Bilim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2023 Perşembe

En kalitesiz kâfir neden müslümanlardan çıkar?

"Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan hayat-ı içtimaiyeye zehir olur."
Lem'alar, s. 213


Küllîye düşmanlık cüz'e düşmanlığa benzemez. Bütüne düşmanlık bile parçaya düşmanlıktan başkadır. Gülün düşmanı gülün düşmanıdır. (Başka çiçeklere de düşmanlığını bu itiraftan çıkaramayız.) Papatyanın düşmanı papatyanın düşmanıdır. (Başka çiçeklere de düşmanlığını bu itiraftan çıkaramayız.) Fakat, her kim cem-i manasıyla 'çiçek' düşmanı olsa, artık bahane tutamaz, cümle çiçeklerin düşmanı olur. Zira çiçek tür ismidir. Nev'in nâmıdır. Açan herşeyi kapsar. Dışında çiçeklik bırakmaz. Evet. İslamiyet de, işte, sair itikadlara nazaran çiçek gibidir. Hepsinin (varsa) kısmî güzelliği onun güzelliğinden bazı şûlelerdir. İçlerinde, eğer kalmışsa bir dane-i hakikat, o hakikatin ağacı şeriattadır. Kemaliyle İslamiyet toprağında tebarüz eder ancak. İstikametiyle ancak onda görünür. Bu nedenle Bediüzzaman 'mürted' ile 'harbî kâfir' arasındaki şu farka dikkatimizi çeker:

"İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir."

Yani, arkadaşım, bu dinin kâfiri başka dinlerin(!) kâfirine benzemiyor. Onlar tahrif olmuş müfredatlarından edindikleri kadar bilgiyi reddedebiliyorlar. Bir tanrıyı inkâr ediyorlarsa da bu müslümanların nihayetsiz kemalde Allah'ı değil. Bir şeriata karşı koyuyorlarsa da bu İslam gibi her yönüyle sırat-ı müstakim bir içeriğe sahip değil. Hatta genellikle reddettikleri şey bâtılın şıklarından birisi oluyor. Başka bir bâtıla, yine bir bâtılı inkâr ederek, itikat ediyorlar. Tıpkı 'teslis'i reddedip ateist olan bir hristiyan eskisi gibi. Halbuki, İslam'a göre, ateizm ne kadar bâtılsa teslis de o derece bâtıldır. Şirk bütün efradıyla yine şirktir. Tevhidin dışında kalan hiçbir alan bizden değildir. Bu açıdan bâtılın kâfiri ancak bâtıldan bâtıla hasımdır. Bâtıla hasım olanın davasında bâtılla beraber hak birşeyler de bulunabilir. Lakin lebaleb hak ile dolu olana düşmanlık husumet sahibinde hiçbir nur bırakmaz.

Bu meseleyi 'bilim felsefesi' üzerine okuma yapmış olanlar için tanıdık gelebilecek bir temsille açıklayalım. (Çünkü bu temsil bilimsel bilginin hakikati ifade etmediğini savunanların kullandığı bir argümandır.) Bugün günlerden perşembedir. (Yazının yazıldığı gün itibariyle.) Ben eğer "Bugün günlerden çarşambadır!" desem, bu söylediğim hakikat değildir, ancak büsbütün yanlış da değildir. Zira "Bugün günlerden çarşambadır!" demek "Bugün günlerden pazartesi, salı, cuma, cumartesi, pazar da değildir!" demeyi kapsar. Ki kastettiği bu alt manalarda isabetlidir. Hepsi birden reddedilemez.

İşte, bilimsel bilginin kainatta bir kısım işlerimizi görmesi de, onu hakikat seviyesine çıkaramaz. Zira, bir konuda işe yarıyor olmak, nefsü'l-emirdeki hakikate isabet ediyor olmayı gerektirmez. Düğmeye her dokunduğumuzda lambanın yanması "Işığı düğme yaratıyor!" demeyi haklı kılmaz. (Elektrik de bundan aşkın değildir.) Cep telefonuyla çivi de çakabilirsiniz. Lakin bu cep telefonunun çivi çakmak için tasarlandığı anlamına gelmez. Furkan'da Hak Teala'nın "Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım!" buyurduğundan böyle bir mana da kavranmalıdır. Yoksa insanın ve cinlerin başka yan işler yapmadığı-yapamayacağı değil. Merkezdeki yaratılış maksadları bu alanlar değildir. Ve, evet, cep telefonuyla çivi çakarsanız sahibi de sizi cehenneme çakar.

Konuyu dağıtmaya başladık. Mürşidimin cümlelerine müracaat ederek toparlamaya çalışalım. O yine bir yerde diyor ki:

"Meselâ, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşa'ub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi, birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer. Ve başka sarayda, büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini görebilir; hırsızlar istifade edemezler. İşte, ey nefsim! Birinci saray, bir Müslümandır. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el'iyâzü billâh, kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemâlâtın yeri ruhunda kalamaz. Hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve lâtifeler karanlığa düşer. Ve kalbinde müthiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup, o tahribat zararını onunla tamir edersin? Halbuki, ecnebiler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir—veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine medar olacak, Hazret-i Mûsâ ve İsâ Aleyhimesselâma bir nevi imanları ve Hâlıklarına bir çeşit itikatları kalabilir."

O halde bana "Ben kâfirim!" diye soran kişiye benim de şunu sormak hakkım olur: "Neyin kâfirisin?" Bütün kemalatı kendisinde barındıran İslamiyetin mi? Yoksa başka bir bâtıl itikadın mı? Başka bir bâtılın kâfiri olmuşsan sende kimi doğrular ayakta kalmış olabilir. Ancak Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselama hasım olmuşsan, yandın, daha sende güzellik namına hiçbirşey ayakta duramaz. Zira kâfiri olduğun şeyler artık senin hasımlarındır. Reddettiğine göre kendine seçtiğin pozisyon onların karşısıdır. Veyahut onlar senin artık ulaşamayacaklarındır. Bu nedenle İslam mürtedine hakk-ı hayat tanımaz. Bu tavrında da gayet tutarlıdır. Eğer bir itikad bütün kemalatın kendinde olduğuna iman ediyorsa, içinden dışına inkâr ile çıkanın da, kemalata dair ne varsa yitirdiğini kabul etmek zorundadır. Böyle bir yitirişin de telafisi mümkün değildir. Çünkü yitirdiği şeylere husumeti nedeniyle içinde nokta kadar nur barındırmayan bir karanlığı büyütmektedir:

"Hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek ve görünmek ise, müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister. Hüsün ve cemâl ebedî, sermedî olduğundan, müştakların devam-ı vücutlarını ister. Çünkü daimî bir cemâl ise, zâil bir müştaka razı olamaz. Zira, dönmemek üzere zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner. Hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünkü, hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıttır. Halbuki, nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı zımnen bir adavet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. İşte, kâfir, Allah'ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor."

Dikkat et. Sen "Bugün günlerden çarşambadır!" demedin. "Bugün günlerden perşembe değildir!" dedin. Doğrudan hakikate kastettin. Doğrudan onu itham ettin. Onu reddettin. Senin mesuliyetin elbette 'harbî kâfir' ile bir olmaz. "Mürtedin katli var!" diye boşuna İslamiyete gönül koyma. Adaletsizlik ile de suçlama. Çünkü İslamiyet herşeyi olması gereken yere koyuyor. Seninle onu bir tutmuyor. Onunla seni bir tutarak ona da sana da zulmetmiyor. Herkes reddettiğine göre tartılıyor. Peki sen neyi reddettiğini hakikaten tartıyor musun? Vatanına ihanet edenin idamını aklın pekâlâ alıyor. Hak da veriyorsun. Peki Allah'ına ihanet edenin cezalandırılmasında alamadığın ne?

15 Şubat 2023 Çarşamba

Bizim depremlerimizin merkez üssü insandır

İnsan ilgi ister. Daha doğrusu varoluşunun, varlıkta kalışının ve varlığının arttırılmasının elinde olmadığını kalbinin derinlerinde hisseder. Buna tepkisi iki şekilde olur: 1) İlgiyi 'muhtaciyeti' açısından kavrar. Aczini görür. Fakrını idrak eder. Allah'ın merkezinde olduğu bir iletişim alanı açılır önünde. Bu alan Rahmet penceresinden kendisini de karşı merkezde tutmaktadır. Aczini bilmek öncelikle kendine şefkat etmektir. Yaratıcı olarak Allah merkezde olduğu gibi yaratılanlar içinde de insan merkezdedir. Hatta insanlar içinde herbir fert Ehadiyetin tecelli merkezidir. Odaktadır. Sorumlulukları vardır. Muhataptır. Bunlardan kaçamaz. Bunları unutamaz. 2) İlgiyi 'hakediş' yönünden tutmaya çalışır. Burası yüzeydir. Sözde gücünü düşünür. Sözde zekasına itimat eder. Bunların kendisini hiyerarşide yükselttiğini zanneder. Kibre sarılır. Kendisini şefkatin alanından dışarıya iter. Yalnız kibrin şöyle bir kem getirisi de vardır: Menfaat açısından herşeyin merkezinde görürken kendisini, sorumluluk açısından kaçabildiği kadar kaçar merkezden. İki merkezli bu yapı kaçış argümanlarını da üretir. Ve ister ki hep gündemde onlar olsun.

Bunu ilk olarak Lee Strobel'ın Hani Tanrı Ölmüştü'sünde okuduğumu hatırlıyorum. (Daha sonra bilim-din ilişkisi üzerine yazılmış başka eserlerde de rastladım.) Hristiyanlığın, aydınlanma çağında, ateizm karşısında hızla alan kaybetmesinin bir sebebinin de 'Aristo gökbilimi' olduğunu söylüyorlardı. Evet. Hristiyanlık, Aristo gökbiliminde dünyanın madde olarak da merkezî bir konumda tarif edilmesini avantajlı görmüş, onu din adına nass gibi sahiplenmiş, özümsemiş, yeni gökbilim karşı konulmaz kanıtlarıyla çıkageldiğinde de ister istemez ağır darbeler almıştı. Güneşin dünyanın değil dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söyleyenlere direnişi de bundandı. Bu Yunan kozmoğrafyasının düpedüz yanlışlanmasıydı.

Ancak İslam aynı husustan dolayı bir sarsıntı geçirmemişti. 'Nasıl başardığı' konusu araştırıldığında şu sonuca varılıyordu: İslam hiçbir bilim anlayışını nassların yerine koyacak kadar sahiplenmiyordu. Onları bir tevil/tefsir olarak kulağına yakın tutuyordu. Âlimleri de eserlerinde bu tarz bilgilere yer veriyorlardı. Lakin ayetlerin/hadislerin 'metinlerinin ne söylediği' ile 'nasıl tevile/tefsire tâbi tutuldukları' apayrı meselelerdi. Bu nedenle, zamanın bilimine dair bir bilgi yanlışlandığında, İslam bu bilgi yanlışını kolaylıkla arkasında bırakabiliyordu. Nitekim, Aristo gökbiliminin 'dünyanın merkeziyeti' üzerine kurulu düzeni yanlışlandığında, müslümanlar bundan hiçbir sarsıntı geçirmediler. Çünkü insanın önemini dünyanın maddi merkeziyetine değil manevi merkeziyeti üzerine bina etmişlerdi. Manevi değeri sarsılmadığı sürece de maddi düzene dair söylenen şeylerin değişimi hiçbirşeyi değiştirmiyordu. İnsan hep odaktaydı.

Yazma Üzerine Sohbetler'de rastladığım satırlara şaşırmadım bu yüzden. David Naimon şöyle soruyordu sonlara doğru: "(...) Bilimkurguyu edebiyat olarak kabul etmeye direnmenin nedeni, kısmen, bu tür eserlerde insan olmayanın yüceltilmesi, insanlığın zeka veya başka açılardan merkezdeki yerinden edilmesi olabilir mi?" Ursula K. Le Guin'in cevabıysa şöyleydi: "Çok haklısın, bu konuda gerçek bir direnç var. Bilime gösterilen direncin çoğunun arkasında da bu yatıyor. Çünkü bilim (sadece Kopernik değil, bilimin büyük kısmı) bizi merkezdeki yerimizden uzaklaştırıyor. Çünkü merkezde değiliz. Yeryüzünün hayal edilmeyecek ölçüde yaşlı olduğunu öğrendiğinde bir nevi tahtından indirilmiş gibi hissediyorsun. Birçok insan buna tahammül edemiyor. Bundan nefret ediyor. Kendilerini yabancılaşmış hissediyorlar.(...)" 

Bilim gerçekten insanı/dünyayı merkeziyetinden uzaklaştırıyor mu? Bunun cevabını 'Goldilocks Bölgesi' tanımlamasının izahını yaparken Michio Kaku detaylıca veriyor. Evet. Dünya, Aristo gökbiliminin dediği gibi, güneşin bile etrafında döndüğü bir merkeziyette değil. Fakat bu 'varoluş şartları açısından' çok çok özel ayarlanmış merkezlerde, koşullarda, şekillerde yaratıldığını inkâr etmeyi gerektirmez. Zira bilim de birçok açıdan insanın-dünyanın varoluşunun bir 'tam yerine denk gelme' şeklinde mümkün olduğunu-olabileceğini kabul ediyor. Yani ne insan ne de dünya 'özellikle kastedilmiş olma' merkeziyetinden uzaklaşamıyorlar. Hakkaniyetli bilim adamları bunu reddedemiyor. Michio Kaku da bu gruba dahil.

