Mustafa İslamoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mustafa İslamoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ağustos 2017 Cuma

Modernistler salavatlara neden takıktır?

Allah bu ümmeti âlimsiz bırakmasın. Cahillik acizliktir çünkü. Cahilden daha aciz insan yoktur. Belayı, bırakın defetmeyi, farketmek bile ilim ile oluyor. İnsan cahilken kendisine zararlı çok şeyin farkında olamıyor. Benim de İslamoğlu'na (genelde ise tüm modernistlere) dair ilk uyanışım yirmili yaşlarımda olmuştu.

O zaman bu derece açık-seçik, net, köşeleri belirgin birşey değildi elbette. Neyin/ne kadar ileri gidebileceğini veya neyin/ne kadar tehlikeli olabileceğini bilmiyordum. Bu konulara dair hiçbir okuma yapmamıştım. (En önemlisi Ebubekir Sifil Hoca'nın kitaplarıyla/videolarıyla karşılaşmamıştım.) Sadece bir tatsızlık, bir rahatsızlık, bir ince sızı gibi içimde taşıyordum. Rahatsızlık duyduğum şeylerin cevabını nasıl elde edeceğimi de bilmiyordum. Kendim de cevap üretemiyordum. Öyle elini-ayağını nereye koyması gerektiğini bilemez bir durum işte.

Her neyse... Bu kısmı kısa geçelim. 'Uyanış' dediğim olay şöyle gerçekleşmişti: İslamoğlu'nun Salat-ı Tefriciye'ye dair bir itirazı (çünkü bizim evde Hilal TV gayet izleniyordu) kanıma dokunmuştu. Nesil Yayınları-Moral FM binasındaki bir cuma sabahı dersinde söz alarak Mehmed Paksu Hoca'ya da bunu ifade etmiştim. Ve "Bir cevabımız yok mu?" diye sormuştum.

Allah var. Paksu Hoca, bir Ehl-i Sünnet âlimine yakışacak şekilde, hamiyet-i diniyesi gayrete gelerek, bu itiraza karşı hiddet etmişti. Hatta, orada bulunanlar hatırlayacaklardır, "Mustafa İslamoğlu kim oluyor?" gibi ifadeler de kullanmıştı. (O sırada yanında oturan Cemil Tokpınar da kendisini sakinleştirmekte zorlanmıştı.) Fakat, bu hiddetinden ziyade olarak, gönlümü teskin edecek bir cevap alamadım kendisinden. Çünkü o soruya dair bir mesaisi yoktu.

Hem iş burada da kalmadı. O dönemde yetkili olan bir isimden 'böyle şeyleri ulu-orta dile getirerek cemaatler arasında düşmanlık sebebi olmamak' konusunda da uyarı aldım. Her neyse... Geçmiş zaman. İnşaallah, bana bu uyarıyı yapan da artık, en az benim kadar, bu derdin farkında. Ben çok gençtim. Cahildim. "Ehl-i Sünnet olmak ne demek?" bunun farkında değildim. O da İslamoğlu'na karşı ziyade hüsnüzan besliyordu muhtemelen. İşin geçmişte kalan kısmına tevbe edip geleceğe bakmalı.

Ancak bugünden bakınca İslamoğlu'nun bazı salavatların abartılı(!) oluşuyla neden bu kadar meşgul olduğunu kavrıyor gibiyim. Bence istediği taşları döşemek için yolu açmanın ilk adımıydı onlar. Hatta, o dönemde, bugün kendisini rezil eden söylemlerinin hiçbirisi dilinde yoktu. Ne menem birşey olduğunu çok da çaktırmıyordu. (Ehli gene anlıyordur elbette ama biz ehil değildik.) Lakin bu salavatlar meselesine resmen takıktı. Dönüp dönüp tefsir derslerinde bu meseleye değinirdi.

İşte, bugünlerde, 7. Söz'ün ahirindeki salavatın kısa bir mealini okurken, neden modernistlerin bu meseleye takık olduğunu ve neden Ehl-i Sünnet'e bıçak sallamaya böyle bir noktadan başlandığını anlar gibi oldum. Aklıma gelense şu:

Ehl-i Sünnet büyüklerinin salavat-ı şerifeleri, sadece birer salavat-ı şerife değil, aynı zamanda birer/birçok tanım ve tarifler içeren metinler. Nübüvvete (ve özellikle de Allah Resulü aleyhissalatuvesselama) nasıl bakılması gerektiğini öğretiyorlar. Bakış açımızı zenginleştiriyorlar. Şems-i Hidayet aleyhissalatuvesselamı 'postacı' mesabesine indirmek isteyenlere bedel, onun aslının ne büyük bir hakikati ifade ettiğini, ne çok renkler/yönler taşıdığını ortaya koyuyorlar. İsterseniz, bu bahsi konuşmadan evvel, okuduğum o salavatın mealini buraya da alıntılayalım:

"Kulun, peygamberin, yüce katından seçtiğin, dostun, mülkünün güzelliği, sanatının sultanı, inâyetinin pınarı, hidâyetinin güneşi, hüccetinin lisanı, rahmetinin timsali, yaratıklarının nuru, mevcudatının şerefi, pek çok olan mahlukatının içinde birliğinin kandili, kâinatının tılsımının keşfedicisi, rubûbiyet saltanatının ilâncısı, râzı olduğun şeylerin tebliğcisi, isimlerinin definelerinin tanıtıcısı, kullarının öğreticisi, kâinatının delillerinin tercümanı, rububiyetine ait güzelliklerin aynası, Senin görünüp gösterilmene vesile olan habibin ve âlemlere rahmet olarak gönderdiğin resulün olan Efendimiz Muhammed'e, bütün âl veashâbına, kardeşleri olan nebî ve resullere, mukarreb meleklerine ve sâlih kullarına salât ve selâm eyle. Âmin."

Elbette, şu salavattan böyle bir Resulullah tanımı aldıktan sonra, Ona, "Kur'an'ı getirmiş ve sonra da işi bitmiş, hayatının bundan aşkın bir kıymeti yokmuş, sünneti de çok ehemmiyetli değilmiş" gibi inanılamayacağını görüyorsunuz. Onu, konulması layık ve gerekli olan, asıl yerine koyuyorsunuz. Böyle bir bakış açısı eğitimi aldıktan sonra, yani kalbiniz ve aklınız ona böyle bakmaya alıştıktan sonra, nasıl Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'sadece bir postacı' olduğuna inanabilirsiniz ki? Nasıl sünneti önemsizleştirebilirsiniz? Hiç mümkün olur mu?

İşte, 7. Söz'ün ahirinde yeralan bu salavat-ı şerife, bana, İslamoğlu ve benzeri modernistlerin neden yolun başında böylesi salavatlarla uğraştıklarını ve neden Ehl-i Sünnet büyüklerinin böylesi salavatları yazmaya, okumaya, hıfzetmeye, nakletmeye ve hatta sevenlerine okunmasını tavsiye etmeye ayrıca bir özen gösterdiklerini anlattı. "Bediüzzaman'dan bize miras kalan böylesi salavatların (ve ehl-i sünnet muktesebatında yeralan daha nicelerinin) böyle bir hikmeti de olmalı!" dedirtti.

Evet. Kesinlikle böyle: Biz bu mübarek salavatları okurken nübüvvete nasıl bakmamız gerektiğini de ders alıyoruz. Mürşidlerimiz de bu salavat-ı şerifeleri sık okumayı tavsiye ederek hem Efendimizle ümmet ilişkimizi kavi, hem de nübüvvete bakışımızı zengin ve diri tutmamızı sağlıyorlar. Ve belki bugünlerde de en çok şu konuda eksiğiz. O salavat-ı şerifeleri ayrıca, ehemmiyetle, vurguyla ders almaya ihtiyacımız var. Ayrıca üzerinde durmalı ve haklarında daha çok konuşmalıyız. Nübüvvetin kalplerimizdeki tanımı saldırı altında çünkü.

20 Haziran 2017 Salı

Kur'an Risale-i Nur'dan haber veriyor mu?


"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur'ân'a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor." 20. Söz'den.

Bu fıkrayı ya birinden duydum ya bir yerden okudum. Net hatırlamıyorum. Hatırladığım kadarıyla aktarayım: Bir gün Avrupalı bir aristokrat Namık Kemal'in de bulunduğu bir mecliste (bir yardım toplantısı sanırım) "Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!" ayetini hatırlatarak sorar: "Kur'an'da herşeyin bahsinin geçtiğini iddia ediyorsunuz. Bu nasıl mümkün olur? Mesela: Kur'an'ınız benden veya şu kel kafamdan da bahsediyor mu?" Bu söylerken müstehziyane bir şekilde eliyle de pürüzsüz kafasını sıvazlar. Namık Kemal ise gayet sakin bir şekilde "Evet!" der. "Sizin bahsiniz Kur'an'da var." Ve ardından Bakara sûresinin 264. ayetini okur:

"Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbirşeye sahip olamazlar. Allah kâfirleri doğru yola iletmez."

Bunu çağrıştırır bir anı da bende var. Hızlı ve Öfkeli serisinin 7.'sini izlerken kendi kendime şöyle demiştim: "Vay arkadaş! Adamların ne güzel hayatları var. Hem rahat rahat çalışıyorlar, hem dünyanın parasını kazanıyorlar, hem de güzel güzel dünyayı geziyorlar." Aynı gün takip etmekte olduğum mealli Kur'an okumasında şu ayete rastlayıp sarsıldım: "İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması sakın seni aldatmasın!" Tokat yemiş gibi oldum. Ben bu sarsılmayı neden yaşadım? Çünkü Kur'an o an benimle konuşuyor gibi geldi. Zamansal mesafe aradan kalktı. Ayet-i kerimeyi birebir üzerime alındım.

Bu demek değildi ki, mezkûr ayet, asırlar sonra gelecek Ahmet Ay diye bir günahkâr için nazil olmuştu. Hayır. Ayetin gelişinin asıl/ana sebebi ben değildim. Benim Hızlı ve Öfkeli 7'yi izleyip düşündüklerim değildi. Ama evet, bir açıdan ayet-i kerime benim için de nazil olmuştu, çünkü bahsedilen bendim. Ders alması gereken bendim. Uyarılan bendim. Peki nasıl bendim?

İşte tam da bu noktada mürşidimin 20. Söz'de bahsettiği birşeyi anımsamak gerekiyor. Alıntılayıp anımsayalım: "Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." 1. Lem'a'da Hz. Yunus (a.s.), 2. Lem'a'da ise Hz. Eyyub (a.s.) kıssası üzerinden örneklemesi de yapılan bu hakikat bize evvelemirde şunu söylüyor: Kur'an'da anılan hiçbirşey sadece kendisi için anılmaz. 20. Söz'ün başındaki soruya atıf yaparsak: Orada anlatılan kıssalardan, kişilerden, olaylardan, mesajlardan hiçbirisi sadece bir hadisat-ı cüz'iye veya vaka-i âdiyeden ibaret değildir. Bütün zamanlarla konuşur, bütün zamanlara ders verir, bütün zamanlara hitap eder bir yanı vardır.

