kartal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kartal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Haziran 2021 Cuma

Bazıları mucizelere neden iman etmez?

Arkadaşım, hakkında daha önce de konuşmuştuk, hatırlarsın: Seküler ilimler/bilimler varlığın gaybına 'yokmuş gibi' davranırlar. Düzenleri bunun üzerinedir. Sistemleri buna kurgulanmıştır. Amaçları varlığı 'varlığın üstüne çıkarmadan' açıklamadır. Neden-sonuç ilişkilerini maddî mukarenet düzeyinde çözmektir. Böylece 'daha düşük boyutta' gözleri keskinleşir. Konsantrasyonları artar. Yani esbap dairesindeki etkileşimleri okuma seviyeleri yükselir. Lakin bedeli olarak eşyanın aşkın yanlarına körleşirler. Yabancılaşırlar. Yadırgarlar. Bu nedenle yalnız şöylesi ilimlerden/bilimlerden hayata bakanlar manevî alanda hamlaşırlar. Mürşidim de bu sadedde der: "Maddiyatta tevaggul eden mâneviyatta gabileşir." Çünkü 'mukaranet' (yakınlık) ilişkilerini 'yaratıcılık' diye algılayan bir düzlem kıstaslarınca 'karin' (yakın) olmayanı da yaratıcılıktan öteler. Mesleğince 'ihtimal dışı' bırakır.

Durumu bir misalle açıklamak istiyorum: Bizim oralarda 'körkösnü' olarak tâbir edilen bir köstebek türü vardır. İşte bu hayvan karanlıkta kendisine lazım olan görüşe hakkıyla sahiptir. Fakat ışık âleminin aşkınlaştırdığı yüzeye çıktığında sanki üzerine bir aptallık çöker. Deliğinin yanında oturan düşmanını bile farketmez olur. Bu onun eksikliği midir? Hayır. Asla. Hâşâ. Çünkü varlık anlamı daha çok toprağın altıyla ilgilidir. Sahip olduğu diğer duyularla birlikte Allah onu 'oraya gayet yetebilir' şekilde inşa etmiştir. (Maşaallah ona.) Lakin böyle bir körkösnü gündüz âleminin gözcüleriyle (mesela kartallarla) dalga geçse, görüşünün topraktaki başarısıyla övünse, hikmet bilirler bu ahmaklığına katıla katıla gülerler.

Arkadaşım, mikroskopunki de bir görüştür, amma ona yaslanarak teleskopluğu inkâr etmesi caiz olmaz. Hatta gözün gördüğü düzeyi dahi reddederse beyanlarına artık hezeyan gözüyle bakılır. Çünkü gerçekliği yalnız kendi boyutunda sanmış olur. Halbuki öyle değildir. Hiç öyle değildir. Hülasası o ki arkadaşım: Allah bu âlemi perdeler içinde yaratmıştır. Perdeyi perdeye sarmıştır. Hatta kimi Allah dostları perdelerin 70.000 kadar olduğunu söylerler. (Elbette 70.000 ifadesi çokluktan kinayedir. Asıl sayısını ancak Allah bilir.) Biz bu perdeleri 'farklı görüş seviyeleri' olarak da anlayabiliriz arkadaşım. Yani yarattıkları Rabbimizi görüş kabiliyetimize göre 70.000'den aşkın seviyede gösterirler. Bazılarında apaçık gösterirler. Bazılarında zorun zoru gösterirler. Bir sırr-ı imtihan gereği âlemin yaratılışı böyledir.

"İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanın san'atıyla Hâlıkın san'atı arasındaki fark: İnsan kendi san'atının arkasında görünebilir; amma Hâlıkın masnuu arkasında yetmiş bin perde vardır. Fakat, Hâlıkın bütün masnuatı def'aten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nuranîler kalır."

Yine mürşidimin ifadesiyle "Âlem-i şehadet avâlimü'l-guyûb üstünde tenteneli bir perdedir." Çocukluğunda tüllerle şöyle bir oyunu sen de oynamışsındır mutlaka arkadaşım. Arkasındayken perdeye odaklanırsan yanız onu görürsün. Ötesine odaklanırsan illa ötesi görünür. Kameraların ayarları da gördüklerini (dolayısıyla körlüklerini de) şekillendirir. Kuantumcuların 'gözlemci' ile 'gözlenen' arasında varolduğunu savundukları ilişki de bu hikmetle bir parça anlaşılır olur sanki. Evet. Kaçınılmaz şekilde herkes odaklandığıyla imtihan olur. Âdeta kendi dünyasına yalnız odaklandığını davet eder. Kadrajını o seçer.