Tevafuk, Le Guin'in satırlarıyla tanışmamın neredeyse bir-iki saat arkasından, Bediüzzaman'ın 24. Söz'ünü okumaya başladım. Orada, 12. Asıl'da, bilim felsefesinin konularından da sayılan bu mevzuun irdelendiğini gördüm. Başlarken diyor ki mesela: "Nazar-ı Nübüvvet, tevhid ve iman, vahdete, âhirete, Ulûhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır." Yani onlar, mevzuu zaten 'insandan uzaklaştırma' üzerine, 'kesret' üzerine çalıştıkları için, sonuçta da böyle birşey elde ediyorlar. Olan hiçbirşeyin kendileriyle ilgisi yokmuş gibi düşünüyorlar. Halbuki müslümanlar farklı bir odaklanmayla, Yaratıcının kendilerinden beklentilerini merkeze koyan bir anlayışla, âlemi temaşa ettikleri için çıkardıkları sonuçlar tastamam merkezî oluyor. Birisi depreme baktığında "Fay hatları kırılmış işte!" derken, diğeri "Allah bununla bana ne söyledi?" diye düşünüyor. Daha Nurcuca bir tabirle 'mana-i harfî' ve 'mana-i ismî' nesnede farklı merkeziyetler inşa ediyor. Bazıları şişeye bizzat bakıyor bazıları da şişede yansıyan sûretine... "Hem bir şey, iki nazarla bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikati gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-i kat'iyesi Kur'ân'ın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez."

Bu odaklanma farklılığının getirileri neler? İşte metnin devamında söylenenler: "Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı ehl-i usulü'd-din ve ulemâ-i ilm-i kelâmın makàsıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir. İşte, onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat, hakikî hikmet olan ulûm-u âliye-i İlâhiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkıkîn-i İslâmiyeyi, hükemâlara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i Nübüvvet ile makàsıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler?"

Sonra 'dünyanın konumu' meselesi geliyor gündeme. Sekülerler için dünya şöyle birşey: "Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi, hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahlûk..." Anlamı bu kadar sığ. Bu kadar yüzey. Bu kadar teknik bir detaydan ibaret. Merkeziyetten bu denli uzaklaşmıştır dünya onlarda. İnsan önemsizleşmiştir. Ama İslam'ın yaklaşımı öyle mi: "Semere-i âlem olan insan en câmi', en bedî ve en âciz, en aziz, en zayıf, en lâtif bir mu'cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin, semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi; bütün mu'cizât-ı san'atının meşheri, sergisi; bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi... (...) İşte, arzın bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyesindendir ki, Kur'ân-ı Hakîm, semâvâta nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta karşı, küçücük kalbi büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor."

Ve son darbe:

"İşte, sair mesâili buna kıyas et ve anla ki, felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri, Kur'ân'ın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için ayrı ayrı görünür."

Yani, bilim-din arasında Celal Şengörîlerin teşhis ettikleri çatışma, nokta-i nazar farklılığından ibarettir. Âlem ona hangi sorularla yaklaştığınıza göre size cevap verir. Kur'an'ın ifadesiyle, ayetler indikçe, kâfirlerin dalaleti artar, mü'minlerin de imanı. Aynı nesneye bakan bir fizikçinin alacağı ile kimyacının aldığı dahi bir değildir. Bilim adamları arasında bile, merkeziyetler açısından, 'farklı cevaplar alma' kanunu câri iken müslümanın aldığı cevapların hayattan ötelenmesi elbette kabul edilemez. Bu deprem konusunda da böyledir. Müslüman depreme imanının gereği olan sorular sorar. Kendisine Kur'an'da/sünnette öğretilmiş suallerle yaklaşır. Ve deprem, Zilzal sûresinde buyrulduğu gibi, Rabbisinin emriyle konuşur. Bu konuşmayı hayattan ötelemenin amacı insana yaratılışın tam da merkezinde olduğunu unutturmaktır. Konuşulanı anlayan konuşmanın ortasındadır. Muhataptır. Yüzeydeki hiçbir izah derinlerdeki bu mesajı yokedemez.

17 Haziran 2022 Cuma

Cemil Kılıç'ın fendi, vay canına, bilmek inanmayı nasıl yendi?

"Onun hak olduğunu anlayıncaya kadar ayetlerimizi (delillerimizi) onlara hem âfâkta hem de enfüste göstereceğiz. Rabbinin herşeye şahid olması yetmez mi?" (Fussilet sûresi, 53. ayet)

Ahirzaman ne demek efendim? 'Bunamak' gibi birşey. İnsanın bildiğini dahi bilmez hale gelmesi. Neden? Çünkü ihtiyarlıkta öyle olur. 'Ahir' demek 'son' demek. İnsanlığın sonu yaklaştığı için bunaklığı da arttı. Daha önce bildiklerini de bilmez oldu. İşte ahirzaman fitnesi de bizim bu yönümüzden pek faydalanıyor. Bunaklığımızın yanaklarından tutup pışpışlıyor. Diyor ki: "Sen birşeye inanıyorsan aslında onu bilmiyorsun demektir. Birşeyi biliyorsan da ona aslında inanmıyorsun." Dedeler-nineler böyle pışpışlanır mı? Büyüklerinin ileriki yaşlarını görenler bu tasvirimi yadırgamazlar. Zira onlar da tıpkı çocuklar gibi 'kandırılarak' ikna edilir. Cenab-ı Hak cümlemizin ihtiyarlık imtihanını kolay eylesin. İhtiyarımızı elimizden almasın. Âmin.

Zaten benim kusurum budur: Oyundan önce topu görürüm. Komplo teorisyeni değilim. Ya? Futbol pratisyeniyim. Ve benim pratisyenliğim diyor ki: Ortalıkta bir çeşit top çok gezmeye başlamışsa kesin oyunu da vardır. Işık varsa güneş vardır. Aydınlık varsa gündüzdür. Bu kadarıcık akıl yürütmeyi de herkes yapar. O yüzden Ahmed'in çok zeki bir adam olması gerekmez. Seken topa gözü ilişsin yeter. Geç de olsa görsün.

Seken toplara da gözüm iyi ilişir. Geçenlerde de hem Atatürkçü hem ilahiyatçı, yani ki hem karada yaşar hem denizde gider, ne perhizden ne turşudan vazgeçer Cemil Kılıç Bey'in nüktedanlığına denk geldim. Hoş bir lâtife işitmiş gibi tebessüm ettim. Çocukluğuma döndüm. Bizim zamanımızda 'Portakalı soydum, başucuma koydum, ben bir yalan uydurdum...' tarzı şeyler vardı. Elbette koskoca ilahiyatçı bu kadar basit metinlerle takılacak değil. Kendisi twitter'da daha yükseğini beyan etmiş:

"Allah'ın varlığı kanıtlanabilir bir kesinlikte olsaydı Allah bizden kendisine inanmamızı istemezdi. Zaten imanın değeri de, anlamı da kendisine konu olan şeyin kanıtlanamaz oluşundan gelmektedir. İman kanıta dayanmaz. Kanıt, imanı çökertir. Ben Müslümanım; Allah'ın var olduğunu iddia etmiyorum, var olup olmadığını da bilmiyorum. Zaten var olduğunu bilseydim; inanmazdım. Bilmediğim ve kanıtlayamadığım için inanıyorum. Kanıtlayabilseydim; inanmazdım, bilirdim. Allah'a inanmak bana huzur veriyor."

 Vay arkadaş. "Ulan yoksa bu genç yaşımda ben de mi bunadım?" deyu eseflendim muhterem karilerim. Çünkü müslüman oğlu müslüman birisinin 'kanıtın imanı çökerttiğini' söylemesini yeni işittim. Ve dahi birçok yaşıma hızlı bir şekilde giriverdim. Bir de düşündüm ki: Koskoca ilahiyatçı neden top çeviriyor böyle? Ne de olsa oyun dediğin çocukların işi. Sonra aklıma geldi: Çocuğu kandırırken büyükler de bir şekilde oyuna dahil olmuş sayılırlar. Samimi değillerdir. Lakin kafeslemek için 'mış gibi' yapmak gereklidir. Oyun olmazsa oynanmaz. Elbette koskoca ilahiyatçının da canı portakal çekebilir. Vitaminini kabuğunda aramaz. Soyabildiği kadar soyar onu.

O vitamin aramıyor ama biz de akl u fikrimizi peynir ekmekle yemedik ya. Arıyoruz. Düşünüyoruz: Kurban olduğum Allah, diyoruz. Taşa-toprağa, kediye-köpeğe, ota-ağaca, dağa-ovaya, yıldıza-seyyareye, hatta ışığı yutan karadeliğe bile 'kanıtlanabilme' nimetini bağışlamış da kendisi nasıl bundan mahrum kalmış? "Herşeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet, herşeyi gösteren, kendini herşeyden ziyade gösterir." Hani daha bunamadığımızı kendimize ispat etmek için soruyoruz. Mürşidim gibi diyoruz hatta: "Bir harf kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde kâtibini bir satır kadar ifade ediyor." Nasıl oluyor da insan yazısında böyle oluyor da Allah'ın yaratışında olmuyor? Allah'ın yaratışı insanın yazısından geri mi?

Sonra yine takılıyoruz: İmanın değeri niye kanıtlanamaz oluşundan geliyor? Ben şimdi Sevimli Hayalet Casper'a inansam, ne de olsa kanıtlanamaz birşey, bu imanım değerli mi olacak? Yoksa uzun kollu gömleği giydirip en yakın tımarhaneye yolcu mu ederler beni? Yani demem o ki muhterem karilerim: Deli dediklerimizin 'deliliği' kanıtlanamayan şeylere inanmalarından gelmiyor mu biraz da? Bu ayracı aradan kaldırınca kim 'akıllı' kim 'deli' karışmaz mı? Hem kim yalancı kim doğru farkı kalır mı? Madem ki ispatlanmayınca imanın kıymeti artıyor. Yalancıdan daha kıymetlisi yok o zaman. Ne de olsa hiçbir dediği ispatlanamıyor. Cemil Bey'e birşey demiyoruz tabii.

"İman kanıta dayanmaz. Kanıt imanı çökertir!" de ne yahu? Şimdi ben burnuma gelen kokularla mutfakta yemek olduğuna iman etsem, ki koku dahi bir kanıttır, gidip gördüğümde imanımın tadı mı kaçacak? Yoksa düzeyi mi yükselecek? Hani 'ilmelyakin-aynelyakin-hakkalyakin' deriz ya. Dumanı görmek, ateşi görmek, ona dokunmak diye de kademelendiririz. Herbirinin farklı bir iman katmanı olduğunu ifade ederiz. Cemil Bey'e göre herhalde alametlerine vâkıf oldukça ateşe inanılmamaya başlıyor. Yani normal insanın aksine Cemilbeygillerde süreç şöyle işliyor: (Ateşe dair hiçbir alamet yok.) Ateşe inanıyorum. (Ateşin dumanı göründü.) Ateşe imanım kalmadı. (Ateşi gördüm.) Ateşe inanmıyorum. (Ateşe elimi soktum.) Acımadı ki, acımadı ki!

Peh! Allah'ın varolduğunu iddia etmeyen müslüman ahirzamanda bulunur ancak. Varolup-olmadığını bilmiyorum diyeni din-i İslam'a davet ederlerdi eskiden. Kelime-i Şehadet getirince bizden olurdu. Şimdi ilahiyatçı yapıyorlar demek ki. Eh. Ne yapalım? Olabilir. Ama kuzum şu ne oluyor: "Zaten var olduğunu bilseydim; inanmazdım. Bilmediğim ve kanıtlayamadığım için inanıyorum. Kanıtlayabilseydim; inanmazdım, bilirdim." Bilmek ile inanmanın arası ne ara bu denli açıldı? Kim küstürdü onları? Hem nasıl küstüler? Çünkü bir elmanın iki yarısı gibiydiler. İnsan birşeyi bildiği zaman ona inanırdı. İnandığı şeyi de bilirdi. Peki Cemil Bey'in çağına yetişince ikisi birden nasıl konumlarından istifa ediverdi? Biz bu süreci nasıl kaçırdık?

Sözgelimi: Ben suyun 100 derecede kaynayacağına inanıyorum. Ama suyun 100 derecede kaynayacağını biliyorum da. Eğer suyun 100 derecede kaynayacağını biliyorsam, artık 100 derecede kaynayacağına inanmıyor muyum? Peki neden kaynatıyorum? Eğer kaynayacağını bilmiyorsam onu neden ısıtıyorum? Öncesinde 'inanmıyorsam' sonrasında 'bilmek' nasıl vücuda geliyor? Öncesinde bilmiyorsam sonrasına nasıl inanıyorum? Şahitliğimle aldığım mesafenin kıymet-i harbiyesi ne?

Kafanız karıştı değil mi? Benimki de. Mevzuu biraz daha açmaya çalışalım. Lemaat'ta Bediüzzaman Hazretlerinin 'dimağdaki meratip' isimli bir izahı var. Azıcık alıntı yapalım oradan: "Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir." Şimdi metinden hareketle şu 'kaynama' mevzuuna geri dönelim. Ben bir suyu kaynatıyorum. Çünkü suyun kaynadığı bilgisine sahibim. Ama kaynattığım suyun kaynadığı bilgisine değil. Onu kaynarken hiç görmedim. Zaten kaynamış olsa tekrar kaynatmama gerek yok. Yani ki bende bir 'tahayyül' var. Daha önceki şahitliklerimden biliyorum ve de inanıyorum ki: Kaynama olayı tekrar edecek. Elimdeki su henüz kaynamadı. Bu kesin(!) bir bilgi değil. Fakat iman ediyorum: Kaynayacak. Ve su kaynadığında doğrulanmış oluyor.

