Ehl-i Sünnet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ehl-i Sünnet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ekim 2022 Cumartesi

Sünnetin de 'müteşabihatı' olur mu?

Bediüzzaman'ın Minhacü's-Sünne'si üç ayetle başlıyor. İlk ikisinin kısacık bir meali şöyledir: "(128:) Size, içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. O size çok düşkün, mü'minlere çok şefkatli, çok merhametlidir. (129:) Ey Peygamber, eğer senden yüz çevirecek olurlarsa, de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur." 4. Lem'a'ya Tevbe sûresinden misafir edilen bu inciler, mürşidim için, sünnete bakarken kalpten çıkarılmaması gereken mihenkler mesabesindedirler. Zira, Aleyhissalatuvesselam Efendimizin sözlerini-tavırlarını doğru şekilde anlamak, iki şeyi birden hatırda tutmakla olur: 1) Ümmetine olan 'iştiyakı'nı. 2) Ümmetine karşı 'istiğnası'nı. Evet. Bu ikisini kalbinin terazisine yerleştirenler ancak Onun amellerini doğru tartarlar. Koymayanlarsa hataya müsaittirler.

Eserinin başında yer verdiği üçüncü ayetse ilk iki ayeti daha iyi anlamamız için seçtiği konuyu gösterir: "De ki: Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum. Sizden istediğim ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir." Malumunuz üzere, Şûra sûresinin bu ayeti, Ehl-i Sünnet ile Şiiler arasında temel bir farklılığın kaynağı olmuştur. Ehl-i Sünnet 'Ehl-i Beyt' kavramlaştırmasını 'liyakat' zemininde kavrar. Şiilerse Ehl-i Beyti 'kanbağı' noktasında açıklamaya mutaassıbdırlar. Yani ki: Sünniler nazarında 'sünnete hakkıyla ittiba edenler' de veraset-i nübüvvetten hisse sahibidirler. Şialar içinse 'neseb bağı' dışında veraset hakkı yoktur. Bu nedenle iki ekolün imamet meselesine yaklaşımı başkadır. İstikametse, her zaman olduğu gibi, sünnilerin tarafındadır. Allah bizi onların dairesinden ayırmasın.

İşte, tam burada Bediüzzaman, Tevbe sûresinden aldığı mihenkleri kullanmaya başlar: 1) Peygamber aleyhissalatuvesselamın hiçbir ameli 'ümmetinin bütününe gösterdiği iştiyak' hesaba katılmadan ele alınmamalıdır. 2) Yine Peygamber aleyhissalatuvesselamın hiçbir ameli 'beşeriyet noktasında ümmetine karşı sahip olduğu istiğna' hesaba katılmadan değerlendirilmemelidir. Öyleyse, mesela, 'ümmetinin hadsiz salâvatına hadsiz ihtiyaç göstermesi' nefsine dair bir talepten değildir. (O noktada istiğnası vardır.) Ya? Ümmetine daha çok şefkat edebilmek için arzuladığı destektir. Çünkü aldığı salavatlarla makamı yükselir. Yükselen makamıyla daha çoğumuza şefaat eder. Hem de salat u selam sayesinde ümmetin nübüvvetle dinamik ilişkisi korunur. Mü'minler Efendilerine dua ettikçe bereket bulurlar. Zira Ona edilen dua da bir vesile-i rahmettir. Ki Zât-ı Mübareki de âlemlere rahmettir. Yani getirilen savalatlarla menfaat ve saadet bulan, inşaallah, salavatı getirenlerin ta kendileridir.

 "Hazret-i Hasan'ın (r.a.) başını öpmesinden Şah-ı Geylânî'nin hisse-i azîmesi var..." diye bitirdiği 2. Nükte'de büyük bir uyanış yaşarsınız. Demek, Aleyhissalatuvesselam Efendimiz, torunlarını dahi 'sırf torunları oldukları için' sevmemektedir. Hayır. Onun her türlü fiilinde/sözünde makam-ı nübüvvetin geniş okuyuşu vardır. Evet. O, Ehl-i Beytten geleceklerin gelecekte sünnetin himayesinde göreceği mühim hizmeti görmüş, onları temsilen Hz. Hasan ve Hüseyin efendilerimizin başlarını öpmüştür. Yani bu yoğun sevgi 'dünyevî bir akraba sevgisi' değildir. Arkasında ümmetin bütününü kapsayan bir anlam vardır. Hepsini kollayan bir uhrevî menfaat vardır. Hem zaten Hâtemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselam  sırf bir karabet-i nesliye saikiyle, yakınlarına kıyak olsun diye, böyle birşey arzulayacak değildir. Onun eteği böylesi çamurlardan da münezzehtir. Nübüvvetin istiğnası böyle ücretlere talip olmaktan beridir. Peygamberler ecirlerini, Kur'an'da buyrulduğu gibi, yalnız Allah'tan isterler. Kullara minnet etmezler.

"Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş: 'Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.' Çünkü Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla, bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakiki dost da olamaz."

4. Lem'a'dan aldığımız bu mihenkleri, artık, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hayatında 'müteşabih gibi görünen' her detaya karşı istimal edebiliriz. Özellikle de Oryantalistlerin (ve onların yerli mukallidlerinin) çoklukla dillerine doladıkları mevzulara karşı... Mesela? Mesela: Efendimizin eşlerinin çokluğu meselesi. Mesela: Zeyneb radyallahu anha annemizle izdivacı meselesi. Mesela... Neyse. Uzatmayayım. Sayısını çoğaltabiliriz. Fakat hepsinin cevabı aynıdır. Yani aynı zeminden verilir. Böylesi hiçbir meselede Aleyhissalatuvesselam Efendimizin sözü-tavrı 'nefsini önceleyen' bir tutumdan kaynaklanmamıştır. Onun her amel edişinde ümmeti için gözetilmiş faydalar vardır. Oryantalistlerin geviş getirdikleri "İnsanî zaafları onu böyle şeylere itmiştir!" tarzı okumalar tastamam iftiradır. Yazıktır. Rezilliktir. Kur'an'da haber verilen istiğnasına da aykırı düşer. Onun bizden gelecek hiçbir menfaate ihtiyacı yoktur. Aksine bizim sıkıntıya düşmemek için sünnetine ihtiyacımız vardır. Eğer hâlâ hikmetini kavrayamadıklarımız mevcutsa, zihnimizdeki bulanıklık, şüphe yok ki cahilliğimizdendir. Hüda'dan açılmasını dileyebiliriz. Yoksa sünnetine iftira edip şefkatini zedelememeliyiz. Terbiyesizlik etmemeliyiz. Onun sünneti de hep şefkatindendir. Şefkati de hep sünnettindedir. Sünneti yitiren şefkate liyakatini kaybeder. Öyle olmaktan Allah'a sığınalım arkadaşım. Dünyada bundan büyük bedbahtlık yoktur.


18 Nisan 2022 Pazartesi

Şeytandan yaşlı kim var?

Eğer bir mü'min hak-bâtıl mevzuunda 'objektiflik' gibi gayr-ı mümkün bir yer tutmuşsa şeytanın zokasını yutmuş demektir. Hak ile bâtıl eşit olamaz. Eşit muamele göremez. Eşit şeylermiş gibi tartışılamaz. (En azından müslüman gönlünde durum bu olmalıdır.) Bediüzzaman böylesi muhakemeye(!) 'bitarafane' değil 'taraf-ı muhalifi iltizam' der. Ahirzamanda bu tarz cerbezeler çok yapılır. Zaten cerbezenin bir mukaddimesi/öncülü de şudur: Hak-bâtıl arasındaki nüansları törpülemektir. Sûreten birbirine 'olabildiğince' benzetmektir. (Gerçekte benzemez ya sathî nazar da detayları gözetemez.) Muhatabında böyle bir etki oluşturmayı başarmışsa işi kolaydır cerbezecinin. Artık çektiği yere götürür onu. Tıpkı yularından tuttuğu eşek gibi.

Modernistler, yani ehl-i bid'a, böylesi tuzakları sünniler üzerinde çok deniyorlar. Sık rastlananlardan birisi: Ayetlerin muhataplarını-makamlarını törpülemek. 'Ne için indiklerini' düşündürmemek. Halbuki belagatta kaidedir arkadaşım: Bir söz; kim söylemiş, kime söylemiş, ne makamda söylemiş, ne söylemiş; tamamı kuşatılarak anlaşılabilir. Kimin söylediği bilinmeyen söz askıdadır. Kimin kime söylediği bilinmeyen söz askıdadır. Kimin, kime, hangi makamda söylediği bilinmeyen söz askıdadır. Sadece 'ne söylendiğine' bakılarak hakkı verilmiş olmaz. Mana hem mekanın hem zamanın parçasıdır çünkü. (Yani o mekan-zaman ilişkisi içinde dokunmuştur.) Yerini bulması da ancak onlarla birlikte olur. Boşverdiğiniz zaman gözün güzelliğini yüzden edersiniz.