"Her bir âyetin mânâ mertebeleri vardır; zâhirî (açık), bâtınî (açık ve görünür mânâsının içindeki, ehlinin anlayabileceği mânâ), haddi (kapsamı) ve muttala'ı (anlam çerçevesi) vardır. Bu dört mânâ tabakasından herbirinin de fürûatı (detayları), işaretleri, dalları ve ayrıntıları vardır..." (bk. Ebu Yâ'lâ, el-Müsned 9:287; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-Evsat 1:236.) hadis-i şerifinden Bediüzzaman'ın aldığı ders de böyledir. "Madem Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev-i beşerin herbir tabakası, herbir âyât-ı Kur'âniyeden hissesini alacak ve âyât-ı Kur'âniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette, ayrı ayrı ve müteaddit mânâları zımnen ve işareten bulunacaktır."

Peki bu konuşma nasıl olur? Bu konuşma, bizzat anılanlar için, bizzat olur. (Kur'an'da sarahaten bahsi geçen veya esbab-ı nüzul olarak nakledilen şeyleri/kişileri bu sadetten sayabiliriz.) Bizzat anılmayanlar içinse kanunen veya işaraten olur. Ne demek 'kanunen veya işareten?' Yani; Kur'an'ın, ayetlerinde ders verdiği hakikatlerin bütün zamanları kuşatan 'düstur-u küllî' veya 'kanun-u umumî' taraflarına dahil olduğumuzu hissettiğimiz an biz de o manaların gölgesinde gölgeleniriz. Ki zaten Kur'an'ı anlama ve yaşama yolculuğumuz da tastamam bunu ifade eder. Karun'un kıssasını okuduğunda kendisine çekidüzen verme ihtiyacı hisseden zengin bu yüzden hisseder.

Eyyub'un (a.s.) kıssasını okuduğunda derdi içinde koruması gereken kulluk şuurunu bulan hasta bu yüzden bulur. Süleyman'ın (a.s.) kıssasını okuduğunda 'nasıl bir yönetici olması gerektiği' dersini alan yönetici bu sayede alır... Yani hepsi kendisini 'bahsedilen' olarak görür. Üzerine alınır. O kanunun bir ferdi ve düsturun bir ucu olarak hayatını yorumlar. Kur'an'la böyle bir ilişkiye girilmedikten sonra zaten arza nüzul edenin kalbe nüzulu yaşanmaz. Ondan ders alınmaz. Tebliğin ahlaka dönüşmesi Kur'an'da hitap edilenin biz olduğumuzu, ama kanunun bir parçası olarak biz olduğumuzu, farketmekle başlar. İşte, tam da bu noktada, "Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!" hakikati bize göz kırpar.

Kur'an'da her cimriden tek tek bahis var mıdır? Vardır. Çünkü cimrilikten bahis vardır. Kur'an'da her kibirliden bahis var mıdır? Vardır. Çünkü mütekebbirlikten bahis vardır. Kur'an'da tüm müslümanlardan, kafirlerden veya münafıklardan bahis var mıdır? Vardır. Çünkü onların ait ve bağlı oldukları kanuniyetlerden, manalardan, hakikatlerden bahis vardır. Bu yüzden her mü'min Kur'an'ı okuduğu zaman sanki ayetler kendisiyle konuşuyormuş gibi hisseder. Çünkü hakikaten o ayetlerin ezelden gelen dersleriyle bir ilgisi vardır. Mürşidime göre; sarahaten Hz. Yunus'tan (a.s.) bahseden her ayet, işareten de aynı haleti hisseden herkese hitap eder:

"İşte, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor."

Bu noktada artık diyebilirim ki: Bediüzzaman'ın, Kur'an'da veya başka metinlerde Risale-i Nur'a işaretler bulunduğunu söylediği yerler de böyle anlaşılmalıdır. Çünkü Bediüzzaman bu yerlerin hiçbirinde ayetin sarih manasını sahiplenmez. Esir almaz. "Bu ayet Risale-i Nur için indi!" demez. Aksine; kastettiğinin bu olmadığını tekrar be tekrar belirtir. Onun dediği ise, yukarıda arzetmeye çalıştığım, bir mübarek alınganlıktır. Kur'an'ın bahsettiği kanuniyetlerden bazılarına dahil olmaktır. Kendi ifadelerinden okuyalım:

"Risale-i Nur'un makbuliyetine eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki 'Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!' sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur'ân'dır. Acaba Risale-i Nur'u Kur'ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?' denildi. O acip sual karşısında bulundum. Ben de Kur'ân'dan istimdat eyledim. Birden, otuz üç âyetin mânâ-yı sarîhinin teferruatı nev'indeki tabakattan mânâ-yı işârî tabakasından ve o mânâ-yı işârî külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhûlüne ve medâr-ı imtiyazına birer kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim. Ve bir kısmı bir derece izahlı ve bir kısmını mücmelen gördüm.

Kanaatime hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ve ben de ehl-i imanın imanını Risale-i Nur ile takviye etmek niyetiyle o kat'î kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede biz demiyoruz ki, âyâtın mânâ-yı sarîhi budur. Tâ hocalar fîhi nazarun desin. Hem dememişiz ki, mânâ-yı işârînin külliyeti budur. Belki diyoruz ki, mânâ-yı sarîhinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da mânâ-yı işârî ve remzîdir. Ve o mânâ-yı işârî de bir küllîdir; her asırda cüz'iyatları var. Ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mânâ-yı işârî tabakasının külliyetinde bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medâr-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde bir düstur-u cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmişken, Kur'ân'ın âyetine veya sarahatine, değil incitmek, belki i'caz ve belâğatine hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatin nihayetsiz işârât-ı Kur'âniyeden had ve hesaba gelmeyen istihraçlarını inkâr edemeyen bunu da inkâr etmemeli ve edemez.
"

Şimdi Bediüzzaman'ın bu mübarek alınganlığına itiraz eden, sözde Kur'an müslümanı, özde ehl-i bid'a olanlara sormak istiyoruz: Sizce Kur'an bizimle konuşmuyor mu? Bizi kastetmiyor mu? Bize işaret etmiyor mu? Bizi ilgilendirmiyor mu? Bizden bahsetmiyor mu? Bize deva olmuyor mu? Bize dokunmuyor mu? Bizi düzeltmiyor mu? Bize ders vermiyor mu? Bizi anlatmıyor mu? Bizi istikamete çağırmıyor mu? Bize yol göstermiyor mu? Bizi uyarmıyor mu? Bizi çağırmıyor mu? Bu soruların cevabını Bediüzzaman gibi 'olumlu' vermiyorsanız sizin nereniz Kur'an ve hatta nereniz/nasıl müslüman? Kur'an'ı bütün zamanlarla konuşur kabul etmedikten sonra, size, Kur'an müslümanı değil de 'ahirzaman şarlatanı' denmesi seza değil mi? Şarlatansınız ki, tevhid ile herşeyi yaratanın, kelamında yarattığı herşeyle ilgili olmasını, yani herşeye hitap etmesini inkâr ediyorsunuz.

27 Temmuz 2015 Pazartesi

Emre Dorman nereye koşuyor 13: Modernistler menkıbelerden neden hoşlanmaz?

Bazı şeyleri ancak tevafukla açıklayabiliyorum. Mesela; daha bugün, Muhammed Nur Ambarlı abi bir video paylaştı. Etiketli olduğum videoda Prof. Dr. Mehmet Okuyan, evvel dinlemişlerin alışık olduğu yüksek volume'lü üslûbuyla yine İslam'ı kurtarıyordu.[1] Ulu kurtarıcımızın bu seferki meselesi; sigara veya içki değil; evliya menkıbeleri, sahabe kıssaları, hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatından sahneler gibi zararlı(!) şeylerdi. Anlatımı sırasında sık sık 'Masal bunlar...' demeyi ihmal etmeyen Okuyan; bu menkıbe, hatıra, kıssa türü şeyleri dinlerken duygulanan insanları ise 'salya sümük ağlayanlar' diyerek aşağılamayı ihmal etmiyordu.

Kaptan Spark gibi Vulkanlı olan Okuyan'ın (nüfusa yanlış olarak Trabzon diye geçmiştir) elbette en az Spark kadar, 'duygulanma' yetisine sahip insanları aşağılamaya hakkı vardı. Eğer yine bu tür hatıralardan yapacağımız alıntıların kendisini etkileyeceğini düşünseydik; Allah Resulünün, sahabe-i güzinin veya evliya-i mübarekinin böylesi şeyleri hasbihal ederek ağlaştığı sahneleri naklederdik. "Müslümanın da bir kalbi var hocam!" derdik. "Sizin gibi Vulkanlı değiller!" Fakat ilahiyatçı da olsa bir Vulkanlıyla konuştuğumuzu hatırlayarak olmayan hislerine ihtar çekmeyi doğru bulmuyoruz. (Acaba Kur'an'da bir insanî özellik olarak 'ağlamanın' geçtiğini hatırlatsak? Aman boşver. Adam duygulanmıyorsa, zorla mı yahu?)

Muhammed Nur Ambarlı abiyle bazen böyle atışıyoruz. Birbirimizi videolarda etiketliyoruz. Yazılar gönderiyoruz. Kitap sayfaları paylaşıyoruz. Kader... İki Nur talebesi, karşı saflarda. (Ben kendimi hâlâ böyle tarif ediyorum. Acaba Muhammed abi de hâlâ öyle tarif ediyor mu? Dayatmak istemem.) Fakat bu videonun paylaşım tarihi itibariyle şöyle bir anlamı var benim için. İşte 'tevafuk' diye de ben buna diyorum: Tam da modernist/ehl-i bid'a insanların neden menkıbelerle bu kadar takık olduğunu tefekkür ettiğim bir döneme denk geldi.

Malumunuzdur belki, Senai Demirci abi de 'kıssahanlar' diyerek epey eleştirmişti bu tür anlatı yapan (Nihat Hatipoğlu, Ömer Döngeloğlu gibi) isimleri. Başkaları da eleştirdiler... Hoş, anlatımdaki tasannu çoğu zaman bizim de damağımıza acı bir tat veriyordu. Biz de zaman zaman "Yanında mıydın be hocam!" diyerek sitem ediyorduk. Fakat oyun içinde oyun var. Niyet içinde niyet var. Bazen, aynı şeyleri söyleseniz de, aynı şeyleri kastetmiyor oluyorsunuz birileriyle. Karıştırıyor ve karıştırılıyorsunuz. Kaş yapayım derken başkalarının göz çıkarmasına yardım etmiş oluyorsunuz. Şunu farkettim geçtiğimiz süre zarfında da: İki tarafın yaptığı eleştirilerin ekseni tamamen farklı. Bir taraf komple böyle hatıraların naklinden rahatsız. Diğer taraf böyle güzide hatıraların yâdından rahatsız değil. Ancak ona tasannu karıştırılmasını ihlasa uygun bulmuyorlar.