Her bilimsel keşif bir imana dayanıyor. Tonlarca ağırlıkta bir metal yığınının uçabileceğini hayal ediyorum. Buna hayal düzeyinde inanıyorum. İnanmasam peşinden gitmem. Bu bir çeşit bilmek. Tahakkuk etmemiş birşeyi bilmek. 'Sezgi' diyelim isterseniz buna. Fakat kanıtsız değil. Çünkü 'uçulabildiğini' biliyorum. Benim metal yığınım uçmadı ama kuşlar uçuyor. Kuşların uçtuğunu bildiğim için, bu şahitliğimden hareketle, hayalime bir iddia taşıyorum. Sonra o hayal diğer meratipten geçiyor. Teşebbüslerle-başarılarla gelişiyor. Uçaklar uçuyor. Ben de itikad ediyorum. Uçaklar uçar. Uçakların uçtuğunu bildiğim anda ona imanım yokolmuyor. Aksine uçakların uçtuğunu gördüğüm anda imanım daha yüksek bir düzeye çıkıyor.

Kanıtlar eğer imanı yokediyorsa neden imanlar kanıtlarla kovalanıyor? Neden bilimsel teoriler sahiplerinin elinde deney deney ispatlanmaya çalışılıyor? Madem imanları yokolacak? Birşey kendisini yoketmek için çalışır mı? İmanı yokolacak 'bilim âdemi' neden bir de onu ispatlamaya çalışıyor ki? Kanıtsızken makbul oluyorsa hayalde kalmaya devam etsin. Hiçbir bilimsel gayret gösterilmesin. Değerli madem.

Ahirzaman bunaması sizi de sarmadıysa burada şunu seçebilirsiniz: İnanmak farklı katmanlarıyla bilmenin hem başı hem sonu. Bilmek de farklı katmanlarıyla inanmanın hem başı hem sonu. Anlamak için yine Bediüzzaman'ın zarf-mazruf ilişkisine dair bir metnine bakalım: "Herşeyin, içine melekût, dışına da mülk denir. Bu itibarla insan ile kalb, birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünkü, insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur, melekût cihetiyle de mazruf olur." 

O ona sarılmış. Öteki de ona sarılmış. Bambaşka boyutlarda ikisi de birbirini sarıyor. 'Bilgi' ekseninde baktığınızda bütün bilimsel çabalar 'inanmak-inanmak' arasında geçiyor. 'İnanmak' ekseninde baktığınızda bütün itikadlar 'bilmek-bilmek' arasında dönüyor. Bilinebileceğin bilinebileceği bildiriliyor. İnanılacağa inanılabileceği inandırılıyor. İnsan yaratılışından bildiği İslam'a yaşayarak bir kez daha şahit oluyor. 'Kalu Bela'daki sözümüz maşherdeki tasdikimizle birleşiyor. Biliyorduk. Yine bildik. Yine bileceğiz. İnanıyorduk. Daha fazla inandık. Çok daha fazla inanacağız.

İşin şu boyutu da var: Başta Kur'an olmak üzere İslamî bütün metinler 'acaba'yı değil 'kesinliği' ifade ediyorlar. Yani hiç öyle "Aman kullarım, kâfirlere karşı iddiaya girişmeyin, ben kesin bilinmem!" tarzı bir Cemil Bey söylemi işitilmiyor Kur'an'dan. Ya? Tam aksine: "Akletmez misiniz? Tefekkür etmez misiniz? Görmez misiniz?" tarzı iddialı/ispatlı bir metod izliyor bizim yüce vahyimiz. İslamî bütün metinler de bu minval üzere gidiyor. Ama belli ki hiçbiri Cemil Bey'i yeterince ikna edemiyor.

"Allah'a inanmak bana huzur veriyor!" diyor bir de. Sanki 'huzur' bir bilgi türü değilmiş gibi. Bir delil oluşturmayacakmış gibi. Ayağına giydiğin doğru numara ayakkabı da bir huzur veriyor Cemil Bey. Huzuru sayesinde doğru ayakkabıyı giydiğini anlıyorsun. Çok sıkışıp helaya gittiğinde de bir rahatlama hissediyorsun. İçin nasıl huzurla doluyor. "Aaa, nasıl?" Sürpriz: Çünkü o huzur da boşaltım organlarını zamanı geldiğinde kullanmanın doğru olduğunun bir delili. Yani Allah'a inandığında içinde bir huzur varsa iman ispatlanabiliyor demektir. 'İspatlanamaz' ama 'huzur verir' demekle kendinle çelişmeye başlarsın. Zaten ahirzaman bunaklığının neyi ayıramadığına ben şöyle ayıldım muhterem karilerim: Bunlar, "Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz!" sırrını kavrayamıyorlar.

Yani 'bilmek' alanını 'kâfir-mü'min ortak alanı' olarak görüyorlar. Ona münhasır sayıyorlar. İmtihan sırrı gereği 'acaba' kalan başlıkları da 'inanmak' alanına taşıyorlar. "Acaba varsa bilmek yoktur!" diyorlar. "Bilmek olsaydı kâfirler de kesin öyle bilirdi." İyi de na-mübarekler, o zaman imtihan nerede kalırdı, Ebu Bekirler ile Ebu Cehiller birbirinden nasıl ayrılırdı? İslam, Kur'an, sünnet elbet akla kapı açıyor. Eğer akla kapı açmasa kendisine inanılmasını zarurî tutamaz. İspatlanamayan şeye inanmak mecburiyeti olamaz çünkü. İspatlanma-ispatlanmama ayrımı gözetilmedikten sonra her vehim bir iman olabilir. Naklî bile olsa delil delildir. Kainat-fıtrat ayrı birer delildir. İddia bile edilemedikten sonra cennet-cehennem bahsini açmaya gerek olabilir mi? İnanmayanlar cezalandırılabilir mi? Zaten bilinmeyecek şekildeymiş madem.

Biz bu tuzağa düşmeyelim muhterem karilerim. İnandığımızın bilmekten ayrı olduğunu zannetmeyelim. 'Bilmek' alanı Kur'an'ın-sünnetin açtığı yere kadar geniştir. Kâfirlerin de müslümanlar gibi aynen iman ettikleri alana münhasır değildir. O belki 'imtihan edilmediğimiz alan'dır. Hakikat bilgisi tam da müslümanların kâfirlerden ayrıldıkları noktada başlar. Müslümanlar bu bilgiye ihtiyarlarıyla-iradeleriyle talip olurlar. Cenab-ı Hak da kalplerinde bir nur yakar. Onlara delillerini gösterir. Deliller göründükçe iman ziyadeleşir. Azalmaz. Yokolmaz. Kanıtlandıkça iman genişler.

Aman, ne çok konuştum, estağfirullah, yazdım. Sizi de sıktım. En iyisi burada bırakalım. Ve diyelim ki: Allah bizi Atatürkçü ilahiyatçı yapmasın muhterem karilerim. Çünkü bunlar Atatürk'ü Allah gibi biliyorlar ama Allah'a Atatürk kadar inanmıyorlar.

22 Mart 2022 Salı

Bilim duadan mı ibaret?

Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Kainat dua yollarından örülmüş. Esbap bu duaların kelimeleri kılınmış. Yolunu-cümlesini tamamlayan varlığa çıkıyor. 'Bilim' dediğimiz şey de bu yolların keşfinden ibarettir. Hem öyle dualardır ki bunlar, usûlüne uygun edersen, cevabı sıklıkla müsbet olarak verilir. İstenilen hemen bağışlanır. Yasası lisanla dilenenden farklıdır. Özel hukuku bakmaz. Kâfir de bu yolu istimal ettiğinde arzusuna ulaştırılır.

O kadar hızlı olur ki bu bağış, nazarı kısa olanlar için, hatlar karışır. Dileme süreci yaratıcı sanılmaya başlar. Evet. (Ve de ne yazık.) Tabiata, sebeplere, maddeye, zamana vs. tapanlar hep aynı çarkıfelekte kayboluyorlar. Dönüşteki sürate yeniliyorlar. Bakmaktan yoruluyorlar. Şirk okuması hep bir kuşatamayıştan çıkıyor. Tefekkür takip edemezse tesadüf demeye meyleder. Kısıtlılık da duayı yaratma sanrılıyor. Halbuki yaratıcılığın gerekleri duada yoktur. Mesela: Sürecin katılımcılarından hiçbirisinin ilmi-iradesi-kudreti bir yaratışı kaldırabilecek sonsuzlukta değildir.

Sonsuzluğu neden şart koştum? Çünkü varlığa katılan her yeni şey bir orijinallikle dahil oluyor. Maddesi varolandan karılmış gibi görünse de son haliyle o daha önce bulunmuyordu. Hiçbirşey öncesinin aynısı değil. İkizlerin yüzleri bile başka. Tiktakları tekrar etmiyor saatin. Herşeyin incesine inebilecek imkanı bulduğumuzda anların benzersizliği ile karşılaşıyoruz. Kar tanelerinin mucizeliğine şaşırıyoruz. Aynı kelimeyi bin kere söylediğimizde hep farklı şeyler çıkıyor ağzımızdan. Tıpatıp aynısını yapmaya çalışsak bile. Ses izlerinin en detayına inebilen teknolojiler bunu bize itiraf ediyorlar. 

Ancak sathîliğimizde bir aldanış var. Kolaycılığımız varlığa dair yorumlarımızı yanıltıyor. Vahdet'in ipleriyle meşguliyetten Ehadiyet'in nakışlarını gözden kaçırıyoruz. "Ne farkı var?" diyoruz içimizden. "İşte yine konuşan Ahmed!" Tamam. Tanıdın. Ses yine Ahmed'in sesi. Lakin Ahmed'in sesi hep aynı ses mi? Çocukluğumdan ihtiyarlığıma bu ses değişim göstermiyor mu? O halde anlarıma insen seyahatimin yavaş yavaş nasıl yaşandığını görebilecektin. O zaman orijinallik iddiamda bana hakverecektin. Belki birbirinin aynısı iki sesimi asla bulamayacaktın.

Eğer yaratıcı matbaanın bizzat kendisi olsaydı hep aynı şeyi basardı. Çünkü içindeki kalıbı değiştirecek bir ilmi-iradesi-kudreti olmazdı. Makineliğin tabiatı budur. Fakat öyle olmuyor. Hiçbirşeyin anı sonrasını tutmuyor. Kalıbını her defasında değiştirebilen el-Alîm, el-Mürîd, el-Kayyum belki (ve elbette) makineye de ihtiyaç duymuyordur ha? Yani belki de makinenin kendisi matbudur. Yani matbaa değildir. Öyle görünmesi sendendir. Faaliyetinin gösterdiği sonsuzluk muhtaciyetten kurtarır Usta'yı. Sınırlılar yardımcıya muhtaç olur arkadaşım. Sonsuz neden muhtaç olsun? Yaratışı haricinde birşey kalmaz ki yardım alsın. Vareden varettiğine muhtaç olur mu? Böylesine dilediğini yazarken matbaayı neden arasın şu Sâni? 

Başka bir cevap bulmalı şu işe: O halde muhtaç olanlar bizleriz. İmtihan 'makineyi aşıp-aşamamakta' yaşandığı gibi esbap da sınırlılar için Sonsuz Usta'yı tanımaya vesile oluyor. Akıl ilerlemek için sebeplerin adımlarına yaslanıyor. Yaratışı 'aşama/merhale' lokmalarıyla yutuyor. Tefekkürü eşiklerle kaldırabiliyor. Birden Allah'ı tasavvur edemiyor. Demek makinenin vesileliği Onun ihtiyacı değil. Bizim muhtaciyetimizden. Basılmayınca okuyamayan bizleriz. Dört boyuta inmesi lazım delillerin. Aşkın yazılara bakamayız. Bakamadığımızı okuyamayız. Bizzat güneşi izleyemeyiz. Çünkü sınırlıyız. Mü'min için durum böyle. Mü'min kusurları nefsine almakla mükelleftir. Sonsuza karşı sınırlının yapması gereken budur çünkü. Bunu yaptığı zaman varlık algısı düzelir. Çıkarımları mâkuliyet zeminine iner.

Peki kâfir için durum ne? Kâfir de elbette bir işe yarıyor. (Yoksa yokedilirdi.) Kainatın dua yollarını işlek kılmakta emeğinden faydalanılıyor. Usta'dan habersiz bir şekilde ustalığı övüyor senin anlayacağın. Saat gibi gösterdiği vakitlerden habersiz. Ettiğini dua olarak düşünmüyor. Yaratış sanıyor. Fakat sebeplere müracaatı da dua kılmış olan Allah hamdların kaçınılmaz tek adresi. Adresi şaşıran yalnızca şuurunu istifadeden eder. Turist, yabancısı olduğu yerde, anlamını bilmediği bir kelimeyle yardıma mazhar olsa, bu bağışlayana bir nakise getirmez. O anlamasa da dua ağzından çıkmıştır. Kâfirlerin de elinden/gayretinden çok dualar hasıl olmaktadır. Belki biraz bu nedenle mürşidim Mesnevî-i Nuriye'de der: 

"Evet, o kâfir, kendi terkibiyle, sıfâtıyla Cenâb-ı Hakça nev-i beşere takdir edilen nimetlerin tezâhürüne, şuuru olmaksızın hizmet ediyor. Ve güzel masnuat-ı İlâhiyenin mehasinini bilâ-şuur tanzim ediyor. Ve kuvveden fiile çıkartmakla garâbet-i san'at-ı İlâhiyeye nazarları celb ediyor. Ne faide ki farkında değildir. Demek, o kâfir, saat gibi kendi yaptığı amelden haberi yok. Amma, vakitleri bildirmek gibi nev-i beşere pek büyük bir hizmeti vardır. Bu sırra binaen dünyada mükâfatını görür."