Yalnız onu görür. Onu bilir. Onda körleşir. Ona garkolur. Ardını göstermeyen perdesi olur. Arkasına geçirmeyen duvarı olur. En sevdiği şeylerin insan için 'en zorlu imtihan vesilesi' olduklarını söyleyen ayetlerin hikmetini buradan da tefekkür et. Neye en çok dikkat ediyorsan onda körleşiyorsun. En iyi gördüğün başka şeylere körlüğün. Yani görmeyi seçen körlüğü de seçer. Enesine varlık biçenin de boğulduğu onun 'sahibini yutacak kadar kalınlaşan' varlığıdır. Ve bazen de... Dur yahu. Yerinden alayım: "Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder. Helâkete sebep olur."

Belki bu yüzden Refet abinin sorusuna Bediüzzaman'ın verdiği cevap şu şekildedir: "Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."

Buradan şuraya geçeceğim arkadaşım: Misalleriyle karşılaştıkça daha açık bir şekilde farkediyorum. Sosyoloji gibi beşerî ilimlerle meşgul olanlar imanlarına karşı giderek gabileşiyorlar. "Bu herkeste böyle olur!" demiyorum. Sakın yanlış anlama. Ancak onların körleştirici yanını bilmeyenlerde şu arıza daha sık tezahür ediyor. Çünkü böyleleri körkösnü gibi kendi ilminin/biliminin görüşünü bütün gözlerin üstüne koyuyor. Toprağın altındaki başarısını 'tek geçer akçe' sayıyor. Solucanları avlamadaki muvaffakiyetine yaslanarak yılan avlayan kartalları küçümsüyor. Hatta bazen avcılıklarına da inkâr ediyor. Zira kendisinin avcılığı ile bir cinsten değil. Körkösnü için toprağı kazmayan avcı olamaz. Avlanamaz. Avcılığa dair anlattığı herşey yalandır. Masaldır. Uydurmadır. Kösnünün methi ancak kösnülüğedir.

İşte, arkadaşım, kösnü bizim hakikatimizde fendir. Kartal bizim âlemimizde hikmettir. Kur'an'ın hikmeti de bu anlamda fen için bir parça acayipliktir. Zira toprağı kazmadan avlanır. Doğrudan gaybdan haber verir. Fenciler bundan hoşlanmaz. Çünkü sistemini anlayamazlar. Anlamak da istemezler. Mikroskopları böyle teleskop bilmez. Pençeleri böyle kanatları kavramaz. Gökyüzü denilen boyuta akılları hiç çıkmamıştır. O nedenle mürşidim, belki en çok da 'insaniyeti sadece beşeriyeti içinde açıklamaya konsantre bilimler' hakkında, şöyle uyarır bizi: "Herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatı göremez."

Yine bir yerde de Aleyhissalatuvesselama karşı bu Deccalî bakışın sebep olacağı yıkıma dair diyor ki: "Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz. (...) Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı."

İslam akidesini salt sosyolojiyle, psikolojiyle vs. kalıplandırmaya çalışanlarımızın hali böyle mi ama arkadaşım? Aksine onlar kabuğa bakıyorlar. Kışırla meşgul oluyorlar. Ezelî olanı terkedip şimdiye dadanıyorlar. Çünkü müsteşrik hocalarından böyle bir kolaylık öğrendiler. Rağbet gördüler. Körkösnülüğü maharetli bildiler. Kartallığın rahmetli zahmetini unuttular. Yılanları bıraktılar. Solucan avladılar. Yataydaki neden-sonuç tekerlemeleri içine silkelemek herşeyi öyle keyifli geldi ki aşkın/kuşatıcı olanın dikeyin hikmetini boşverdiler. Yani ki kitabın süsüne daldılar. Kapağında dağıldılar. Kağıdına aldandılar. Manasını-yazarını unuttular.

