30 Kasım 2014 Pazar

Güya Allah'ı takdis ederken...5: Biricikleştirme hastalığı

Bu meselede herkes 'bir' yazıyorsa, ben 'beş' yazmaya mecburum. Çünkü bu zatın Kur'an'dan yaptığı tedrisin 'Kur'an'dan oluşuna' hüsnüzan edip Nur talebeleri arasında az reklamını yapmadım. (Hüsnüzan ile aptallık arasında bir ince çizgi var, aşmamak gerek; demek ben beceremedim, aştım.) Ehl-i sünnet ile uyuşmayan görüşlerine şahit olmuyor değildim, ama muhalif fikre hakk-ı hayat vermeden hakikatin hakkının verilebileceğini de sanmıyordum. Kardeş bilip merhametle baktığım için, musavvibe mesleğince 'anlamaya ve tutmaya' veya Bediüzzamanca ifadesiyle 'lütufla ıslahına çalışmaya' taraftardım.

"Nihayetinde ehl-i ilim..." diyordum. Sen delilini gösterirsin, o delilini gösterir; sen yorumunu söylersin, o yorumunu söyler; mesele deliller eşliğinde, değil hisle veya husumetle, ilmî bir surette konuşulur. O, "Ben böyle anlıyorum" der, sen dersin "Bana göre de doğrusu bu" Ya o senin sözüne gelir, ya sen onun sözüne gidersin veya ikiniz de başlarkenki noktalarınızda bitirirsiniz muhabbeti, saygıyla. Bir mümin böyle analizlerden veya tartışmalardan ne kaybeder ki? Çekinmem böyle şeylerden. Fakat bu kadar da hüsnüzanlı olmamak lazımmış. Detaylara ve onların içinde yumurtlananlara dikkat etmek lazımmış. "Şeytan ayrıntıda gizlidir" derler. Hayatta herkesin verdiği bir ders var. İyinin iyiliğinden öğreniyoruz, kötünün kötülüğünden. İslamoğlu'ndan da öyle veya böyle birşeyler öğrenmiş olduk.

Peki, ne değişti? Putuma mı vurdu yani? Bediüzzaman'a laf söyledi diye mi ben böyle karşı cepheye savruldum? Bana şu çok çirkin geliyor aslında: Tamam, ne düşünürsen düşün, ne yorum çıkarmış olursan ol, bunu cerbeze ile karşındakine yutturmaya çalışmayacaksın. Cerbeze nedir? Cerbeze, en özet ifadesiyle; aklın ifratıdır, bütünün içinden bir parçayı kaldırıp şöyle demektir: "Hey, baksana, işte senin bütünün bundan ibaret!" Genellemeler zaten hep böylesi insafsız ve zalimce bir hükmü de içerdiği için hakikat mesleğinde reddedilir.

Bunun "Bütün Kürtler/Türkler şöyle şöyle..."si de insafsızdır, "Kayserililer/Sivaslılar böyle böyle..."si de. Çünkü insan ancak parçalara hâkim olabilir. Aklın ve de nazarın sınırlılığının bir sonucudur bu. Bütün Kürtleri/Türkleri veya bütün Kayserilileri/Sivaslıları tanıman mümkün değildir ki; bir tek insanı veya birkaç insanı tanımakla ve hem onlar hakkında 'onların da bütününü ıskalamış' kanaatler belirtmekle herkese racon kesesin. "Şu şudur, bu budur..." diye insanları sınıflara ayırasın. Bu netlik, bu insanın haddini aşmış 'astığı astık kestiği kestik' hali, bu çok korkutur beni. Bu ümmetin başına her ne bela gelmişse böylesi bir dilden gelmiş diye düşünüyorum. Önce dilde 'astığı astık kestiği kestik' olanlar, sonra bunu dilde bırakmamış; bugün IŞİD'de, geçmişte Haricilikte olduğu gibi hakikaten 'astığı astık, kestiği kestik' bir hal almıştır.

'Anlamaya çalışmak' diye birşey var. İnsanın kalbinden, o kalpteki şefkatten ve muhabbetten haber veren birşey bu. (Bediüzzaman boşuna acz, fakr, şefkat ve tefekkür'de, şefkati tefekkürün önüne koymuyor.) İslamoğlu'nda bu var sanıyordum. Kur'an'dan konuşuyor güya, ama Kur'an'daki şefkatten nasibinin olmadığını anladım ben bu son açıklamalarıyla. Düşünsenize; ne Mevlana Hazretlerinin ne de Bediüzzaman'ın bütün hayatına hâkimsiniz. Ama isimlerinin önündeki şöhret buldukları lakaplara yanlış mana vermekle 'mahviyet ayakları' deyip bütün ahlaklarına bir çamur sürmek niteliği içeren genellemeler yapıyorsunuz. Bunu ancak 'anlamamaya çalışmakla' yapabilirsiniz. Ben bu son beyanıyla bunu anladım işte.

Demek aklında bu çamuru sürmek var. Bu çamuru sürmek aklında olduğu için kelimelerde mecaza müsaade etmediği gibi, farklı yorumlara da kulağını açmıyor. Bu da yetmiyor, attığı çamuru eliyle sıvamak nevinden genellemeler de yapıyor. Düşünün kardeşlerim; bugün İslam tarihinde böylesi lakaplarla anılan kaç manevî önder, kaç âlim, kaç gönül sultanı var? Aziz Mahmud Hüdaî böyle, Mevlana Halid-i Bağdadî böyle, Bediüzzaman-ı Hamedanî böyle, Hacı Bayram-ı Velî böyle. Ya insan azıcık elini kibrinin üzerinden kaldırıp vicdanına koysa der: "Ulan bir tek ben mi müslümanım? Bu kadar insan ve bu kadar müslüman böyle ifadeleri kullanmaktan çekinmemişlerse herhalde bu kelimelerde mecaza müsaade var." Bunu demesi lazım, yoksa aksi düşünce şunu gerektirir: "Bunu söylemek benim/bizim aklımıza geldi. Çünkü bizler de bu ümmetin 'biricikleri'yiz. Hakikati anlamış tek kesimiz, tek müslüman biziz."

Hayır, bir insan en azından kendisiyle çelişkiye düşmemeli. Bir ilim adamının niteliğini bununla anlarsın çünkü. İki cümlesinden birisi diğerini tekzip ediyorsa, ona ilim adamı demezsin. Şimdi ben İslamoğlu'na bakıyorum. Çay TV'deki açıklamalarında sunucunun hatırlattığı "Bediüzzaman'ın 'yazdırıldı' falan gibi ifadeleri var..." beyanına diyor ki: "Onlar tevil edilebilir." İyi de müdakkik hocam, aynı gün matbaadan çıkan kitabında hiç de onları 'tevil edilir' bulmuyorsun? Hatta orada (342. sayfanın dipnotunda) Nurcuların Risale-i Nur'u (hâşâ) 'Kur'an'ın eşiti' gibi gördüğüne karine olarak veriyorsun.

İnsan fikir değiştirir de daha matbaadan yeni çıkmış kitabındaki fikrini kitap eline ulaşmadan değiştirir mi? Madem tevile mecali vardı ve görmedik onu kitabında, demek sen 'anlamaya' değil 'anlamamaya' bakıyorsun. Senin Sünuhat'taki adını söyleyeyim: Sen tam bir tahtiecisin. Tefekküründe şefkat yok. Allah'ı biricikleştirmek davası altında kendini ve kendin gibi olanların yorumunu biricikleştirmeye çalışıyorsun. Mesleğinin şiarı budur, ölene kadar da böyle gezineceksin: "Hak yalnız benim mesleğimdir." Ve bu cümlenin cezası olarak da ümmetin seni yalnız bırakmasına mahkûm olacaksın. Çünkü ümmetin feraset tarihi, kendi parçasını bütün diye dayatanlara ders verme tecrübeleriyle doludur. Dün Gülengiller, bugün sen, aynı savrulmanın iki ucu, aynı hastalığın iki belirtisisiniz aslında: Biricikleştirme hastalığı.



29 Kasım 2014 Cumartesi

Güya Allah'ı takdis ederken... 4: Kuşatılamayanın reddi

Önceki yazılarımda da değindim; aklı merkeze alıp yaşayanların gücü parçalara yeter. Parçalardan yaparlar yorumlarını ve hakikati asla kuşatamayacaklarından dolayı vahiy gibi/kadar emin olamazlar. Vahiy ise nazar-ı âlâdan âleme baktığı için bütüne göre konuşur. Bütüne göre konuşmak demek, Hak olan Allah'ın herşeyin hakkını tam vererek konuşmasıdır. Herşeyin hakkının tam verilmesi ise bir yönüyle adalete, bir yönüyle nizama/dengeye bakar. Bu nedenle haddini bilen aklın âdeti; Kur'an'daki sarih bir beyanla kanaati çelişirse, kanaatinin/gördüğünün üzerine soru işareti koyup vahyin dediğini anlamaya çalışmaktır. Çünkü aklı hata edebilir, ama vahiy hata etmez.

Bütünü elde ettiğinizde parçalar hakkında sağlıklı hüküm verebilirsiniz, ama yalnız bir veya birkaç parçaya sahip olmakla bütün hakkında kendinden emin yorumlarda bulunamazsınız. Mevlana'nın körlerin fili tarifi örneği veya Bediüzzaman'ın gavvas/dalgıç ve hazine misallendirmesi bu hakikati tarif etmek içindir bize. Ne körün tuttuğu yer filin tamamıdır ne de gavvasın bulduğu mücevher hazinenin hepsi. Vahyi merkeze almak işte bunu itiraf etmektir: Benim aklım parçalara dokunur. Bütünü ise yalnız Allah bilir. "De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur!" buyuran Neml sûresi 65, bir yanıyla da bunu söyler bize. "Bildim!" sandığınız dışında ne kalıyorsa, o sizin gaybınızdır. Gıyabınızdadır. Ve siz, insan sınırlılığı içinde yaşadığınız için, hep bir gaybınız olacaktır. Parçaları bilmekle bütüne hâkim olduğunuzu zannetmeyin, haddinizi aşmayın. Gaybı bilen, bütüne hâkim olan, yalnız Allah'tır.

Bu yüzden 'akıl merkezli olanlar' bütünden korkar. Bütünün kuşattıklarının dışında kalmasından ve asla kuşatamayacak olmalarından endişe ederler. Sonsuzluğa dair reddiyeleri veya cennetin/cehennemin sonsuz olmayacağına dair görüşleri hep bundandır. Öyle söyleseler de, amaçları Allah'ı ebedîlikte biricikleştirmek, bu biricikleşme adına insanı ebedîlikten diskalifiye etmek değildir. Asıl amaçları; aklın kuşatacağı alanı sınırlamak, onu sonsuzluktan kurtarmaktır. Sonsuzun varlığının kabulü, aklın acziyetinin kabulüdür çünkü. Mustafa İslamoğlu vb. zihniyettekiler önce cennet ve cehennem bahsinden söylemeye başlarlar bunu. Ahiretin sonsuzluğuna dair Kur'an'daki ifadeleri, icma-ı ümmetin rağmına 'çok uzun bir zaman' olarak tevil ederek ve ahiretin ebedîliğine dair bütün rivayetleri bir kalemde çöpe atarak mesaiye başlarlar. Sonra Kur'an ayetlerindeki farklı anlam tabakalarını inkâra saparlar. Sonra kendi yorumlarından başkasını 'uydurulmuş' sayarak reddederler. Sonra 'spesifik' gördükleri, aslında ise kuşatamayacaklarını bildikleri, tüm bilgi kaynaklarını güya Kur'an adına tekfir ederler.

"Ebced/cifre dayalı Kur'an yorumu, harflerle yapılan hokkabazlıktır. (...) Fakat ebced üzerinden tezini isbat etmek isteyenler, hokkabazlar kadar dürüst değildirler. Tüm güçleriyle muhatabı ebcedle varılan sonucun hakikat olduğuna ikna etmeye çalışılar. Bunun harflerle ve rakamlarla oynanan bir oyun olduğunu saklamak için hakikate işkence ederler." (Mustafa İslamoğlu, Kur'an'ı Anlama Yöntemi, 339. sayfa)

"Bunun, bu yanlışında beş vecihle hata var. Hem kitapları, ulemayı, tefsirleri görmediğine ve mânâ-yı sarîhî ile, mânâ-yı işârî ve mânâ-yı küllî ile hususî ferdlerin farkını anlamayan bir cehalettir. Necmeddin-i Kübrâ ile Muhyiddin-i Arabî gibi binler ulemaların, küllî hadiselere, hatta nefsin cüz'î ahvâline dair âyâtın mânâ-yı sarîhi değil, işârî mânâlarını beyan sadedinde çok yazıları var olduğu mâlumdur. Hem âyâtın mânâ-yı işârî-i küllîsinde her asırda efradı bulunduğu gibi, bir ferdi bu zamanda ve bu asırda Risale-i Nur ve bazı şakirtleri de bulunduğuna eskiden beri ulema mâbeyninde makbul bir riyazî düsturu olan ebced ve cifir hesabıyla bir tevafuk göstermek, elbette hiçbir cihetle ayatı şahsî fikirlere alet ediyor denilmez. Ve böyle diyen büyük bir hata eder. Ve dekaik-i ilmiyeye ihanet eder."

Sonra öyle bir iner inerler ki; kelimelerden mecazi bile kaldırırlar. Yani bir kelime birkaç anlama gelemez onların gözünde. Birkaç anlamda kullanılamaz. Günlük hayatın içinde olan, hemen hepimizin yaptığı mecazları bile yasaklamaya başlarlar. Kelimelerden bile tekfire yeltenirler.

"Allah'ın bir ismi de 'Bedi’dir. Kur'an'da geçer. Bedi olan Allah'ın ismi bir insana verilemez. Verilmemeli. Mevla da Allah'ın ismidir. Ayet okuyacaksın gideceksin Allah'ın yarattığı bir kula Mevlana diyeceksin. Yani 'edep yahu' demek lazım. Bu ne tevazu derler adama. Bir de bu ismi kendine koyana dönmek lazım. Bu ne tevazu, hani tevazu? Hani mahviyet ayakları falan nereye gitti?" (Mustafa İslamoğlu, Çay TV)

İki ucunu birden söyledim size. İslamoğlu da geçmişte cehennem ve cennetin sonsuz olmadığına ve olamayacağına dair yorumlarıyla başladı yolculuğuna. En nihayet kelimelere kadar indi ve Bediüzzaman, Mevlana gibi daha nice ümmetin medar-ı iftiharı ismi, verdiği manaya mahkûm bildiği kelimelerle itham etti. Sonsuzluk dedim ya başta, sonsuzlukla problemleri var bunların. Kuşatamadıkları herşeyle problemleri var. Spesifik saydıklarına düşmanlıkları da bundan. Akıllarına sığmıyor çünkü. Güya Allah'ı takdis ederken aslında Allah'ı sınırlandırıyorlar. Bildiklerine, kendi 'göre'lerine mahkûm ediyorlar Allah'ı. Vahyini kendi verdikleri manaya sınırladıkları gibi kelimeleri de mecaza müsaade etmeyecek bir kafese kapatıyorlar. Şimdiden diyeyim: Bu yolculukların biraz daha ilerisi ümmeti tekfir ile yalnız kendilerini müslüman bilmektir. "Neden?" derseniz, Allah'ı böyle 'vahyindeki sarahatin hilafına' takdis sûretinde sınırlandırmaya yeltenenler, elbet gün gelip kendilerini de ümmeti içinde takdis edecekler. Belki de ediyorlar.