Az evvelinde de diyor ki yine: 

"Demek, herşey sağır adam gibi yalnız kendi kelâmını anlar. İnsan ise bütün mevcudatın lisanlarıyla tekellüm ettikleri Esmâ-i Hüsnânın delillerini fehmeder. Binaenaleyh, herşeyin kıymeti kendisine göre cüz'îdir. İnsanın kıymeti ise küllîdir. Demek bir insan, bir fert iken, bir nevi gibi olur."

Tüm bilimdallarını düşün, teknolojiyi kafana getir, tefekkürlerimizi-emeklerimizi bir avucunda biriktir. İşte biz bunlarla da dua ediyorduk-ediyoruz arkadaşım. İster-istemez yapıyoruz bunu. Yalnız bazen hırsımızla  bedduaya çevirdiğimiz de oluyor. (Harut'la-Marut'tan herşeyi öğrenmemek lazımdı.) Saydıklarımda gördüğün tüm kötülükleri de buradan anlamaya çalış. Evet. Şeker hastasının bal dilenmeye hakkı yoktu. Fakat el-Hakîm hikmeti gereği isteyene verdi. Lisanla istediğimizi ise her zaman vermiyor. İyi ki vermiyor. Çünkü verseydi; tabiatı, esbabı, maddeyi, zamanı yaratıcı sandığımız gibi kendimizi de bir ilah sanabilirdik. Kibirlenebilirdik. Yani ona da şükür: Verilmeyen dualarımız sadece insan olduğumuzu hatırlatıyor.


5 Ekim 2021 Salı

Kristal ışığı bitirebilir miymiş hiç?

"Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görüp göstermek istemesi sırrınca, o sultan dahi istedi ki: Bir meşher açsın. Enzâr-ı nâsta saltanatının haşmetini, servetinin şâşaasını, san'atının harikalarını, mârifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Ta kendi cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşahede etsin: Biri, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla baksın. Diğeri, başkaların nazarlarıyla baksın." Nur'un İlk Kapısı'ndan.

Bizden birisi söylese itibarı olmaz. Zira müslümanın kanı acıdır. Ama Michio Kaku Einstein'dan Ötesi'nde diyor ki: "Bilim insanlarının küçük bir azınlığı, aralarında Nobel ödülü sahibi Eugene Wigner da vardır, ölçümün bir tür bilinç ima ettiği görüşünü savunmaktaydı. Onlara göre ölçümü yalnızca bilinçli bir kişi veya varlık yapabilirdi. Dolayısıyla, maddenin tümünün varlığı (kuantum mekaniği uyarınca) ölçmeye, evrenin varlığı da bilince dayalıdır. Bunun insan bilinci olması şart değildir. Evrenin başka herhangi bir yerindeki akıllı yaşam ve hatta bazılarının öne sürdüğü gibi tanrı da olabilir." Maşaallah diyelim o vakit biz de bu nasipli azınlığa. Zira, yolu uzatmak kabilinden de olsa, Allah'ın Vacibü'l-Vücudluğuna yaklaşmışlar. 'Olmazsa olmazlığını' kenarından-köşesinden kavramışlar. Kuantum fiziğinin varlık için şart koştuğu ölçen-ölçülen, gözlemci-gözlenen bağından ta buralara kadar varmışlar. Yahut Bediüzzaman gibi söyleyelim arkadaşım: "Âferin maarifin himmet-i feyyâzânesine ve fünunun himmet-i merdânesine..." 

Buradan şuraya geçeceğim: Geçenlerde halasının kristali sayesinde yeğenime bir ışık gösterisi yaptık. Pencerenin önüne tutup bütün odayı renkli parıltılarla kapladık. Onları izlerken ben de şunu farkettim: Parıltılardan bazıları, tıpkı bir güneşin etrafında dönen gezegenler gibi, yörünge çiziyor. Kristalin hareketiyle başka bir parıltıyı tavaf ediyor. Elbette bunun yaşadığımız dört boyutlu âlemde bir açıklaması var. Nasıl? Şöyle: Herbir yansımanın kristalin bir bölümüyle ilgisi var. Yani oranın cilvesi. Ve o bölgelerin de birbirleriyle geometrik ilişkisi mevcut. Bu matematiksel ilişki duvardaki yansımalarda bir yörünge görünümünü netice veriyor. 

Kristaldeki düzen duvara mesafeye göre genişleyen bir düzeyde yansıyor. Tamam. Ama ya uzay dediğimiz şey de böyleyse? Ya bizim "Taş gibi madde canım!" dediğimiz şeyler daha üst/çok boyutlu âlemlerden bu boyuta düşen yansımalarsa? Biz kendi gerçekliğimizde bu tecrübeyi madde olarak yaşıyoruz. Lakin eğer bir görüntü olsaydık, yani iki boyutlu olsaydık, o zaman duvardaki yansımalar da bize gerçek olacaktı. Belki bildiğimiz tek madde de o olacaktı. 

Vahdetü'l-Vücud'a falan gitmeyeceğim. Hiç korkmanıza gerek yok. Varmak istediğim yer başka. Kitapta "Daha Çok Boyutlu Bir Uzaya Yolculuk" başlıklı bölümde bu soruya da cevap oluşturabilecek izahlar var: "Eğer daha fazla boyutlu bir varlıkla karşılaşsaydık, önce etrafımızda endişe verici bir şekilde dolaşan, giderek yaklaşan, etten yapılmış üç küre görebilirdik. Etten küreler bizi yakalayıp daha çok boyutlu uzaya fırlattığında üst evrenin yalnızca üç boyutlu kesitlerini görürdük. Nesnelerin ortaya çıktığını, renk değiştirdiğini, ölçülerinin büyüyüp küçüldüğünü ve sonra birdenbire ortadan kaybolduğunu görürdük. Bu nesnelerin aslında daha fazla boyutlu bir nesnenin parçası olduklarını anlayabiliyor olmamıza karşın, tümünü veya daha fazla boyutlu bir uzayda yaşamın nasıl olacağını gözümüzde canlandırma imkanı bulamazdık." 


Yani az boyutlular çok boyutluların algı düzeyine çıkamıyor. En azından günümüz fiziği böyle bir sınırdan bahsediyor. Yıldızlararası/Interstellar filmini izleyenler de orada 'daha üst boyutlu canlılar' hakkında bir diyaloğu anımsayacaklar. (Galiba karadelikten geçerken böyle varlıklar konuşuyorlardı.) Hafızamda kaldığı kadarıyla nakledeyim: "Gelecek onlar için bir dağa çıkmak gibi olabilir..." diyorlardı. Veya "Geçmişe gitmek bir vadiye inmek gibi gelebilir." Yani bizim boyutumuzda imkansız görünen bu işler, zamanda ileri-geri hareketleri, onlar için basit bir mümkünlükte olabilir. Tabii yalnızca 'olabilir.' Çünkü aklımız bir miktar o taraflara doğru uzansa da vücudumuzun başka yerlerinde bu kapasite yok. Bir saniye. Düzeltme: Bize yokmuş gibi geliyor da olabilir. Zira Miraç mucizesi inananlar için bambaşka şeyler fısıldıyor.

Miracı andık. 25. Söz'ün 2. Şule'sinin 9. Nükte-i Belagat'ında arkadaşı kılınan diğer bir meseleyi de anmadan geçmeyelim. Okuyanlar hatırlamıştır belki. Fâtır sûresinde geçen, melek kardeşlerimizin 'ikişer, üçer, dörder kanatlı olması' meselesi. Mürşidim orada diyor ki: "Hem melâikeler sekene-i zemin gibi cüz'iyete münhasır değiller. Bir mekân-ı muayyen onları kaydedemiyor. Bir vakitte dört veya daha ziyade yıldızlarda bulunduğuna işaret (ikişer, üçer, dörder) kelimeleriyle tafsil verir." Eğer yanlış anlamıyorsam Bediüzzaman Hazretleri burada 'kanat' mevzuunu 'boyut'a yakın tefsir ediyor. Tıpkı bizim çok yönlü âlimleri anlatırken kullandığımız 'zülcenaheyn' ifadesinde olduğu gibi. (Ki mezkûr kavramın bir manası da 'iki kanatlı'dır.) "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla konuşursak arkadaşım: Buradan anlaşılabileceklerin bir katmanını da 'meleklerin daha aşkın boyutlarda yaşadıkları' oluşturmaktadır belki. Yani 'bize göre çok boyutlu canlılar' olduklarıdır. İstedikleri vakit az boyutlu âleme girip-çıkabilirler. Lakin bizim onların çıktıkları boyuta çıkmamız zordur. Mümtaz fertlerimiz ancak bu ihsana kavuşur.

Tefekkür tefekkürü açıyor. Kendimi tutamıyorum. "Şeytanların semadan kulak hırsızlığı yaparken cezalandırılmasını da acaba bir çeşit fizikle anlayabilir miyiz?" diye düşünüyorum. Belki de bu boyutta algılayamadığımız varlıklarıyla onlar uzayda bir tür 'kütle çekim kuvveti' oluşturuyorlar. Yakın semanın dengesini bozuyorlar. Melek kardeşler de, yine çıkamadığımız o fizik düzeyinde, bedenlerini kovalayacak meteorları atıyorlar. (Çünkü göktaşları da diğer herşey gibi müekkel meleklerinin gözetiminde.) Yani bu harp bizden aşkın boyutlarda sürse de gözlerimiz görmüyor. Görünen meteor düşmesi. Yahut yine mürşidimin ifadesiyle: 

"Madem şu mübareze-i ulviyenin ilânı hikmeten lâzımdır. Elbette ona bir işaret vardır. Halbuki, hadisat-ı cevviye ve semâviye içinde, şu ilâna münasip hiçbir hadise görünmüyor. Bundan daha ensebi yoktur. Zira, yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hadise-i necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar ensep düştüğü bedâheten anlaşılır. Halbuki, şu hadisenin, bu hikmetten ve şu gayeden başka, ona münasip bir hikmeti bilinmiyor. Sair hadisat öyle değil. Hem şu hikmet zaman-ı Âdemden beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur."

Arkadaşım, affına sığınıyorum, mevzuyu çok dallandırdım. Aslında ben sana başka birşeyi anlatacaktım. "Lokman sûresinin 27. ayetinde kısacık bir mealiyle buyrulan 'Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından buna yedi deniz daha katılsa, yine de Allah'ın sözleri yazmakla tükenmezdi. Muhakkak ki Allah'ın kudreti herşeye üstündür, her işi de hikmet iledir!' sırrına buradan bakabilir miyiz?" diye soracaktım. "Ne hikmetle?" dersen açayım: Eğer anlamın 1, görüntünün 2, maddenin 3, zamanın da 4 boyutlu âlemlerde teşekkül ettiğini düşünürsek; düşünsene; biz daha 3 boyutluyla 4'ü, 2 boyutluyla 3'ü, 1 boyutluyla da 2'yi bitiremiyoruz; nasıl olup da Allah'ın boyutlar ötesi kelamını bitireceğiz?


Yani tek bir resmin (görüntü) üzerine cümle (anlam) olarak kimbilir kaç şey söylüyoruz? Bütün yazarlar, şairler, sanatçılar vs. aynı görüntü hakkında konuşuyorlar da bitiremiyorlar. Hep söylenecek yeni şeyler kalıyor. Sonra gelenler önce gelenlere ek yapıyor. Yine de bitmiyor. Bitirilemiyor. Hem bir nesnenin (madde) kaç kişi fotoğrafını (görüntü) çekiyor. Kaç göz görüyor. Kaç açıdan görüyor. Kaç yakınlıkta görüyor. Fakat yine de o nesnede görülebileceklerin sonu gelmiyor. Yine bir süreçle (zaman) tanıştığında varlık (madde) kaç oluş yaşıyor. Kaç şekil değiştiriyor. Kaç kez eski-yeni sahibi oluyor. Fakat yine de zaman ipinde asılı varlıkları/oluşları tüketemiyor. Yani ki: Daha az boyutta olan daha çok boyutta olanı kuşatamıyor. Bitiremiyor. Dilegetiremiyor. Yukarıdaki ayet-i celile ile belki bize böylesi büyük bir hakikatin ucu da kaldırılıyor, gösteriliyor, işaret ediliyor: Daha az boyutluların boyutlardan münezzeh/aşkın bir Allah'ın kelamını yazıp bitirebilmesi nasıl mümkün olabilir? Denizler nasıl yetebilir? Ağaçlar nasıl kaldırabilir? O sonsuzluğu bu sınırlılıkların taşıması mümkün müdür? Elbette değildir. 

İşte yeğenime yaptığımız kristal gösterisinden içime yansıyanlar da bunlar oldu. Tek nesneden yansıyanlar bütün duvarı sardı. Bir çiçeğe bin şiir yazıldı. Bir güzellik bin şekilde göründü. Her üst boyutun nazırı alt boyuttaki tecellilerin şahitliğini yaptı. Onların fotoğrafı da şunun gözleriyle çekildi. Varlığın o katmanı da şu gözlerde resmoldu. Belki varoldu. Belki 'Başkalarının nazarıyla baksın'a da bu hikmet biçildi. Hatta belki aslında nur-u Muhammedî aleyhissalatuvesselamın çok çok çok boyutlu hakikatinden yansıyanlar bütün evreni kapsıyor. Bütün evreni oluşturuyor. Yalnız onları görmek işi de bizde. Bizim gibi nazırlarda. Herkesin görüşü boyutu çapında. Bir kısmını yalnızca melekler görüyor. Bir kısmını biz de görüyoruz. Çünkü boyutumuzda bu kadarcığı görünüyor. Ama bu kadarcığı görünmekle de bir fotoğraf elde ediliyor. Bir varlık katmanı ölçümleniyor. En nihayet: "En doğrusunu Allah bilir!" derim arkadaşım. Sen de arkadaşına bu sınırlar içinde itimat et. Allah bizi istikametten ayırmasın.