Burada bir nefes alalım. Farklı birşey anlatacağım. Marvel (çizgiroman) karakterlerini bilirsiniz. Örümcek Adam, Kaptan Amerika, Flaş, Wolverine, Hulk, Kum Adam, Fantastik Dörtlü, X-Man vs... Hepsinin ortak özelliği şudur: Kendi halinde yaşamakta olan kahramanımız, bazen bilimsel bir mekanda, bazen de tesadüfler sarmalı içinde biyo-kimyasal etkiye maruz kalır. Bu maruz kalış sonucunda mutasyona uğrar ve üstün yetenekler kazanır. Üst-insana dönüşür. (Üst-insan ifadesi Niçe'den mülhem.) Bu konu hakkınca onlarca çizgifilm, film ve animasyon bulunduğu için (ve siz de çoğunu izlemiş olduğunuz için) kısa geçeceğim. Bütün bu yapımların bize söylediği şudur: "Tesadüfleri hor görme. Onlar canlıları çok daha üstün şeylere dönüştürebilirler!" Zaten bu tarz yapımlar içinde evrime sık yapılan atıflar, anlatılmak istenen şeyin sadece Peter Parker'ın hikayesi olmadığını düşündürürler bizlere. Alttan alta birşeye de inandırılmak isteniyoruzdur sanki: Tesadüflerin elinden harikaların sâdır olacağına...

Bunu neden vurguladım? Çünkü Allah'a imanımızla onu inkâr etmemiz arasında tam bu kadarcık mesafe var: Tesadüflerin elinden harikalar gerçekleşebileceğine inanmak ya da inanmamak, işte bütün mesele bu... Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi'nde en çok vurgu yaptığı şeylerden birisidir tesadüfün körlüğü... Kör olan, kontrolsüz olan, akılsız olan, ne yaptığını ve sonuçlarının ne olacağını bilmeyen sebeplerin elinden; görür olan, kontrollü olan, akıllı olan, ne yaptığını ve sonuçlarının ne olacağını bilen şeyler çıkar mı? Her türüyle, Allah'ı inkâr, biraz da buna çağırır bizi.

Ah şu tesadüflere birazcık inansak! Birazcık onların elinden de harikalar çıkabileceğine iman etsek! Herşey o kadar kolay olacaktır ki ateist için. Size meramını kolayca anlatacaktır. Fakat ateistin doğasıyla insan aklı/mantığı arasındaki ayar tutmamaktadır. Doğada, eğer sebeplere yaratıcılık verilecekse, işler düzensizden düzenliye doğru gitmeliyken; aklın kıstaslarına göre ancak düzenliden düzenliye doğru gidebilir. Yemeği yapan lezzetten anlıyor olmalıdır. Hayatı veren hayatı biliyor olmalıdır. Güzel kılan güzelliği takdir edebilir olmalıdır. Nizamı olan tesadüfî olamaz. Maruz kalan, aynı zamanda yaratan olamaz. Tabloyu yapan boyanın kendisi olamaz... Ancak ateist yine de umutludur. Sizi bir gün sebeplerin tesadüfen birşeyler başarabileceğine inandırabilirse yolu açılacaktır. Nitekim evrim teorisi dediğimiz şey de bu çabalarından birisidir. Marvel karakterleri de imkansızı mümkün göstermeye çalışan hayalî arkadaşlarımızdır.

"Senin vücudun bin kubbeli harika bir saraya benzer ki, her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine baş başa verip muallâkta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha aciptir. Çünkü, o saray-ı vücudun, daima, kemâl-i intizamla tazelenmektedir. Gayet harika olan ruh, kalb ve mânevî letâiften kat-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir âzâ, bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi birbirleriyle kemâl-i muvazene ve intizamla başbaşa verip, harika bir bina, fevkalâde bir san'at, göz ve dil gibi acip birer mucize-i kudret gösteriyorlar. Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi birer memur olmasalar, o vakit herbir zerre, umum o cesetteki zerrelere hem hâkim-i mutlak, hem herbirisine mahkûm-u mutlak, hem herbirisine misil, hem hâkimiyet noktasında zıt, hem yalnız Vâcibü'l-Vücuda mahsus olan ekser sıfâtın masdarı, menbaı, hem gayet mukayyet, hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber, sırr-ı vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehadin eseri olabilen gayet muntazam bir masnu-u vâhidi o hadsiz zerrâta isnad etmek—zerre kadar şuuru olan, bunun pek zâhir bir muhal, belki yüz muhal olduğunu derk eder."

Peki, ben, yazıyla doğrudan ilgili olmayan bu meseleden neden bahsettim? Bediüzzaman'ın bize Sözler boyunca (özellikle Küçük Sözler'in hikayeleri ve Haşir Risalesi boyunca) söylediği ikinci birşey de şudur: Varlık algısı bozuk olan bir insanda sağlam bir iman inşa edilemez. 'Nazarında pek fena bir memlekete düşen...'in iman etmesinin sağlanması için önce varlığın düşündüğü gibi olmadığı anlatılmalıdır. (Güzel düşünmeye başlaması için, önce, güzeli değil bakınız, 'güzel görmesi' lazımdır.) Göstermeyen tablo, öyle olmadığı hatırlatılarak, dağıtılmalıdır. "Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz." Bu nedenle Risale metinleri boyunca önce varlığın doğru/iyimser/hayırlı algılanışı bize aşılanır, sonra da bu varlık algısının gösterdiği Allah'a ve ahirete işaret edilir. Kainat kitabının, kafirin de ister istemez iman ettiği bir kitap olduğu düşünülürse; o kitaptan getirilecek delillerin gücü, işte bu doğru varlık algısının izah ve isbatıyla mümkündür.

Peki, bu noktada menkıbeler veya kıssalar bize ne söyler? Bence çok büyük sırlar saklıyorlar. Örneğin; modernizmin kıskacında ahsen-i takvim kıvamındaki insana imanını yitirmiş, onu hep esfel-i safilin konumunda görmüş olan bizlere, asl-ı insanı hatırlatan bir yönü yok mu menkıbe ve kıssaların? Umut vericiliği/özendiriciliği yok mu? Onları dinlediğimiz her vakitte "Adam diye ancak bunlara derler..." demiyor muyuz burnumuzun direği sızlayarak? Bu, bize olduğumuz şeyin ötesini, yani olmamız gereken şeyi (ahsen-i takvimi) hatırlatmıyor mu? Oraya doğru bir iştiyak ve heyecan uyandırmıyor mu? Yani Mehmet Okuyan'ın alay ettiği o 'salya sümük ağlamalar' aslında bizim aslımıza çektiğimiz özlemin yansımaları değil mi? Bu yönüyle kıssaların her metodik bilgiden öte aşıladığı bir hâl dersi yok mu? Bu ders eşsiz bir kıymette değil mi?

Mesela, Okuyan'ın, ancak atının ayağını bastığı toprak olabileceği İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretleri bakınız ne diyor: "Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir..." Yine hadis ve fıkıh üstadı Süfyan b. Uyeyne de diyor ki: "Salihlerin anıldığı yere rahmet iner..." Hadi, böylesi nakillerden Vulkanlı Okuyan hoşlanmaz, bir ayeti hatırlatalım kendisine bari: "Elbette onların hikâyelerinde akıl sahipleri için ibret vardır..."

Ebubekir Sifil Hoca da Hikemiyât isimli kitabında yeralan Kendimiz Olmak İçin başlıklı yazısında modernizme direnebilmenin bir yolunun 'salihleri anmak' olduğunu söylüyor. Neden? Çünkü salihleri andığınız, hatıralarını konuştuğunuz zaman bu çağın dayatmalarına mecbur olmadığınızı görüyorsunuz. Hassaten insanın ve tanımının, modern zamanların fasık ve güvenilmez insanından ibaret olmadığını ders alıyorsunuz. Kendinize ve dünyaya dair ümitleniyorsunuz.

Naklî bilgiyle araları pek hoş olmayan Okuyan gibi modernist sapkınların kıssalardan hoşlanmamaları anlaşılır birşey. Zira hadis-i nebeviyece nesillerin hayırlıları olarak tarif edilen sahabeye, tabiine, tebe-i tabiine güveni kırmazsanız; onların eliyle gelen hadis ve sünnete de güveni kıramazsınız. Onların dürüstlüğüne, asilliğine, şerefine halel getiremezseniz; bunun üzerine bir hadis inkârı bina edemezsiniz. Üzerine Kur'an müslümanlığı diyerek istediğiniz martavalı okuyamazsınız. Yarın bir gün hadisleri taşıyan eller hakkında, ulema-i İslam hakkında iftirada bulunduğunuzda cemaaten size; "Kapısında hırlayan köpek olamayacağın adamlar hakkında ne diyorsun sen?" diyenler olur. Elbette Okuyanlar, İslamoğulları, Dormanlar, Taslamanlar böyle şeylerden rahatsız olurlar. Modern insan algısını 'geçerli tek insan algısı' olarak aşılayamazlarsa, naklî bilgiye karşı güvensizliği nasıl aşılayacaklardır?

"Dördüncü sual: Sahâbelere karşı iddia-yı rüçhan nereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Şu zamanda bu meseleyi medar-ı bahs etmek nedendir? Hem müçtehidîn-i izâma karşı müsâvat dâvâ etmek neden ileri geliyor? Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. (...) Diğer kısım ise, gayet müthiş, mağrur insanlardır ki, mezhepsizliklerini, müçtehidîn-i izâma müsâvat dâvâsı altında neşretmek istiyorlar ve dinsizliklerini, Sahâbeye karşı müsâvat dâvâsı altında icra etmek istiyorlar. Çünkü, evvelen, o ehl-i dalâlet, sefâhete girmiş, sefâhete tiryaki olmuş. Sefâhete mâni olan tekâlif-i şer'iyeyi yapamıyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki: 'Şu mesâil, içtihadiyedirler. O mesâilde mezhepler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardır; hata edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediğimiz gibi ibadetimizi yaparız. Onlara tâbi olmaya ne mecburiyetimiz var?'"

Bunu test etmem mümkün değil ama, bu modernistlerin kem söyleminden etkilenmeyişimin bir sebebinin de küçüklüğümden beri evliya menkıbelerine meraklı oluşumdan kaynaklandığını düşünüyorum. Yani faziletlerini bildiğimden ve onlara iman ettiğimden dolayı iddia-i rüçhan etmiyorum. (Acaba herkeste böyle midir?) Allah onlardan ve onların nurlu hatıralarını nakledenlerden razı olsun. (Ey Nurcu kardeş, sen ayrıca bir bak, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nin bir güzelliği daha yüzüne gülümsedi mi?)



[1] Merak edenler için: https://www.youtube.com/watch?t=466&v=W1vSMq-XXWY

16 Temmuz 2015 Perşembe

Emre Dorman nereye koşuyor 8: Gitti Hatemü'l-Enbiya (a.s.m.), geldi son postacı...

Bir önceki yazıdan hareketle konuşmaya devam edelim. Okuyanlar anımsayacaklar: Bediüzzaman'ın, 5. Şua gibi, ahirzaman hadislerini analiz ettiği metinlerinde fitne-i ahirzamanı iki anabaşlık altında topladığını söylemiştim. Bu başlıklardan birisi Deccal'di. Diğeri ise İslam deccali olan Süfyan'dı. İki fitnenin karakterlerine dair, yine mezkûr metinlerden hareketle, şunları zikretmiştik: Deccal fitnesi, müslümanlar içinde değil, kafirler içinde çıkacak. İnkâr-ı uluhiyet fikrini aşılayacak. Hz. İsa aleyhisselamın onunla mücadelesi sıklıkla zikredildiğine göre, muhtemelen Hristiyan âlemini sarsan bir fırtına olacak vs...