28 Kasım 2014 Cuma

Kur'an'a arz ediyormuşum gibi çek kanka!

Nazarlarını makûl (akıl yoluyla bilinen ve akla dayanan) üzerinde yoğunlaştırdılar. Menkûle (nakil yoluyla gelen ve nakle dayanana) ise pek itina göstermediler. Akıllarıyla uyuşan bir şer’î emir gördüklerinde bunu kabul ettiler. Aksi takdirde reddettiler ve ‘Peygamberler bunları avam için tasvir etmişlerdir’ dediler. Akla çok fazla bel bağladılar ve en sonunda küfre düştüler. Kâfir oldular.” İmam Gazalî (r.a.), Kânûnu’t-Te’vîl’den.

Herkese böyle gelir mi bilmem ama bana tuhaf geliyor arkadaşlar. Nur talebelerini ‘kendilerini Kur’an’a arz etmeye’ çağıran atanmamış müçtehid Mustafa İslamoğlu’nun “Kur’an’ı Anlama Yöntemi” isimli kitabında (Bediüzzaman’a dolu dolu iftira ettiği ebced/cifir ile ilgili bölümde) ‘ebced veya cifirin Kur’an’da karşılığının bulunmadığına’ dair bir tane bile ayet alıntıladığı yok. İlginç değil mi?

Nasıl söylesem? O bölüm yeterince Kur’an’a arz edilmemiş gibi geldi bana. Öyle ya, bu olmayış bilgisi, hem de Mustafa İslamoğlu’nun dimağındaki haliyle (muhalif fikre hakk-ı hayat tanımayacak katiyette) bu kadar kesin bir bilgi, herhalde Kur’anîdir diye düşünmüştüm ben. “Mutlaka bir ayetten almıştır yahut Kur’anî bir ibareden çıkarmıştır bu nehyi!” diye hüsnüzanda bulunmuştum.

Yanılmışım. İslamoğlu’nun Kur’an’daki harflerin veya lafızların ardında matematiksel işaretlerin bulunmayacağı yönündeki kesin hükmü Kur’an’dan gelmiyor demek ki. Ya nereden? Muhtemelen onu da Pisagor’u okuduğu yerden okumuş. Zaten bu ülkede İslam geleneğine çatan ne kadar adam varsa mürekkebini yaladığı kitaplar Avrupa matbaalarında basılmış oluyor.

Her neyse… Asıl bu vesileyle İslamoğlu gibilerin kafalarının çalışma şekline yönelik bir tesbitimi aktaracağım ben size. Bediüzzaman’ın “Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını, arzıye yapar, semâvîlikten çıkarıyor…” dediği bölümün devamında geçen birşeyle ilgilidir bu mesele aslında. Hemen alıntılayalım:

Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir, icaba, icada medar değildir. İllet ise vücuduna medardır. Mesela, seferde namaz kasredilir, iki rekat kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü, illet var. Fakat, sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikâme edip, ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arzıyedir, semâvî değildir.

İşte, bence, Mustafa İslamoğlu’nun gerek ebced ve cifir meselesinde, gerek ehl-i sünnete sataştığı diğer meselelerde böylesi bir durum var. ‘Hikmet’ ile ‘illeti’ birbirine karıştırıyor atanmamış müçtehidimiz. Nasıl? Mesela: Ebced ve cifir meselesinde, öncelikle başka başka yerlerden/kişilerden öğrendiği bilgiler ve kanaatlerle, ebcedin ve cifirin kötü veya yanlış olduğuna tastamam karar veriyor. Sonra sağdan-soldan indirip emin olduğu bu yanlışla beraber Kur’an’a uğruyor. Eğer kendisini terse yatıracak ifadeler varsa başlıyor onları tevil etmeye. Kur’an’da (mesela ebced/cifir meselesinde) kendisini doğrulayacak sarih bir nehye, bir yasaklamaya, bir kötülemeye rastladığından yapmıyor bunu. Hayır. Yolu bu değil. Bir nevi akıl ile vahyi büküyor. Kafasındaki doğruyla Kur’an’ın karşısına oturuyor ve onun dersinin kafasındaki doğruya göre/uygun olması gerektiğini dayatıyor.

Kur’an’la bu şekilde işini bitirdi diyelim. Peki bitti mi iş? Asla! Daha hadisler var. Bu sefer çeviriyor yüzünü hadislere. Onların içinden zayıf da olsa bir tevil ile fikrini destekleyebilir bulduklarına tutkal gibi yapışıyor. Fakat kendisini yalanlayan veyahut tevile müsait olmayan hadisleri de, isterse en sağlam hadis kaynaklarında geçsin, hemen bir kulp takarak ‘uydurma’ sınıfına sokuyor.

Bu da yetmiyor, bıçak yeniden bileyleniyor, yeni bir kıyıma geçiliyor. Eğer kendisinin zayıf gördüğünü güçlü gören âlimler varsa onlara geliyor sıra. Bir açıklarını bulup, bulamazsa uydurup, olmadı magazine yatıp, alaya alıp, makaraya sarıp bir bıçak da onlara çalıyor… Gördünüz mü ne güzel arz ediyor kendisini Kur’an’a İslamoğlu? Yani dostlarım, İslamoğlu’nunki kendisini Kur’an’a arz etmek falan değil, cerbezesi o işin, asıl Kur’an’ı ve hadisi kendisine arz ediyor. Uygun bulursa alıyor. Bulmazsa bırakıyor.

Burada öyle, kader meselesinde öyle, âdemler ve havvalar meselesinde öyle. Yeter ki birşeyin kötü olduğuna kendisi karar versin. Allah’ın (hâşâ) onu kötü bulmamak gibi bir şansı yok. Bitti o iş. Mümkün değil öyle bir emir vermiş veya yapmış olması. Tıpkı yukarıdaki illet meselesinde olduğu gibi… Burada, Bediüzzaman’ın, Tûr sûresi 37’nin “Veya kâinatın tedbir ve idaresini onlar mı ele geçirdi?” tefsirinde söylediği ifadeyi alıntılayacağım kaçınılmaz olarak: “Veyahut, aklı hâkim yapan mütehakkim mûtezile gibi kendilerini Halıkın işlerine rakîb ve müfettiş tahayyül edip, Halık-ı Zülcelâli mes’ul tutmak mı istiyorlar?” İşte yaptıkları tam da bu bence: Kendilerini Halıkın işlerine rakib ve müfettiş tahayyül etmek. Cenab-ı Hakka, yüzbin kere hâşâ, ‘Öyle olmaz böyle olur’ demek.

Twitter’da bir İslamoğlusever ile aramızda geçen diyalog da ilginçti. Benim, ebced/cifirin de ötesinde, vahyin arkasında matematiksel hiçbir mesajın olamayacağını topyekûn reddeden bu anlayışı eleştirmek için söylediğim; “Allah kainatı bile içinden matematik çıkarılacak bir şekilde yaratmış. Her neye baksanız ancak rakamlarla anlayabileceğiniz ve anlatabileceğiniz bir ölçü, düzen, sanat, ihsan var. Allah’ın bütün eserlerinin ardında, onu keşfetmemizi ve okumamızı sağlayan böyle matematiksel bir dil olsun da bir tek vahyi bundan hariç kalsın, bu mümkün olabilir mi? Veyahut en azından Kur’an’da sarih bir ‘yoktur’ beyanı yokken, böylesine kesin bir dille yokluğuna hükmedilir mi? Arayanların tamamı tefrik gözetmeksizin sapkın ilan edilir mi?” ifadelerime bu arkadaş şöyle cevap verdi: “Allah herşeyi yaratabilir. Yaratabilir olması yarattığı anlamına gelmez.”

Doğru, fakat ‘yaratmadığı’ anlamına da gelmez, tahdite de karine olmaz. Ki ben burada bir esma ve şuunat okuması yapıyorum. Diyorum ki: Kainatın her köşesini, Kamer sûresinde buyurduğu gibi, ölçülerle yaratan Allah’ın şanındandır ve kudreti yeterdir ki, Kur’an’da böylesi işaretler de bırakabilir. Ve beklenir. Huruf-u mukatta başta şifreli ifadelerdir zaten. Fakat yok, sen bu kadar ‘yapabilmeye kapı açan’ kainat okumasına ve yaptığını doğrulayan hadis rivayetine rağmen, olmadığını özgüvenle söylüyorsan, sorarlar adama: Aga senin dayandığın ayet nedir? O nasıl bir ayettir ki sizden başka kimse görmemiştir?

Bir de tuhaf olan, birşeyin yokluğunu isbatlamak, varlığını isbatlamaktan zordur. Hatta kayıtsız, mutlak bir yokluk isbatı, imkansızdır.

"Evet, bir fende ve bir san’atta mütehassıs bir iki zatın o fen ve o san’ata ait hükümleri ve fikirleri, onda ihtisası olmayan bin adamın, hatta başka fenlerde âlim ve ehl-i ihtisas da olsalar, muhalif fikirlerini hükümden iskat ettikleri gibi; bir mes’elede, mesela, Ramazan hilâlini yevm-i şekte ispat etmek ve ‘Süt konservelerine benzeyen ceviz-i hindî bahçesi rû-yi zeminde var’ diye dava etmekte iki ispat edici, bin inkâr edici ve nefyedicilere galebe edip davayı kazanıyorlar. Çünkü ispat eden yalnız bir ceviz-i hindîyi veyahut yerini gösterse kolayca dâvâyı kazanır. Onu nefiy ve inkâr eden bütün rû-yi zemini aramak, taramakla hiçbir yerde bulunmadığını göstermekle dâvâsını ispat edebildiği gibi; Cenneti ve dâr-ı saadeti ihbar ve ispat eden, yalnız bir izini sinemada gibi keşfen, bir gölgesini, bir tereşşuhunu göstermekle dâvâyı kazandığı halde; onu nefiy ve inkâr eden, bütün kâinatı ve ezelden ebede kadar zamanları görmek ve göstermekle ancak inkârını ve nefyini ispat ile dâvâyı kazanabilir. Ve bu ehemmiyetli sırdandır ki; ‘Hususi bir yere bakmayan ve iman hakikatler gibi umum kâinata bakan nefiyler, inkârlar— zâtında muhâl olmamak şartıyla— ispat edilmez!’ diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esasî kabul etmişler."
Şimdi İslamoğlu ve benzerleri, yatmışlar-kalkmışlar, “Ya bu ebced/cifir meselesi bizim kafamıza yatmadı. Çok da suistimal eden var. Bu kötü birşeye benziyor. Bunun Kur’an’da bulunmaması lazım…” demişler, sonra Kur’an’da açık yasak bulamamışlar, belki birşeyleri eğip bükmüşler (ama, dedim ya, kitapta öyle birşey de yok), o konuda kendilerine uymayan ne kadar rivayet varsa ‘uydurma’ demişler, konu hakkında çalışma yapan ne kadar âlim varsa, bulduğu şeyin isabetine bakmadan ‘bu sapkındır’ diye hükmetmişler vs. Rezillik de rezillik. Ne kadar mesafe alsan bir o kadar rezillik. İşte, arkadaşlar, ahirzamanın geldiğinin bir tane delili de burada saklanıyor, cehalet eşeğini boyayıp ilim diye satıyor.

27 Kasım 2014 Perşembe

İslamoğlu Allah'ı aciz bırakabilir mi?

Muhakkak ki, Biz, herşeyi bir ölçüye göre yarattık.” Kamer sûresi, 49. ayet

Sayılara gizemli ve kutsal işlev yükleyen ve onları gizli hakikatlerin sembolleri olarak gören ilk kişi Pisagor olarak görülür. Kanaatimiz o ki, Pisagor bunu kendisi icat etmemiş, Mısır’da intisap ettiği sır dininin rahiplerinden öğrenmiştir. Muhtemelen Babil büyücülüğünün temelinde de bu kült vardır. Daha sonra Yahudi kabalacılığına geçmiş ve büyü formülleri ebced/cifir üzerinden yapılmıştır.

Atanmamış müçtehid Mustafa İslamoğlu, Kur’an’ı Anlama Yöntemi isimli ilmî(!) eserindeki ebced/cifir eleştirisine yukarıdaki cümlelerle başlıyor. ‘Kanaatimiz odur ki, Muhtemelen’ gibi ‘bulmadan önce bulacağına zaten iman etmiş’ bilimsel(!) ifadelerini irdelemeyi şimdilik bir kenara bırakırsak, İslamoğlu’nun eleştirisinin daha bu girizgâhtan itibaren ‘hakikati ıskalamış’ olduğunu söyleyebiliriz. Neden? Çünkü İslamoğlu mevzuya başlarken bir dolu dogmasını kabullenmemizi istiyor. Bir sürü ezberini ‘sorgulanmazlık’ olarak dayatıyor. Diyor ki mesela: “Sayılara gizemli ve kutsal işlev yükleyen ve onları gizli hakikatlerin sembolleri olarak gören ilk kişi Pisagor olarak görülür.” Siz de bunu böyle kabul edin! Yaaaa… Acaba? Acaba hakikaten öyle midir? Acaba tenkide açık kapı bırakılmayan bu muhteşem tesbit nereye yaslanmaktır?

Daha İslamoğlu bu sorulara cevap vermeyi aklından geçirmeden altını çiziyorum: Bu söylenilenler dogmadır. Zira sayıların ‘gizli hakikatlerin sembolleri olduğunu’ bize ilk öğreten Pisagor değil Allah’tır. Kainatta bilim namına ne varsa, bu matematiksel/ölçülü dengenin üzerine kurulmuştur ve zaten bunların keşfiyle/keşfedildiğince oluşturulmuştur. Bugün fizik olsun, kimya olsun, biyoloji olsun, astronomi olsun (veyahut daha alt kolları/üst dalları olsun) hepsinin bize gösterdiği şey: Allah’ın varlığı sayı sayı, rakam rakam, düzen düzen ifade edebildiğimiz orantılarla, formüllerle, ölçülülükle yarattığıdır.