14 Eylül 2021 Salı

İhsan Şenocak Hoca "Selçuk Bayraktar Filenin Sultanlarını döver!" mi dedi?

Johan Huizinga Homo Ludens (Oyuncu İnsan) isimli eserinde der ki: "Kültür oyun biçiminde doğar." Ve ekler: "Toplum oyunlar aracılığıyla hayatı/dünyayı nasıl yorumladığını ifade eder." Eserin başka bir yerindeyse şu haklı tesbitini okuruz: "Oyunbozan hilebazla aynı şey değildir. Çünkü hilebaz oynuyormuş gibi davranır. Görünüşte hâlâ oyunun büyülü çemberini kabul ediyormuş gibidir. Toplumun hilebaza oyunbozandan daha hoşgörülü davranması ilginçtir. Bunun sebebi oyunbozanın 'oyun dünyasının kendisini' yıkıp dağıtmasıdır. Oyunbozan önceden başkalarıyla birlikte geçici süreliğine içine kapandığı oyun dünyasının keyfiliğini ve kırılganlığını açığa vurur. Oyunu yarattığı 'yanılsamadan (illusion)' sıyırır. Anlam dolu bir kelime olan 'illusion' sözlük manasıyla 'oyunda kalmak' demektir. Öyleyse o hemen oyundan atılmalıdır."

Bu eşikte Bediüzzaman'ın da bir tür 'oyunbozan' olduğunu düşürüm. Ne açıdan? Elbette tek dünyalı (m)edeniyet açısından. Evet. O, giyiminden tutun söylemine kadar, kurgulanmak istenen oyuna "Sen gerçek değilsin!" diye haykırmaktır. Batı kaselisi rejimin ona karşı uyguladığı tecridi de bir tür 'oyun dışında bırakma gayreti' olarak ele alırım. En azından 'denemesi.' 23. Söz'ün 2. Mebhas'ının 2. Nükte'sinde "Hakikî terakki ise insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur..." diyen mürşidim metnin biraz ilerisinde de 'uyandırıcı' bir temsil arzeder:

"Ben büyük bir şehre giriyorum. Baktım ki o şehirde büyük saraylar var. Bazı sarayların kapısına bakıyorum; gayet şenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ı dikkati celb eder, herkesi eğlendirir bir cazibedarlık vardı. Dikkat ettim ki: O sarayın efendisi kapıya gelmiş, itle oynuyor ve oynamasına yardım ediyor. Hanımlar yabanî gençlerle tatlı sohbetler ediyorlar. Yetişmiş kızlar dahi çocukların oynamasını tanzim ediyorlar. Kapıcı da onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış. O vakit anladım ki, o koca sarayın içerisi bomboş, hep nazik vazifeler muattal kalmış, ahlâkları sukut etmiş ki, kapıda bu sureti almışlardır. 

Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rastgeldim. Gördüm ki, kapıda uzanmış vefadar bir it ve kaba, sert, sakin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. Merak ettim, niçin o öyle, bu böyle? İçeriye girdim. Baktım ki içerisi çok şenlik. Daire daire üstünde ayrı ayrı nazik vazifelerle saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki adamlar sarayın idaresini-tedbirini görüyorlar. Üstündeki dairede kızlar-çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde hanımlar, gayet lâtif san'atlar, güzel nakışlarla iştigal ediyorlar. En yukarıda efendi, padişahla muhabere edip halkın istirahatini temin için ve kendi kemâlâtı ve terakkiyâtı için, kendine has ve ulvî vazifelerle iştigal ediyor gördüm. Ben onlara görünmediğim için, yasak demediler, gezebildim. Sonra çıktım, baktım. O şehrin her tarafında bu iki kısım saraylar var. Sordum. Dediler: O kapısı şenlik ve içi boş saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir ve ehl-i dalâletindir. Diğerleri namuslu Müslüman büyüklerinindir."

Tam da Huizinga'nın 'oyun bozmak' şeklinde tarif ettiği şeydir yaptığı. "Kral çıplak!" diye haykırmanın ifadesidir: "İşte, o şehir ise, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve medine-i medeniyet-i insaniyedir. O saraylar, herbirisi birer insandır. O saray ehli ise, insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letâif ve nefis ve hevâ ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye gibi şeylerdir. Herbir insanda herbir lâtifenin ayrı ayrı vazife-i ubûdiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek letâifi nefis ve hevâya musahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki değildir. Sair cihetleri sen tabir edebilirsin." Bediüzzaman seküler canlılığı hakiki hayat saymamaktadır.


Bakışımızı biraz daha kaldırınca yine farkına varırız ki: Hocaların, dinî sembollerin, İslamî tezahürlerin tek dünyacı cenahta oluşturduğu alerjinin ardında da bu vardır. Yani: Oyun bozulmaktadır. Kur'anî ifadesiyle 'asıl hayata sahip olan ahiret' hatırlanmaktadır. Yine kıymetli bir alıntının yeri geldi. Roman Diliyle İktisat'ında Mustafa Özel Hoca Faust II'den şöyle bir alıntı yapar: "Lanet olası çan sesleri! Yaralıyor insanı./Alçakça, hain bir mermi gibi./Hatırlatıyor kindar seslerle./Hâkimiyetimin pürüzsüz olmadığını." Ve Faust bütün zenginliğine-gücüne rağmen bu kuleyi yaktırmadıkça mutlu olamaz: "İşte, böyle zenginlik içinde, eksik olan şeyimizi hissederek, en acı ızdıraplarla kıvranıyoruz. Şu küçücük çanın sesi ve o ıhlamurların kokusu, sanki kilisede veya mezarımdaymışım gibi, vücudumu kaplıyor. O herşeyi alteden iradenin kudreti burada, şu kumların üstünde, kırılıyor. O çan çalınca tepem atıyor. Bu karşı koyma ve inat en şerefli başarının zevkini kaçırıyor..." Eh, evet, Goethe'nin çan sesleri üzerinden anlattığı metafiziği biz coğrafyamızda ezan sesinden işitebiliriz. Bazılarının 'çav bella' özlemini buradan anlayabiliriz.

Dahası: İhsan Şenocak Hoca'nın 'Filenin Sultanları' hakkındaki sözlerinin neden tukaka edildiğini de buradan okuyabiliriz. Çünkü o 'Filenin Sultanları'na 'Nafilenin Sultanları' demek cür'etinde bulundu. Yani oyun bozdu. "Kral çıplak!" diye haykırdı. (Umarım 'çıplak' kelimesi başımı yakmaz.) Benim şu yazıda çevirdiğim dolapları çevirmedi. Doğrudan söyledi. Yani "Bunun İslamca bir itibarı yok!" demeye getirdi. "Üzerindeki alkışa, ilgiye, övgüye, cikciğe, sanjana, havaifişeklere, medya pohpohuna kanmayın! Bu oyundur. Ve böylesi oyunların hakikatte bir değeri yoktur." Bunlar benim cümlelerim elbette. Kendisinin twitter'daki bir ifadesi ise şudur: "Kur'an beğeniye göre tebliğ edilirse, tefeci rahatsız olmasın diye faiz, zalimin keyfi kaçmasın diye adalet, hırsızın morali bozulmasın diye had, flört yapanlar üzülmesin diye mahremiyet ayetlerini okuyamazsınız. Kur'an reçetedir. Reçete beğeniye göre değil hastalığa göre yazılır." 

Amenna. Ve fakat seküler düzenin devam ettiricileri buna epeyce içerlediler. Hocayı sosyalmedyada-medyada iyice bir linç ettiler. En azından denediler. Ne yazık ki Tek Parti Dönemi'ni kaçırmışlardı. Bediüzzaman'a ettiklerini ona da yapamazlardı. Fakat nihayetinde gözden düşürmek de bir tür tecrid sayılır. Hem hiçbirşey yapamamaktan da yeğdir. Şenocak Hoca'ya da bunu elverdiğince eylediler.

Tartışmayı izlerken dikkatimi çeken başka şeyler de oldu. Nedir? Mesela: Konu 'erkek futbol takımları' olsa pek de eleştirilere ses etmeyecek aydın zümreler de celallendiler bu çıkışa. Entelektüel bir konu kıldılar onu. Buna bir miktar şaşırdım. Şaşkınlığım geçince şöyle bir kanaate vardım: Bu zamanda konu 'kadınlar' oldu mu her işin rengi değişiyor arkadaşım. Çorbanın içine bir parça feminizm, bir tutam liberalizm, hatta bir demet LGBT karışıyor. Öyle ya: Hayreti yöneten ilgiyi de yönetir. İlgiyi yöneten iradeyi de yönetir. İradeyi yöneten gayreti de yönetir.

Evet. Aynen. Neye hayret ediyorsak ilgimiz/merakımız peşinden gidiyor. Neyi merak ediyorsak irademiz; aklımızın, duygularımızın, latifelerimizin tüm gücünü, gayretini, imkanlarını alıp oraya temerküz ettiriyor. Popülarite manipülasyon yaratıyor. Sanrı bir itibar alanı oluşturuyor. Ahirzamanda Deccal'in sahip olacağı söylenen 'cennet görünümlü cehennem' ve 'cehennem görünümlü cennet'ler buradan bir parça anlaşılıyor. Sözgelimi: Yeşerseler Enes b. Malik açacaklar yerde Enes Batur kalıyorlar. Sahte kahramanlar ümmetten geleceğin harbi kahramanlarını çalıyorlar. Hani hep söylenir ya: İngilizler sömürgelerine top oyunlarını onların dikkatlerini bu türden sunî/kurgu gerilimlere çekmek, gayretlerini buraya yoğunlaştırmak, sömürülmek gibi, özgürlük gibi, direniş gibi konulardan uzaklaştırmak için öğretirlermiş. Tabir-i caizse: Oyunlarla gerçek hayattan koparmaya çalışırlarmış. Galiba 'Filenin Sultanları' da bacılarımız için böyle bir işe yarıyor. Yahut da yarıyordu. Veyahut da yarayacaktı. Ancak bir hoca çıktı. Oyunbozanlık yaptı. "O iş öyle değil!" dedi. Sultanları parlatmak, kızlara 'ideal' olarak göstermek, yeşeren istidatlarını meşin yuvarlağın arkasına yoğunlaştırmak yönündeki çabalara çomak soktu. O kadar masrafı, çalışmayı, lanseyi hiç etti. Cık, cık, cık. Olmadı bu iş hocam.

Geçenlerde ben de konuyla ilgili bir paylaşım yaptım. Dedim: "Selçuk Bayraktar'ın başardığı şeyler bana yüz file sultanlığından daha harbi geliyor. İçi hava dolu bir meşin yuvarlağı, değil karşı sahaya, aya fırlatsanız ne hakikati var? Fakat bu adamın yaptıkları, eğer engellenmezse, İslam coğrafyasının tamamını etkileyecek bir irade kazandıracak." 


Sonra korktum bana da bir linç gelir. Aman, yok, kimse beni kâle almadı efendim. Sonra düşündüm: Aslında İhsan Şenocak Hoca'nın parmağı da aynı yönü göstermiyor mu? Daha doğrusu: İslam'ın parmağı bu yönde değil mi? İnsan sahici, faydalı, hikmetli, işe yarar birşeyler ürettiğinde İslam bunlardan hangisiyle savaşıyor? Hangisine 'Olmaz!' diyor? 'Olmaz'ı bırak hatta destekliyor. Teşvik ediyor. Sırtını sıvazlıyor. 'Olmaz!' dediği neyi kurcalasanız peşinde bir zarar var. Abeslik var. İsraf var. Selçuk Bey ekibiyle birlikte cihadda omzumuzu güçlendirecek birşey yapıyor. Geliştirdiği teknoloji müslüman coğrafyasında yeni bir direniş noktası oluşturuyor. Bu ekibin yaptığına kadın-erkek ayırmadan gıpta edilmez mi? Ekibindeki ablalar-abiler hep birden alkışlanmaz mı? Peki Filenin Sultanları ne üretiyor? Popçular ne üretiyor? Tik-Tokçular ne üretiyor? Youtuberlar ne üretiyor? CHP'nin heykel mühendisleri ne üretiyor? (M)edeniyetin her ıslığına koşmak zorunda mıyız? Peşine düşmek mecburiyetinde miyiz? Halimize bakıp, imanımıza bakıp, ahlakımıza bakıp bir 'seçmece' yapamaz mıyız? Eurovizyona kaç yıldır katılmıyoruz mesela. Katılmamakla kim/ne kaybediyor? Hiç. Bilakis epeyce saçmalıktan kurtulduk bence. 

Sorular çoğaltılabilir ama hepsinin gösterdiği şudur sanki arkadaşım: Popülarite bir aygıt. Bir manipülasyon aygıtı. Yönetim aygıtı. İçtihad Risalesi'nde söylendiği şekliyle bu zamanın Süfyan ibni Uyeyne'lerini yüz seneye muhtaç eden arızadır şu: "Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir..." denmesinin sebebidir. Evet. Birileri hayretimizi popüler/rağbetli kıldıkları şeylerle yönetmek istiyorlar. Çünkü onlarla uğraşırsak zararımız dokunmayacak. (Aslan yün yumağını kovalarken domuzlara zararsızdır.) Gayretimiz hava-cıva mevzulara harcanacak. Huizinga'nın altını çizdiği şekliyle bu oyun biçiminden küresel güçler için zararsız bir kültür/kültürler doğacak. Fakat bu çocuklar ilimle, teknolojiyle, silahla oynadılar mı o kadar rahat vermezler. İyisi mi Filenin Sultanı olsunlar. Füzelerin Sultanı falan olmasınlar. Tamam?

Tamamsa İhsan Şenocak Hoca'yı linç etmeye devam edebiliriz.

