusunun cevabı değildir. Zaten  "Bir şiir nasıl yaratılır?" sorusunun cevabı netleşse şairliğin sanatı da kalmaz. Âdileşir. Matematik olur. Deneysel bir mesele haline gelir. Şartlarını yerine getirmekle fasulyenin yeşermesine şahit olan çocuklar pek kolay şiir yazmayı da başarabilirler. Yani başarabilirlerdi. Eğer sahiden "Bir şiir nasıl yaratılır?" sorusunun cevabı bilinseydi. Bilinmiyor. Bu yüzden şair de her istediğinde şiir yaratamıyor. Ancak kolluyor. Bekliyor. Avlıyor. Hapsediyor.

Bunu bir tesbit yapabilecek ilme sahip değilim. Ancak göğsümdeki manayı aktarmadan tutabilecek sabır da bende bulunmuyor. O yüzden sanrımı fâş ediyorum: Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'u 'sünûhat' olarak tarif etmesinin bir hikmeti de böyle bir eksenden okunabilir gibime geliyor. Nasıl? Daha öncesinde: Neden 'ilham' demek yeterli değil? Ona bir bakalım. Çünkü (ve de belki) ilhamın doğasında şiire benzer birşeyler var. Yapabilirsiniz. Ama nasıl yapıldığını izah edemezsiniz. Vesile olursunuz. Sahip olamazsınız. Formüle edemezsiniz. Sünûhatta ise gittiğiniz yolu da öğretebilirsiniz. Ardınızdan gelenler "Bu noktaya nasıl vardı yahu?" demezler. Aynı yoldan gelebilirler. Basamaksız merdiven değildir. Fasulyeleri yeşerten Allah'tır. Ama çocukların bile başarabileceği bir duasını hepimize öğretmiştir. 

Mürşidimiz de bize akaid-i imaniyeyi isbatta bir yol öğretmiştir. Sadece malzeme vermemiştir. Yeni malzemeler üretecek bir kafa da bağışlamıştır. Evet. Bir şairin şiirlerini sevenler o şiirin nasıl yazıldığını bilmeyebilirler. Hatta ömürleri boyunca hiç şiir de yazmayabilirler. Beceremeyebilirler. Fakat nur talebelerinin mürşidlerinin metinleriyle ilişkileri öyle değildir. Onlar oradan bir bakış açısı, kafa-gönül açısı, 'tefekkür açısı' alırlar. Ve yollarına artık bununla devam ederler. Seyahat boyunca malzemeyi çoğaltırlar. İster-istemez yaparlar bunu. Kendi dilleriyle-düşünüşleriyle bir çeşni katarlar metinlere. O meşhur hikâyenin deyişiyle: Balık tutmasını da öğrenirler.

Sonsuzluk Teorisi'nde Srinivasa Ramanujan'la hocası Prof. Hardy arasında geçen bir tartışma vardı. İzleyenler hatırlayacaklar. Prof. Hardy bir dehayla karşı karşıya olduğunu biliyordu. En karmaşık problemler Ramanujan'a çocuk oyuncağı gibi geliyordu. Lakin şöyle bir eksiği vardı öğrencisinin: Formülleri hangi yolla keşfettiğini anlatamıyordu. Hem uğraşmak istemiyordu hem de belki bunu beceremiyordu. Yalnızca cevapları biliyordu. Âdeta ilhamla matematik yapıyor gibiydi. Fakat hocası böyle bilim yapılamayacağını söylüyordu. Çünkü bilimadamları 'nasıl yapıldığını' da bilmek isterlerdi. İsbatını görmeden formülün geçerliliğini kabul edemezlerdi. Hangi gidişatla bu formüle varıldığı gösterilmeliydi.

En doğrusunu Allah bilir. Ben bu tartışmaları 'ilham' ile 'sünûhat' meselesi ayrımında kendimce bir yere koyuyorum. Bediüzzaman vardığı zirvelerden 'nasıl oraya varıldığı bilinmeyecek' şekilde konuşmuyor. Bize yolunu öğreterek konuşuyor. Bu yüzden eserlerini okuyanlar yollarını kolaylaştırır alışkanlıklar kazanıyorlar. Mesela: Çabuk misal verme yeteneği yerleşiyor. Bir konuyu açıklarken örnek toplamada/üretmede nur talebelerinin topluca geliştirdikleri bir kabiliyet olduğu görmezden gelinemez. Bence bu da işte 'nasıl vardığını bilmekle' ilgili. Hatta, öyle ki, bazı meseleleri neden 'bildiği halde yazamadığını' mürşidimiz şöyle açıklıyor: "(...) ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum." Daha güzelini ise miraca dair bir bahiste Aleyhissalatuvesselam Efendimiz hakkında okuyoruz: 

"(...) zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar."

Arkadaşım, bir yola gitmen mesele değil, herkes bir yerlere yolculuk ediyor. Hayat biteviye bir yürüyüş zaten. Mesele: Arkanda hayırlı bir kapı bırakmak. Ve kapıyı açık bırakmak. Eğer bunu becerebilirsen 'güzel bir çığır açanlar'dan olursun. Hem hatırla ki: Kur'an-ı Hakîm kendisini şiir olmaktan nasıl şiddetle teberri ediyor! Onun nuranî buyruğuna bu hikmetin penceresinden de bakamaz mıyız: Kur'an bize gidilmeyecek bir yol göstermiyor. Hâşâ. Elbette beyanını taklidimiz mümkün değil. Lakin o beyanın anlattığı mana yürünmeyecek bir yol da değil. Kapısı açık. İrşadı hep diri. Nasihati taze. Tesiri aziz. Zaten bu sayede binbeşyüz yılı aşkın zamandır âşıklarının elinden düşmüyor. Hatta zaman ihtiyarladıkça Furkan gençleşiyor. Çünkü sonsuza yolculuk kesilmiyor. Bizi yolcusu kılan Allah'a hamdolsun.


Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

  "Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. '...