Kainatı ‘bilinmek’ üzere yaratan Alîm-i Hakîm, elbette, yarattığını da rakam rakam okunabilir kılmıştır. Ve evet, farkettiğiniz gibi, Mustafa İslamoğlu’nu, ‘rakamları gizli hakikatlerin sembolü olarak kullanma yöntemini’ Allah’tan alıp Pisagor’a vermekle itham ediyorum. Çok biliyor olmakla iftihar ettiği Kur’an-ı Hakîm’i daha doğru düzgün anlayamadığını, kavrayamadığını, kuşatamadığını ‘içinde ölçüden bahsedilen her ayeti şahidim tutarak’ yüzüne çarpıyorum. Hatta, mürşidimin diliyle, kainat kitabını da kendisine dipnot gibi hatırlatıyorum:

Evet, herbir nebatın çiçek açması zamanında ve sümbül vermesi ânında tebessümkârâne mânevî tekellümleri hengâmındaki tesbihleri, kendileri gibi güzel ve zâhirdir. Çünkü, herbir çiçeğin güzel ağzı ile ve muntazam sümbülün lisâniyle ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimâtıyla hikmeti gösteren o nizam, bilmüşâhede, ilmi gösteren bir mîzan içindedir. Ve o mîzan ise, maharet-i san’atı gösteren bir nakş-ı san’at içindedir. Ve o nakş-ı san’at, lûtuf ve keremi gösteren bir zînet içindedir. Ve o zînet dahi, rahmet ve ihsanı gösteren latîf kokular içindedir. Ve birbiri içinde bulunan şu mânidar keyfiyetler, öyle bir lisân-ı şehâdettir ki, hem Sâni-i Zülcemâlini esmâsıyla tarif eder, hem evsafıyla tavsif eder, hem cilve-i esmâsını tefsir eder, hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.

Peki kainatı kaplayan ‘ölçülülük hakikati’ bize nasıl bir ders vermektedir? Ben şunu alıyorum mesela kendi payıma: Allah, kainatta, bizim rakamlarla ifade ettiğimiz manaların üstüne esma/sıfat bilgisini yüklemiştir. Çiçeğin yaratılışındaki düzen, önce, ilmi gösteren bir ölçülülük içinde tebessüm eder bize. Ve biz bu nizamı rakamla ifade ettiğimiz gibi, formülünü de yine rakamlarla keşfederiz. Yahut da not ederiz. Bu ölçüler altında yüzümüze sanat tebessüm etmeye başlar sonra. Parlar. Ölçülülük öyle bir düzeye varır ki, aklın farkettiği hakikatin dışında, göze de hoş görünen bir hüsne/güzelliğe bürünür. Ziyadeleşir. Sonra o sanat da, yine ister-istemez rakamlarla süslü, daha derin bir dünyaya çağırır sizi. Ta parmak izlerinize, retina kalınlığınıza, genlerinize kadar işlemiş ve sayı sayı okunan, size özel ihsan manaları da içeren, bir zinet/süs ile karşınıza çıkar.

Yani, arkadaşlar, bunların edebiyatını yapmadan önce hep rakam rakam okursunuz hakikatlerini. Ve bilim, rakamlarla (rakamlar bilimin küreğidir) derinleştikçe, yani rakamla ifade ettiğimiz ölçücüklerle yaratılmış bir varlığı önümüze serdikçe, biz de esmaya/sıfatlara uzanan yollar buluruz oradan. Allah’ın marifetine yollar ediniriz. O rakamlar bir şekilde karşımıza çıkar mesela ‘rahmet’ deriz. Başka bir şekilde tebessüm eder ‘cemal’ görürüz. Korkutacak kadar büyüdüklerinde celalle sallanırız, vs…

Sayılardan korkmayalım. Matematik esbaptaki ölçülülüğü ifade ettiğimiz dildir özünde. İnsan kendiliğinden bir matematik icad etmemiştir. Onun yaptığı sadece kainatta olanı keşfetmektir. İnsanı, kendisini tanısın diye yaratan Allah, kainatı da kendisini tanıtacak bir labratuvar olarak yaratmıştır. John Green, Aynı Yıldızın Altında romanında buna ne hoş değinir:

Neye inanıyorum biliyor musun? Üniversitede bir matematik dersi vardı, hocamız ufak tefek ve yaşlı bir kadındı. Hızlı Fourier dönüşümlerinden bahsediyordu ve bir cümlenin ortasında durup; ‘Bazen evren fark edilmek istiyormuş gibi görünüyor’ dedi. Ben de buna inanıyorum. Bence evren beklenmedik bir şekilde bilince eğilimli ve kısmen de zekayı mükafatlandırıyor. Çünkü zarafetinin gözlemlenmesinden keyif alıyor.

Aynı şeye, Hani Tanrı Ölmüştü kitabında Robin Collins de şöyle dokunur: “Biz, fizikte esrarengiz denecek derecede uyum, simetri ve orantı görürüz. Ayrıca benim ‘keşfedilebilirlik’ adını verdiğim birşey ile karşılaşıyoruz. ‘Keşfedilebilirlik’ ile kastettiğim şu: Doğa kanunları adeta bizim akıl/zihin düzeyimizde birileri tarafından keşfedilsin diye dikkatle düzenlenmiş gibidirler.” Yine aynı kitapta Gulliermo Gonzales ve Jay Wesley Richards ise şunları ekler bu hakikate:

Dünya’da akıllı bir yaşamın var olmasına izin veren aynı şartların, ayrıca evrenin gözlemlenmesi ve analiz edilmesine de tuhaf bir şekilde uygun olduğunu gördük. Ve bunun bir rastlantı olmadığına inanıyoruz. Aslında evrenin keşfedilmek üzere tasarlanıp tasarlanmadığı konusunu gündeme getiriyoruz. (…) Burada vurgulamak istediğim esas nokta, bizim var olmamızı mümkün kılan nadir özelliklerin aynı zamanda etrafımızda olup bitenler hakkında keşifler yapmak için de en iyi ortamı sağladığıdır. Aslında Dünya’da bilimsel keşifler yapma şartları o kadar hassas ayarlanmıştır ki, bunları tamamen şansa atfetmek için kendimizi epeyce zorlamamız lazım."

Ben işte bu yüzden Mustafa İslamoğlu’nu ‘Allah’ı keyfine göre sınırlamakla’ itham ediyorum. Kendi aklını vahyin rağmına merkeze almakla, vahyin sarahaten “Bende öyle birşey yok!” demediği bir meselede, varolan hadisleri de görmezden gelerek, kainatı matematiksel mesajlarla donatmış bir Allah’ın bunu vahyinde yapmadığını, arayanların da dalalette olduğunu söylemekle, asıl ‘sapan’ın kendisi olduğunu haykırıyorum. Suistimalleri mi gösterecek bana? Birşeyin yokluğuna suistimali ile hükmedilir mi?” diye sorarım ben de o zaman. Hem her ilmin suistimali olabilir. Bediüzzaman da şarlatanların bu ilmi çok suistimal ettiğini söylüyor. Fakat, bir ilmi suistimal, o ilmin reddine karine olur mu?

Piyasada bir sürü yalancı doktorun varolması tıp ilmini revaçtan düşürmüyor. Ebcedin/cifrin suistimalini Hurufîler yapıyorsa biyolojinin suistimalini de Evrimciler yapıyor. Fakat nasıl ki, ikincisinin dalaleti biyoloji bilimini bilim olmaktan tardetmiyor, kovmuyor; birincisinin sapkınlığı da Kur’an’da matematiksel bir mesajının da olmadığı anlamına gelmiyor.

Bir kere sen, hey atanmamış müçtehid, baştan; ‘Allah vahyinde matematik kullanmaz’ önkabulün ile konuşmaya başlıyorsun. Bunu da Kur’an’dan değil Pisagor’u okuduğun yerden çıkarıyorsun. Pekâlâ. Soralım o zaman: Allah senin dogmalarına uymak zorunda mı? Aciz insanlar bile mezartaşlarına böyle sözler/şiirler yazdırırken veyahut çocuklarına doğum tarihlerine denk gelebilen isimler koyabilirken, yani kelamlarına matematiksel arka anlamlar koyabilirken, Allah neden vahyinde bunu yapmaktan aciz kalsın? Sen öyle sanrılıyorsun diye Allah öyle yaratmaktan aciz olabilir mi?

Kibritinden kork arkadaşım

İnsanın ‘yaratma’ hususunda kafasını en çok karıştıran budur: Yıkmak kolay ama yapmak zordur. İkisi de eylemsel durdukları halde, birisinde tek bir parmak dokunuşuyla, bir bombanın düğmesine bakmakla mesela, korkunç büyüklükte sonuçlar elde edilebilirken diğerinde bir parmakçık ileriye gidilemez. Ne bileyim? Bir tuşla toprak yaratılamaz. Çiçek açtırılamaz. Bahar getirilemez. Birşeyi varetmek, sırf niyet-dua-dilek olarak arkasında durmaktan öte, sahada da her anlamda arkasında durabilmeyi gerektirir. Varoluşu için lüzümlu bütün yükü çekmeyi gerektirir. Varetmenin her yönüne kifayet edebilmeyi zaruri kılar.

Evet. ‘Hayır’ her zaman vücudî-varlıksal olana bakar ve bir tasarım-organizasyon işidir. Yıkmanın eylemsel yönü yapmaya benzese de özünde o ademîdir. Düzen, kaosun aksine, ‘kuvvet’le ilişkisinden önce ‘ilimle’ ve ‘irade’ ile ilişki kurar. Sebeplerin vehmettiğimiz gücüyse böyle bir süreci kaldıramaz. Arı balın kimyasını bilemez. Güvercin haritacılık yapamaz. İnekler biyolog değildir. Bulutlar merhameti bilmez. Bir fiili yaratmaya bir ‘Allah’ gerekir.

Her fiili yaratmaya ‘bir Allah’ gerekir. Çünkü hiçbir fiil yalnız değildir. Kainatı kuşatan düzenin parçasıdır. Kargaşaya dönüşmemesi için de düzenleyen ‘bir’ olmalıdır. Ancak, tek yaratan Allah olduğu halde, sahada sebeplere de müracaat edilir. Çünkü sebeplere müracaat yaratılışın teşrifatıdır. Edebine ittibadır. Uygun dilde edilmiş duadır. Arkadaşım, işte bu nedenle, tek yaratanın O olduğuna iman etmek, yani tevhide iman etmek, sebepler perdesini inkâr etmeyi gerektirmez. Sadece ‘yaratılışı kaldıramayacaklarını’ bilmeyi gerektirir.

Peki insana hayali neden verilmiştir arkadaşım? Benim buna cevabım “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla şöyle: Hayalgücümüz bir nevi bizim 'mevhum rububiyet' dairemizdir. Orada kendimizce birşeyler kurgulayarak sahadakiyle kıyaslarız. Malımızı mülkümüz tahayyül ederek Allah’ın mâlikiyetini kavrarız. Fakat, kurguyu sahada da aynısıyla beklemek, Allah'ın hakiki Rububiyeti ile mevhum rububiyetimizi karıştırmak demektir. Allah o mikyası, ‘Onu anlayabilelim’ diye vermiştir, ‘Hakikaten öyle olduğumuzu düşünelim’ diye değil. Öyle ya: Elindeki cetveli ölçü olarak kabul etmezsen başkasını nasıl ölçeceksin? Vehim birçok şekilde böylesi ölçüler sahibi olmamıza yarar. Düşünsene: Kimse dünya üzerine kalemle çizgiler çekmiş değil. Ama paralellerin-meridyenlerin varlığını vehmetmezsek ‘koordinat’ diye birşeyin varlığından da bahsedemeyiz.

Buradan şuraya geçelim: Üzerine konuşarak epeyce vaktinizi aldığım şeyin evlenecek çiftler açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü hepimiz ahirzamanda pek hayalperest dünyalarda yaşıyoruz. Hassaten çağın en büyük hayalgücü sömürücüsü-manipülatörü sinema sektörünün kadın-erkek ilişkisini sıkça malzemesi olarak kullanması, ellerindeki yalancı cennetler sayesinde, evliliği veya aşkı sahadakinden farklı şekillerde algılamamıza neden oluyor bence.

Her zaman yakışıklı/güzel olan, her zaman çok sıkı espriler yapan, her zaman nihayeti tatlıya bağlanan ve her zaman karşılığını bulan aşkların dünyası o dünya. Film icabı bir karakter başına gelen her kötü olayı unutabilir veya kötü bir sözü arkasında bırakabilir. Siz de bir seyirci olarak bundan memnun olursunuz. Fakat hakikatte insan ne kadar arkasında bırakmaya müsaittir? Bu nedenle kalp kristalini beraber tuttuğumuzu bilip ona göre dikkatlice yürümenin istikametli olacağını düşünüyorum. Bununla hayalgücü evreninden fıtratın gerçeğine daha sık yüz çevirmemiz gerektiğini söylemek istiyorum. Evet. Arzumun özü bu. Üstelik kristalin taşınması boyunca ayağınıza çelme takan birdolu insan/durum da olacak. Yani perimasallarında 'Sonsuza dek mutlu yaşadılar...' şeklinde öğretilen aşk, sahada pekçok sıkıntıyla karşılaşacak, gelecek de sorunsuz olmayacak. Sebepler dairesi ortadan kalkmayacak. Bu sebeble burada da mevhumu hakiki olanından farkedebilmeliyiz. Mevhum bizi şevklendirmek içindir. Hakiki sanılmak için değil.

İşte, bu eşikte hayrın varlıksallığı şerrin yokluksallığı, yıkmanın kolay yapmanınsa zor olduğu hiç aklınızdan çıkmamalı. Siz bir bütünlüğe, yani parça parça sahip olduğunuzun daha üstü bir varlığa, hayatlarınızdan kurulacak bir binaya ulaşmaya karar veriyorsunuz. Evlilik bu. Ayrıyken muhatap olduğunuz dünyadan daha fazla sebeple, daha fazla iradeyle ve daha sıkı bir organizasyonla bu iş yürüyecek. Destekler artabilir ama sorun çıkma ihtimali de artıyor. Eserin sanatı yükseldikçe onun için omuzlanması gereken emeğin miktarı da çoğalıyor. ‘Ben’den ‘biz’e dönüşmenin illa ki insana yüklediği bedeller var.

Böylesi bir sürece girdiğinizin şuurunda olup, yaptığınız şeyin bir yapmak, dolayısıyla kolay kırılabilir bir kristal olduğunu bilmek, dönülmez noktalara gelmekten koruyucu olabilir. Biraz da bundan Bediüzzaman’ın ‘hayrın vücudîliği’ ve ‘şerrin ademîliği’ üzerinde bu kadar sık durmasını manidar buluyorum. Öyle ya: Varlığı nasıl algıladığımız onda ne bulduğumuzla yakından ilintili. Bir kristali elinizde tuttuğunuzu bilmek, eşsiz bir düzene dahlolduğunuzun farkında olmak, elbette bir plastik topu taşımaktan daha dikkatli davranmaya zorlar sizi. Büyük resmin gösterdiği manzaraya uyanmak işgal ettiğin izi bozmaktan daha fazla korkutur. Güzel bir endişe verir. Nihayetinde zarar verdiğin tek sen değilsindir. Bazen bir kibrit alevi koca bir binayı mahveder. Kibritinden kork arkadaşım. Fırsatını bulursan kendi ademîliğinden de ‘her hayır elinde olana’ sığın.