Yalnız adı müslüman böylelerinin 'namazı yahudilerden aldığımızı' veya 'mehdi ile ilgili hadislerin sosyolojik ihtiyaçlardan doğduğunu' veyahut 'kıssa-i nebeviyenin yaşanmışlığından değil psikolojik etkisinden dolayı Furkan'da yeraldığını' ve hatta 'Aleyhissalatuvesselam Efendimizin diğer dinlerden öğrendikleri üzerinde çalışarak İslam'ı şekillendirdiğini' duyarsan şaşırmamalısın. Zira onlar gökte bulmak istemediklerini yerde arıyorlar. Nasreddin Hoca'nın karanlıkta kaybolanı ışıklı yerde araması gibi. Evet. Yatayda açıklayamadıkları hiçbir sebebe inanmazlar onlar. Toprakta olmayan hiçbir nedenden sonuç çıkarmazlar.

Gözleri bu kadardır. Görüşleri bu kadardır. Fazlasını istemezler. Fazlasını kavramazlar. Isıyı arttırınca suyun daha çabuk kaynadığını tabulaştırmış bir kafanın İbrahim aleyhisselamın selametli serinliğini anlamasını bekleyemezsin. Onun için bu 'olabilir' değildir ki. Belki biraz da bu yüzden şu karanlık mesleğe girenlerin ilk inkâr ettikleri 'peygamber mucizeleri' oluyor. Çünkü işittiklerini yüzey şablonlarına uyduramıyorlar. Kösnülüğe yakıştıramıyorlar. Kartalların haberini tevil ediyorlar. "Uçmamıştır da toprağın altında uçar gibi gitmiştir!" diyor mesela. "Kudüs'e, semaya, miraca değil de Mekke'nın dışına yürümüştür bir parça."

Seni bilmem arkadaşım. Fakat ben bunları gördükçe peygamber mucizelerinin bir hikmetini daha kavrıyorum. Evet. Mucizelere iman mü'minlerin 'Allah-peygamber-din' yaklaşımlarında bir eşiktir. Bir turnusoldur. Bir sıçrama tahtasıdır. Bu eşikten geçemeyenler 'yüzeye sınırlı bir Allah'a-peygambere-dine' iman edebilirler ancak. Yani yüzey elverdikçe iman edebilirler. Bu yüzden Einstein onaylayıncaya kadar, değil hadisler, Kur'an ayetleri bile şüpheli gelir onlara. Heidegger yanaklarından makas almayınca üretilen fikirler de bâtıldır. Fakat mucizelere iman ederlerin ufku, arkadaşım, başkalaşır. Fiziği aşkınlaşır. Perdeleri incelir. Elhamdülillah. Demek tavus kuşunun zerafetini kabuğunda aramayalım diye de gönderilmiştir şu mucizeler. Böylece biliriz ki: Peygamberler de beşerdir. Ama sadece beşer değildirler. Aşkındırlar. Başkadırlar. Fizikli bir fizikötesidirler. Onları sırf madde düzleminde anlamaya çalışan körkösnülerin varacağı ancak kabuktur. Postacılıktır. Bizse, ehl-i sünnetiz, postacıların peygamberliğine iman etmeyiz. Gözlerimiz Kur'an'ın semasına açıldığından beri, yüzbin elhamdülillah o semaya hidayet edene, kösnülüğe heveslenmeyiz arkadaşım.

2 Haziran 2017 Cuma

Belki de sandığımız kadar aptal değilizdir?

Gülümseyerek ve kendisine dualar ederek hatırlarım. Çıraklığını yaptığım dönemde, amcam rahmetli, birşeye çok hayret ederdi: Konuştuğumda beni zeki bulurdu. İnsanların içinde takındığım tutum az-çok aklı başında bir gencin tavrı idi. Ahlakımı severdi. İnsanlardan iyiliğimi işitirdi. 'Yeğenim' deyince keyiflenirdi. Üstelik okul notlarım da durumun çok kötü olmadığını gösteriyordu. Bunlar hep iyiye işaretlerdi. Benden geleceğim adına ümitlenirdi. Fakat hakkında çok ümitvar olduğu bu çocuk, yahut da yeniyetme diyelim, inşaat işleri yaparken düpedüz aptala dönüşüyordu. Elbette, dediğini anlamaz değildi, söylenileni yerine getiriyordu. İtaatkârdı, kaytarmazdı, yapılması gerekeni gayretle yapardı. Fakat kendi oğullarının kolayca kavradığı, biraz daha yetkinlik/derinlik isteyen işlerde, kaç tekrar ile gösterilirse gösterilsin, gelişme gösteremiyordu.