Sözgelimi: 'Ataların dini' meselesi. Kur'an'da "Atalarımızın dininden vazgeçmeyiz!" diyenlerin yerildiği birçok ayet var. Kimin söylediği belli. Amenna. Hak Subhanehu buyuruyor. Ama kime söylemiş bu ayetleri? Muhatabı kimler? Müslümanlar mı? Elbette değil. Yani atası mü'min olanın "Babam gibi müslüman olacağım!" demesi yerilmiyor Furkan'da. "Her nesil yeni bir din çıkarsın da ona uysun!" buyrulmuyor. Hâşâ, zaten böyle birşey emredilse, Kur'an kendisiyle çelişiyor olacak. İnsanları hem İslam'a çağırıyor hem de men ediyor sayılacak. Böyle bir tezat kelamullahta bulunabilir mi? Biz Allahımızı da, Peygamberimizi de, Kur'an'ımızı da cümle tezatlardan tenzih ederiz. Bizim Allahımız çelişkiye düşmeyecek bir Allah'tır. Dini de öyle kemalde bir dindir. Hem, arkadaşım, çelişkiye düşene ilah denemez. Çünkü kusurdur. Kusurlu olandan nasıl 'ilah' olur?

Öyleyse pusunun adını tam koymak lazım: Bid'a ehlinin böylesi ayetler üzerinden çevirdiği dolap cerbezedir. Cer-be-ze. Hakikati eksilterek saptırma. Veya resmin tamamını gözden kaçırarak arzuladığına baktırma. Kelamın doğru anlaşılmak için muhtaç olduğu dört öğeden ikisini berhava etme. 'Kime' ve 'ne makamda' söylenildiğini unutturma. Hatta bu unutturmayla manayı tam tersi istikamete çevirmektir. 'Bâtıl hakkındaki' hükümleri 'hakka dairmiş gibi' okutmaktır. Evet. Mezkûr ayetler bir müslümanın yüzüne 'hakkında nazil olmuş gibi' okunursa yapılan şey cerbezeye girer.

Bir de şu var arkadaşım: Kur'an bu ayetlerden ibaret değil ki. Mü'minlere 'evvelki salihlerin yolunu takip etmelerini' emreden pekçok hitap da var. Onları ne yapacağız? Görmezden mi geleceğiz? Hatta, hepsini geçtim, 'Fatiha' diye birşey var. Kur'an'dan ilk öğrendiğimiz. Her namazda okuduğumuz. Onsuz namaz olmayan. 'Kalbi' olarak sayılan. İşte o Fatiha'da bile söyleniyor bu hakikat bizlere. Hatırladın mı? Sonundan başlayalım nasıl çözeceksin. Kısacık mealiyse şöyle: "Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil." Evet. Demek 'ataların yolu' da tek değil. Bir 'nimet verilenler' var. Bir de 'gazaba uğrayanlar ve sapıklar.'

Şu ahirzaman şaşkınlarının haline gül arkadaşım. Çünkü hakediyorlar. (Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez.) En çok kendileri Kur'an'dan anlıyormuş gibi kasılıyor da Fatiha'yı bile kavramaktan acizler. Üstelik bu 'ayetlerin bir kısmını alıp diğer kısmını görmezden gelme' kemlikleri yüzünden muvazene-i şeriatı da bozuyorlar. Herkesin öncesini bir sayıp; Musa aleyhisselam ile Firavun'u, İbrahim aleyhisselam ile Nemrut'u, Davud aleyhisselam ile Calut'u eşitleyip; hak-bâtıl nüanslarını törpüleyip hatta; bizi güya Kur'an eliyle böylesi hatalardan(!) men ediyorlar. Halbuki men ettikleri tarafta salihler var. Cenab-ı Hakkın imanla aziz kıldığı mü'minler var. Sahabe var. İmamlar var. Ehl-i Sünnet mirası var. Kendilerinin tuttuğu yolsa tastamam cahiliye yoludur. Evet. Sünnetin hak dairesini reddeden şeytanının soytarısı olur. Öyle ya. Şeytandan yaşlı/ata kim var?