Son hakikat bükücü...

Akıl ve vahiy ilişkisinde istikametli aklın tavrı hakikati hiçbir zaman 'vahiy gibi/kadar' kuşatamayacağını bilmektir. Vahiy nazar-ı âlâdan varlığa bakışın ifadesi olduğu için, elbette, varlığın tamamını (tüm detaylarıyla) kuşatır ve bu kuşatıcılığın sağladığı dengeyle konuşur. Fakat akıl sınırlarından dolayı bu kuşatıcılıktan yoksundur. O 'parçalardan hareketle' ve bu parçalar vesilesiyle 'bütüne dair sezebildiğince' kelam edebilir.

Nazarı bu kadardır. Gelişimi de tedricidir. Zamanla seviyesi yükselir. Bu yüzden akıl ve vahiy arasında kalındığında istikametli aklın tavrı, en azından o an için, hakikati kuşatamadığını ve vahyin sırrını anlayamadığını beyan ile Allah'a sığınmaktır. Kendi sanışından Hak olan Allah'ın bütün varlığı kuşatan ilmine kaçmaktır bu aslında. Bu sığınmanın birçok çeşidi vardır. Tefekküre sığınılır. Tevekküle sığınılır. Takvaya sığınılır. Temkine sığınılır. Tezkire sığınılır. Bunlar bir nevi 'euzü'nün altbaşlıklarıdır. Mürşidim Hikmetü'l-İstiaze isimli eserinde bazılarına dokunur:

"O kale-i metin, o hısn-ı hasîn ise, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyedir (a.s.m.) (...) zırhınız, Kur'ân tezgâhında yapılan takvâdır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silâhınız, istiâze ve istiğfar ve hıfz-ı İlâhiyeye ilticadır. (...) en mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve 'euzübillah' demekle Cenâb-ı Hakka ilticadır. Ve kaleniz Sünnet-i Seniyyedir..." vs. İşte, kanaatimce, buradaki kullanımların herbirisi bu sığınışlardan bir çeşidini ifade eder.

Birşeyin 'hakkında' konuşmak 'ona dair' ve 'merkezinde' konuşmaktır. Birşeyin hakikati ise 'aslında neyin hakkında konuşulduğundan' haber verir bize. O şeyin 'merkezinde' ve 'aslında' ne olduğunu söyler. Cenab-ı Hak da kainatın hakkında konuştuğu, hatta, tüm varlığın hakkında varolduğudur. İşaret ettiğidir. Anlattığıdır. Bütün esbap perdesi, yani hakkında konuşulan diğerleri, aradan çıkarıldığında eşyada konuşulan tek şey Allah'tır. Yani, mü'minlerin dilinde Hak isminin Cenab-ı Allah hakkında bu kadar çok istimal edilmesi, biraz da kendimize şunu hatırlatmanın yolu gibidir: "Hakkında konuşulması gereken ve konuşulmaya değer olan yalnız Odur."

Hikmetü'l-İstiaze'ye geri dönelim. Akıllarını 'hak' kılanlara bakacağız şimdi: "Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allah'ı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar."

İnsan tehlikeli bir bükücüdür. Vahiy karşısındaki ikincil konumunu unutmuş akıl, kendisinin parçalar hakkında yaptığı yorumları merkeze alarak, vahyi bükmeye başlar. Allah'ın şirke karşı yaptığı tahşidatı görmezden gelerek şerrin yaratılmasını (âdeta kendisi ikinci bir ilahmış gibi) beşerin eline verir. Çünkü 'kısa aklında/nazarında' halk-ı şer şerdir. 'Bazen kötü gelenin' yaratılması da kötülüktür. Elini yakan ateşin faydalarına körleşmiştir onun aklı. Acısında yitmiştir. Halk-ı şerrin şer olmayacağına yönelik açık kapı bırakmaz ki tekrar dönüp hatasını düzeltebilsin.

Halbuki istikamet dairesindeki akıl, haydi 'halk-ı şerrin şer değil kesb-i şerrin şer olduğunu' derk edememiş olsun, en azından bilir ki: Kur'an'ın bütünlüğündeki vurgu şirke yer bırakmaz. O nedenle Allah'tan başka yaratıcı olduğu ihtimaline açık kapı olamaz. Akıl yürütmelerin adımlayamayacağı bir yasak alan vardır burada. İşte o zaman tefekkürüyle Rabb-i Rahimine sığınır ve Ondan bu hakikati 'anlaşılır' kılmasını diler. Bu duruş da bir istiazedir. Hakkı aramak bâtıldan bir istiazedir.

Bu nedenle ben Bediüzzaman'ın temkinine bayılırım. Örneğin: Rüya ile amel etmenin hakikat mesleğince merğup olmadığını söylemekle birlikte sâdık rüyaları reddetmez Bediüzzaman. Vahdet-i Vücudu avam için tehlikeli görse de hepten şeriat dairesinin dışına atmaz Bediüzzaman. Ebced veya cifir gibi 'ulum-u hafiye' tabir ettiği şeyleri 'şarlatanların istimal edebileceklerini' söylese de büsbütün inkârına gitmez Bediüzzaman.

Ve yine mesela: Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin; "Cû' ism-i azamdır" ifadesi kendisine sorulduğunda; "'Cû' ism-i azamdır' demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren manasızdır, belki de yanlıştır..." dedikten sonra beyanını böylece bırakmaz. Hemen peşisıra ekler: "Fakat ism-i Rahman madem çoklara nisbeten ism-i azam vazifesini görüyor. Manevî ve maddî cû' ve açlık, o ism-i azamın vesile-i vüsulü olduğuna işareten, mecazî olarak, 'Cû' ism-i azamdır, yani 'Bir ism-i azama bir vesiledir' denilebilir." Yani bir Allah dostunun kendisine nakledilen sözünü, zâhiren mantıklı gelmemesiyle reddetmez, tevil ile anlamaya çalışır Bediüzzaman.

Şunu demek istiyorum en özünde arkadaşım: Bediüzzaman'da 'hakikati kuşatamamış olma ihtimaline' açık bir kapı bulunur her zaman. Bu nedenle ne rüya meselesinde, ne ebced/cifir bahsinde, ne de ilm-i kelama dair söylediklerinde merhametsiz bir sınır çizmek yoktur. Fakat ne hazindir. Bugün ona dudak büken kimi isimler, sırf şirk olmasın diye(!) hakikati akıllarının inhisarı altına alırken, farklı sesleri 'spesifik' başlığı altında boğup öldürmektedirler. Örneğin: 'Rüya ile amel edilmez'i izah ederken sâdık rüyaları bile reddedecek kadar aşırıya gidebilmektedirler. Bir ilmi suistimal edenlere kızıp ilmin hakikatini de reddetmek noktasına gidebilmektedirler.

Halbuki bu yaptıkları kendi akıllarının sanrıları için vahye ve vahyin sahibine sınır çizmektir. "Bence doğrusu budur!" demekle vahyi o kafadaki doğruya göre eğip bükmektir. Böylelerinin diline baksanız, sanırsınız ki: Din-i Muhammedî geçtiğimiz pazartesi gelmiştir. Salıya kadar da doğru şekilde yaşanmamıştır. Ancak onlar gelince bazı şeylerin farkına varılmıştır.

Akılları herşeyin merkezindedir. Akıllarına sığmayan din uydurulmuş dindir. Uymayan hadis uydurulmuş hadistir. Uymayan âlim çakma âlimdir. Bakış açısını manzaranın bütünü sanan bu zevata karşılık Bediüzzaman'ın 'hakikati inhisar altına almayan' duruşu ne anlamlı bir duruştur. Arkadaşım, ben diyorum ki, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in istikametinden sapanların hamakatlerini hakikat sanmaları en çok içlerinde bir yerde yaşadıkları kaymadan dolayıdır. Onlar, akıllarına vahiy gibi, vahye de akılları gibi iman ederler. Bu akide bozukluğundan dolayı da kimseleri beğenmezler.

26 Kasım 2014 Çarşamba

Parçalarda boğulmak 6: Parçanın bütüne aşkı, aşk-ı beka

Aşk-ı bekanın insana verilmesi, bir yönüyle; "Evet, Ebedînin sâdık dostu, ebedî olacak. Ve Bâkînin âyine-i zîşuuru, bâkî olmak lâzım gelir..." ifadesine baksa da, diğer bir yönü de hayr ve şer algımızın kökenine bakıyor. 'Ademin şerr-i mahz, vücudun hayr-ı mahz' olduğu bir âlemde hayrı ve şerri ayıran şey; birine gidenin varlıksallığı, ötekine koşanın yokluksallığıdır. Buna yine Bediüzzaman'ın külliyatta verdiği örneklere benzer örnekler verirsem: Kangren olmuş bir uzvun kesilmesi, uzvun kesilmesi itibariyle şer gibi dursa da; diğer taraftan o vücud sahibinin varlıksallığının devamına yararı olduğu için ona hayr denilir. Yani fiil sûreten yokluksal dursa da, ondan murad olunan ve elde edilen varlığın devamıdır. Ama diğer yandan, sûreten varlıksal görünen başka bir fiilin de muradı veya varacağı yer yokluksallık/adem olursa, onun da artık sûretine bakılmaz ve neticesine göre durumu beyan edilir. Ona şer denilir. Mesela 'çok yemek' gibi.

Demek ki; bizim açımızdan hayrın ve şerrin tayini aslında fayda ve zararın tayini. Onun ardında da varlığın ve yokluğun tayini. Zarar dediğimiz şey zaten yoksunluğun ta kendisi. Neyden yoksun kalıyorsan, zarardasın. Neyin varlığına eriyorsan, kârdasın. Yani biz birşeyin varlığa veya yokluğa hizmetine göre ona hayr veya şer diyoruz. Kur'an'da beyan edilen; 'her hayrın Allah'ın elinde oluşu' hakikatini, Bediüzzaman da yine bu varlıksallık merkezinde anlar. "Hem bilmüşahede sabittir ki, bina gibi bir şeyin vücudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve in'idâmı, bir rüknün ademiyle hasıl olur."

Yani bütün şartların biraraya gelişiyle, tabir-i caizse 'uygun adım yürüyüşüyle' meydana gelen şeydir vücud ve hayır. O yüzden Allah'ın elindedir onun varlığı. O kadar şartı, değil uygun adım yürütmek, kuşatabilmek bile insan ilminin/iradesinin dışında kalır. Bir elma için bir kâinatın gerektiği âlemde, sivrisineğin gözü ile güneşin, pirenin midesi ile güneş sisteminin ilgisini görenler, elbette bu varlığın giderek bütünselliğe de yaklaştığını görürler. Yani hayır hem vücudî hem küllîdir. Zaten özünde vücudî olan da bütünselliğe yaklaşandır. "Hayır küllî, şer cüz'idir..." diyen Bediüzzaman bize anlatmak istediği de budur. Varlığı parçalayarak koruyamazsınız. Varlığı bütünlüğü ve bütünün uyumunu koruyarak ayakta tutabilirsiniz. Varlıktan çekilecek herhangi bir taşın, yani şerrin nasıl bir kelebek etkisine sebep olacağını kestiremezsiniz. Şirk, parçalamaktır.

Buraya aşk-ı bekadan geldik, yine ona dönelim. İnsanın varlığını korumaya kuvveleriyle olsun, aşk-ı bekası ile olsun, bu denli savaşması; onu varlık karşısında bir seçim yapmaya zorlar. Bütünsel olanı mı seçecektir, parçalayıcı olanı mı? Vücudî olanı mı seçecektir, ademi olanı mı? Her seçiminde bu soruyu sorar aslında kendine. Ki zaten İslam'ın haram ve helal dediği veyahut maruf ve münker diye bildiğimiz şeyler bunlara verilen diğer adlardır. Tevhid bütünlüğü içinde yaratılan kainatta insan o bütünü parçalamayı mı seçecektir, ki bu onun zararınadır; yoksa bütünü tevhidin hakkını vererek korumayı mı seçecektir, ki bu da onun yararınadır.

Fakat bazen olur ki, şer birşey sûreten vücudî görünür. Mesela faiz gibi. Eğer o günaha girersen malın artacak gibi gelir. Mal artımı da sonuçta bir artımdır ve onda da bir vücud görünmektedir. İşte bu noktada hikmet sana vücuda da küllî bakmayı teklif eder. "Faiz yiyenler, (kabirlerinden) ancak kendisini şeytan çarptığından deliye dönmüş bir adamın kalkışı gibi kalkarlar. Bu durum onların 'Alışveriş de faiz gibidir' demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alışverişi helal faizi ise haram kıldı!" buyuran Allah, aslında kısa bakışlarının cezasını vermiştir onlara. O an vücudî görünenle, hep vücudî olanı karıştırmışlardır çünkü. Hep vücudî olan helal olandır. Örneğin: Bediüzzaman, Lemaat isimli eserinde ribanın/faizin nasıl toplumların hercümercine sebep olduğunu, say ve sermaye mücadelesi denilen şeyin aslında bu faizciliğin bir neticesi olarak ortaya çıktığını izah eder. Demek anlık olarak alana kazandırıyor göründüren riba, biraz uzun vadeli ve kapsamlı bakıldığında, aksine, toplumsal huzur açısından kaybettirmektedir.

"Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."

Zekata gelelim. Zekat da faizle tam zıt bir örneği sunuyor bize. Zahiren malınızı kırka böldüğünüz, birini başkasına verdiğiniz yokluksal/parçalayıcı bir eylemdir zekat. Verdiğiniz zaman malınız eksilir. Fakat Kur'an'da ve sünnette, aksine, zekat da dahil olmak üzere, malını böylesi hayr yolunda kullananların mallarının artacağı söylenir. Bu artımı nasıl anlamalıdır? Hemen o an olacak bir artım mı? Belki 'bereket' türünden o da var. Ama onun ötesinde, yapılan şey varlıksal olduğu için, yani vücuda hizmet ettiği için, o insan kafa gözüyle görmese de toplumda o eylemin varlıksallığı yaşanır. Zekat verilen toplumlarda sınıflar arası çatışma ve gerilimin azalacağı, muhtaçların himayesinin sağlanacağı ve bu sayede yine bütüne bakan huzurda büyük bir kazanımın olacağı ortadadır.

"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir."

Hepsinin ötesinde, şimdi, nefis ve vicdan hakkında nicedir düşündüğüm birşeyi paylaşacağım sizinle. Belki daha önce de yazdım hakkında, ama bugün yine yazacağım. Bence nefsi ve vicdanı birbirinden ayıran ikisinin düşünüşlerindeki vadelerdir. Örneğin: Nefs, kısavadeli düşünür ve genelde o an kazandıran onun için varlıksaldır. O yüzden içindeki lezzetin varlıksallığına, kendisine katacağı artıya kanarak günahlara meyletmekten çekinmez. Fakat vicdan, uzunvadeli düşünür ve genelde bütünde kazandıracak olana kârlı gözüyle bakar. O yüzden bugün kazandırmış olan kötü eylemlerin bile sancısı vicdanda durur. Tabir-i caizse, vicdan bilir ki; bu iş bir gün tersine dönecek. Şimdilik varlıksal görünen asıl yüzünü gün gelip gösterecek. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir..." bu cümleyi söyleyen akıl ve vicdandır. Dünyevî hayatın devamını nefsin aceleciliği, ahiretin selametini vicdanın uzungörüşlülüğü sağlar.