Benzeri bir şaşkınlığı beraber büyüdüğümüz oğlu Turan'a da sıkça yaşatmışımdır. Fakat ona yaşattıklarım daha farklı bir alanda. İskambil kağıtlarıyla oynanan oyunlarda. Bu oyunların her türlüsünde bir türlü basmayan kafamdan 'illallah' diyen emmoğlum bir keresinde şöyle demişti: "Ahmed, sen aslında zeki bir çocuksun, ama nedense böyle konularda mallaşıyorsun." Yaşanılanları hatırlayınca ben de kendisine hakvermeden edemiyorum.

Hayatımın bir döneminde, kesin bir şekilde, aptal olduğuma inandığım doğrudur. İnkar edemem. Ama bu hikayenin sonraki kısmı. Önce geriye gidelim: Çocukken kendimi gelecekte büyük işler başarabilecek kadar zeki görürdüm. Gerekli testlerden (herhalde birileri geleceğin dehalarıyla ilgileniyordu) geçmeyi bekliyordum. Yetkili makamlar bir gün mutlaka farkedecekti. Bu sadece zaman meselesiydi. Beklerken de bol bol 'olabilecekler hakkında' hayal kuruyordum. Hayalim kuvvetliydi. 'Harika çocuk' yaşarken oyalanıyordu sadece.

Öyle sanıyorum ki, bu sanrıda, eğitim sistemimizin ortalama bir zeka için bile zorlayıcı olmayan yapısının payı var. Sınavlara çalışmadan girer ve tatmin edici sonuçlar alabilirdim. Üstelik dersleri dinlemek dışında not aldığım yoktu. Her konuda bir fikrim vardı. Bir keresinde dördüncü sınıfların çözemediği bir problemi çözmem istenmişti. (Ben henüz üçüncü sınıftaydım.) Benzeri birşey ortaokulda da yaşandı. (O zaman da lise sonların sorusunu çözmeye gittim.) Bütün bu sığlıklar o yıllarda bana derinlik gibi gelirdi. Belki çocukken bunlar sahiden hüner sayılabilirdi de. Ayılmak için yüzüme çarpılması şart olan soğuk suya denk gelmemiştim henüz. Sınırlarımla tanıştığımda şiddetle sarsılacaktım.

Ta, ta, ta, taaaa! Peki bu uyanış nasıl gerçekleşti? Bu uyanış bende Fen Lisesi'ni kazanmamla gerçekleşti. Aslında kazanmanın tek başına uyandırıcılığı yoktu. Aksine muhayyilemi besliyordu da. Fakat ben orada duramadım. Sınırımı bilemedim. Tadında bırakamadım. Okula da gittim. Okulda gördüklerim aslımı kavramamda müthiş yardımcı oldu. "Günaydın Ahmed!" Meğer zeka denilen şeyden bu ülkede epey vardı. Hatta daha kötüsü: Bunlar benden de iyiydiler.

Bir hadis-i şerifte 'zenginken fakir düşene acınmasının' tavsiye edildiğini okumuştum. Yaşadıklarımdan sonra bunun salt 'mal varlığı' anlamında algılanmaması gerektiğini düşünüyorum artık. Zengini olduğunuz (veya olduğunuzu sandığınız) her neyde aniden fakir düşseniz bu şiddetli bir sarsıntıya sebep oluyor. Emile Ajar, Kral Salomon'un Bunalımı'nda diyor ki: "Bir kez elden gitmeyegörsün, ünlülükten ve kitlelerin hayranlığından daha acı birşey yoktur." Bu söze hak veriyorum. Her zenginlik kendi büyüklüğünde bir yoksunluğa gebedir. Her tokluk kendi büyüklüğünde bir açlığı doğurur. Varolanın varlığını arttırmayı isterken onun yoksunluğundan gelecek acıyı da arttırmayı istediğimizi bilmeyiz. Yıldızların hacmi büyüdükçe patlamalarından oluşacak karadelik de büyür.