8 Eylül 2021 Çarşamba

Mehdiyet sosyo-psikoloji kaldırır mı?

Basit bir gerçek sık sık unutuluyor gibi duruyor. Nedir? "Seküler bilimler 'seküler'dir." Yahut daha bizcesiyle: "Dünyevî ilimler 'dünyevî'dir." Ne demek bu? Yani onlar birşeyin varoluşunu, sebeb-i hikmetini, hikmet-i vücudunu, 'neden'liğini maddî sınırlar içinde ifade etmeye çalışırlar. Esbap dairesine konsantredirler. Ötesinde izahlara bu yüzden kördürler. Laboratuvara sokamadıklarına inanmazlar. Kabullenmezler. Meşruiyet tanımazlar. 'İlahiyat' kırmızı çizgileridir. Ve ancak kendilerinin bittiği yerde başlar. Fizik, kimya, biyoloji böyle olduğu gibi insana temasıyla lâtifleşen 'sosyoloji' ve 'psikoloji' de böyledir. Aynı zemindedir.

Bu nedenle birşeyin 'sosyoloji' veya 'psikoloji' veyahut 'sosyo-psikoloji' ile açıklanması neredeyse otomatik olarak semavîlikten kurtarılıp arzîleştirilmesi anlamındadır. Yani: Fizik nasıl ki "Işığı kim yaratıyor?" sorusuna "Allah!" değil de "Güneş!" diye cevap vermeyi tercih ediyorsa; kimya nasıl ki "Yağmuru kim yağdırıyor?" sualine "Allah!" değil de "Bulutlar!" demeyi beğeniyorsa; biyoloji nasıl ki "Meyveyi kim veriyor?" merakına "Allah!" değil de "Ağaçlar!" demeyi uygun görüyorsa; sosyoloji de "(...) inancını kim yaratıyor?" tarzındaki tefekkürlere "Toplum!" demeyi makbul görür. Psikoloji aynı cevabı "İnsan!" temelinde zeminlendirir. Özetle: Bu tür ilimlerin yapmaya çalıştığı şey zaten 'herşeyi madde sahasında açıklamak'tır. Madde ötesi izahlara alan/gerek bırakmamaktır. Bu nedenle İslamî bir umdeyi bu mezkûr zemine çekip 'vardır-yoktur' tartışmasına girenler bıçağı Cebrail aleyhisselamın boynuna indirirler. Şeriatın gayb-aşina bağlarını görmezden gelmelerinin sonucudur şu.

Her ne kadar isimleri Mustafa-Mehmed de olsa İslam modernistlerinin yaptıkları da aynı şeydir. 'Mehdiyet' gibi keyiflerine uygun bulmadıkları mevzuları 'sosyo-psikoloji' zeminine taşıyıp cerhetmek isteyen bu zevat, eğer bunu bir usûl kaidesi olarak İslam'a sokarlarsa, dinin bütün itikad zeminini dinamitlediklerini bilmezler. Veya bilmezden gelirler. Zira, az-çok bu neviden kitapları karıştıranlar hatırlarlar, ateist sosyo-psikoloji yaklaşımı kullandıkları argümanların hemen hemen aynısını, dinin herbir umdesine karşı-için kullanmaktadır. Sözgelimi: "Mehdiyet tarih boyunca insanların hep bir kurtarıcı bekleme arzusundan doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." derseniz ateist meslektaşınız da size der ki: "Allah da öyledir. Peygamber de öyledir. Haşir de öyledir. Kader de öyledir..." Çünkü mehdiyet için geçerli olan bütün şartlar bunlar için de geçerlidir.

Yine mesela: "Yok, yanılıyorsun, peygamberlik öyle değildir!" derseniz adam size der ki: "Peygamberlik tarih boyunca insanların hep gizemli bir varlıkla iletişim kurma ihtiyacından doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Haşir konusunda itiraz etseniz der ki: "Öldükten sonra dirilme tarih boyunca insanların sonsuzluğu arzulamasından doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Hatta Allah konusunda uyarınıza da karşılık verir ki: "Tarih boyunca korkulacak olaylar karşısında insanlık bir üstün varlığa sığınma ihtiyacı içinde olmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Hülasa: Kur'an deseniz öyle der. Namaz deseniz böyle der. Oruç deseniz şöyle der. Yani siz semavî neyi dillendirseniz size arzda yayılmış veresesini göstererek cerheder. Kendi argümanınızla size avlar. Ondan sonra dizlerinize vurmaya başlarsınız. Fakat geç olur. Çünkü semavîyi arzda açıklamaya konsantre olmakla tuzaklarına düşmüşsünüzdür.

Doğru yöntem nedir peki? Doğru yöntem yerdeki bağların yaratıcılık anlamına gelmediğini kavramakla başlar. İslam'dan önce de 'mehdiyet' diye bir inanç olabilir mi? Evet. Olabilir. Çünkü İslam, bizzat müslümanların inanışına göre de, ilk peygamber Hz. Âdem aleyhisselamdan son peygamber Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselama kadar hep gönderilen dindir. Dolayısıyla tarih boyunca benzer izlere rastlamak mümkündür. Hz. Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın şeriatında varolan emirlerin, özellikle de itikad umdelerinin, benzerlerinin İsa aleyhisselamın veya Musa aleyhisselamın dinlerinde de varolması müslüman için "Aaaa, nasıl olur öyle şey, cık cık cık!" bir durum değildir ki. Zaten İslam geçmişten-geleceğe gelenin hep kendisi olduğunu tekrar tekrar beyan eder. Böyle olduğunu apaçık beyan eden bir din tarihsel/toplumsal düzlemde kendi izlerine rastlayınca neden yadırgasın? Neden bunların bulunmasını kendisi için bir nakise saysın? Hatta, aksine, bir delil sayar. Geçmiş şeriatlardan böyle izlerin kalması İslam'ın hak din olduğunun delilidir. Zebur'da, Tevrat'ta, İncil'de Aleyhissalatuvesselamı haber veren birçok ifade bulunmaktadır.

Fakat bununla beraber şunu da soralım: Kendisi doğrudan Allah'ın semavî hakikat hazinesine bağlanan son din neden yatayda/arzda incik-boncuk toplamaya muhtaç olsun? Müslüman olmayana zaten diyecek birşeyimiz yok. Ama müslüman olan buna niye ihtimal veriyor? Allah'ın vahyi, Allah Resulünün sünneti, onların açtığı deniz gibi marifet nerede müslümanı aç bırakıyor ki başka sofralardan doymaya çalışsın? Biz 'mehdiyet' meselesini zaten üzerinde şekillendiği bu zeminde neden ele almıyoruz da hep sosyolojinin-psikolojinin dilencisi ediyoruz? Hadis kaynaklarımızdaki bu kadar rivayete rağmen. Ulemanın konu hakkındaki bu kadar beyanına rağmen. Arkamızdaki bu külliyetli mirasa rağmen.

İkinci bir arıza da şurada arkadaşlar: İslam bir tevhid dini olarak elbette kainatı yaratanla insanı yaratanın, insanı yaratanla da dini gönderenin aynı Allah olduğunu ortaya koyuyor. Kabul ediyor. Öğretiyor. Böyle bir dine iman eden insanlar dinlerindeki hakikatlerle kendi ruhları-psikolojileri-fıtratları arasında bağlar gördüklerinde neden "Aaa, nasıl olur öyle şey, cık cık cık!" çeksinler? Elbette aynı ustanın elinden çıkmakla birbirlerine bakar yanları olacaktır. Birbirine bakan yanları olacaktır ki kevnî şeriatla kelamî şeriatın parçaları 'cuk' diye birbirine oturacaktır. Bu birbirine oturma sayesinde insan fıtratı da hak dini tanıyacaktır. Oturmasa, tutmasa, yakışmasa insan, hâşâ, Allah'a karşı bir argüman sahibi olmaz mı? "Ya Rabbi, gönderdiğin din bana uymadı, ruhuma karşılık gelmedi, kabullenemedim!" demez mi? Öyle sanması başka. Ama hakikatte öyle olması daha başka. Hakikatte öyle olmasını reddederiz. Kâfir ise öyle sandığı için küfrü seçebilir. Bu kendisinin hatasıdır. Varlığın değil.

Şimdi soralım: 'Mehdiyet' gibi meselelerin "İnsanlar tarih boyunca bla bla..." ile açıklanmasının bir müslümanın semavî argümanlarını cerheden ne yanı vardır? Nasıl olabilir? Fıtratta/zamanda mehdiyetin izlerine rastlamak "Onun aslında hakikat olmadığına..." nasıl bir göndermesi yapılabilir? Amerika kıtasının tarih boyunca varolduğunun söylenegelmesi şimdiki varlığının cerhine delil olabilir mi hiç? Aksine, standart bir müslümanın kafasına-kalbine göre, kendisine gelen bir haberin fıtratına uygun düşmesi ülfetin kaynağıdır. Vahdetin izleridir. Hak dinin müjdecisidir. Bilakis, böyle izlere rastlamadığı zaman, müslüman kendisine verilen haberden şüphelenir. Şimdi namazın, orucun veya Allah'a inanmanın ruha-psikolojiye bakan, rahatlatan, ihtiyaç olan yanları var diye hakikaten varolduklarını inkâr mı edeceğiz? Yoksa bu hallerini onların hakikatine delil mi sayacağız? İkincisi daha makûl görünmüyor mu? En azından kalbinde istikametten parçalar kalanlara sesleniyorum.

Her neyse. Sabah okuduğum bir köşe yazısından hareketle bunları yazdım. Acele ettim. Belki güzel de ifade edemedim. İnşaallah meramımı bir parça izah ediyordur. Cenab-ı Hak ayaklarımızı Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in istikametinden ayırmasın. Âmin. Âmin. Âmin.

18 Haziran 2021 Cuma

Bazıları mucizelere neden iman etmez?

Arkadaşım, hakkında daha önce de konuşmuştuk, hatırlarsın: Seküler ilimler/bilimler varlığın gaybına 'yokmuş gibi' davranırlar. Düzenleri bunun üzerinedir. Sistemleri buna kurgulanmıştır. Amaçları varlığı 'varlığın üstüne çıkarmadan' açıklamadır. Neden-sonuç ilişkilerini maddî mukarenet düzeyinde çözmektir. Böylece 'daha düşük boyutta' gözleri keskinleşir. Konsantrasyonları artar. Yani esbap dairesindeki etkileşimleri okuma seviyeleri yükselir. Lakin bedeli olarak eşyanın aşkın yanlarına körleşirler. Yabancılaşırlar. Yadırgarlar. Bu nedenle yalnız şöylesi ilimlerden/bilimlerden hayata bakanlar manevî alanda hamlaşırlar. Mürşidim de bu sadedde der: "Maddiyatta tevaggul eden mâneviyatta gabileşir." Çünkü 'mukaranet' (yakınlık) ilişkilerini 'yaratıcılık' diye algılayan bir düzlem kıstaslarınca 'karin' (yakın) olmayanı da yaratıcılıktan öteler. Mesleğince 'ihtimal dışı' bırakır.

Durumu bir misalle açıklamak istiyorum: Bizim oralarda 'körkösnü' olarak tâbir edilen bir köstebek türü vardır. İşte bu hayvan karanlıkta kendisine lazım olan görüşe hakkıyla sahiptir. Fakat ışık âleminin aşkınlaştırdığı yüzeye çıktığında sanki üzerine bir aptallık çöker. Deliğinin yanında oturan düşmanını bile farketmez olur. Bu onun eksikliği midir? Hayır. Asla. Hâşâ. Çünkü varlık anlamı daha çok toprağın altıyla ilgilidir. Sahip olduğu diğer duyularla birlikte Allah onu 'oraya gayet yetebilir' şekilde inşa etmiştir. (Maşaallah ona.) Lakin böyle bir körkösnü gündüz âleminin gözcüleriyle (mesela kartallarla) dalga geçse, görüşünün topraktaki başarısıyla övünse, hikmet bilirler bu ahmaklığına katıla katıla gülerler.

Arkadaşım, mikroskopunki de bir görüştür, amma ona yaslanarak teleskopluğu inkâr etmesi caiz olmaz. Hatta gözün gördüğü düzeyi dahi reddederse beyanlarına artık hezeyan gözüyle bakılır. Çünkü gerçekliği yalnız kendi boyutunda sanmış olur. Halbuki öyle değildir. Hiç öyle değildir. Hülasası o ki arkadaşım: Allah bu âlemi perdeler içinde yaratmıştır. Perdeyi perdeye sarmıştır. Hatta kimi Allah dostları perdelerin 70.000 kadar olduğunu söylerler. (Elbette 70.000 ifadesi çokluktan kinayedir. Asıl sayısını ancak Allah bilir.) Biz bu perdeleri 'farklı görüş seviyeleri' olarak da anlayabiliriz arkadaşım. Yani yarattıkları Rabbimizi görüş kabiliyetimize göre 70.000'den aşkın seviyede gösterirler. Bazılarında apaçık gösterirler. Bazılarında zorun zoru gösterirler. Bir sırr-ı imtihan gereği âlemin yaratılışı böyledir.

"İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanın san'atıyla Hâlıkın san'atı arasındaki fark: İnsan kendi san'atının arkasında görünebilir; amma Hâlıkın masnuu arkasında yetmiş bin perde vardır. Fakat, Hâlıkın bütün masnuatı def'aten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nuranîler kalır."