Daha başka bir açıya taşıyalım meseleyi. Hisler dünyasında da bu parçalı/bütünlü, ademli/vücudlu, şerli/hayırlı ilişkinin aynen sürdüğünü düşünüyorum. Örneğin; parçaya, yani o ana bakan eylem ve hislerimiz genelde bize kaybettirir. Acele şeytandandır. Teenni ise güzel ahlaktandır. Açgözlülük kötü bir histir. Ama kanaat güzel ahlaktandır. İsraf haramdır. Ama iktisad güzel ahlaktandır. Buna sabır, öfke, hırs, hayâ gibi daha birçok şeyi ekleyebilirsiniz. Genelde beklemeyi, daha doğrusu bütünü görmeyi hedefleyen hisler, bizi doğruya götüren hislerdir. Hemen o an harekete zorlayan ve anda boğulmaya meylettiren hisler ise, kötü hislerdir.

Bu ayrımı kalbine müracaat eden herkes yapabilir gibi geliyor bana. Neyse, yazıyı uzattım. Son birkaç cümle: Aşk-ı beka ile başladık, ona dair son noktamızı koyalım. Eğer varlıksal olan hayırlı olansa, elbette âlem-i ahirette varlığımızı arttıran bu dünyada varlığımızı arttırandan daha hayırlıdır. İşte biz hayrı ve şerri böylece içimizdeki aşk-ı beka sayesinde biliyoruz. Bekaya hizmet edeni 'hayrından' tanıyoruz. Vacibü'l-Vücud, Kayyum, Samed ve Bakî olan Allah, elbette hayrın da kaynağıdır. Çünkü varoluşun da kaynağıdır. Ki takva da, amel-i salih de, iman da aslında varlıksallığımız ve bütünle uyumumuzu korumamız içindir. "İman bir intisabdır" diyen Üstadım, bahtiyar olasın, parçanın bütünle bağlanmasını (uygun adım yürümesini) daha güzel ne anlatabilirdi?



22 Kasım 2014 Cumartesi

Ben de Mustafa İslamoğlu olsam Bediüzzaman'ı sevmezdim


Olanlara şaşırmamak gerek aslında. Eğer uçların insanıysanız, çılgınlık peşindeyseniz, Bediüzzaman'ı sevmemeniz normal. Nihayetinde, zikrettiğiniz kişi bu topraklarda bir gemi direği gibi denge unsuru olmuş, yaşadığı coğrafyayı aşırılıklardan korumaya çalışmış ve metinleriyle/talebeleriyle hâlâ çabalayan birisi. O nedenle yoldan çıkmaya/çıkarmaya yönelik her ne yapsanız ona çarpıyor. Sözgelimi: Anarşiyi de ardından getirecek bir toplumsal stratejiniz var diyelim. Hoppala! 'Müsbet Hareket' kaya gibi önünüzde! Masumların canını, hak namına bile olsa, tehlikeye atmanıza izin vermiyor. Sevmezsiniz elbette. 


Yahut da milliyetçisisiniz. Yine Bediüzzaman sizi mutlu edemez. Çünkü Risale metinlerinde Türk milliyetçilerini rahatsız edecek kadar Kürtlerden, Kürt milliyetçilerini rahatsız edecek kadar da Türklerden sitayişle bahis var. İslam kardeşliğine vurgu var. Yahut Arap düşmanısınız diyelim. Gözünüze soka soka kırk yerde 'Muhammed-i Arabî aleyhissalatuvesselam' diyor, onun Arabî olduğunu size hatırlatıyor. Kardeşlik aşılıyor. Yahut, biraz daha detay, İbn-i Arabî (k.s.) düşmanısınız. Tam kılıcınızı kaldırıp vuracakken, hop, Bediüzzaman giriyor araya. Diyor ki: Kendisi mübarektir ama öğretisi herkesin anlayabileceği/taşıyabileceği bir öğreti değil. Tezyif etmeyin. Hevesiniz kursağınızda kalıyor.

Yahut da geriniyor geriniyorsunuz, tam tarikatların alnının ortasına nişan alıyorsunuz kendinizce, atacaksını oku. Hop! Yine Bediüzzaman. Kendisi yolunu onlardan ayırıyor ama onların İslam'a hizmetlerinin de haklarını yemiyor. Faziletleriyle iftihar ediyor. Okunuz, ayağınızın önüne, kollarınızsa çaresizce iki yanınıza düşüyor.

Avrupa'ya saldıracaksınız. "Avrupa ikidir" diyor. Alevilere vuracaksınız. Alevilerin hakikilerine din namına sahip çıkıyor. Bir/birkaç kusurunu nümayişle şişirip din namına hükümeti devireceksiniz, darbe niyetindesiniz, "Seyyiesiz hükümet muhal-i âdidir" diyor.

II. Abdülhamid'i 'kızıl sultan' yapanlar da memnun değil ondan, 'ulu hakan' yapanlar da. Çünkü hem veli diyor hem de istibdadını eleştiriyor. İmam-ı Rabbanî'ye (k.s.), bir meselede muhalif bir görüş beyan etse, aynı satırda birkaç iltifatla anıp şahsına olan hürmetini (ve duyulması gereken hürmetin de) altını çiziyor. Hz. Ali (r.a.) ve dönemi ihtilafları hakkında bile şöyle rahat rahat söz söyleyemiyorsunuz. Çünkü metinlerini okuduğunuz insan istikametli, temkinli, adaletli. Her adımını insaf ile basıyor.

Sünuhat'ında mesleğini 'musavvibe' olarak tarif etmiş. Ehl-i Sünnetin hassasiyetleri gençliğinden beri hayatına sinmiş. Tahtieciler gibi değil. İnsanı bir açığını yakalamakla yerin dibine batırmaya çalışmıyor. "Mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır..." diyor.

"Bence, Tahtîeci, hubb-u nefisten neşet eden inhisar zihniyeti illetiyle malûldür. Ve Kur'ân'ın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes'uldür. Hem Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm'da lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz."

Parçanın bütüne galip kılınmasını engelliyor her adımında. Parçaya ancak bütünün hakkını yemeyecek bir şekilde yorum yapabilme şansı veriyor. Mevlana'nın (k.s.) körlerin fil tarifi örneğinden gidersem: Filin dişine dokunmakla şunu söylemenize izin vermiyor Bediüzzaman; "Bu parça taş gibi olduğuna göre, fil dediğimiz şey, kocaman bir taştan ibarettir." Onun bizden Kur'an'ın muvazenesi ve istikameti namına en az beklediği şu: "Ben şu an taş gibi birşeye dokunuyorum ve kanaatimce bu taştır. Ama filin tamamına dokunamadım. Başka bir parçasının daha farklı bir özelliğe sahip olma ihtimali var." Yani özünde "Hak yalnız benim mesleğimdir..." demeye izni yok. Eh, kanınızda, meşrebinizde hırs, öfke, aşırıya gitme varsa böyle bir fren sistemiyle fazla uzağa gitmeniz mümkün değil. O yüzden dedim işte: Çılgınlık arzulayanların Bediüzzaman'ı sevmemesi normal.

"Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın?"

Karşınızda kafiri bile parçalara ayıran ve onun içinde bile iyi yönler/huylar olabileceğini söyleyen birisi var. Ve diyelim siz de Mustafa İslamoğlu'sunuz. Her dersinizde, değil bir kafiri veya münafıkı, meşhur bir İslam âlimini yerin dibine batırıyorsunuz. İmam-ı Rabbanî'yi (k.s.) anıyorsunuz öyle, Mevlana'yı (k.s.) anıyorsunuz öyle, İbn-i Arabî'yi (k.s.) anıyorsunuz öyle, Ebu Hureyre (r.a.) anıyorsunuz öyle, İbn-i Hacer (r.a.) denk geliyor bir bahiste, onu öyle; İmam-ı Gazalî'den bir nakil söylüyorlar, onu öyle; İmam-ı Âzam'dan bahsediyorlar, onu öyle... Böyle, önünüze kim gelirse biçe biçe(!), terbiyesizce, onları sözde alçaltmayı kendinizi yükseltmek sanarak yolunuza devam ediyorsunuz.

Derken Bediüzzaman diye birinden, ona duyulan sevgiden ve duruşundan bahsediyorlar. Bu duruş elbette içinize oturur. Doğruyu yapan birilerinin varlığı yapmayana sancıdır. Doğrunun adı bile şeairidir. Hep doğruyu çağrıştırdığından sevilmez. Münkir bu yüzden minareyi, camiyi, tesettürü, namazı, türlü şeair-i İslamiyeyi beğenmez; çünkü içindeki vicdanın düğmesine basar bu karşılaşma. Bediüzzaman'la karşılaşmak da bu insanların yapageldikleri veya yapmayı planladıklarına dokunuyor.

O yüzden tekrar tekrar altını çiziyorum: 'Parçalarda boğulup' aşırıya gitmeye müsaadesi olmayan bir âlimi, bütün hayatının ve metinlerinin şahidi olduğu bir tevazudan, yalnız bir lakabını kaldırıp göstermekle azletmeye kalkmak, onu 'parçada boğmaya' çalışmaktır. Biz de İslamoğlu'nun iddiasını bu nedenle kendisine iade ediyoruz. O 'mahviyet ayağı' kendisine aittir. Her cümlesine 'bu fakir' diye başlayıp sonra hangi âlimi ansa 'bu benden de fakir' diyene (ima edene) sorarlar: "Böyle yapınca doğal olarak sen yine en zenginim demiş olmuyor musun? Öyle ya, herkes daha fakirse, en az fakirimiz aslında en zengimizdir."

Yazıyı, Bediüzzaman'ın sahabeler dair bir Risalesinin son kısmıyla bitirmek istiyorum. Bence bu 'küçültme girişimlerinin' arkasındaki zihniyet kodlarına da ışık tutan bir yer:

"Dördüncü suâl: Sahabilere karşı iddiâ-i rüçhan nereden çıkıyor, kim çıkarıyor? Şu zamanda, bu meseleyi medâr-ı bahsetmek nedendir? Hem, müçtehidîn-i izâma karşı müsâvât dâvâ etmek neden ileri geliyor?

Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. Bir kısmı, sâfî ehl-i diyânet ve ehl-i ilimdir ki, bâzı ehâdisi görmüşler; şu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatı teşvik ve terğib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibâha gelirler. Diğer kısım ise, gayet müthiş mağrur insanlardır ki, mezhebsizliklerini müçtehidîn-i izâma müsâvât dâvâsı altında neşretmek istiyorlar...
"

21 Kasım 2014 Cuma

'Bir tek ben müslümanım'a doğru giderken...

Bediüzzaman'a aittir. Fakat 'atanmamış müçtehid' Mustafa İslamoğlu da bazı derslerinde kullanmıştır bu ifadeyi: "Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikate inkılâp eder, hurâfâta kapı açar." Bir keresinde, hukukçu Ömer Faruk Uysal abi, bu söz bağlamında (biraz da Harici kafasının psiko-sosyolojik altyapısını irdeleyen) tesbitlerde bulunmuştu. (Alternatif Bakış programındaydı sanırım.) Demişti ki: Bir toplumun medeniyet seviyesinin değişmesiyle mecaza yatkınlığı da değişir. Başkalaşır. Medeniyet geliştikçe düşünce ve dil, düşünce ve dil geliştikçe mecaz kullanımı artar. Daha nim-bedevî topluluklarda, mesela Necid sekenesinde, düşünce de dil de mecaza yatkın değildir. Bu nedenle o topluluklarda Kur'an'daki mecaz kullanımlarını reddeden ekoller ortaya çıkmıştır.

Kur'an'da ehlince malum pekçok mecaz kullanımı vardır. Mesela biyedihi'l-hayr, mesela ahsenu'l-halıkîn vs. Eğer bunları mecaz saymazsanız, birincisinde Allah'ın insan gibi bir eli olduğunu (hâşâ) düşünebilir, ikincisinde ise Allah'la beraber başka yaratıcılar olduğunu (hâşâ) hayal edebilirsiniz.

Peki bu benzetmeler ne için? Elbette insanların daha kolay anlayabilmesi için. Çünkü Kur'an bir tenezzülat-ı İlahîdir. Allah Teala'nın insanlarla fehimlerine göre konuşmasıdır. Evet. Eğer Rabbimiz kendi azametinin şanı ile bizimle konuşsaydı, biz o tarz bir kelamı değil anlamak, tesirine bile dayanamazdık.

Peki bu durum bizde nasıl? Esma açısından meseleyi ele alırsak, evet, biz de Cenab-ı Hakkı bir çeşit mecazla biliyoruz. Örneğin: Bizdeki ilimden ve onunla eylediğimizden anlıyoruz ki kainatta da bir bilen ve yapan var. Elbette Onun ne bilmesi ne yapması bizim bilmemiz ve yapmamız cinsinden değil. Ve hakikatte bütün bilişlerin ve yapışların kaynağı Onda. Herşeyin yaratıcısı o. Bizdekiler tecelli. Bizdeki birer ölçü. Bir anlama kapısı. Birer 'aslı bildirir' gölge.

Ama Onun güzel isimlerini de ancak bu gölgeler sayesinde anlayabiliyoruz. Mesela: "Şuradan şuraya kadarı bizim!" diyoruz, "Buraları biz idare ediyoruz. Öyleyse bu kainatın da bir sahibi var ve o da kendi mülkünü idare ediyor!" kanaat getiriyoruz. Kendimize yüklediğimiz mecazî eyleyiciliklerle asıl eyleyeni buluyoruz.

Tamam. Benim malikiyetim son minvalde bir gölge malikiyet, gerçek değil, bir mecaz. Ama Onunki hakiki. O Malik-i Hakiki. Kendimizdeki mecazlarla şu hakikate varıyoruz. Biz de intikam alıyoruz ama hakiki Müntakim olan Allah. Biz de adaletli olmaya çalışıyoruz ama hakiki Âdil olan Allah. Biz de sabırlı olmaya gayret ediyoruz ama es-Sabûr olan Allah.

Yani: Şu dünyada bizim için de 'bilmenin' kapısını açan 'mecazi kullanımlar' var. Ki Aleyhissalatuvesselam bile yemin ederken diyor: "Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim." Yoksa, Nebiler Serveri, elbette 'mahlukatına benzemekten münezzeh olan Allah'ın gerçek bir eli olduğunu (hâşâ) düşünmüyor.