30 Ocak 2022 Pazar

Bu yol Mehmet Görmez'i nereye götürür?

Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'e atfen böyle bir söz dolaşıyor: "Bir hadisin isnadı ne kadar sahih olursa olsun, metninde aranması gereken ilk özellik, Kur'an'a uygun olup olmadığıdır." Kanaatimce bu çok kusurlu bir yaklaşımdır. Sıradan insanın kendisini Allah ile Peygamberi (a.s.m.) arasında hakem tayin etmesidir. Neden böyle söyledim? Çünkü Kur'an'a uygunluktan bahsedildiği zaman, kimse Kur'an'ı vahyeden Allah'ın ilmine, yani o kelamdan kastettiği muradın katmanlarına tastamam sahip olamayacağından, (esasında 'Allah' olamayacağından) aslında bahsedilen şey "Benim Kur'an'dan anladığıma uygun mudur?" zeminine inecektir-düşecektir. 

"Anladığıma uygun mudur?" denildiği anda da âdemoğlu kendisini Allah ile Peygamberi (a.s.m.) arasında hakem tayin etmiş olarak bulur. Doğrusu şu olmalıdır gibi geliyor bana: Senedi sahih rivayeti anlamada müşkülat çekiliyorsa müteşabihler muhkemlere havale edilmelidir. (Nitekim Kur'an'daki müşkülat hakkında uygulanan kaide de budur.) Elhamdülillah. Aleyhissalatuvesselamdan sahih rivayet bir tane değildir. Binlercedir. Onbinlercedir. Onlarda görünen mizac-ı beyan-ı mübareki ortadadır. 

Bütünlükte görülen ruh parçalarda boğulmayı önler. 'Aşırı yorum' tehlikesi varsa metnin bütünlüğü zaten bizim kurtarıcımızdır. Peki bu ne demek? Umberto Eco'nun Yorum ve Aşırı Yorum'da isabetle dikkat çektiği birşey: Bir yazar, sözgelimi 'komünizmi yermek' niyetiyle bir kitap kaleme almışsa, içinden hiçbir parça kesilerek "Bu yazar komünizmi çok severdi!" denilemez. Çünkü metnin bütünlüğü çerçeveyi oynanmaz kılar. 

Şimdi soralım: Aleyhissalatuvesselamın hadislerinin bütünlüğü, ehl-i sünnet simasında yansıyan o pâk güzellik, müşküle düştüğümüz rivayetleri aydınlatmaya yetmiyor mu? Ulemamızın kütüphaneler dolduran izahları kâfi gelmiyor mu? Neden önce onlara müracaat etmek yerine Kur'an'a, aslında ondan bizim anladığımıza, gidiyoruz? Bu sıçrama neden? 

Bu sıçramanın niyeti, suizannımca, iki amaca dayanıyor: 1) Önce Kur'an sünnetsiz bırakılarak, geometrik ifadesiyle, iki noktadan geçen tek bir doğruyken, tek bir noktadan geçebilecek çok sayıda doğruya döndürülüyor. Cevamiü'l-kelîmliği mizansız suistimal edilmek isteniyor. 2) Niyet hadis dövmek olduğu için, onların yeri de ümmet nazarında pek yüksek bulunduğundan, çocukların güç yetiremedikleri hasma karşı abilerini çağırmaları nevinden, hadis-i Resulullah'a karşı kelamullah çağrılıyor. Hadis hadislere arzedilmiyor. Bu yapılırsa galip gelecek yine hadis çünkü. Halbuki galip gelmesi değil kaybetmesi umuluyor.