Ben de tahayyülümle büyüttüğüm varlığımın aslında öyle olmadığını öğrenmekle fakir düştüm. Fen Lisesi'nde Ahmed alelade bir insandı. Sıradandı. Hatta ortalamanın bile altındaydı. Sınavlarda kopya vermesi istenen birisi değildi. Nasıl kopya verebilirdim? Deli gibi çalışmazsam o sınavlardan geçer not alamıyordum bile. İlk dönem boyunca sarfettiğim çırpınışın neticesi 'Teşekkür belgesi' almak olunca çalışmayı bıraktım. Aslında tam anlamıyla kendimi bıraktım. Hayal etmeyi bıraktım. Okul hayatım boyunca ellerim cebimde geze geze 'Takdir belgesi' almaya alışmıştım. Çalışarak onu dahi alamamak beni fena sarstı. Asıl deprem 'hayallerimin kahramanı'ndan 'hakikatin sıradanlığına' düşmemle yaşanmıştı. 'Teşekkür belgesi' yaşananı somutlaştırdı.

Somut olan şeyleri inkar etmek daha zordur. Bundan sonrası düşüş. O yıllar boyunca hep düştüm. Derslerde uyudum. İnatla hem de. Zorlukla, kopyayla, hatta bazen soruları çalarak sınıfımı geçtim. Okuldan ayrılmak yeni bir düşüş anlamına geleceğinden buna cesaret edemiyordum. Fakat içimdeki en sessiz kuyuda bunu haykırıyordum. Aslında en doğru karar da bu olurdu o dönemde. Yüreğim yetmedi. Yapamadım. Bu sefer 'aptalın teki' olduğumun garantisi altında oyalanmaya başladım. Gülmeyin. İnsan her şekilde oyalanacak birşey buluyor işte. 'Deha' olduğuna inansa da oyalanıyor, 'aptalın teki' olduğuna inansa da. Kur'an'da buyrulduğu gibi: 'Dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan ibaret...'

Bu düşüşüm de epey bir süre devam etti. Sonra, yıllar sonra, bunun da önceki ifratıma tokat bir tefrit olduğu kanaatine vardım. Her iki şekilde de aşırıya gidiyordum. İki şekilde de özgür değildim. Yolumu kendim çizmiyordum. İki şekilde de yargım başkaları üzerinden şekilleniyordu. Kendimi tartmış değildim. Zehrimi tatmış değildim. Başkaları yüzünü buruşturduğu için ekşi olduğum kanaatine varmıştım ben. Takdir edenler çoğaldığında iyiydim. Takdir edenler kalmadığında zehirdim. Bu özgürlük değildi. Bu izzetli de değildi.

Özgürlük izzete çok yakın birşeydir. İkisi de kendi ayakların/tanımların üzerinde yükselmeni zaruri görür. Özgürlük önce neyi sağlar? Özgürlük önce uzunvadeli düşünmeyi sağlar. Büyük resmi görmeyi sağlar. Başkaları seni yönetmediğinde seni yönetmek için ortada kocaman bir ben kalır. Geçmişten geleceğe uzanan ve her gün yeniden doğan, yeniden gelişen, yeniden öğrenen, yeniden büyüyen bir ben.

Derecenizi üzerlerinden tayin ettiğiniz dayatılmış/öğretilmiş jürilerden kurtulduğunuzda bir boşluğa düşersiniz. Mübarek bir boşluktur o. Bir sıfırlamadır. Yeni bir kaba akarken suyun yaşadığı şaşkınlıktır. Bu boşlukta inşa edilecek yeni denge için yeni kıstaslar gerekir. Yeni kıstaslar yeni tanımlar yapmayı zorunlu kılar. Yeni tanımlarsa yeni bakış açıları ister. Yeni bakış açıları yeni bir varlık algısını şekillendirir. Bunlar birbirleriyle bağlı şeylerdir.

Ben de o bakış açılarından birisine Dücane Cündioğlu Hoca'nın bir kitabında rastladım. 'Dalgınlık' üzerine önemli şeyler söylüyordu o metin. Aklımda şöyle bir mızrağı kalmış: "Düşünürün sermayesi dalgınlıktır."

Dalgınlıktan çok muzdarip ve onu da aptallığının bir alameti sayan benim gibi birisi için bu yeni bir bakış açısı ve varlık algısıydı. İyiliğime inanmak için bir yoldu. Herkes iyi olduğuna inanmak ister. Kötü olduğuna inanarak hayatta kalmak zordur. O cümlenin üzerimdeki etkisiyle anladım ki: Senin ne olduğun seninle ilgili olan şeyleri dünyanda nasıl konumlandırdığınla yakından ilgili.