İşte, atanmamış müçtehid İslamoğlu, bizim bilmemizin kapısı olan böylesi mecazlar yokmuş gibi, bunlar hiç kullanılmıyormuş gibi sağda-solda diyor ki: "Bedi ismi Kur'an'da Allah için kullanılıyor. Bediüzzaman'a o ismi vermek tehlikelidir."

İyi de, Tevbe sûresi 128'de, Cenab-ı Hak buyurmuyor mu kendi Resulü aleyhissalatuvesselam için: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da 'çok şefkatli' ve 'merhametli'dir." Bu ayet-i kerime içinde 'Rauf' ve 'Rahim' isimlerini kullanmıyor mu? Haydi, sen, bunu da icma-ı ümmetin hilafına başka bir şekilde tevil edersin. "Orada kastedilen Allah'tır. Siz yanlış anlatıyorsunuz!" dersin. Çünkü ehl-i bid'anın sanatı zorlu tevillerdir.

Peki, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, Mekke'nin fethinden sonra müşrik önderlerine sorduğunda onlardan kendisi hakkında şöyle bir tarif almıyor mu? "Sen kerîmsin ve kerîm bir kardeşin oğlusun." O zaman onlara "Susun, ey melun, pis kafirler!" mi diyor? Yoksa kerîm olmanın müminin bir hasleti olmasını kabul mu ediyor? Yoksa biz onu da mı yanlış biliyoruz? Kerîm de Allah'ın isimlerinden birisi değil mi? Belki sana göre değildir. Kimbilir?

Bütün bunları geçtim. Bir de Bediüzzaman'a 'Bediüzzaman' denmesini 'kibir alameti' gibi şeylere bağlıyorsun. Yazıklar olsun. Onun tevazuuna bütün hayatı şahittir. Senin bir parçayı kaldırıp, onu da kendince çarpıtıp, cerbeze ile 'Bütün bundan ibarettir!" demenle hiçbir şey değişmez. Ancak yine de sormak istiyorum:

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın da ismi Muhammed. Benim Arapçam yok ama Muhammed'in 'övülmüş' veya 'övülen' anlamlarına geldiğini biliyorum. Acaba sana göre Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da mı bu ismi bir kibir vesilesi olarak (hâşâ) kullanıyor? Kaldı ki, Bediüzzaman o ismi kendisi de seçmiş değil, hocasının taktığı bir isim ve öyle şöhret buluyor. İlk o isimle şöhret bulan da o değil, Bediüzzaman-ı Hamedanî veya Bediüzzaman-ı Cezerî gibi başka şahsiyetler de var böyle bu isimle iştihar etmiş.

Yani şimdi, a kuzum, sırf sana 'kibir' kokusu geldi diye herkes ismini veya lakabını mı değiştirmeli? Aziz Mahmud Hüdayi de sırf Mahmud mu kalmalı? Hacı Bayram-ı Veli de "Benim adım yalnız Bayram!" diye mi gezmeli? Söyle: Ne etmeli de sana 'senden gayrı' İslam ulemasını bir şekilde sevdirmeli?

Ne tuhaf zanaat böyle tahtie kılıncıyla insanların başını kesmek! Ne konforlu, eserinin ve hayatının anlattığı bütünden kopuk, 'tek kelimeden' ahlaklar devşirmek! Ne komik "Herkes yanlışta, herkes sapkınlıkta, bir ben doğrudayım!" havalarında dolaşmak.

Bize Nurcular içinde denk geldiğin yanlışlardan mı bahsedeceksin? Bizim de rastladığımız yanlışlar var. Fakat en azından şunu ayırabiliyoruz: Bu metinlerin suçu değil. Naehiller hangi mesleğe girse o mesleğe zarar verirler. Bugün Kur'an'ı okuyup da müslüman kanı dökmeyi marifet sayan ekoller yok mu?

Bu ekollerin suçlusu Kur'an olmadığı gibi, kendisinden iman dersini almış birisi olarak söylüyorum ki, Nurculuğun içindeki yanlış anlamaların suçlusu da Bediüzzaman değildir. Kur'an'ın arşına çıkan merdivenimizdir o bizim, manevi elif-ba'mızdır, mürşidimizdir. "Ne diyor?" diye değil, "Kur'an'dan bize ne söylüyor?" diye okuduğumuzdur. Şimdi ister hak ver, ister eleştir, hakikat zaten 'kendisi bizzat hakikat olduğundan ötürü' kazanır. Biz durduğumuz yerden ve Kur'an'ın sancağı altında olduğumuzdan eminiz. Acaba sen bunca yanar-dönerlikle nerede durduğundan emin misin?

14 Kasım 2014 Cuma

Yuh olsun klanının menfaati için iftira atanlara!

Aslında bu mesele, hiç de üzerime vazife olmayan, ama çenemi de tutamadığım bir mesele. Şu an Nurcu altgrupların tamamına yakını birbirini yiyor. Hatta o altgruplar bile daha altgruplara ayrılıyor. Her yer kaynıyor. Her yerde bir dönüşüm var. Taşlar havada, kendilerine konacak yeni yerler arıyorlar. Bu dönüşümü iki şekilde açıklayabiliyor yahut da gelecek adına senaryo olarak öngörebiliyorsunuz. Birincisi: Nurculuk daha alt ve küçük gruplar halinde yoluna devam edecek, gelecek yirmi yıl da bu gruplarla sürecek. (Ki mevcut durum da bütünleşme anlamında bundan daha olumlu bir yorum yapabilmeyi mümkün kılmıyor.) İkincisi ise: Bütün bu gruplaşmalar, kamplaşmalar yok olacak. Geriye sadece fert fert, belki bütünden bağımsızlık anlamında birey birey, Nurcular kalacak. Şu an bir geçiş evresindeyiz. Yaşanan sancılar da bunun sancıları. Ben, biraz iddialı olsa da, gelecek adına şu ikinci senaryonun daha kuvvetli bir ihtimalle vuku bulacağını düşünüyorum.

Bunu ne sağladı? Bunu 'en büyük taşın' yerinden oynatılması sağladı. Statüko, genelde küçük taşların oynamasıyla kendinden ödün vermez. Fakat en büyük taş yerinden oynadığında, herkes hiyerarşideki konumunu bu büyük taş ile irtibatlı bir şekilde sürdürdüğünden (hiyerarşi zaten budur) yer yerinden oynar. Gülengillerin bir yanının Risale-i Nur'la ilgisi, fiiliyatta tüm sorunlarına rağmen gelenek olarak Risalelerden beslendiğini söylemesi ve büyüklüğü, bugünkü durumda onun yıkılmasıyla bütün düzenin restorasyonunu kaçınılmaz hale getirdi. Zira bütün Nurcu gruplar Gülengillerle bir şekilde etkileşim içindeydi. Bazıları gelir noktasında da onlarla irtibatlıydı, muhtaçtı. Bazıları ise içdizaynını bile onlara bakarak, bir noktada 'onlar gibi olmaya çalışarak' oluşturuyordu. Bunun dışında çoğusunun içinde fiiliyatta Gülenci, ama nedense o gruplar içinde 'o grupçu' gibi duran insanlar vardı. Hükümet-Gülengiller gerilimiyle birlikte onların da çoğusu kendilerini açık ettiler. Bu sefer bu kararsız moleküller diğerlerini de daha kararsız bir hale getirdi. Kararsızlık kimyada bir halden başka hale geçmeye/dönüşmeye yatkınlık anlamında kullanılır.

Hükümet-Gülengiller gerilimi sürerken, iş, Risale-i Nurların, bandrol konusunda girilen çıkmazdan dolayı 'basılmaması' noktasında tıkanınca, bu sefer saflar daha da keskinleşmeye başladı. Kimileri bunu "Risale-i Nur yasaklanıyor!" lansesiyle pazarlarken, diğer bir kısmı "Risale-i Nur'a devlet tekeli!" demeyi tercih etti. (Daha komik olan: Bu iki argümanı beraber kullanan insanlardır.)

Endişeyi körükleyen veyahut 'vehme vücud verdiren'se süreçteki belirsizlikler. Yani Risaleler tekrar ne zaman basılmaya başlayacak? Bu sorun tam anlamıyla ne zaman çözülecek? Bu hâlâ üzerinde sis perdesi duran bir mesele. Özellikle bu işin sorumluluğunu üzerine alan insanlar bu noktada net bir takvim sunamıyorlar. "Şu tarihten itibaren artık gönül huzuruyla basılmaya başlayacak!" diyemiyorlar. Bu da işleri iyice sarpa sardırıyor. Şu an herkesin evinde külliyat var, internetten de ulaşabilmek mümkün, ceptelefonu uygulamaları da serbest satılıyor. Ancak yine de kitap baskılarının daha uzun bir süre yapılamaması, şu an sesi çıkmayan insanların "Yeter, ne zaman çözülecek bu iş?" demesine sebep olabilir. Gözardı etmemek gerek bu ihtimali. Bekletilmiş sabır, sabır değil öfkedir.

Ancak bütün bunların ötesinde; bu mesele üzerinden hükümete çakma çabaları bana komik geliyor. Hele Risalelerin yasaklandığını söyleyenlerin, bu sözlerinde kastettikleri, eğer Yeniasya ve Gülengiller gibi; "İnönü bile bu kadar ileriye gitmemişti!" gibi insanın neresiyle güleceğini şaşırdığı iddialar ise, iki laf diyeceğim var. Bu laflardan birincisi, onların ikiyüzlü oldukları. Evet, ikiyüzlüler çünkü Risalelerin yasaklı olduğu döneme dair derslerde, yazılarda, sunumlarda anlattıkları şeylerin bindebiri bile şu an oluyor değil. Ne insanların evleri basılıp Risaleler toplanıyor. Ne yanlarında Risale bulunanlar hapse atılıyor. Ne de Risale okuyanlar taciz ediliyor. Bilakis, böylesi bir durum olsa, Nurcuların en özgüvenli bir şekilde haklarını alabilecekleri dönem bu dönem. Hal böyleyken, sanki o dönemin hatıralarını daha önce bizim gibi yaşı küçük Nurculara anlatmamışlar gibi; "Bunlar İnönü'den daha beter!" türünden şeyler söylemeleri, hakikaten neremizle güleceğimizi şaşırdığımız hallerden.

Bir de Bediüzzaman'ın Risalelerin yasaklanması ve belalar arasında kurduğu ilgiyi biraz tuhaf anlıyor bu insanlar. O zamanlar sadece Risaleler yasaklı değildi, herkes yasaklıydı. Ve Bediüzzaman, o dönemde Risale hareketini tüm iman hareketlerinin öncülü olarak görüyordu. Dolayısıyla Risalelerin yasaklanması doğrudan iman hareketinin önüne çekilen bir setti. Risaleler, Risale oldukları için değil; sabık düzenin kurgu müslümanına karşı direnen ilk kuvvet oldukları için yasaklanıyordu. Nerede bu tarz bir yasaklanma ve bu yasaklanmanın ardındaki zihniyete yönelik musibet tehditi, nerede bugün yine Nurcuların kendilerini soktukları yasal bir çıkmazdan ötürü Risalelerin matbaada basılamaması? Şu an ben üç ayrı siteden Risale okuyabiliyor, evimdeki külliyata da parkta, bahçede, okulda, kütüphanede, her yerde rahatça açıp bakabiliyorum. Bu mu yani sizin gözünüzde İnönü'den beter olan Erdoğan'ın bize uygulayabildiği yasaklama? Bu mu sizin yasaklanma anlayışınız? Yuh olsun klanının menfaati için iftira atanlara! Yuh olsun!



13 Kasım 2014 Perşembe

Sevilmek kadar sevilmemek de sünnettir

Sevilmek kadar sevilmemek de sünnettir. Beğenilmek kadar beğenilmemek de... Allah Resulü, dünyaya geldiği dönemde, herkesin sevdiği birisi değildi. O da herkesi sevmiyordu. Şartları vardı. Muhtemelen Ebu Cehil gibiler nefret de ediyordu ondan, ama bu onun 'saygınlığına' halel getirmiyordu. Kafamızı takmamamız lazım bu açıdan sevilmeye veya beğenilmeye. Bunun etrafında dönerken bile, bir açıdan, böyle bir yaramın olduğunu ikrar ettiğim söylenebilir. İnsanî olan her yara bende de bulunur. Zaten yazarken de yapmaya çalıştığım kendi yaralarıma kızgın bıçak sokmak. İçindeki kurşunu çıkarmazsan, o yara iyi olmuyor. Üstüne sargı bezini geçirip görmezden gelmekle kurşun yarası iyileşmez.

Bizde, her nedense, Allah Resulünü tek yönlü görme hastalığı var. Yani Allah Resulü hep sevilmiş, beğenilmiş gibi. Hiç kızmamış veya soğuk bakmamış gibi. Bizi de 'Allah'ın sevmediği insanların karşısında bile' bükülmeye zorlayan hastalıklı bir algı bu. Böylesi insanlar, işlerini güçlerini, sevgi pıtırcığı gibi, herkesin suyuna gitmek, her nabza göre şerbet vermek, ilkelerle değil ilişkilerle âbâd olmak biliyorlar.

Bence müslümanlık bu değil. Müslümanlık, sevenlerin kadar sevmeyenlerinin de olduğu, hoşgördüklerin kadar hoşgörmediklerinle de karşılaştığın bir düzlemde yaşanır. Emr-i bi'l-maruf ile nehy-i ani'l-münker böyle bir yaşantının iki yanıdır. Ancak bizde nehyi yaparken hep bir tereddüt var. "Ya küserse bana?" Biraz daha kollektifi ise şöyle oluyor: "Kardeş, yaptığın uhuvvete aykırı!" Bana böylesi serzenişlerde bulunanlara şöylesi sitemlerde bulunuyorum: "Siz, Allah Resulünün, bir sahabisini yanlışta görüp de 'Uhuvvete zarar gelir' diye onu uyarmadığını duydunuz mu?" Aksine; kardeşliğin pek vefa görmeyen bir başka cinsi de, yanlışta gördüğün insana 'orada olduğunu' hissettirmektir.

Biz şu an ihsan makamını, insanlar nazarında bir ihsan olarak yaşıyoruz. Evet, 'Allah'ı görür gibi yaşamak' olarak Efendimiz aleyhissalatu vesselamca tarif edilen ihsan, bizim için, Onun gözünde değil, insanların gözünde yaşanılan bir ihsana dönüşmüş. "İnsanlar ne der?" daha önemli bizde. Bu normalleştirmeyi yapan da teveccüh-i nas'ı Allah'ın rızasının bir belirtisi saymamız. Allah'ın rızasının 'büyük inkişafların' tek kaynağı olduğunu düşünüyoruz. Halbuki bazen istidraç da olabilir böyle şeyler. Bediüzzaman bizi uyarıyor. Muvaffakiyet yalnız başına ihlasın delili değildir. Rıza garantisi vermez. İstikametten büyük keramet yoktur. Bazen Allah, yanlışta gördüğü kulunun önünde de dünyanın işlerini kolaylaştırır. Bu onu kazanmak için değildir, daha fazla batmasını sağlamak içindir. Tekrar başa dönersem: Sevilmek kadar sevilmemek de sünnettir. Beğenilmek kadar beğenilmemek de...