Fakat bundan farklı olarak Süfyan fitnesinin müslümanlar içinde çıkacağını; inkâr-ı uluhiyetten ziyade inkar-ı nübüvvet peşinde/imasında olacağını, bunu da sünnet-i seniyyeyi tağyir etmeye çalışarak ve İslam'a bid'alar sokarak (zaten genelde ikisi aynı anlama gelir) yapmaya gayret edeceğini anlatmıştım. Deccal'in hasım bir kimlik olarak müslümanlar tarafından teşhis edilebileceğini, ama gücünden dolayı zorbalıklarına/zulümlerine karşı konulamayacağını; ancak zıttına olarak Süfyan'ın aldatmakla işgörüp teşhis edilmekte zorlanılan, belki müslümanların en ummadıkları yerlerden karşılarına çıkan bir sûrete sahip olacağını belirtmiştim. (Onun fitnesinin bu tabiatı, nübüvvetin inkârını da alenen yapmayacağını, muhtemelen 'fonksiyonları azaltılmış/yontulmuş' bir peygamberlik tanımıyla bu tağyiri yapacağını gösteriyor.)

Bugün modernizm de denilen, ama İslam literatüründe daha çok ehl-i bid'a diye tabir edilen akımların, Süfyan fitnesi hakkındaki sorularımıza yanıt verici bir yanı var. Çünkü bu tarz reformist temayüllerin tamamının ortaya çıkışı 'dindar kimlikli' insanlar üzerinden. Üstelik bu toprakların çocukları olmaları hasebiyle ve kavram/karakter dünyamıza aşina olmaları nedeniyle aldatıcı olmaları daha kolay... Teşhis edilebilir tek yanları; yine hadis-i şeriflerde dikkatimizin çekildiği üzere, sünnet-i seniyye ve onun bir parçası (veya aynısı) olması hasebiyle hadisler konusundaki şüpheci/sapkın/inkârcı duruşları.

Bu adam/adamlar, İslam dinini doğrudan karşılarına almadıkları için de tehlikeliler. Kelimelere değil, tanımlarına karşı çıkıyorlar. Deccal'in doğrudan inkar-ı uluhiyet yoluna sapıp müslümanlar için kabil-i tevil olmayan bir dalalete saplanmasına bedel; bu adam/adamlar 'tevil edilebilir' dolayısıyla 'demagojik' bir söylemle ortaya çıkmış bulunuyorlar. Mesela son günlerde Türkiye'de iyice konuşulur hale gelen Kur'an müslümanlığı bu sınıftan bir fitneyi temsil ediyor.

Dikkat kesildiğinizde görüyorsunuz: Amaçları (zâhirde) İslam dinine zarar vermek değil. Tam tersini yapmaya çalıştıklarını söylüyorlar dillerine bakarsanız. Emre Dorman'ın twitlerinde de gördüğümüz gibi aslında başarılmak istenen (güya) Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı iftiralardan kurtarmak. Yahut da Mustafa İslamoğlu'nun dediği gibi, ümmeti, 'uydurulmuş dinden indirilmiş dine' çağırmak. Çok masumane, çok hamiyetli, çok faziletli bir duruş gibi görünüyor böyle bakınca. Dillerinden de hiç hakikat dökülmüyor değil. Dedim ya: Biliyorlar bizim dünyamızı. Aforizma tarzı, gücünü hakikatten ziyade belagat-ı edâdan alan bir etkileyicilikleri var. Cenneti cehennem, cehennemi cennet gösterebiliyorlar. Fakat tam da hadis-i şeriflerin onları teşhisimiz için bize salık verdiği şekilde, sünnet-i seniyye ile ilgili ciddi sorunları var. En çok da ehl-i sünnet cemaati (kendi tabirlerince gelenekçiler) ile takıklar. Ateistlerle bile onlardan daha iyi araları.

Tek yüz ile de karşımıza çıkmıyor bu fitne. İslam'ın 1400 yıllık uygulamalarını tartışmaya açan herkesin bu meselede dahli var. Hatta karşı karşıya gelmiş isimler olsalar bile böyle... Mesela Mustafa İslamoğlu ile Fethullah Gülen'in yakın zamanda çatışmaları sizi kandırmasın. Aslında başörtüsüne füruat deyip tesettürsüzlüğe cevaz veren Gülengillerin de, çarşafın bir İsrailiyat olup Hristiyanlardan dinimize geçtiğini söyleyen İslamoğlucu taifenin de derdi aynı: Nasıl etsek de şu dini biraz değiştirip modernleştirsek, hem Batı'yla gül gibi geçinip gitsek. (Siz isterseniz Adnan Oktar'ı, Yaşar Nuri Öztürk'ü, Zekeriya Beyaz'ı da katın bu listeye...)

Bu noktada Deccal ve Süfyan ile ilgili rivayetlerin neden birbiriyle alakadâr, hatta birbiriyle karıştırılacak kadar benzer şekillerde bize naklolduğuna dair şöyle bir analizim var: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, bu iki fitneyi birbirine benzer/yakın veya karıştırılacak şekilde anmasıyla aslında aralarındaki ilgiye de dikkat çekiyor. Ebubekir Sifil Hoca'nın modernizmi analiz ettiği bir yazısında okumuştum şuna benzer bir cümleyi: "İslam coğrafyasında modernizm, oryantalistlerin sorularına, onları sorgulamadan cevap aranmasıyla başlamıştır..." diyordu. Niyet, bu toprakların insanlarını Avrupa'ya cevap verebilir bir konuma getirmek. Fakat şöyle bir sorunu var bu niyetin: Bir ezilmişlik duygusundan besleniyor. Deccalî düzenin İslam coğrafyası üzerindeki tahakkümünden dolayı aşağılık kompleksine kapılan müslüman düşünürler elinde ortaya çıkıyor Süfyanizm. Deccalizm'de aradığı hatadan çok İslamî mirasta kusur/hata arıyor. Çünkü onlara cevap yetiştirirken aslında dayandıkları zemini de 'sorgulanmaz' kabul etmiş oluyor. Bediüzzaman'ın 17. Lem'a'da (ki yakın bir metin Mesnevî-i Nuriye isimli eserinde Zühre Risalesi olarak geçer) zikrettiği;

"Şu notada, Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said'in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa'nın fünun ve medeniyeti o seyahat-i kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâp ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan, bilmecburiye, Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa'nın lehinde şehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa'nın şahs-ı mânevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur..."

ifadeleri Deccalizmin, bu asır müminlerinin ona karşı farkındalıkları ve düşmanlıkları içinde, yine de ondan bir etkilenmişlik yaşadıklarının delilidir. Ve özellikle 17. Lem'a, Batı'dan gelen soruları sorgulayarak, bize bu etkiden sıyrılmanın yollarını göstermektedir:

"Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telâşa düşen ve itikadını bozan biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve adet çokluğunda değil. Çünkü, insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrepler gibi ihtirâsât-ı hayvâniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvâniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki, hayvânâtın kemiyet ve adet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum envâ-ı hayvânat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur."

Başka bir yerde Bediüzzaman, şeytanın inkarı meselesinde de ehl-i imanın üzerinde böyle bir etkinin bulunduğu söyler: "İblis'in en mühim bir desisesi, kendini, kendine tâbi olanlara inkâr ettirmektir. Şu zamanda, hususan maddiyyunların felsefeleriyle zihni bulananlar bu bedihî meselede tereddüt gösterdikleri için, şeytanın bu desisesine karşı bir iki söz söyleyeceğiz."

Bu etkilenişin detaylarına girmeyeceğim. Yazımın asıl konusu bu değil çünkü. Yalnız Süfyanizmin bu fikrî ilizyonu nasıl başardığına 'nübüvvet' kavramı üzerinden dikkat çekeceğim: İslamoğlu, Dorman, Taslaman, Öztürk veya diğerleri... Bunlara hadisler konusunda takındıkları tavır nedeniyle her eleştiri yapışınızda size onlar (veya taraftarları) şöyle cevaplarla dönüyorlar: "İftira ediyorsun. Biz Allah Resulünün peygamberliğini inkâr etmiyoruz. Ama sizin ehl-i kitap gibi onu ilahlaştırmanıza engel olmaya çalışıyoruz."

Peki, onların 'güya bir yanlışı düzeltirken' biçtiği ideal(!) forma göre nasıldır Allah Resulü? En fazla bir postacı. Bir getir-götür elemanı Allah'la insanlık arasında. Onun dışında? Onun dışında hiçbir fonksiyon biçmiyorlar. Ondan sonrasının insan aklına ait bir mesele olduğu kanısındalar. Kur'an'ı ilkeler kitabı olarak düşlüyorlar, uygulamalar kitabı olarak değil. Dorman gibiler bunu daha açıkça yapıyorlar. İslamoğlu gibiler daha kurnaz. Daha fazla saklanarak, yakalandığında da "Ben de seviyorum sünneti..." diyerek yapıyorlar. Fakat arkanızı döndüğünüz her anda yine bir sünneti tezyif edip, bir hadisi veya imamını aşağılayıp surları dövmeye devam ediyorlar. Ehl-i sünneti karşısına almamaya, kuyruklarına basmamaya özen göstererek; daha sinsi bir yayılmacılığı var bu taifenin.

Allah Resulünü ilah yerine koyduğumuzu düşünenlerin bizi suçladıkları tanımımıza gelelim şimdi. Ehl-i sünnetin nübüvvet tarifi nasıldır? Bakınız, aynı kelimeyi anmaktan/kullanmaktan bahsetmiyorum. Aynı kelimeyi aynı şekilde 'anlamamaktan' bahsediyorum. Biz nübüvveti nasıl tarif ederiz? Ve ona nasıl bir fonksiyonlar yükleriz? Bunun da en güzel cevaplarından birisi 19. Söz'ün başında var:

"Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira, o Lâ ilâhe illâllah der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile, mânen Sadakte ve bilhakkı natakte derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın?"

Hatta biraz daha iddialı bir şekilde diyebilirim ki; 19. Söz'ün tamamı bir nübüvvet tanımıdır, bir şahs-ı manevî-i Resulullah izahıdır. Yani ehl-i sünnet nazarında Allah Resulü asla ve asla yalnızca bir postacı değildir. İmamdır/uygulayıcıdır. Müfessirdir/açıklayıcıdır. Her meselede yüzümüzü dönüp "Acaba o nasıl yapmış?" diye bakmamız gerekendir. Kur'an'ın 'uyulmasını' emrettiğidir. Bu nedenle ehl-i sünnet geleneğinde hadisin kıymeti büyüktür. Sünnet-i seniyye önemlidir. Eğer tanımı doğru yapmazsanız, aynı kelimeyi kullansanız bile, artık hadisler sizin için kıymetli olmazlar. İşte Emre Dorman ve benzerlerinin yaşadığı sıkıntı bu. Onların nübüvvet inanışı bizim nübüvvet inanışımız gibi değil ki, ondan gelen bilgiye de bizim gibi ilgi/saygı göstersinler. Kullandığımız kelimeler aynı sadece...