Yine mürşidimin ifadesiyle "Âlem-i şehadet avâlimü'l-guyûb üstünde tenteneli bir perdedir." Çocukluğunda tüllerle şöyle bir oyunu sen de oynamışsındır mutlaka arkadaşım. Arkasındayken perdeye odaklanırsan yanız onu görürsün. Ötesine odaklanırsan illa ötesi görünür. Kameraların ayarları da gördüklerini (dolayısıyla körlüklerini de) şekillendirir. Kuantumcuların 'gözlemci' ile 'gözlenen' arasında varolduğunu savundukları ilişki de bu hikmetle bir parça anlaşılır olur sanki. Evet. Kaçınılmaz şekilde herkes odaklandığıyla imtihan olur. Âdeta kendi dünyasına yalnız odaklandığını davet eder. Kadrajını o seçer.

Yalnız onu görür. Onu bilir. Onda körleşir. Ona garkolur. Ardını göstermeyen perdesi olur. Arkasına geçirmeyen duvarı olur. En sevdiği şeylerin insan için 'en zorlu imtihan vesilesi' olduklarını söyleyen ayetlerin hikmetini buradan da tefekkür et. Neye en çok dikkat ediyorsan onda körleşiyorsun. En iyi gördüğün başka şeylere körlüğün. Yani görmeyi seçen körlüğü de seçer. Enesine varlık biçenin de boğulduğu onun 'sahibini yutacak kadar kalınlaşan' varlığıdır. Ve bazen de... Dur yahu. Yerinden alayım: "Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder. Helâkete sebep olur."

Belki bu yüzden Refet abinin sorusuna Bediüzzaman'ın verdiği cevap şu şekildedir: "Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."

Buradan şuraya geçeceğim arkadaşım: Misalleriyle karşılaştıkça daha açık bir şekilde farkediyorum. Sosyoloji gibi beşerî ilimlerle meşgul olanlar imanlarına karşı giderek gabileşiyorlar. "Bu herkeste böyle olur!" demiyorum. Sakın yanlış anlama. Ancak onların körleştirici yanını bilmeyenlerde şu arıza daha sık tezahür ediyor. Çünkü böyleleri körkösnü gibi kendi ilminin/biliminin görüşünü bütün gözlerin üstüne koyuyor. Toprağın altındaki başarısını 'tek geçer akçe' sayıyor. Solucanları avlamadaki muvaffakiyetine yaslanarak yılan avlayan kartalları küçümsüyor. Hatta bazen avcılıklarına da inkâr ediyor. Zira kendisinin avcılığı ile bir cinsten değil. Körkösnü için toprağı kazmayan avcı olamaz. Avlanamaz. Avcılığa dair anlattığı herşey yalandır. Masaldır. Uydurmadır. Kösnünün methi ancak kösnülüğedir.

İşte, arkadaşım, kösnü bizim hakikatimizde fendir. Kartal bizim âlemimizde hikmettir. Kur'an'ın hikmeti de bu anlamda fen için bir parça acayipliktir. Zira toprağı kazmadan avlanır. Doğrudan gaybdan haber verir. Fenciler bundan hoşlanmaz. Çünkü sistemini anlayamazlar. Anlamak da istemezler. Mikroskopları böyle teleskop bilmez. Pençeleri böyle kanatları kavramaz. Gökyüzü denilen boyuta akılları hiç çıkmamıştır. O nedenle mürşidim, belki en çok da 'insaniyeti sadece beşeriyeti içinde açıklamaya konsantre bilimler' hakkında, şöyle uyarır bizi: "Herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatı göremez."

Yine bir yerde de Aleyhissalatuvesselama karşı bu Deccalî bakışın sebep olacağı yıkıma dair diyor ki: "Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz. (...) Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı."

İslam akidesini salt sosyolojiyle, psikolojiyle vs. kalıplandırmaya çalışanlarımızın hali böyle mi ama arkadaşım? Aksine onlar kabuğa bakıyorlar. Kışırla meşgul oluyorlar. Ezelî olanı terkedip şimdiye dadanıyorlar. Çünkü müsteşrik hocalarından böyle bir kolaylık öğrendiler. Rağbet gördüler. Körkösnülüğü maharetli bildiler. Kartallığın rahmetli zahmetini unuttular. Yılanları bıraktılar. Solucan avladılar. Yataydaki neden-sonuç tekerlemeleri içine silkelemek herşeyi öyle keyifli geldi ki aşkın/kuşatıcı olanın dikeyin hikmetini boşverdiler. Yani ki kitabın süsüne daldılar. Kapağında dağıldılar. Kağıdına aldandılar. Manasını-yazarını unuttular.

Yalnız adı müslüman böylelerinin 'namazı yahudilerden aldığımızı' veya 'mehdi ile ilgili hadislerin sosyolojik ihtiyaçlardan doğduğunu' veyahut 'kıssa-i nebeviyenin yaşanmışlığından değil psikolojik etkisinden dolayı Furkan'da yeraldığını' ve hatta 'Aleyhissalatuvesselam Efendimizin diğer dinlerden öğrendikleri üzerinde çalışarak İslam'ı şekillendirdiğini' duyarsan şaşırmamalısın. Zira onlar gökte bulmak istemediklerini yerde arıyorlar. Nasreddin Hoca'nın karanlıkta kaybolanı ışıklı yerde araması gibi. Evet. Yatayda açıklayamadıkları hiçbir sebebe inanmazlar onlar. Toprakta olmayan hiçbir nedenden sonuç çıkarmazlar.

Gözleri bu kadardır. Görüşleri bu kadardır. Fazlasını istemezler. Fazlasını kavramazlar. Isıyı arttırınca suyun daha çabuk kaynadığını tabulaştırmış bir kafanın İbrahim aleyhisselamın selametli serinliğini anlamasını bekleyemezsin. Onun için bu 'olabilir' değildir ki. Belki biraz da bu yüzden şu karanlık mesleğe girenlerin ilk inkâr ettikleri 'peygamber mucizeleri' oluyor. Çünkü işittiklerini yüzey şablonlarına uyduramıyorlar. Kösnülüğe yakıştıramıyorlar. Kartalların haberini tevil ediyorlar. "Uçmamıştır da toprağın altında uçar gibi gitmiştir!" diyor mesela. "Kudüs'e, semaya, miraca değil de Mekke'nın dışına yürümüştür bir parça."

Seni bilmem arkadaşım. Fakat ben bunları gördükçe peygamber mucizelerinin bir hikmetini daha kavrıyorum. Evet. Mucizelere iman mü'minlerin 'Allah-peygamber-din' yaklaşımlarında bir eşiktir. Bir turnusoldur. Bir sıçrama tahtasıdır. Bu eşikten geçemeyenler 'yüzeye sınırlı bir Allah'a-peygambere-dine' iman edebilirler ancak. Yani yüzey elverdikçe iman edebilirler. Bu yüzden Einstein onaylayıncaya kadar, değil hadisler, Kur'an ayetleri bile şüpheli gelir onlara. Heidegger yanaklarından makas almayınca üretilen fikirler de bâtıldır. Fakat mucizelere iman ederlerin ufku, arkadaşım, başkalaşır. Fiziği aşkınlaşır. Perdeleri incelir. Elhamdülillah. Demek tavus kuşunun zerafetini kabuğunda aramayalım diye de gönderilmiştir şu mucizeler. Böylece biliriz ki: Peygamberler de beşerdir. Ama sadece beşer değildirler. Aşkındırlar. Başkadırlar. Fizikli bir fizikötesidirler. Onları sırf madde düzleminde anlamaya çalışan körkösnülerin varacağı ancak kabuktur. Postacılıktır. Bizse, ehl-i sünnetiz, postacıların peygamberliğine iman etmeyiz. Gözlerimiz Kur'an'ın semasına açıldığından beri, yüzbin elhamdülillah o semaya hidayet edene, kösnülüğe heveslenmeyiz arkadaşım.

1 Ocak 2021 Cuma

Mustafa Öztürk'le vedalaşırken...

Mustafa Öztürk'ün öğrencilerine aşıladığı nedir? Sırf bir 'fikir jimnastiği' midir? Yoksa fazlası mıdır? Bu soruya cevap verebilmek için Prof. Dr. Ömer Demir'in Bilim Felsefesi'ne uzanmak lazım. Özellikle Kuhncu geleneğin 'paradigma' üzerine söylediklerine. Yaklaşımlarının özetlendiği maddeleri alıntılarsam: "1) Bilimadamları bilişsel etkinliklerini ancak paradigmalarla sürdürebilirler. 2) Farklı paradigmalar birbirleriyle kıyaslanmayacak kadar nüanslara sahiptir. 3) Bilimsel bilgi 'birikimsel' değil 'devrimsel' bir nitelik taşır. 4) Bir paradigmadan diğerine geçiş 'ani bir algı dönüşümü' gerektirir. Yani paradigma değiştirmek 'din değiştirmek' gibidir." Bu gelenek, yine Ömer Hoca'nın ifadesiyle, "Pozitivizmin formulasyonuna değil bizzat kendisine karşı çıkmaktadır." 

Ah, atladık, en önemlisi sona kaldı. 'Paradigma' nedir peki? Kitaptan omuz alalım tekrar: 

"Paradigma, onlar için dünyaya bakılan, standartlar veya ölçüler yumağıdır. (...) Bilimadamları topluluğu tarafından paylaşılan bir paradigmanın en belirgin özelliği 'temel sorular' ve onlara verilebilecek 'kabul edilir cevaplar'ın çerçevesini çizmesidir. (...) Ancak paradigma sadece 'çalışma tekniklerini' veya 'disiplinin temel varsayımlarını' değil bunların yanında sözkonusu varsayım ve yöntemlerin doğruluğuna ilişkin 'bilimadamları topluluğunun ortak inançlarını' da içerir." 

Yani arkadaşlar 'paradigma'nın bir tür 'itikad'a benzediğini de söyleyebiliriz. Çünkü itikad da insanda âlem algısını kendisine göre belirler. Her itikad sahibi aynasında yansıyan şekliyle âlemi bulur. Bu nedenle bir dinin 'içinde' bilgi üretebilmek için 'o dinin itikadına uygun' konuşmak lazımdır. Yoksa üretilen bilgi 'din hakkında' olur fakat 'dinin içinde' olmaz. Bediüzzaman'ın tabiriyle: "Meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir." Evet. Mesela: Oryantalistlerin İslam'a dair çalışmalarını 'din hakkındaki bilgiler'e örnek verebiliriz. İslam ulemasının emekleriyse 'dinin içinde yeralan çalışmalar'a misaldir. Bu iki ekolün ürettiği bilginin 'aynı nesne üzerinde mesai sarfetmelerine rağmen' eşitlenememesi mensubu oldukları paradigmaların ayrımı üzerinden açıklanır. Oryantalistler için İslam ancak entelektüel bir meşgaledir. Hatta bazen hasımdır. İslam uleması içinse imanı, ibadeti ve ahiretidir. Taraftarlığıdır. 

Yine Bilim Felsefesi'nin satırlarından bakınalım:

"Farklı paradigmaların savunucuları, hem 'dünyayı' hem de ona sorulan sorularla verilebilecek 'meşru cevapları' farklı algılarlar. Yani paradigmalar, hem 'ontolojik' hem 'epistemolojik' hem 'metodolojik' hem de 'aksiyonolojik' düzeyde farklılaşma gerektirirler. Paradigmaların vardığı sonuçların bağlayıcılığı öncüllerin kabul edilmesine bağlıdır. (...) Her paradigma kendine özgü bir varlık anlayışına dayanır. Bu ontolojik temel sözkonusu paradigmayı benimseyen insanların bilinçleriyle içiçe olduğu için çoğunlukla sorgulanmadan benimsenir. (...) Paradigmal geçiş epistomolojik düzeyde de köklü dönüşüm gerektirir. (...) Bir paradigmadan diğerine geçen yahut bir paradigmadan diğerine bakan kişinin, hem 'nereye baktığı'nda hem de 'bakış biçimi'nde önemli farklılıklar meydana gelir." 

Bediüzzaman'ın Öztürk'ünkine benzer iddiaları cevapladığı 15. Söz'ün Zeyli'nde söyledikleri de bu durumu doğrulamaktadır: "Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki: Nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer, öyle de, o farz ile Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki: Benimle konuşan şeytandır. (...) Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."

Görüldüğü gibi, mürşidimin farkettiği, esasında Kuhncu geleneğin dilegetirdiği türden bir 'paradigmal değişim'dir. Bediüzzaman, Kur'an'a beşer kelamı gözüyle bakmanın nötr bir tavır ifade etmediğini, hatta 'bâtıla tarafgirlik kastı' taşıdığını, teşhis etmiştir. Çünkü böylesi değişimler 'öznenin nesneyi algılama şeklini' de değiştirirler. Hatta; Ömer Hoca'nın ifadesiyle bu değişim; ontolojik, epistemolojik, metodolojik, aksiyonolojik düzeyde farklılaşmalara da yolaçar. Bir tarafta kelama 'onun Allah sözü olduğunu gösterir bir açıyla' bakmak varken, diğer tarafta 'Bunu nasıl daha fazla beşerîleştirebilirim'in açısı vardır. Çalışması vardır. Mesaisi vardır. O kendi paradigmasının bilgisini üretir. Şu kendi paradigmasının marifetine uğraşır. Yani bilgi üretiminde mutlak bir nötralizasyon yoktur.

Tam da burada şöyle bir soruyla yüzleşelim: Kur'an'ın Allah kelamı olduğundan eminsek neden 'beşer kelamı olabileceği' yönündeki iddiayla yüzleşmekten(!) çekinmekteyiz? Nihayetinde hakikat bizi tekrar paradigmasına dönmeye zorlamaz mı? Bu soruya vereceğimiz cevap evvelemirde şöyle olur arkadaşlar: Ne Kur'an ne de biz 'beşer sözü olduğu yönündeki iddialarla yüzleşmek' konusunda sıkıntı yaşamamaktayız. Ancak teklif edilenin ilimden çok tuzak koktuğunu düşünmekteyiz. Evet. Eğer muhatabımız Kur'an'ın insan sözü olduğunu iddia ediyorsa, hakikate ulaşmak için, bizim de hemen Kur'an'a beşer kelamı gözüyle bakmamız mı gerekir? Yoksa paradigmamızdan konuşarak iddiayı sınanamız mı icap eder? Düz mantıkla baktığımızda bile, sağlıklı bilgiye ulaşmak istiyorsak, yapılması gereken 'durduğumuz yerden konuşmak'tır. Böylece muhatabımızın da iddiasını bizimle sınama imkânı olur. Saf değiştirmek siga imkanını yokeder.