Onları kötü görüyorsan sen de kötü olursun. Onları iyi anarsan onlar da seni iyileştirirler. O zaman ben bu aptallık dediğim şeyle savaşmayı bırakıp anlaşmaya karar verdim. Kendimi hüsnüzanla okuyacaktım. Kendimi iyi niyetle edilmiş bir nasihat gibi okuyacaktım. Nihayetinde Allah Hakîm'di. Ahmed'i de boşuboşuna yaratmamıştı. Ben de Ahmed'in ne işe yaradığını bulacaktım.

Hem mürşidim de bana o yıllarda böyle öğütledi: "İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer, Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, iman, insanı Sâni-i Zülcelâline nisbet ediyor. İman bir intisaptır. Öyle ise, insan, iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kat' eder. O kat'dan, san'at-ı Rabbâniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."

Bazı oluyor, insan, karamsarlığın imanlı kalpteki küfür izi olduğunu unutuyor. Bazı oluyor, insan, kendi hakkındaki suizannın da bir küfrî körleşme, Cenab-ı Hakk'ın yaratışı hakkında bir suizan olduğunu kaçırıyor. Bazı oluyor, insan, aptallıkla cahilliği birbirine karıştırıyor. Risale-i Nur'la hakiki tanışmam da işte bu döneme rastlar. Hissettiklerimi bazı açılardan Hulusi Yahyagil abinin ifadelerine çok benzetirim. Ne de olsa fıtratlar kardeştir. Bediüzzaman'ı ve eserlerini tanımaktan doğan coşkusunu ifade ettiği, Barla Lahikası'nın hemen başlarında yeralan bir mektubunda diyor ki merhum abimiz: "Sevgili Üstadım, evvelce arzettiğim veçhile, ben artık birşey için yaşadığımı zannediyorum."

Bu cümle her okuyuşumda kalbimi avuçluyor. 'Artık birşey için yaşadığını zannetme.' Evet, işte o mübarek farkediş, asıl özgürlük burada başlıyor. Amacı olmayanın özgürlüğü yalandır. Nereye gideceğini bilmeyeni, ihtimallerin artması ancak daha çok şaşırtır, daha çok bocalatır, daha çok esir eder. Amacı olmayan yaşamaz. Sadece oyalanır. Bende eksik olan da buydu aslında. Varlık amacımın cahiliydim ben. Bana verilenlerin neden verildiğini bilmiyordum.

Ne yöne gideceğimi seçemiyordum. Beni çevremle en uyumsuz kılan huylarımın bile bir hikmete binaen üzerime işlenmiş olacağını düşünemiyordum. Onlarla barışamıyordum. Birşeyde aptallığın herşeyde aptal olmak anlamına gelmediğini, çok şeyin aptalının dahi birşeyin, hatta çok şeyin âkili olabileceği keşfetmem aklımı özgürleştirdi. Öğretilmiş aptallıklardan kurtulmamı sağladı. Kendime uzunvadeli baktım. Geçmişin sıkletini omuzlarımdan attım. Şimdi hayatımın daha iyi bir yerinde olduğumu düşünüyorum. Elhamdülillah.

Elimden gelse, bu öğrendiğimi, tanıdığım bütün çocuklara ve gençlere öğretirim. Hepsinin bu sırra, kafalarını benim kadar duvarlara vurmadan, düşmeden, şaşırmadan erişmesini isterim. Yüreklerinden tutup onlara şöyle söylemek isterim: Ancak ne amaçla yaratıldığının farkına varan insan kendi Harikalar Diyarı'na dokunmuş olur. Amacını bulan dehasını da bulur. Herkes kendi olmakta birincidir. Herkes kendi olmakta tektir. Kanatlarını keşfetmeden kartalın tavuğu geçmesi mümkün değildir. Siz olmak konusunda sizden başka herkes size göre tavuktur. Ve her insan üzerine yaratıldığı şeyin kartalıdır. Kendimizi hüsnüzanla okumak bize kanatlarımıza dair çok sırlar söylüyor.

Tâlibân şortlu kızlarla başedebilir mi?

"Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir." İlk Dönem Eserleri'nden. Şahsen hiçbir kadına ...