"Ya ne olur ki tanımlardan?" demeyin. Bakınız, Bediüzzaman ehl-i küfr hakkında ne söylüyor bir yerde: "Kâfirler Allahı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hatâ ediyorlar..." Yani herkes bu kainatta yaşananların, yaratılanların, olanların bir büyük güçle olabileceğinin farkında; ama kimisi buda diyor, kimisi uzza diyor, kimisi zeus diyor, kimisi daha başka bir nam söylüyor. Bu farklı namların sebebi sıfatlarda yapılan hata. Gücün varlığını onaylamanın yanında gücün nasıllığını yanlış anlama... Hatta Kur'an'ın indiği dönemde bile müşriklerin bir işe başlarken 'bismik allahümme' dedikleri aktarılır kaynaklarda. Fakat onlar Allah'ın bir tanrılar hiyerarşisi içinde en üstte olduğunu, altta ise 'erbaben min dünillah' dedikleri diğer tanrıların bulunduğunu düşünüyorlardı. Bugünün ehl-i küfrü de onlardan pek farklı değil. Metin Karabaşoğlu abinin dediği gibi: Aslında ateizm diye birşey yok. Ateizm denilen şey aslında bir politeizm. Yani herşeyi ilah haline getirme... Bediüzzaman da öyle demez mi? "Demek, Cenâb-ı Haktan nisbet kesilse, toprağın zerrâtı adedince ilâhlar kabul edilmesi lâzım gelir. Bu ise, bin defa muhal içinde muhal bir hurafedir."

O yüzden ayık olalım arkadaşlar. Bu adamların dilinden hakikatli söz, güzel kelam, iyi tesbit dökülmüyor demiyorum. Ancak yollarının yanlış ve bilgilerinin de çoğunlukla saptırılmış olduğuna vurgu yapıyorum. Arkasındaki niyete dikkat çekiyorum. Dikkatli olmalısınız. Müseylemetü'l-Kezzab'tan beri bu fitne var.

Dini kolaylaştırma/reform yapma adı altında dinin aslına zarar veriliyor. Herkes kendi uydurduğu dine bizi 'indirilmiş din' diye çağırıyor. Müseyleme zekatı kaldırmıştı. Şimdikilerde her yeni gün yeni birşeyleri kaldırıyorlar. Eskiyi de 'gelenekçilik' deyip kötülüyorlar. Bunların tabiatı kezzabdır. İslamoğlu'nun kitaplarında başkalarından yaptığı alıntılara ne denli yalanlar kattığını/çarpıttığını delilleriyle (ben de dahil) birçok kişi ortaya koydu. Müseyleme'de bir belagat olduğunu Bediüzzaman da söylüyor. Zaten bu belagat değil midir, onları daha tehlikeli yapan? "Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir." (Bir dahaki yazımda bu konuyu irdelemeye devam edeceğim.)

12 Temmuz 2015 Pazar

Emre Dorman nereye koşuyor 4: Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor?

Yani bazen kendi kendime soruyorum: Acaba benim mi psikolojim bozuldu? Acaba ben mi kafayı yedim de yazılanları/çizilenleri farklı anlıyorum? Etrafımda öyle cerbezeler görüyorum ki, şaşkınlıktan dilim tutuluyor. Ters dönmüş fincanları evirip çeviren, 'Bul karayı al parayı!' yapan insanlarla dolu her yer. Gözünün içine baka baka eşeği boyayıp at diye satmaya çalışıyorlar. Yemeyince de alınıyorlar. Ya 'hüsnüzan' ile 'aptallığı' karıştırıyorlar yahut da bu işte başka bir hesap var... Niye açtım bu bahsi? Ona geleyim: Dün yazdığım, Emre Dorman meselesi üzerinden Senai Demirci ve Haluk İmamoğlu abilerin duruşlarını da sorgulayan yazıma mukabil Senai abi eski bir yazısını takipçileriyle paylaştı. "Kur'ân Müslümanlığı mı, Peygamber Müslümanlığı mı?"[1] başlıklı bir yazı. Belki daha evvel okuyanlarınız vardır. Bilmiyorum. Ben ilk kez okudum.

Yazının içeriğini mihenge vursam bir facia, benim eleştirime mukabil bu yazıyı paylaşmakla yapılan 'kaçak güreşi' analiz etsem bir facia. Hangi faciadan size şekva etsem ben bile şaştım. Ben alenen/açıkça "Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan gelen hadisleri reddeden, hadis imamlarını/ravilerini 'yalancılıkla' itham eden, hadis ilmine olan güveni saçmasapan demagojilerle sarsmaya çalışan, hem de kezzab ve ehl-i bid'a o adamların yanında ne işiniz var?" diye soruyorum; siz Senai abim, hiç alakası olmayan (hatta şimdiye kadar ümmet içinde sahici bir gündem bile oluşturmamış) bir başlık açıp, sanki derdimiz oymuş gibi meseleyi bir muğalata içinde boğmaya çalışıyorsunuz. Zaten en baştan beri sizden şekva ettiğimiz şey de bu değil midir? Şu hadis reddiyecileri/Kur'an müslümanları karşısında bir türlü dik bir söylem tutturamayışınız değil midir?

Ne zaman bu sadetten, Nurcu kardeşleriniz, sizi de kendileri gibi bildikleri için, "Senin orada ne işin var?" diye sorsalar; her defasında 'ne şiş yansın ne kebab' tarzı ortaya birkaç cümle yazıp işin içinden sıyrılıyorsunuz. Böyle hareketler şans oyunlarında makbul olabilir, ama mesele itikat olunca sırıtıyor. Yüzünüze söylenmediği için "Hallettik galiba bu işi!" sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Hepimizin aklında/kalbinde isminizin yanında bir soru işareti var. "Nerede artık Senai abi acaba?" diye soruyoruz kendi kendimize. "Hâlâ ehl-i sünnet itikadında mı? Hâlâ Bediüzzaman'ın dersine/tedrisine, Risale-i Nur'un perspektifine kanaat ediyor mu? Yoksa çoktan atı alan Üsküdar'ı geçti de üzerindeki teveccüh-i nâsı kırmamak için 'takiyye' mi yapıyor?" Herkesin arkanızdan sorduğunu yüzünüze söylemiş oldum böylece. Kusurum varsa, 'söylenmek' yerine söylemeyi seçtiğimdendir.

Bunları soruyoruz ve yaptığınız hiçbir açıklama 'yeterince inandırıcı' değil. Çünkü sayın abim, siz benden de iyi bilirsiniz, bir insanın nerede durduğu sadece "Ben şöyle düşünüyorum!" demesinden anlaşılmaz. Uygulamasından da anlaşılır. Öyle düşünmediği insana yaptığı eleştiri veya sergilediği duruşla da bir saf/duruş tayini yaparsınız. Kur'an'da geçen; "Kafirleri dost edinmeyin!" emrinin bir manası da buna bakar. Kafire, kafir olduğu hususta dost olmazsınız/olamazsınız. Elbette kafirin her sıfatı kafir olmak zorunda değildir. Kafirde mümin sıfatı da bulunabilir. Fakat siz, ne yanlışa açıkça yanlış deyip bir eleştiri üretiyorsunuz; ne de doğruya doğru deyip yanında duruyorsunuz. Hem orada, hem burada gibisiniz. Neredesiniz?

Yani Mustafa İslamoğlu hadis inkar ederken gözlerine sevgiyle ve takdirle bakabiliyorsunuz. Mealini, kitaplarını, analizlerini gittiğiniz her yerde reklam ediyorsunuz. (Bediüzzaman'a yaptığı çirkin ithamlardan sonra bile lütfen/zorlamayla 'katılmadığınızı' beyan eden açıklamalarla yetinebiliyorsunuz.) Karşılıklı oturup böyle muhabbetler ettiğiniz programlar Youtube'da aranınca rahatlıkla bulunuyor. Fakat dönüp gelip Risale-i Nur'ları takdir ediyorsunuz sonra. Tefsirlerin bile üstüne çıkarıyorsunuz. Sanki Nurcu gibi konuşuyorsunuz. Fakat Bediüzzaman'ın bu gibi meselelerde sergilediği istikametli duruşu da doğru bulmuyor gibisiniz. İmam-ı Âzâm'dan size söz nakledildiğinde; "O İmam-ı Âzâm'ın sözü. Delilin ne?" diyecek kadar teslimiyetinizi yitirdiğinizi duyuyoruz insanlardan. Oraya gidip öyle oluyor. Buraya gelip böyle oluyor. Hiçkimseyi kaybetmeden, yerini de çok belli etmeden, yaşayıp gidiyorsunuz.

Böylesi bir yazıya kaç kere niyet ettimse, Nur talebesi bazı kardeşler yazmamaya ikna ettiler: "Yapma! Hepten o tarafa itersin!" dediler. Vallahi ben artık bu taraf-ı muhalife destek manası içeren sözde bitaraf duruşunuzdan yaka silkmiş durumdayım. Bizzat ben kendim, yıllarca Mustafa İslamoğlu'nu takip ettimse hep sizin gibiler yüzünden ettim. Çünkü varlığınızla ona karşı duyduğum tereddüdü kırdınız. Metin Karabaşoğlu abi dikkatimi bazı şeylere çekmeye çalışıp uyardıkça diyordum ki kendi kendime: "Abartıyor. Öyle birşey olsa Senai abinin orada ne işi var? O da Nurcu değil mi?" Sizin orada durmanız daha kaç Nur talebesinin felaketi oldu Allah bilir. Benim gibi ayılan var, ayılmayan var. Siz bu halinizle Mustafa İslamoğlu'ndan daha tehlikelisiniz. Çünkü onlara karşı, Kur'an müslümanlığına karşı, ehl-i bid'aya karşı avamın duyacağı mübarek temkini kırıyorsunuz. Sizi orada, onlarla, o çizgide görenler; "Yok ya, o kadar kötü birşey değildir. Öyle olsa bu Bediüzzaman'ın talebesi Senai Demirci orada bulunmazdı!" diyorlar.

Şimdi de cevabî mahiyette paylaştığınız şu yazı. Vallahi kafayı yiyeceğim en sonunda. Biz sanki Kur'an'la Peygamber aleyhissalatuvesselamı ayırmayı konuşuyoruz da bize o konuda usûl öğretiyorsunuz! Unuttunuzsa hatırlatayım: Biz naklî delile/bilgiye karşı kırılmaya çalışılan güveni konuşuyoruz. Allah Resulünün peygamberliğinin inkarını veya onu kabul edip Kur'an'ın inkarını değil. (Nasıl mümkün olacaklarsa?) Farazî bir problem üretip onun üstünde kalem oynatarak entelektüel bir tatmin yaratmanız sizin bileceğiniz iş. Ama o mürekkep izinizi kaybettirmiyor. O peygamberlik tanımının 'postacılık' olarak doldurulmasını ve nübüvvetin muallimlik yönünün inkarı (veya Kur'an metniyle sınırlandırılması) asıl problemimiz. Ve bu yönde çalışanlarla yakınlığınızdır size karşı duyduğumuz endişe. Onların fikirlerine karşı yeterli tepkiyi vermediğiniz gibi, domates biber herkese gider kelamlarla iki tarafı da idare etmeye çalışmanız temel sorunumuz. Nurcu olmak mecburî değil ki. Tutmaya da çalışmıyorum. Kalbinizde varsa, kalırsınız. Fakat birşeyi açık etmelisiniz: Eğer Risale-i Nur artık sadece 'okuduğunuz kitaplardan bir kitap' olduysa, bunu bilmeye hakkımız var.