Beğenilmesen de yazamaz mısın yani?

"İnsanlar onlara: 'Düşmanınız olan insanlar, size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun' dediler. Bu onların imanını artırdı da: 'Allah bize yeter. O ne güzel Vekil'dir' dediler." Âl-i İmran sûresi, 173.

Bu hafta daha önce çizdiğim şeylerin altını birazcık sileceğim. Belki fazla yalın ifade ettiğim şeyler oldu. Onları bir parça yumuşatmak lazım. Öncelikle: Genç yazarlara hiçkimsenin aldırmadığını söylemiştim. O kısmen yanlış. Fakat nasıl söylesem? Mümkünse ilk el aldığınız yerden başka bir yere yüzünüzü dönün farkedilmek için. Yahut da farkedilmeyi aramayın. İkinci söylediğim biraz daha zor geldiğinden ve yeni yazarlarda en az bulunan şey 'sabır' olduğundan birincisine geri dönelim: Yüzümüzü başka yere dönmek ne demek?

Bir yazar adayı genelde içinde yetiştiği ortam tarafından en son farkedilir. Önce farkedenler ise neredeyse herkestir. Sizi evveliyatınızla tanımayanlar, eğer varsa, yeteneğinizi daha kolay gözlemlerler. Bu bir açıdan şuna benzer: Ebeveyniniz sürecin her aşamasını görebildikleri için yıllar sonra tekrar uğrayan bir yabancı kadar boyunuza şaşırmazlar. Canlandıralım: Selami amcalar geliyor ve "Aaa! Vaaay! Bu çocuk kocaman olmuş!" deyiveriyor. On santim uzamışsınız belki. Ebeveynde ise tık yok: "Ayol ne büyümesi. Aynı çocuk işte. Abartma!" Bu neden mi böyle? Çünkü yakınlarınız yavaşça ısınan sudaki kurbağaya benzer. Pişene kadar piştiğini anlamaz. Yabancılarsa kaynar suya atılan kurbağalar gibidir. Hemen ısı farklılığını algılarlar. Misalimiz Fransız mutfağındandı.

Bir yakınınıza yazı gönderip "Beni okur musun?" demek darağacında sıranızı beklerken cellada "Şu tabureyi azıcık iter misin?” demeye benzer. Yazıyı gönderdiğiniz anda 'olmadığınızı' ilan edersiniz çünkü. Karşınızdaki de size ‘olmuş’ muamelesi yapmaz. Daha doğru olan, eğer yapılmadan durulamıyorsa, karşıdakinin takdirini bekleme dürtüsüyle değil, yazıdaki düşünceyi istişare etme niyetiyle göndermektir. Bu sırada yazı zaten muhatapça okunmuş olur.

Belki şu usûl denenebilir: "Böyle birşey karaladım, ama bir baksana sen de, yanlış söylediğim veyahut ilave etmem gereken birşey var mı?" Görüldüğü gibi burada karşı tarafa değerlendirmesi için sunulan şey 'yazarlığınız' değil, ıskaladığınız veya eksik kalan şeydir. Bu muhatabınıza şu mesajı verir: "Adamım, yazabildiğimi biliyorum, sakın yeteneğimi sorgulama. Birşeyler katabileceksen, onu bekliyorum, tamam mı?" Çünkü zaten yazar adayları yazamadıklarına inanmaya yatkın değildirler. Ancak bunu açıktan söylemezler. Kendilerini doğru şekilde ifade edememeleri nedeniyle de teşebbüsleri genelde kırgınlıkla neticelenir.

Ancak, bir kardeşiniz olarak ben, hiçkimseye yazılarınızı göndermemeniz taraftarıyım. Şahsen ben gönderdiklerimden fayda görmedim. Emeğimize bağlı şeylerin yardımla hızlı aşılacağını düşünmek yanlış. Ne güzel. Teknoloji ilerlemiş. Blog kurabiliyor, sosyalmecralardan yazılarınızı çok daha fazla kişiye, üstelik isimlerine mail atmadan ulaştırabiliyorsunuz. O halde ümit maskesi takmış bir açgözlülükle daha fazlasına zorlamamak lazım. “İkincil niyetler birincil niyetleri öldürür!” demiştim serinin bir önceki yazısında. Bunu şimdi Bediüzzaman'ın 9. Mektup'taki bir izahıyla da detaylandırmak istiyorum. Diyor ki mürşidim:

"Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir. Bakar ki, muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî câh olan merâtib-i mâneviyeye ve derecât-ı kurbiyeye ve zâd-ı âhirete ve hakikî mal olan a'mâl-i salihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âli bir haslet olan hırs-ı hakikîye inkılâp eder."

Evet, birincil niyetiniz eğer dünya olursa, kaçınılmaz bir şekilde 'tiksintiyi' üzerinize çekiyorsunuz. Uğraştığınız da bu yüzden elinize daha zor geçiyor veya hiç geçmiyor. Fakat birincil niyetinizi fıtrî gelişim sürecine, yani bir açıdan ‘kimseye el açmadan farkedilme sürecine’ bıraktığınızda, hırsınız da doğru yere kanalize olduğundan sizi yarı yolda bırakmıyor. Çalışmaya devam ediyorsunuz.

Misal: Yazmanın gerek şartının güzel/faydalı şeyler yazmayı istemek, yeter şartının da bunları yazabilmek olduğunu düşünürseniz, bu düşünce sizi bir ömür verimli kılabilir. Seçiminiz kısa vadede maddi bir fayda getirmeyecek ancak uzun vadede 'yazmış olmayı başarmak'tan dolayı sizi iç huzura kavuşturabilecek birşeydir. Ve burada hırsınız 'kendi istidadınızı/yeteneğinizi isbat' olduğundan alacağınız lezzet de lezzet-i ruhaniyeye yaklaşır. Lezzet-i ruhaniye ile nefsî lezzetlerin birbirinden ayrıldığı yer: Ruhanî lezzetin tadı damaktan gitmez. Nefsî lezzet tattığın anda senden ayrılır, terkeder, geriye özlemi/sancısı kalır.

Bir fakire sadaka vermek anımsadığınız her anda size lezzet-i ruhaniye verir. Tadı hep damakta kalır. Ancak herhangi bir harama ayırdığınız, onunla ilgili his tatmin olduktan/doyduktan sonra, sancımaya başlar. Edilen masraf hatırlanır, harcanan vakit yüreği sıkar, elde kalanın hiçliği canı darlandırır, pişmanlığı vicdana baskı yapar, ruhunuz inim inim inler. Nefsî lezzetlerin ömrü helal dairesinde bile olsalar kısadır. Ama lezzet-i ruhaniye dediğimiz şeyin saadeti ruh gibi bakidir.

İşte, yazmanın hedefi olarak lezzet-i ruhaniyeye daha yakın birşey seçerseniz, onun gücü sayesinde daha devamlı çalışırsınız. Misal: Yazmanın amacı olarak rıza-yı İlahî'yi ararsanız elbette bu arayış sizi daha çok yazar kılar ve onay almak zorunda da bırakmaz. Çünkü Onun rızası amelin kalitesinden ziyade niyetteki ihlasa bakar. Varmayanı da yola çıktı diye kabul etme ihtimali vardır.

Bu semaya çıkması zor. Kabul. Fakat bari ‘fıtratınızın hakkını vermeyi’ merkezinize alsanız. Mesela: Sırf Yaradanınızın size yazmayı sevdirmesinden ötürü yazsanız. Başkalarından birşey aramadan, "Siz olmasanız da ben yazacaktım, evet, çünkü buna yaratılmışım!" diyebilseniz, o vakit bu da sizi verimli kılar. Hüzne de uğratmaz. Hadi, buna da çıkamadınız, keşke inatçı olsanız. Size: "Sen yazmayı beceremiyorsun!" diyenlerin inadına kalemi kovalamaya devam etseniz. Bu sefer de inat ile yazsanız. İnat da güzel yazdırır çünkü:

"Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni umurlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen bir şeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şeye inat namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata inkılâp eder."

Yani yazmanın çok farklı motivasyonları da var. İnat, öfke, ihtiyaç, intikam, kendini gerçekleştirmek, işe yaramak, birşeyler üretmek, ihlas vs. Neden ‘beğenilmek’ veya ‘çok satmak’ isteyesiniz ki? (Tamam, para da tatlıdır, haklısınız.) Onların motivasyonu sizi bir yere kadar götürür. Doyumunda ise amaçsız bırakır. Hem yazarların bin tanesinden ancak bir tanesi gördüğü ilgi ile tatmin olur. Gerisi açıkta kalır. Dürüst olalım arkadaşım. Yazı piyasası öyle geçim sağlanacak bir yer değildir. Tutması ihtimali milli piyango bileti kadar uzaklarda bir hülya için çabalamaktansa, inadınızı kızıştırıp, farkedilmemenin intikamını bahtınızdan alsanıza! İnanın bana, intikam, ilham perilerinden daha çok yazdırır.

10 Kasım 2014 Pazartesi

İçimdeki ateiste mektuplar 4: Timsahın duası

Bir belgeselde izlemiştim. Vahşi hayvanlar, sürüler halinde bir su birikintisinin (göl demek biraz zor) çevresinde toplanıyorlardı. Bir şeylerden korktukları çok belliydi. Fazla beklememe gerek yokmuş neyse ki. Beş dakika bile sürmeden bu tedirginliğin hikmet-i vücudu ortaya çıktı. Bir timsah ansızın yerinden fırladı ve gaflette yakaladığı bir tanesini suya çekti.

Ölümler de en az 'hayat buluşlar' kadar organize ve gerekli. Belki bunu bana, her gün binlerce canlıyı öldüren dünya mezarlığı düşündürüyor. Zira bu dünyaya gelenler ve gidenler öylesine orantılı ki, birisi tarafından ayarlanmamış olması mümkün gözükmüyor. Böyle mükemmel bir intizam, gelir-gider dengesi olmadan korunamaz.

Şöyle enteresan bir şey okumuştum: İkinci Dünya Savaşı’nda ülkelerin erkek nüfusunda büyük azalışlar olmuş. Fakat burada enteresan bir şey var. Aynı ülkelerde, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki doğumlara bakıldığında, erkek çocukların doğum oranı, kız çocuklarının doğum oranının neredeyse iki katına ulaşmış.

Sanki dünyaya gelen çocukların bu açıktan haberi varmış da eksikliği kapamışlar gibi. Ve bilim adamları şaşırmış. “Doğa yaşamak için yol buluyor...” diye düşünmüşler. Sanki doğa dediğimiz otun, böceğin aklı var da bunları düşünüyor.

Empati yapıyorum ve kendimi timsahların yerine koyuyorum. O ağır cüsseleriyle uzun kara koşuları yapamayacak olan biçareler, elbette rızkı ayaklarına bekleyecekler. Hem zaten suyun dışında, yanlış hatırlamıyorsam, üç günden fazla yaşayamıyorlar. Siz böyle sınırlarla yaratılmış olsanız, nasıl dua ederdiniz Allah’a? Mesela şöyle olabilir mi:

“Allah’ım, benim rızkımı kovalamaya gücüm yetmiyor. Vücudum ağır, suya muhtacım. Sen rızkımı bana gönder!” Galiba timsahlar da böyle dua ediyorlar. Zira belgeselin devamında öğrendiğime göre, o bölgede timsahların bulunduğu sudan başka içme suyu kaynağı yokmuş. Yani o vahşi hayvancıklar, korkarak da olsa, suya yanaşmaya mecburlar. Dahası var. Eğer timsahlar onların sayısına böylesi bir ayar çekmese, hızlı nüfus artışları nedeniyle ortalığı sararlarmış. Nesilleri çoğalır ve başka hayvanlar için sıkıntı yaratırlarmış.

Onlar böyleyse, peki ya diğerleri? Sahi, bir seferde binlerce yumurta bırakan balıklar ve on binden fazla tohum saçan haşhaşlar var. Eğer onlara da Allah böyle bir sınır koymasa, dünya nasıl bir yer olurdu? Bu yüzden hepsinin bir sınırı var arkadaşım. Ve herkesin bir duası var. Şuurlu ettiklerimiz bir yana, haberimiz olmadan ettiklerimiz de var. Kuşların da var. Ağaçların da var.

İnanmıyor musun? Hatta ağaçlarınki o kadar mucizevî ki, onların muhtaç olduğu su, ta başka okyanuslardan gökte taşınarak getiriliyor. Damlacık, damlacık yüzlerine serpiştiriliyor. Böyle hizmet nerede var? Şu dünyaya dikkat et! Her canlının arzusu, adeta duası işitilir gibi hiç ummadığı yerlerden karşılanıyor. Yavrular, annesinin sinesinden süt emiyor, insanlar tat bilmez bir böcekten bal alıyor ve elsiz bir böcekten ipek giyiyor. Hayat bir şekilde sürüyor.

Seni bilemem. Ama ben gördüğüm harikaları 'duaların sahibinden' başkasına veremem. Bu kadar farklı arzuların, bu kadar farklı canlıdan, bu kadar farklı şekillerde semaya yükseldiği bir kâinatta, Allah’tan başkasına bir zerreciğin yükünü yükleyemem. Zira bir ağaç için, bir güneş gerek. Bir güneş içinse, bir kâinat. Herkesin duası, bir diğerine bakıyor. Bunların hepsini işiten ve birbirine uygun cevaplar veren, ancak O olabilir.

Yazmanın motivasyonları 1: Sana iltifat eden, seni esir almak ister

"Genelde olduğu gibi, bir kişinin kararlılığı, gücünü kalabalıktan alanların cesaretini kırmaya yetmişti." Christopher Hitchens, Genç Felsefeciye Mektuplar

Yazmanın onlarca motivasyon kaynağı içinde yalnız 'beğenilmeye' güvenmek, 'teveccüh-i nas'a müptela olmak, mantıksız iş. Elbette bu mantıksızlığın 'mantıksızlık' olduğunu anlamak için biraz törpülenmeniz gerekiyor. Görmezden gelinmeniz, bekletilmeniz, hatta birkaç kez; "Herkes de yazar oldu arkadaş!" hitabına maruz kalmanız hoş oluyor. Alaya alınmak bile faydalı olabilir bu noktada.

Her nedense, her yazan, ilk yazmaya başladığı günlerde enerji kaynağı olarak 'beğenilme ve farkedilme' arzusunu kullanıyor. Halbuki en marazlısı o. İnsanı kullanılmaya en müsait kılan; hakikati değil, teveccüh edileni söylemeye mecbur eden teveccüh-i nastır. Bediüzzaman'ın teveccüh-i nas ile arasına koyduğu mesafe, yani ondan kaçınmanın gerektiğine dair söyledikleri, sadece kibirden kaçınma merkezinde değil bence. Teveccüh, aynı zamanda yazının (ve öncesinde fikrin) kalitesini de mahveden birşey.