Yukarıdaki misali de biraz açalım. Geometride temel öğretilerden birisidir: Birbirinin aynı olmayan iki noktadan yalnızca tek doğru geçer. Tek bir noktadan ise sayısız doğru geçebilir. Ben bunu sünnetin Kur'an yanındaki fonksiyonunu anlamada çok yardımcı bir misal olarak görüyorum. Aynısını yapıyor çünkü. Kur'an bir nokta. Üstelik cevâmiü'l-kelîm özelliği var. Vahyin beyanları 'Çok anlama gelebilir' nitelikte. Bediüzzaman'ın tabiriyle: Kısa söylemiş ta uzun olsun. Bu da içinden çok sayıda doğru geçebilir hale getiriyor. (Bid'a fırkaların tarihteki serencamı durumun şahididir.) Sünnet ise ikinci nokta. Onu da koyduğunuz zaman doğru tekleşiyor. Hep ekalliyette kalmış gayrısının rağmına ehl-i sünnetin ana omurgalığını devam ettirmesi bu iki nokta sayesindedir. 

Şimdi, bütün bu tecrübeyi bir kenara bırakarak, hadisleri silbaştan tartışmaya açarsanız, Kur'an zaten hadislerle anlaşılıyor, ikinci noktayı uçurursunuz. Bindiğiniz dalı kesersiniz. Hatanın haritasını takip edelim: Hangisinin hadis olduğu nasıl anlaşılacak? Kur'an'a sorularak. İyi de Kur'an hadislerle anlaşılıyor. Sözgelimi: Namazla ilgili hadisleri Kur'an'a sorarsak, Kur'an'daki namazla ilgili ayetler bu hadislerle anlaşılıyor, Kur'an'ı anlamanın yolunu kendimiz budamış olmaz mıyız? 

Adam oturuyor hadislerin başına, "Kur'an'da şu yok, bu yok, o yok!" diye Kasap Haydo gibi doğruyor. Yahu Kur'an'da göremediklerin tamam olsun diye o hadisler bildirildi. Göremediklerin üzerinden onları eleyesin diye değil. Bu mantık(!) otomatikman sünneti Kur'an'a risk algılıyor. Bunu da bir misalle açmak isterim. Diyelim: Bize bir kullanma kılavuzu verilmiş. Bir de yardımcı kılavuz verilmiş. İkincinin verilme nedeni birinciyi doğru anlamak. Sen tutup "Birincide olmayan şeyler var!" diye ikinciyi çöpe atarsan ahmaklığın cetvelle ölçülmez olur. Cenab-ı Hak öylelerden olmaktan cümlemizi muhafaza eylesin. Âmin.


28 Eylül 2021 Salı

Cübbeli Ahmed Hoca'nın derdi ne?

"Nitekim, bu din telakkisi ve ona uygun yürütülen din eğitimi sonuçlarını vermeye başlamıştır. Artık Allah'tan korkulması gerektiği gibi korkmayan, çünkü kendi çağdaş tanrı tasavvurlarını oluşturan, dolayısıyla çağdaş yaşamlarının önünde hiçbir engel oluşturmayacak bir tanrı tasavvuruna kavuşan, bu sebeple artık haram-helal, ayıp-günah gibi kavramları eski bularak kullanılmış bir mendil muamelesi yapan yeni kuşak ilahiyatçılar yetişmektedir."
Prof. Dr. Salim Öğüt, Modern Düşüncenin Kur'an Anlayışı kitabından.

Bir Irmağa Yolculuk'u çocukken izlemiştim. 'Devrimci sinema'yı takip edenler belki hatırlayacaklar: Haydar, işçilerin gözünü açmaya çalışan bir devrimciyken, ihanetlerinden dolayı onlara kinlenir. Patronlara yamanır. Hatta zulümde onları da geçer. Gel zaman git zaman eski aşkı Nazlı kasabaya döner. Bıraktığında sıradan bir köylü olan bu kızcağız sosyalizmi öğrenmiş, yani ki gözü açılmış, bir gazeteci olarak da taze kapitalist Haydar'ın karşısına dikilmiştir. Aralarında şöyle bir tartışma geçer:

- Önce onlar sattı beni. Sen bile sattın. Aleyhimde ifade verdiniz. Sizin yüzünüzden yattım ben içerde yıllarca.

(...)

- Sen bana neyi anımsatıyorsun biliyor musun? Yol açan bir makineyi. Kocaman yollar açan bir buldozeri. Onların açtığı yoldan binlerce kişi geçer. Yalnız bir sakıncası vardır bu makinelerin. Bir parçaları kırıldı mı kalırlar yolun ortasında. Bırak yol açmayı, yolu tıkarlar. Sen artık parçası kırık bir dozersin. Çekil yolumdan. 