[1] http://www.sonpeygamber.info/kur-an-muslumanligi-mi-peygamber-muslumanligi-mi

28 Aralık 2014 Pazar

Güya Allah'ı takdis ederken...21: Abese sûresiyle yapılmak istenen

Üslûbunu benim de beğenmediğim oluyor, ama Cübbeli Ahmed Hoca hakkında birşeyi yeterince takdir etmediğimizi düşünüyorum. Aşırı da olsa, ifrat da etse, sert de gelse ümmet adına tehlikeli olabilecek şeyleri sanki ilk o hissediyor. İslamoğlu konusunun da buna karine olduğunu düşünüyorum. Mustafa İslamoğlu söyleyeceklerini/söylediklerini yine söylerken, Nur talebelerinin bir kısmı dahi ona sempati ile bakıyordu. (Ben de dahil.) Hatta bazı Nurcu kurumlar kitaplarının satışını bile yapıyordu. (Radyo programı yaptırmak isteyenler de olmuş, bunu sonradan duydum.) Ancak daha o dönemlerde Cübbeli Ahmed Hoca sert şeyler söylüyordu İslamoğlu hakkında. Gün geçti, devir döndü, biz de Cübbeli Ahmed Hoca'nın lafına geldik. Çünkü hakikaten adam o gün 'büyütmeyelim' dediğimiz söyleminde ifrat etti, en son dilini bize de iliştirdi. Neredeyse dinden çıkardı.

Bundan evvel, dinler arası diyalog meselesinde, Cübbeli Ahmed Hoca, sert bir şekilde Gülengilleri eleştirirken de biz "Yahu bu da herkese çatıyor!" diyorduk, rahatsız oluyorduk; fakat ne oldu? Yine Cübbeli Ahmed Hoca haklı çıktı bence. Evet, üslûbunda o dönem sertlik vardı, ama hakikat yok muydu? Ne yazık ki, üslûbuna takılıp sözünün hakikatine bakmadık. Ben azından bugün bu örneklerle birlikte takkemi önüme koyup 'hocanın hakkını hocaya' vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Bunu en azından kendi adıma düşünüyorum. Yazım kendisine kadar ulaşır mı bilmem, ancak ulaşırsa, hakkında "İfrat ediyor!" gibi laflar ederek ettiğim gıybet ve eleştirilerden dolayı helallik isterim. Demek sünnetteki salabeti onun ferasetini arttırıyormuş.

Abese sûresi mevzuuna gelelim. İslamoğlu'nun Abese sûresinin ilk ayetindeki kişinin Velid b. Muğire oluşu üzerine yaptığı tefsir (hoş, yalnızca o yapmıyor, o taifesi hep böyle yapıyor) ve 'kibirli adam' şeklinde yaptığı tevil; Cübbeli Ahmed Hoca tarafından "Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselama 'kibirli adam' diyor!" şeklinde lanse edildi. Bu yanlış. Mustafa İslamoğlu'nu artık günahım kadar sevmesem de kastettiğinin Peygamber Efendimiz olmadığını kendisi beyan ettiği bir meselede ona iftira etmek istemem. Ancak yine Cübbeli Ahmed Hoca'nın bu noktadaki hassasiyetinin boş olmadığını düşünüyorum. Evet, meseleyi çarpıtıyor, ancak oradan yapılan bir saldırıyı hissettiğinden bunu yapıyor bence. Fakat savunma haklı da olsa meşru dairede kalmak zorundadır.

"Bu saldırı nedir?" derseniz, onu da Dr. Mehmet Okuyan'ın yine Hilal TV'de yaptığı Tefhimu'l-Kur'an programın sırasında farkettim. Bu zümre, Kur'an'daki bir ayete dair kendilerinin yaptığı bir yorumu esas alıp, diğer bütün yorumların dalalette olduğunu ima eder tarzda tefsir yapıyorlar. Yani Bediüzzaman'ın ehl-i sünnetin mesleğine uygun olmadığını tekrar tekrar söylediği "Hak yalnız benim mesleğimdir!" söyleminde devam ediyorlar. Mesela bundan daha önce bir yazımda da alıntıladığım "Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!" hadis-i kudsîsini yorumlarken İslamoğlu diyor ki: "Buna hadis demek, Allah'a ve Resulüne hakarettir." Yani demek istiyor ki: "Buna hadis diyenler (başta İmam Gazalî olmak üzere) Allah ve Resulüne hakaret ediyorlar." Bu da aslında demek ki: "Bunu böyle söyleyenler dalaletteler." Bu da ilginç bir tekfir metodu, ima ile tekfir. İşte bunun benzerini Dr. Mehmet Okuyan da Abese sûresinin izahını yaparken söylüyor. Diyor ki: Yüzünü eşkiten, haşa sümme haşa, Peygamber Efendimiz değildir.

Tamam, sen öyle tefsir etmiyor olabilirsin, öyle tefsir edenleri beğenmiyor da olabilirsin, ama şu 'haşa sümme haşa' ne Allah aşkına? Ne demek istiyorsun? Mert ol, açıkça söyle. Sence, bu ayeti Peygamber Efendimiz aleyhissalatu vesselam diye tefsir edenler dalalette mi? Allah Resulünün ismetine mi halel getiriyorlar? Ne demek, haşa sümme haşa? Ne ile suçluyorsun bizi?

Bu bence çok önemli bir ayrıntı kardeşlerim. Biz hep bu noktada ıskalıyoruz olayı. Adamlar, ehl-i sünnet ekolünde olduğu gibi, Kur'an ve sünnetle çelişmediği sürece farklı yorumların dalalet olmayacağını düşünmüyorlar. "Yalnız benim mesleğim güzeldir" demeye kendilerinde hak buluyorlar. Halbuki Bediüzzaman'ın ifadesiyle "En güzel benimdir" demeye hak var en fazla. "Yalnız benim mesleğim güzeldir" demeye hak yok. Eğer ehl-i sünnet böyle olsaydı, bu kadar hak mezhep, bu kadar hak tarikat birbirinden farklı bu kadar ekol/zenginlik bir arada nasıl bu dairede kalabilirdi? Ama bunların açtığı çığır hayır değil. Bunlar ufaktan ufaktan, çaktırmadan çaktırmadan ehl-i sünnetin kanaatlerini dalaletle suçluyorlar. "Bulandırma denizi, uyandırma kerizi..." tarzı hafif hafif yapıyorlar bunu. Halbuki varmak istedikleri nokta açık: 14 asırdır bir ayet-i kerimeyi dahi yanlış yorumlayan bu insanların dini elbette 'uydurma din'dir. Elleri, dilleri, içtihadları güvenilir değildir. Kapılmayın onlara, dini bizden dinleyin.

Daha komik olansa, aynı programda, ilgili ayetlerde Peygamber Efendimizin aleyhissalatu vesselamın uyarıldığını da kabul ediyor Mehmet Okuyan. Hatta İbn-i Mektum'u (r.a.) gördüğünde Efendimizin kendisi nedeniyle uyarıldığını zikrettiğini de naklediyor. Ama nedense ilk ayette kastedilen o değil diye tutturuyor. Yani Efendimiz aleyhissalatu vesselamın uyarıldığı kesin. Ama niye uyarıldığı bunlarca meçhul. Yüzünü eşkiten de o olmadığına göre, o halde neden uyarıldı peki? Bunu da zorlu bir teville izah ediyor kendileri. İnsanlık hali olarak Efendimiz, Velid b. Muğire'nin çekip gitmesine üzülmüş. Ah be hoca, madem buraya kadar kabul ediyorsun, bir adım daha gelip Efendimizin bu üzüntü sebebiyle yüzünün şeklinin değişebileceğini de kabul etsene?

Ama olmaz. Bunu kabul ederlerse, ehl-i sünnete çakacak bir malzeme çıkmaz o zaman. Ne yapacaklar peki? Peygamber Efendimizi (kendilerince/güya) tenzih ederken ehl-i sünnete de '14 asırdır ayeti yanlış tefsir ettikleri' çamurunu yapıştıracaklar. Gördün mü bak, nasıl bir taşla iki kuş? Hem de bu sayede, ümmetin, Efendimize duyduğu muhabbeti kullanıp, bu yorumu yapmış müfessirlerin kafasına da bir kılıç çalacaklar. Onları 'sapkınlıkta' gösterecekler. Kardeşlerim, oyun büyük. Hüsnüzan edilmeyecek dolaplar dönüyor. Cübbeli Ahmed Hoca da bence bu tehlikeyi hissettiğinden agresif tepkiler veriyor. Üslûbuna takılmayıp bundan kelli endişelerine biraz daha kulak verelim, vesselam.



18 Aralık 2014 Perşembe

Güya Allah'ı takdis ederken... 17: İkimiz bir fidanın güller açan dalıyız

Bakınız çok ilginç, ben de çalıştıkça üzerine farkediyorum. Aslında Mustafa İslamoğlu ile Fethullah Gülen'in çok benzer yanları var. Kimi zaman aynı kodları kullanan, ama kimi zaman da zıt kutuplara savrulan, ama her şekilde 'kendi kanaatleri' için kutsal kaynakları bükmeyi/eğmeyi hüner bilen ikizkardeşler gibiler. Nasıl? İzah edeyim: Bir kere Gülengillerin kendilerini bu asrın 'özel müslümanı' gibi gördükleri malum. Yani şu asırda onlar seçilmiş bir cemaatler, ümmet içinde bir ümmetler, böyle hissediyorlar kendilerini. Bunun bir benzeri İslamoğlu taifesinde de var. Onlar da kendilerinden gayrısını 'uydurulmuş din' mensubu gördükleri için aynı seçkinci dile sahipler.

Ha, ellerinde Gülengiller gibi bir güç, bir kadrolaşma, bir imkan yok; ama olsa, aynı şekilde bizim 'uydurulmuş dinimizi' hizaya çekmeye çalışacaklarından eminim. Çünkü bu dışlayıcı dil, bu hoşgörüsüzlük, bu sapıtmışlık iddiası mecburdur bir noktadan sonra zorbalık yapmaya. Kendinden gayrısını hakiki müslüman görmeyenlerin Haricî olup, İsmailî olup veya Taliban olup dünyada neler yaptığı malum. Yani bu dışlayıcı, bu "Yalnız ben ve benim gibiler müslümandır"cı dil mahvediyor ümmeti. Ehl-i sünnetin ana ekseni ise musavvibe mesleğindendir. "Yalnız benim mesleğim haktır" demez. "En güzel benim mesleğimdir" demeye hak görebilir en fazla. Bediüzzaman da ehl-i sünnet cadde-i kübrasını böyle tarif eder eserlerinde: 'Güzeli kendine tahsis ve mahpus etmeden, ama en güzeli aramakta serbest.'