Şöyle ifade edeyim: Bir yazar, birşeyler karalıyorsa ve bu karaladıklarına özeniyorsa, bu, hakikate duyduğu saygıdan dolayı olmalıdır. Kalite veya sanat bu yüzden aranır. "Allah güzeldir, güzeli sever" sırrınca yaptığını güzel yapmak zaten 'yapmanın' omzuna yüklediği birşeydir. Sen bu birincil niyetin ardına ikincil bir niyet (ne bileyim 'insanların beğenisini' mesela) eklediğinde birincil niyetin gümleyip gidiyor. Her yazının bir merkezi oluyor çünkü. Etrafında dönebileceğin yalnız bir eksen var. Merkezine kimi alırsan, sözlerini o şekillendirir. Ya hakikatin kendisi yahut da teveccühün kendisi.

"Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünkü, bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok câ-yı dikkattir. Elhasıl, israf, kanaatsizliği intaç eder. Kanaatsizlik ise, çalışmanın şevkini kırar, tembelliğe atar, hayatından şekvâ kapısını açar, mütemadiyen şekvâ ettirir. Hem ihlâsı kırar, riyâ kapısını açar. Hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir."

İnsanların teveccühünün ayrıca bir esir alıcı, bir de tembelleştirici yanı vardır. Size düzenli iltifat eden bir okurunuzu düşünün mesela. Ondan aldığınız her iltifatta sevindirik oluyor, bulutların üstüne uçuyorsanız, büyük problem; zira tattıra tattıra bağımlısı yaptığı şeyi çekip ücret talep etmesi yakındır. Para olarak düşünmeyin, ilk isteyeceği şey; söylediğinizi, onun doğru bildiği ile çelişmeyecek bir şekilde ifade etmeniz. Yani bükülmeniz. Dilenciliğe hazır olun.

Tamam, bu ilk evrede, sizden birebir düşündüğü gibi şeyler yazmanızı istemez, ama yazdıklarınızın düşünceleriyle çelişmesini de istemez. (Açıkça çelişmesin en azından.) Bu noktada sizi biraz evriltir kendine doğru. Bağımlılığın ilk alameti; hakkın hatırı dışında başka hatırların da 'âli' olmaya başlamasıdır. Onu kırmak istemezsiniz. Bazı cümleleri olması gerektiğinden, belki ilk yazdığınız halinden daha yumuşak söylemeye başlarsınız. Halbuki ilk dersi kaçırmışsınızdır: Hz. Musa'ya 'kavl-i leyyin'le söylettiren Allah'tır, Firavun'un iltifatı değildir. Ve Hz. Musa, kavl-i leyyin'i bükülmek değil; hakikati, hakikatten soğutacak bir damara basma ile söylememek olarak anlamıştır.

İltifatları neden seviyoruz? Eğer yaptığımız şeyin zaten gerçekten 'becerdiğimiz' birşey olduğunu düşünüyorsak, iltifatın varlığı veya yokluğu neyi değiştirir? Sanıyorum iltifat tâbi olma öncelikle yazarın özgüven eksikliğinin bir neticesi. Yani muhtaçsın, yaptığının iyi olduğunu bilmek için bir ikinci kişinin onayını arıyorsun. Zayıfsın. Yoksa yazdığının iyi mi, kötü mü olduğunu bilmiyorsun, o kadar başındasın bu işin. Acaba? Eğer buysa yalnız, böyleleri işte en çabuk yazmayı bırakanlar olur. Çünkü kendileri de kendilerine inanmazlar zaten. Kısa bir ilgisizlik onları bitirmeye yeter.

Yeni yazarların tamamı böyle değil. Bir kategori daha açalım. Zira, ilginç olarak, yazma yolculuğunun en başındaki diğer bir grup insanlar, yani bizler, birileri yazılarımızı beğenmediğinde onlara dil çıkarmaktan ve "Seni kim beğenmiş?" demekten geri kalmıyoruz. (Okusun diye gönderdiğimiz halde.) Demek ki, aslında yazdıklarımızın güzel olduğuna inanıyoruz. Eh, zaten inanıyoruz ki yazıyoruz. Peki, bu gösterme merakı nedir? En açık ifadesiyle: Zaaftır. Hamlıktır. İnsanlar beni sevsin, beni övsün, ben harikayım, ben muhteşemim şeysidir bu. Maskeye gerek yok. Yazılarını sağa sola gönderdikçe; "Öff, yapıştı bu da iyice. Her yazısını gönderiyor!" deyip insanların ardından güldüğü; haydi, gülmese bile sıkıldığı genç yazarlar böyle ortaya çıkar. Çünkü beğenilmeye niyet, beğenilmeyi öldürür.

"Hayrat ve hasenatın hayatı niyetledir. Fesadı da ucb, riya ve gösterişledir. Ve fıtri olarak vicdanda şuurla bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyetle inkıta bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyetledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtri ahvalinölümüdür. Mesela, tevazua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izale eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hakeza, kıyas et."

Ben, bunun yerine, genç yazarlara farklı bir motivasyon kaynağı öneriyorum. Ve altın değerinde bir öneri olduğunu düşünüyorum bunun: Beğenilmek değil; rahatsız etmek, kızdırmak. Bunun beğenilmekten daha güçlü ve daha yazdırır bir güç olduğunu düşünüyorum. Birincisi; ezberbozan her düşünceniz, bir ezbere iliştiğinden dolayı zaten ister istemez 'okunulur' oluyor. Örneğin: Ezberi bozulmasın isteyen, size cevap verebilmek için, okuyor. Ezberinin bozulmasına açık olan ise; "Nihayet ezberimi bozacak malzeme ortaya konmuş!" diyerek sizi takip ediyor. Nasıl ama?

İnsanların aslında o kadar da ehemmiyeti ve samimiyeti olmayan kuru tasdikini almaktansa, 'insanları sarsmaya' ne dersiniz? Okur-yazar ilişkisi anlamında değişen rolleri ise şöyle ifade edebilirim: Onlar sizin sırtınızı sıvazlamasın, siz onları omuzlarından itin. Sarsılsınlar. Dünyanın kafalarının içindekinden ibaret olmadığını hissetsinler. Bu daha çılgınca ve yazdırır bir motivasyon kaynağı değil mi?

Teveccüh müptelası olursanız, insanlar tarafından beğenilmek istedikçe beğenilmeyecek ve soğuk düşeceksiniz. Yazınıza iltifat edenler bile muhtemelen hiç okumadan, hatta biraz sorgulasanız yazınızın başlığını bile hatırlamadan "Kalemin güzel!" diyecekler. Açık söyleyeyim: Aldatılıyorsunuz. İdare ediliyorsunuz.

Okurlar, özellikle kendileri de yazar olan okurlar, onları sarsacak ve tahrik edecek şeyler yazmadığınız sürece size dikkat etmezler. Size ihtiyaç duymazlar ki okusunlar! Zaten kendileri yeterince güzel şeyler yazıyorlar. Bir gencin daha yetişmesi falan. Peh! İnanın bana kimsenin umurunda değilsiniz. Her taraf kum gibi yazar kaynıyor ve bu kazandaki hiçbir dane diğerinin umurunda değil. (Piyasadaki tecrübelerimden bunu söylüyorum.) Ta ki, can yakana kadar. Can yaktığınız zaman "Ne diyor bu salak?" diye okumaya başlıyorlar. Önce sizi değiştirmeye çalışıyorlar. Değiştiremezlerse, anlamaya başlıyorlar. Ama o bile umurunuzda olmuyor. Çünkü artık aradığınız o değil.

Bu yazıyı yazmamın sebebi bana yazılarını gönderen genç arkadaşlardır. Bu arkadaşları anlayamıyorum. Belki ben de onlar gibiydim, bilmiyorum, serüvenimi bu yönüyle çok hatırlamam. Bana yazılarını göndermelerinden sonra, eğer yazdıklarında hata bulursam veya "Şunun altı boş kalıyor" gibi şeyler söylediğimde çok alınıyorlar. Sanki yapmam gereken sadece iltifat etmek. Ve ben bunu farketmiyormuşum gibi oluyor. "Ne yaptın sen? Rezil!"

İnanın bana, bir sonraki maillerinde üşenmeyip benim yazılarımdaki hataları bana yazanlar bile oldu. İyi de ben zaten ne mal olduğumu biliyorum. Bunu senin bana söylemene gerek yok ki. Yazılarını sana gönderen ben değilim, bana gönderen sensin. Ben birşey olduğumun iddiasıyla yazmıyorum o yazıları. Sadece kuyuya bir taş atmak istiyorum, yüz akıllı o taşı çıkarmaya çalışırken bilgi üretsin diye. Bu kadarcık olsa, bana yeter. Kuyuya taş atanla, kuyudan taş çıkarmaya çalışanın motivasyonları aynı değildir. Deli, iltifatın nasıl esir alıcı birşey olduğunu zaten bilir.

9 Kasım 2014 Pazar

İçimdeki ateiste mektuplar 3: Deprem ayeti

Bir deprem oldu, herşey birbirine karıştı. O zamanlar İstanbul’da olmasam da neler yaşandığını az çok biliyorum. İbret nazarıyla bakılınca her olaydan çıkarılabilecek dersler var. Buna (ne kadar korkutucu da olsa) deprem de dâhil. Örneğin: Deprem aynasında hazırlıksızlığımızı bir kez daha seyrettik. Herkes bocaladı, havlu attı. Başımız saydıklarımız ve/veya başımız sandıklarımız dahi bu hale şaştı. En hazırlıklı sandığımız kurumlar afalladı. Bir depremde oldu bu. Ve bazı kurumların (özellikle) felaketlere hazır olması gerekirdi. Zira bütün yatırımları işte böyle felaketler içindi. Varlık nedenleri bizzat buydu. Çadır yetişmedi; ilaçlar, araçlar yetmedi; battaniye bulunmadı, yiyecek/içme suyu bile kalmadı vs. Her yer bir depremde çaresiz insanlarla doldu.

Sadece bir deprem. Bir depremde insanoğlunun bütün tedbirleri berhava oldu! Hâlbuki bundan bin kez şiddetlisi her bahar olmakta. Her bahar, birden uyanışa geçen canlılar rızık diye varlık sahnesine koşmakta. Kıyafet diye bağırmakta. Barınak diye ağlamakta. Bir baharda, bir uyanışta, bütün canlılar kıştan kalkmakta ve kendi lisanlarıyla hayatlarını aramaya başlamakta.

Fakat ne gariptir, şu görünüşte kurumsuz, devletsiz, organizatörsüz(!) dünya şehrinde hiçbirisi aç veya açıkta kalmıyor. Her canlı kendine ait olan rızkı buluyor, buluşturuyor. Kendisi rızka koşamayanların gıdası köklerinden, yani bir nevi ayaklarından kendisine sunuluyor. Her ağacın bir zamanı var, o zamanda çiçek açıyor. Bir denge var, her bahar korunuyor. Bir sistem var, her bahar tıkır tıkır işliyor. Sahi, dünya şuursuz kafasıyla bunu nasıl başarıyor? Sözde bu âlemin en akıllısı sensin. Sen söyle arkadaşım. Sen bir depremde insan türünü hizaya getiremedin. Dünya bunu her bahar milyonlarca türde nasıl başarıyor?

8 Kasım 2014 Cumartesi

İçimdeki ateiste mektuplar 2: Bu nasıl tesadüf?

Gözleriniz neden başka bir yerde değil de burada, başınızın önünde, olması gereken yerde? Peki ya burnunuz, o neden iki tane değil de, sadece bir tane? Kulaklarınız neden avuçlarınızın içinde değil de, başınızın yanlarında duruyor? Saçlarınız uzar da, kaşlarınız neden uzamaz? Bütün kaslarınızın kontrolü sizde de, kalp kaslarının kontrolü neden sizden alınmış? Burnunuzun içinden bile kıl çıkıyor da, ağzınızın içinden neden çıkmıyor?

Bütün hücreler yenilenir de, sinir hücreleri neden yenilenmez? Bütün sıvılar donarken küçülür de, su neden aksine büyür? Bu kadar benzer organlardan oluştuğu halde (iki göz, bir ağız, bir burun vs.) yüzler nasıl bu kadar farklılaşır ve birbirinden ayrılır? Bir insan, bütün akrabalarına (yüzünün bir yönüyle) benzediği halde, nasıl tamamından başka bir fert olur?

Her insanın sesi neden bir diğerinden farklıdır? Her insanın parmak izi neden bir diğerinden başkadır? Her insanın retinası neden farklı kalınlıktadır? Bu kadar benzerlik içerisinde (her aşamada gerçekleşebilecek binler ihtimal varken) bizi birbirimizden kim ayırmaktadır?

Bence, modern bilimlerin hayata ve anlamına dair sorulara verdiği cevaplar; kurdun, Kırmızı Başlıklı Kıza verdiği cevaplara çok benziyor. Neden mi? En iyisi misallendirelim. “Su donduğunda neden hacmi genişler büyükanne?” diye sorsanız; alacağınız cevap da şöyle oluyor: “Atomik yapısından dolayı yavrucuğum!”

Atomik yapısından. Hımm. “İyi de büyükanne, sen biliyor musun? Eğer su donduğunda hacmi diğer sıvılarda olduğu gibi küçülseydi, bir kış mevsiminde bütün nehirlerde ve göllerde canlılık biterdi? Dipten donarlardı ve canlılık da bir kış içinde yok olup giderdi. Sahi büyükanne, sen bunu biliyor muydun? Sen bilmiyorsan, su atomu, hayatın dengesi için lazım olan bu ayrıntıyı nereden biliyordu da böyle bir huy kazandı?"

Bir masalın kahramanı ettiler bizi. Yüzümdeki bu ayrıntılar, bu nakışlar ve incelikler bir usta tasarımcıya verilmezse, kime verilebilir? Kör tesadüfe mi? Akılsız evrime mi? Bu evrim denen şey, nasıl zeki bir şey ki, herşeyi olması gereken en uygun yere yerleştirebiliyor? Göz yakışıyor, kulak yakışıyor, burun yakışıyor. Yakışmayan da, her nasıl oluyorsa, eleniyor ama yok oluyor, izi de görünmüyor. 

Gözün veya kulağın vücutta yer alabileceği milyon tane yer varken, en uygun yere yerleştiren kim? Aç gözünü. Masal zamanı değil. Kurt seni kandırmak istiyor. Bu perdenin arkasında birisi var, bu pencereden bakınca bir zatın tecellileri okunuyor. Bir usta ressam, bir usta dekoratör, bir usta tasarımcı seni 'sen' kılıyor. Hem de öyle bir 'sen' kılıyor ki, dünyada tıpatıp benzerin bir kişi daha bulunmuyor. Buna ne dersin? Yüzbin maşallah demez misin? Peki, böyle yüzbin maşallah dediğini nasıl tesadüflere verirsin?

Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

  "Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. '...