Hatta münazaralarda bilimadamları dahi sınanmak için 'karşı argümanları' ararlar. Popper'ın tabiriyle 'doğrulanma'dan ziyade 'yanlışlanma' ile hakikate yaklaşmaya çalışırlar. Sınanmayan bilginin bilimsel değeri de yoktur. Peki neden müslümanlar, hakikatin belirginleşmesini karşı taraf adına da kolaylaştıracak, bir saflaşmadan alıkonulmaktadırlar? Dünyada yeterince Kur'an münkiri yok mudur da karşıya adam verilmektedir? Bu mevzuda halısaha maçına eksik gelmiş gibi davranmaya ne gerek vardır?

İkincisi: Paradigmanın terki mecburiyetle olur. Yine Ömer Hoca'nın sözlerine dönelim: "Kunh'a göre bir paradigmanın terkediliş nedeni belirlediği çerçevede çözülemeyen sorunların yeni arayışlara sürükleyecek kadar fazlalaşmasıdır. (...) Karşılaştığı sorundan dolayı paradigmasını suçlayan bilimadamı kullandığı âleti suçlayan ustadan farksızdır. (...) Fakat artan kuraldışılıklar paradigmaya olan güven ve bağlılığı gevşetir. (...) Farklı bakış açıları, yöntem ve tekniklerin denenmesine başlanır. Zamanla paradigma bağlayıcı olmaktan çıkar. (...) Bunalımla beraber arayışlar başlar. Ve yeni bir paradigma eskisinin yerini alır. Bu geçiş devrimseldir. Aynen sosyal devrimlerde olduğu gibi bilimsel devrimlerde de, yeni bilim anlayışı, tüm bilgileri merkezinden bakarak ve rengine boyayarak yeniden kurar."

Şimdi soralım: Müslümanlara Kur'an hususunda paradigma değiştirtecek mecburiyet nedir? Nerede çıkmaza düşmüşlerdir? Nerede bunalım yaşamaktadırlar? Nerede cevapları yoktur? Öztürk'ün iddialarını dinlediğinizde 'Allah adına çektiği sıkıntıyı' anlamak bile güçtür. Evet. Öztürk, hâşâ, Allah'ın yerine kendisini/'göre'sini koyarak sürekli Onu endişelerinden kurtarmaya çalışmaktadır. Bu sanrılı tavrın normal bir mü'mini "Kur'an beşer kelamı da olabilir!" demeye mecbur edecek bir yanı var mıdır? Yoktur. Hiçtir. Hiphiçtir. Bu ancak Öztürk'ün kompleksidir. Kompleksten-sanrıdan bilim olmaz. Ancak halisülasyon olur.

Üçüncüsü: Öztürk paradigmasının her noktada hesabını vermekte midir? Hiç sanmıyorum. Misal: Bediüzzaman'ın aynı metinde hikmetle dillendirdiği 'kelamullah-nübüvvet-ümmet-medeniyet' bütünlüğü içinde bu iddia nasıl bir yere düşer: "(...) Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur'ân kelâmullah olmazsa, Arştan zemine düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik iken menba-ı hurafat olur. Ve o harika fermanı gösteren zat-hâşâ, sümme hâşâ-eğer Resulullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne sukut etmek ve menba-ı kemâlât derecesinden maden-i desâis makamına düşmek lâzım gelir, ortada kalmaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki, buna ihtimal versin..."  

Yani, Kur'an kelamullah olmaktan çıkarılırsa, Aleyhissalatuvesselam da peygambere yakışır faziletten çıkarılır. Ümmeti 14 asırdır insanlığı hakikatle ışıklandıran konumundan kovulur. Ellerinde şekillenen medeniyetin hüsn u kemali ister-istemez inkâr edilir. Herşeyi yalana müstenittir çünkü vs. En alttaki taşı çektiğiniz zaman üstündeki binayı yerle-yeksan edersiniz. O halde bu iddiayı 'fikir jimnastiği' şeklinde görmek yanlıştır. Bu İslam'ı baştan aşağa yeniden şekillendirecek, hatta, düpedüz başaşağı çevirecek bir saldırıdır! Evet. Saldırıdır! Saldırıya karşı da sipere sığınmak gerekir. Karşı tarafın ordusuna katılınmaz.

Dördüncüsü: Bu da Kur'an'ın mucizeliğini teşhiste avamiyetimizin teşkil ettiği sıkıntıdır. Ki mürşidim ona da şurada işaret eder: "Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok burhanların metanetinde birtek burhan lâzım ki onu yerden kaldırıp Arş-ı Mânevîye çaksın—tâ küfrün zulümatından kurtulup imanın envârına erişsin. Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desisenle, şu zamanda, bîtarafâne muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar." Bu konuyu açmada da yine Bediüzzaman'a ait bir misalden yardım alalım: 

"(...) şöyle iki şahsın misline benzer ki: Onlardan birisi yukarıya diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını görürler. Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun menbaını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub edip dağılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi arka tesadüf ederse, tatlı ve temiz olduğunda tereddüt etmez. İşte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut etmezler. Aşağıya giden öteki şahıs ise, arklara bakar, suyun menbaını göremediğinden, her rastgeldiği ark suyunun tatlı olup olmadığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayı vehimlere maruz kalır. Ednâ bir vehim o kafasızı yoldan çıkarır..." 

İşte, Öztürk'ün aşıladığı zehir herbir öğrencisini misaldeki ikinci adama çeviriyor, çünkü kaynağa olan güvenlerini sarsıyor. O çocuklar su içeçekleri her dereyi sınamak zorundalar. Halbuki bu sınamaya elverecek yetkinlikleri de yok. İ'cazı takdir edebilecek idrake sahip değiller. Böylelerinin imanını ayakta tutacaksa pınara olan güvenleridir. Eğer o güveni dinamitlerseniz aşağıdaki herbir dereyi ayrı ayrı tecrübe etmeye onları mecbur edersiniz. Çoğu da bu süreci atlamazlar. Neden? Yukarıda bir seferde kolayca aşılan aşağıda yüzbin şubeye ayrılır da ondan. Herbir şubenin sınavı da ayrıdır. Sırrı ayrıdır. Penceresi ayrıdır. Tecrübesi ayrıdır. Şüpheyle yaklaşan, önceye şüpheyi alan, güvenliğine emniyet edemediğinden istifadesiz kalır.

Her neyse. Yazı çok uzadı. Diyeceklerimin bir kısmı da kaldı. Yapacak birşey yok. Seriyi daha fazla uzatmayacağım. Mustafa Öztürk reddiyelerimin yeni sezonuna bu yazıyla final veriyorum. Ne de olsa, şimdilik, kürsüsünü terketti. Biz de şimdilik terkedeceğiz. Korkumuz yok. O dönerse biz de döneriz. Allah doğrunun yardımcısıdır. Tevfik Ondandır. Hamd Onadır. İnayetine dayananlar asla mağlup olmazlar. Âmin.

3 Aralık 2020 Perşembe

Mustafa Öztürk'ü linç etmek yanlış mıydı? (2)

Yazılarımın ikincisinde itiraz edeceğim argüman 'üniversitelerin hürriyet, tartışma ve açıkgörüşlülük yeri olmakla Mustafa Öztürk'e gadretmenin yanlışlığı' üzerine olacak. Öncelikle yine mürşidimin bir metnine uğramak istiyorum. Muhakemat'ta diyor ki o: 

"Mesail iki kısımdır. Birisinde telâhuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasıl ki maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün lâzımdır. Kısm-ı diğerîde esas itibarıyla telâhuk ve teavün tesirsizdir. Bin de bir de birdir. Nasıl ki hariçte bir uçurum üzerinde atlamak veyahut bir dar yerde geçmekte küll ve küll-ü vahid birdir. Teavün fayda vermez. Bu kıyasa binaen fünunun bir kısmı büyük taşın kaldırılması gibi teavüne muhtaçtır. Bunların ekserî ulûm-u maddiyedendir. Diğer bir kısmı ikinci misale benzer. Tekemmülü def'î yahut def'î gibi olur. Bu ise ağlebi mâneviyat veya ulûm-u İlâhiyedendir. Lâkin, eğer çendan telâhuk-u efkâr bu kısm-ı sâninin mahiyetini tağyir ve tekmil ve tezyid edemezse de, burhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir."

Bu metin bize ne anlatıyor? Bu metin bize özünde 'bilim' ile 'dinin' yapısal bir ayrımını haber veriyor. Nedir o ayrım? Bilim tedricen gelişen birşeydir. Üç yüzyıl önceki fizikle bugünkü fizik bilimi elbette aynı düzeyde değildir. Bugünün fiziğinin geçmişe kıyasla pekçok yeni şeyden haberdar olmuştur. İleride daha fazlasından olacaktır da. Ancak aynı şey din hususunda geçerli değildir. Ulûm-u ilâhiye def'î olarak tekemmül eder. Sözgelimi: Hâtemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselam bir gelir, kendinden önceki marifeti bir ömürde, beşerin nübüvvetsiz yüzbin yılda aşamayacağı bir noktaya çıkarır. Bu bir sırr-ı akrebiyettir. Ötekisi kurbiyettir. Peki dinî ilimlerde hiç mi gelişme olmaz? Finaldeki cümle bu mevzuun çerçevesini de çiziyor: "Lâkin, eğer çendan telâhuk-u efkâr bu kısm-ı sâninin mahiyetini tağyir ve tekmil ve tezyid edemezse de, burhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir." Mürşidimin başka bir yerdeki ifadesine uğrarsak: 'Dava' konusunda dine yeni birşey eklenmez. Fakat 'dava içinde burhan' noktasında içerik artımı sağlanabilir.

Misalle açmaya çalışalım: Allah'ın varlığı konusunda itikad umdelerinde bir artım yapmak mümkün müdür? Yani vardır, daha vardır, daha daha vardır... vs. gibi bir artış olabilir mi? Yahut 'Yoktur!' demekle dinle ileriye gidilmiş sayılınabilir mi? el-Cevap: Olamaz. Sayılınamaz. Fakat Allah'ın varlığını isbat etmede yeni deliller geliştirilebilir. Sözgelimi: Dün hiç hesapta olmayan bigbangi bugün bir delil olarak kullanabilirsiniz. Kelam âlimlerinin hudus-imkân türünden delillendirmeleri de böyledir. Yani temel umdeye bir ekleme-çıkarma-değişiklik yapamazsınız. Ya? Ancak onların sübûtuna veya içeriğine dair malumatlar/marifetler üretebilirsiniz. Çünkü siz vahiyle münasebette naklin önüne geçemezsiniz. Din nakildir. Öncelikle nakildir. Akıl bu naklin anlaşılmasına sarfedilir.

Bu nedenle üniversiteler isterlerse kuantumu, isterlerse karadelikleri, isterlerse bilmem hangi sistemi tartışabilirler de tedricen gelişmeyen din ilimlerini böylesi tartışma konusu yapamazlar. Çünkü tartışarak ondan ileriye varamazlar. Tedrici ilimlerin tartışılması telahuk-u efkâr içindir. Yani tartışma görünümlü bir nevi yardımlaşmadır. Hürriyet elbette burada lazımdır. Ancak, dinin temel itikadî umdeleri, değil onlara burhan-marifet üretmek niyetiyle, bizzat cerhetmek niyetiyle tartışma konusu yapılırsa, hafazallah, varılacak yer esfel-i sâfilîn olur. Daha ileriye gidilmez. Ancak geriye düşülür.

Bu yüzden Mustafa Öztürk'ün tartışmaya açtığı konu, daha doğrusu baya-epey karşısına geçip mücadele verdiği husus, yani Kur'an'ın hem lafız hem manaca Allah'tan geldiği meselesi, üniversitelerin üzerine serbestçe kalem oynatabileceği bir alan değildir. Biz müslümanlar itikadî açıdan böyle bir özgürlük tanımıyoruz. Böyle bir tedrisle yetişecek ilahiyatçıdan da dalaletinden başka beklemiyoruz. Ancak, bize hoca olmamak ve hoca olacakları yetiştirmemek kaydıyla, zaten cümle küfür ehlinin yaptığı gibi, İslam aleyhinde argümanlarını yumurtlamaya devam edebilir. Biz de onun cevabını veririz. Ama böylesinin ne kendisini ne talebesi önümüzde hoca olarak görmek istemeyiz. Kur'an'a beşer kelamı diyen adamın hakiki müslümanlıkla ne ilişkisi vardır? Kaldı ki hocalıkla bir ilişkisi olsun.

Üniversiteyi bu anlamda bir hürriyet mekanı görenler herhalde dinlerini bilmiyorlar. Yahut da yeniden dinlerine müşteri olmak istiyorlar. Eğer üniversiteler bu meslek üzere dini ele alacaklarsa, Allah şerlerinden hepimiz saklasın, gelecek nesiller bizzat hocalardan-ilahiyatçılardan imanlarını korumaya çalışacaklar demektir. Ne diyelim? Kışı yaza çevirmek Cenab-ı Hakkın kudretinden hariç değil. Bizi rahmetinden uzakta koymasın. Âmin. Âmin.


Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...