Gülen, bu elitik dili, duygusal bağlamda seçmece bir Asr-ı Saadet anlatımıyla yaparken; İslamoğlu daha aklî bir elekle, ama benzer bir yolla, Kur'an ayetlerini kafasındaki anlamlara hapsederek ve engel gördüğü hadisleri inkâr ederek veriyor savaşını. Yani İslamoğlu, güya akılcı/hayretli bir yolla Kur'an üzerinden bir bükme yaparken; Gülen, daha duygusal/gözyaşılı bir bağlamda siyeri bükmeyi deniyor. Gülen için daha evvel söylediğim Siyer-Bükücü lakabının bir benzerini de şimdi İslamoğlu için söylemek istiyorum: Kur'an-Bükücü. Dikkat edin ikisinin de ulaştığı meyve aynı: Kendilerini ve cemaatlerini 'daha üst bir farkındalıkla' takdis ederek oradan bir elitizm/asabiyet devşirmek.

Çoklukta bu, asabiyete yaklaşır. Azlıkta, elitizme yakın okunur. İslamoğlu'nun 1400 yıllık İslam geleneğine yaptığı suçlamaya bakarsak, onun Gülen'e nazaran ümmetin geneline daha saygısız ve daha seçkinci bir dil sahibi olduğunu söyleyebiliriz. Gülen kadar büyümemesinin ve büyüyemeyeceğinin sebebi de bu. Ümmet, kendisini reddedeni, reddeder. İsmi ne olursa olsun. İsterse bu elitik model, 'Kur'an müslümanlığı' olarak sunulsun. Elde edilmeye çalışılan şey aynıdır en nihayet: 'Mustafa İslamoğlu kavminin' ümmete üstünlüğü. Zaten bu insanlarla sohbet ettiğinizde size karşı kullandıkları üstperdeden dilde hemen eleverir kendini asabiyet. 'Hakikate kör olmaktan' ve 'uyumaktan' başlayıp 'müşrik' ifadesinin açıkça kullanıldığı tekfirlere kadar varır yol. Bizzat yaşadım ben bunu. Kurgu birşey söylemiyorum. Sizi 'meşru' kabul etmeyenin size gösterdiği saygı, ancak dişinin sizi kesememesindendir. İslamoğlu taifesi bize azıcık saygı gösteriyorsa, meşru gördüğünden değil, henüz dişi kesmediğinden. Yarın dişleri kestiğinde 'mürted' sınıfına dahil etmeyecekleri ne malum? Hasılı; İslamoğlu'na karşı şimdi net bir tavır sergilenmezse, evladın babasının/anasının imanını beğenmeyeceği günler yakındır.

17 Aralık 2014 Çarşamba

Ahirzaman illüzyonistleri...

Bediüzzaman, kuvve-i akliyenin ifratı için 'cerbeze' der ve ekler; "(...) hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya malik olur." Ahirzamanda Mürşidim kuvve-i akliyenin ifratı için ‘cerbeze’ der ve ekler: “(…) hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya malik olur.” Ahirzamanda deccal/süfyan karakterlerini anlatan hadisler de bu noktaya parmak basar. ‘Cennet görünümlü cehennem’ veya ‘cehennem görünümlü cennet’ ile anlatılmak istenen de işte biraz bu ilizyondur. Bazı olur cennet ‘uydurulmuş cehennem’ diye size sunulur. Cehennem ise ‘indirilmiş cennet’ olarak.

İllüzyonun fikirdeki haline ‘cerbeze’ desek herhalde yanılmış olmayız. Peki cerbeze denilen bu fırıldak nasıl çevrilir? Onun da izahını buluyoruz Risale-i Nur’da. Mesela: 14. Şua’da Bediüzzaman savcının iddianamesinde yaptığı bir cerbezeyi şöyle tarif ediyor: “Makam-ı iddia cerbezesiyle binler mesail içinde bir-iki meseleye hatırımıza gelmeyen bazı mânâlar vererek bizi itham ediyor.” Demek ki: Cerbeze ‘kişinin cümlelerine kendisinin yüklemediği anlamlar yüklenerek’ yapılır. Başka? Yine 14. Şua’da var: “Memleketimdeki biraderime yirmi senede hiç yazmadığım halde iddianamede beni emniyeti ihlâl suçu ile itham edip ve cerbeze ile eski nakaratı tazeleyerek ‘İnkılâba karşı geliyor!’ demiş.” Demek cerbeze ‘geçmiş iftiraları yeni yalanlarla/yöntemlerle yeniden piyasaya sürerek’ de yapılır. Başka? “Halbuki sarahat değil, o kendi cerbezesiyle küllî beyanatımızı ona tatbik etmiş.” Demek cerbeze kelamın açıkça kastetmediği birşeyi tek kastı oymuş gibi göstererek de yapılır. Başka?

“İddiacı, bin dereden su toplamak gibi, Nur şakirtlerinin birbirlerine karşı muhabbetkârâne ve hususî hissiyatlarını ve Nurlardan istifadelerini, samimâne ve bazen müfritâne gösteren mektuplarını bir esas yaparak cerbezesiyle onlardan medar-ı itham çıkarıp bizi irtica ile itham etmeye çalışması öyle bir hatâdır ki, kabrinde onun çok azabını çekecek.” Demek cerbeze ‘müfritane tavırların derlemesiyle ve umumun ondan ibaretmiş gibi sunulmasıyla’ da yapılır. Başka?

“(…) insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tadil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem’ edip, bir zaman-ı vahidde, bir şahs-ı vahidden sudûrunu tevehhüm ederek, şedid cezaya müstehak görür. Halbuki, bu tarz, bir zulm-ü şediddir.” Demek; cerbeze, farklı zamanlarda meydana gelen kusurları bir anda ve bir kişiden ortaya çıkmış gibi göstermekle de yapılır. Başka?

“Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve mukteza-i hali düşünmemekten çıkar. Ben ki ümmî bir köylüyüm, böyle cerbezeli ve mugalatalı ve ağrazlı muharrirlere nasihat ettim; demek cinayet işledim.” Demek cerbeze ‘tatbik-i nazariyatı ve mukteza-i hali görmezden gelerek’ de yapılır. Başka? “Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir.” Demek cerbeze bir tek günahı abartarak bütün iyilikleri örtmekle de yapılır. Başka? “En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse!” Demek cerbeze gurura yaslanmış bir eleştiri aşkıyla da yapılır. Başka?

“Cemaat itibarıyla görüyoruz ki, bir şahs-ı muhteris, bir intikamla veya muntakim bir muhalefetle, arzuyu tazammun eden bir fikirle demiş ki, ‘İslâm parçalanacak veyahut hilâfet mahvolacak.’ Sırf o meş’um sözünü doğru göstermek, gururiyetini, enaniyetini, tatmin. Hasmın zulm-ü kâfiranesini, hayale gelemez cerbezeli tevillerle adalet suretinde göstermek ister.” Demek cerbeze ‘ihtirasla, intikamcı bir muhalefetle, öyle olmasını arzulayan bir arayışla, enaniyetini tatmin isteğiyle teviller/yorumlamalar ve bunu adalet şeklinde sunarak’ da yapılır. Başka?

Neyse, çok alıntı yaptık, uzatmayalım. İşte arkadaşlar, size akıl aşırılığının Risale-i Nur’un diliyle bir resmini çektim. Şimdi alın Mustafa İslamoğlu’nun, Caner Taslaman’ın, Abdulaziz Bayındır’ın, Mehmet Okuyan’ın, Emre Dorman’ın, Mustafa Öztürk’ün vs.’lerin iddialarını, ahlakını, tenkidini, gururunu, iftiralarını koyun bu metinlerin içine. Hepsi nasıl tıkır tıkır tutuyor görün. ‘Avrupa’ya şedit meftuniyet‘iyle oradan ne bilgi alıntılasa ona vahiy gibi sorgulanmaz davranan ama Buharî’den bir hadis işitse yüzünü eşkiten; Bediüzzaman’a ve diğer âlimlere söylemediklerini söylettiği gibi söylediklerine de kendince ‘hatırımıza gelmeyen bazı mânâlar vererek’ kamuya öyle lanse eden; ‘sırf o meş’um sözünü doğru göstermek, gururiyetini, enaniyetini, tatmin’ için Risale-i Nur’da olmayan beyanları uydurup eserine katan ve tashihi istendiğinde de çarpıtmaya çalışan; başka türlü anlamak mümkünken ‘sarahat değil, o kendi cerbezesiyle küllî beyanatımızı ona tatbik etmiş’lerden olmayı tercih eden; cümle İslam ulemasının yalnız bir kusurunu bulmakla veya uydurmakla ‘bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmek’e çalışan ve o yolla tüm ehl-i sünnet geleneğini çürütmeye gayret eden; ‘O müthişin en müthişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye’ bile aynı seviyesizlikle girmekten çekinmeyen…

Bir eserin içindeki eleştirileri haklı çıkarmayacak metinleri görmezden gelip suçlamasına yarayacak malzemeyi seçerek ‘cerbezesiyle onlardan medar-ı itham çıkarıp’ insanların aklını karıştırmaya çalışan; ‘uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tadil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem’ edip, bir zaman-ı vahidde, bir şahs-ı vahidden sudûrunu tevehhüm ederek’ oradan Nur talebelerinin veya ehl-i sünnetin topyekûn dinden çıktığına/çıkacağına imanlarda bulunmaktan utanmayan; ‘en müthiş maraz ve musibet’ olan, ‘cerbeze ve gurura istinad eden tenkiti’ akaid-i imaniyenin en derin meselelerinde ve en muhterem şahıslar hakkında bile kullanmaktan hayâ etmeyen vs… Yani dostlarım, cerbeze ile ilgili hangi metne koysanız uyan bu adam, Mr. Cerbeze: Mustafa İslamoğlu, daha bizi ‘bizden görünerek’ kandırmasın.

Uyanık olalım. Ne olduğunu bilip öyle dinleyelim. Ne olduğunu görüp öyle konuşalım. Risale-i Nur’un içinden bir fotoğraf çektim size. Böylesi insanların yazdığı, söylediği, eylediği ‘hikmet’ değildir. Hikmet istikamettedir. Tastamam cerbeze yapıyor adamlar. Akıllarının ifratıyla hakikati bükmeye çalışıyorlar. Nakil karşısında gözetmeleri gereken dengeyi kollayamıyorlar. Aforizmalarla avlıyor itikadımızı. Şu yukarıdaki ifadeleri kendiniz inceleyin ve sonra isterseniz sohbetlerini de bu gözle dinleyin. Kitaplarını da bu gözle okuyun. Hepsinin şıkır şıkır, tıkır tıkır, patır patır teşhislerle tuttuğunu göreceksiniz.

Allah böyle hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterenlerin cerbezelerinden cümlemizi muhafaza eylesin. Ağızlarında ‘Allah kelamı’ olduğu halde, ‘cennet suretinde cehennem’ veya ‘cehennem suretinde cennet’ler sunulabilen ahirzaman fırıldaklarından korusun. Artık kimse de bizi ehl-i sünnetin hak dairesinden kendi uydurduğu dine “Kur’an müslümanlığı budur!” diyerek çağıramasın. Çağırsa da karşılık bulamasın. Çükü feraset mü’minin şiarıdır.

15 Aralık 2014 Pazartesi

Ayna manzarayı çoğaltır

Artık meşhur oldu ya gerçi. Yine de başlarken altını tekrardan bir çizelim: Newtoncu fizikten Kuantuma geçiş, belirli nedenler/sonuçlardan, gözlemcinin de gözleneni etkilediği (en azından bir iddia olarak) bir alana geçiştir. ‘Çift Yarık Deneyi'ni[1] duymuşsunuzdur. Dalga gibi davranan elektron taneciklerinin gözlemlenmeleriyle birlikte davranış şekillerini değiştirip tanecik gibi hareket ettiği o ilginç deney. Bu deneyin öğrettiği şeylerden birisi de; maddenin, en azından atomaltı düzeyde, o kadar da deterministçe/tekdüze hareket etmediğidir. Yani, fiziksel şartlar aynı olduğunda bile, gözlemcinin nazarıyla eylemin şekli değişebilmektedir.

Gözleyen sadece gözlemlemekle/ölçmekle maddeyi nasıl etkiler? (Nazara inanmayanları sarsan bir soru.) Esas müşkül burada yatmaktadır. Fizikçi değilim, fazla malumat veremeyeceğim, ama 'olasılık hesapları' dediğimiz şey Kuantumculuğun bu tarafına bakıyor biraz. Yani biz ihtimallere kafa yorarak taneciğin orada tam olarak ne yaptığını, neyi yapmadığını veya ‘neleri birlikte yaptığını’ anlamaya çalışıyoruz. Çünkü, deney izlenince görülecektir ki, tanecik aynı anda hem hepsini yapmakta hem de hiçbirisini yapmamaktadır. Yarıklara giderken tanecik olan tanecik yarıklardan geçerken adeta potansiyeller dalgasına dönüşmektedir.

Kuantum fiziğin sonu değil. Belki ileride çok daha fazlasıyla karşılaşacağız. Belki Kuantumun da bazı şeyleri eksik/yanlış söylüyor olduğunu farkedeceğiz o zaman. Ancak yine de bir açıdan onu beğeniyorum: Bana maddenin sanıldığı kadar kesif olmadığını gösteriyor. Demek: Neden-sonuç ilişkileri de sanıldığı kadar sarsılmaz değil. Yani: Bu teoriyle birlikte maddeye bakınca onun daha da latifleştiğini hissediyorum. Hem arızî olan vücudu anlamada da fehmime yardımcı oluyor. İsm-i Kayyum'un karşısında varlığımın ne denli 'rüzgâr önünde yaprak' bir varlık olduğunu kavrıyorum. Tabii yine de aklımızda tutalım: Bilim tedricen gelişen birşeydir. Hiçbir teorinin esiri olmamak gerek. Gün gelip daha güzeli, 'tam'ı, hakikate daha yakın manaları anlamamıza yardımcı olabilir.

Aslında olasılık hesapları bilmediğimiz şeyler değil. Hatta, bırakınız matematiği, edebiyatta bile malumumuz birşeydir ihtimaller. Örneğin: Bazen tek cümle bir dalga hareketi yapabiliyor. Her duyanda farklı bir tesir uyandırabiliyor. Bazen aynı kelime, aynı cümle, muhatabın dünyasına göre farklı etkilerde bulunuyor. (Kompozisyon ödevlerindeki çeşitlilikten hatırlarız.) Farklı karşılıklar buluyor. Hatta söyleyenin zekavetine bağlı olarak belagatın da şiddeti artıyor. Aynı cümleyi duyan birçok insan, ihtisas alanlarına göre, cümlenin içinden hakikat devşirebiliyorlar.

Elbette insanî olanın özgü sınırları var. Bir insan tek cümlede kaç mana murad edebilir? Bir, iki, üç... "Oku oğlum baban gibi eşek olma!" derken virgülün yerine göre yaşanan anlam kaymasını veya eşsesli kelimelerle yapılabilen sanatları biliyoruz. Fakat insanın ağzından çıkan yine de insanîdir. Sınırlıdır. Vahy-i ilahîye yetişemez. Esmasında sınır bulunmayan Allah bir kelamında kaç mana murad edebilir?

Cevabını aradığımızda 12. Lem'a bir yönünü gösterir bize. 33. Söz'ün 19. Penceresi ise diğer bir vechini. İkisi de aynı ifadenin tefsiridir. Fakat birisi afakî/dışsal bir 'yedi sema' anlatımında bulunur, diğeri bir varlığın katlarını açar gibi daha enfüsî/içsel bir daireye yönelir. Ancak her ikisinde de Bediüzzaman "Yedi sema ancak bu manalardan ibarettir!" inhisarında bulunmaz: "Ve hâkezâ, bu âyetin külliyetinde, mezkûr yedi kat tabakanın yedi kat mânâları gibi daha çok cüz'î mânâları vardır. Herkes fehmine göre hissesini alır ve o mâide-i semâviyeden herkes rızkını bulur."

Demek, isimlerine sınır koyulamayan Allah'ın murad ettiği mana sayısı, rızkını arayan mahlukatın sayısıncadır, hatta sonsuzdur. Zâhiri manası genel-geçer, ilk murad olunan, çerçeveyi belirleyen olmakla birlikte; rızkını arayanın nazarı, ihtiyacı ve ihtisası sayısınca da Kur'an bizimle konuşmaya devam eder. Daha özel bir dairede konuşmadır bu. Daha hususidir. Evet. Doğru. Lafzen nüzul bitmiştir. Fakat manaca keşfimiz sürmektedir. Gözlemcilerin değişimi gözlenenin sonsuzluğunu ortaya çıkarır. Aynalar mekanı çoğaltır. Bakış açıları fotoğraflamalarla anları zenginleştirir. Ve biraz da bu yüzden zaman eskirken Kur'an gençleşir. Çünkü Kur'an, zaman ötesi bir makamdan, ezelden gelmiş bir kelamdır.

İlginçtir. Bediüzzaman, kendisine ebced/cifir veya Sikke-i Tasdik-i Gaybî eserinde ifade ettiği işarat-ı Kur'aniye meselelerinde itiraz edenlere de Kur'an'ın bu küllî nazarını vurgulayarak cevap verir:

"Bunun, bu yanlışında beş vecihle hata var. Hem kitapları, ulemayı, tefsirleri görmediğine ve mânâ-yı sarîhî ile, mânâ-yı işârî ve mânâ-yı küllî ile hususî ferdlerin farkını anlamayan bir cehalettir. Necmeddin-i Kübrâ ile Muhyiddin-i Arabî gibi binler ulemaların, küllî hadiselere, hatta nefsin cüz'î ahvâline dair âyâtın mânâ-yı sarîhi değil, işârî mânâlarını beyan sadedinde çok yazıları var olduğu mâlumdur. Hem âyâtın mânâ-yı işârî-i küllîsinde her asırda efradı bulunduğu gibi, bir ferdi bu zamanda ve bu asırda Risale-i Nur ve bazı şakirtleri de bulunduğuna eskiden beri ulema mâbeyninde makbul bir riyazî düsturu olan ebced ve cifir hesabıyla bir tevafuk göstermek, elbette hiçbir cihetle ayatı şahsî fikirlere alet ediyor denilmez. Ve böyle diyen büyük bir hata eder. Ve dekaik-i ilmiyeye ihanet eder."

Yani, ebced/cifir meselesinde veya işarat-ı Kur'aniye mevzuunda yapılan itirazlarla aslında söylenmek istenen, Kur'an'da belirli birilerinin işareten kastedilmediği değil, Cenab-ı Hakkın bütün zamanlara uzanır kasıtlarının, hâşâ, olamayacağıdır. Bu yönlü itirazların arkaplanındaki temel arıza buradadır. Bu tasavvur daralmasındadır. Halbuki "Gayb'ın anahtarları Allah'ın katındadır. Onu yalnız O bilir. Mutlaka Onun bilgisi altında dalından düşen her yaprak, yerin karanlık derinliklerindeki her tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır..." buyuran En'am sûresi, aslında Cenab-ı Hakkın nasıl bir ‘manzar-ı âlâ'dan ve nasıl bütün mahlukatın geçmiş/gelecek bilgisini kuşatarak kelam ettiğinin de delilidir. Yeter ki bu manalara dair tefekkürler, bir usûlle, elbette ehl-ü sünnet ve’l-cemaatin usûlüyle geliştiriliyor olsun. Onlara bağlı kalsın. Sınırlarını aşmasın.

Ben şimdi, tam da bu noktada, derslerinde Kuantumu pek seven, Batı kaynaklarında duyduğu her bilginin âşığı, ama İmam Buharî rahmetullahi aleyhe dahi güvenmez Mustafa İslamoğlu ve benzerlerine birşey sormak istiyorum: Allah bir ayetiyle kaç manayı birden murad edebilir?

Buna nasıl bir sınır çizebildiğinizi cidden merak ediyorum. Çünkü öyle bir rahatlığınız var ki bu konuda, değil mana-i sarihî yönüyle, mana-i işarî yönüyle yapılmış her arayışı sapkınlıkla suçlayabiliyorsunuz. Kur’an’ın hakikati gösterir parmaklarının sayısını kendi parmağınız kadar daraltabiliyorsunuz. Ya ‘mana-i sarihî’ ile ‘mana-i işarî’yi ayıramıyorsunuz yahut da Allah'ı, tek cümlede ancak bir manayı murad edebilir (o da mutlaka sizin anladığınız olmak zorunda), hâşâ, bütün zamanlara/fertlere kuşatıcı kelam edemez gibi bir sınırlılıkta tasavvur ediyorsunuz.

Ortası yok gibi geliyor bana. Zira kelam-ı İlahî'de, hem de gayet de makul manalarla, kendi zamanına işaretler bulunabileceğini; bunun Kur'an'ın hem ihbarat-ı gaybiyesine, hem ezel külliyetinin şanına yakışır olduğunu söyleyen bir âlimi, "Kur'an'da öyle birşey yoktur!" der gibi bir üslupla, hatta "Ayet benim için indi!" demiş gibi yalanlayabiliyorsunuz? Yalanlamak yetmiyor bir de sapkınlıkla suçluyorsunuz. Ayıp değil mi?

Allah azze ve celle, bir kelamda kaç mana, kaç kişi, kaç zaman işaret ettiğini/edebileceğini size mi danışıyor kuzum? Size mi danışıyor ki, bu kadar rahat "Yoktur!" diyebiliyorsunuz? Hem nedir öyle Kuantumdan dem vurup vurup Kur’an okurken Newton’a dahi rahmet söyletmek? Varlıktaki hikmetine ne ara tahdit koyabildiniz ki, kelamındaki kastına aklınızca tahditler koyabiliyorsunuz? Gittiğiniz yolun tehlikesinin farkında bile değilsiniz. Bu yol, öyle tekfire koşan bir yol ki, yakında değil işarî manayı, sarih manayı sizin gibi yorumlamayanları bile reddedeceksiniz. Belki ediyorsunuz da! Siz ne konuşursanız konuşun. Bizim yolumuz ehl-i sünnet ve’l-cemaatin yoludur. Kur’an’ı anlayışımız da şöyledir: “Lâfzı tazammun eder pek vâsi ihtimâlât, hem vücuh-u kesire ki, herbiri nazar-ı belâğatte müstahsen, arabiyece sahih, sırr-ı teşrii lâyık görüyor anı.





[1] Faydalı bir kısa bilgi için: http://www.youtube.com/watch?v=q3H7wR_IR3ww

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...