Yol açmak-tıkamak bahsi açıldı. Aklıma Eşkıya filmi de geldi. Onu da lisedeyken izlediğimi anımsıyorum. Baran'ın dağa çıkış sebebi galiba ağasını vurmaktı. Geçmişte suça karışan insanlar, eğer cezasını göze alamıyorlarsa, dağa çıkarlarmış. Eşkıya olurlarmış. Aslında 'eşkıya' kelimesi tıpkı 'evliya' gibi birşeyin çoğulu. Tekili şakî. Manası: Yol kesen. 'Şak' kelimesiyle etimolojik bir bağı var mı bilmiyorum. Biliyorsunuz 'şak' Arapça 'yarmak' da demek. Belki gidişlere-gelişlere engel oldukları için, yani birnevi yolu yardıkları için, bu isim verilmiştir. Allahu'l-a'lem. Risale-i Nur'da 'katıuttarik' veya 'katiüttarik' şeklinde geçiyor ki yine aynı manaya gelmektedir. 

İlk Dönem Eserleri'nde iki yerde istimal ediliyor bu kelime: 1) "Ey gafil! Eğer ölümü öldürebilirsen, zevali dahi dünyadan izale edebilirsen ve acz ve fakrı beşerden kaldırabilirsen ve katiüttariklik yapmak için zihayatın, hususan insanın ebede giden yolunu seddedecek bir çare bulmuşsan, dinden istiğna ve dinin şeairini terk etmeye insanları davet edebilirsin." 2) "Ey gafil ve sarhoş! Eğer bu mecburî seferden beni halâs edecek bir çare bulmuşsan, söyle. Fakat bulduğun çare kàtiüttariklik olmasın. Çünkü inkâr ve dalâlet, ancak kabrin ağzında zulümat-ı adem-âbâdda sukutu kabul demek olduğundan, şu kàtiüttariklik çok defa uzun seferden daha müthiş ve daha korkunçtur. Madem çaresi yok, öyleyse sus! Ta Kur'ân-ı Hakim dediğini desin." Gelelim şimdi en meşhuruna. Yani 1. Söz'de geçtiği şekline: "İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazı idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: Ben filân reisin ismiyle gezerim. Şakî def olur gider, ilişemez."

Eh, evet, yol kesmenin doğasında 'gidecek yeri kalmamak' var. Tıpkı Baran gibi. Suçunuzun bedeliyle yüzleşmek istemediğinizde yolunuz 'yol kesmek' oluyor. Öyle ya: Gidecek yer yok. Dönecek yer yok. Hayatta da kalabilmeniz lazım. O zaman ne yapılacak? Başkalarının hayatlarından çalınacak. Ebu Cendel radyallahu anhın Hudeybiye antlaşmasının ardından yaşadıklarını anımsayalım. Ne yapmak zorunda kalmıştı? Sîfülbahr'a kaçarak yetmiş kadar arkadaşıyla Kureyş kervanlarının yolunu kesmeye başlamıştı. Hatta Mekkeliler onların korkusundan en sonunda antlaşmanın Sîfülbahr'dakiler lehinde bozulmasını rica ettiler. Böylece Medine'ye kabul edildiler.

Eşkıyalığın maddisi olduğu gibi manevisi de var. Bugünlerde İblis'in kıssasıyla Bediüzzaman'ın 'katıuttarik' kullanımları arasında bağ görmeye başladım. Çünkü o da (A'râf sûresinde haber verildiği şekliyle) mealen diyor: "İblis dedi ki: Bundan böyle benim sapmama izin vermene karşılık, ant içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın." Demek eşkıyaların piri de İblis'tir. Yol kesenlerin ilki odur. Bu istikamette şakîlik eden herkes İblis'in talebeliğini gütmektedir. Fakat şuna da bir dikkatini istirham ederim arkadaşım: Denilir ki: İblis eskiden meleklerin muallimiydi. Yani bilgilidir. Demek hidayetin malumatına, argümanlarına, kelimelerine de sahiptir. O yüzden yol kesenliği eşkıyalığın en beteri olmuştur. Sahi ya: Kurdun en tehlikesi gövdeye girendir. Zira gövdeye giren gövdeyi bilendir.

Mürşidim bu sadedde diyor ki: "Ey birader! Düşman hariçte olsa, insan, silâhsız o düşmanla geçinebilir. Fakat düşman kal'á içine girse ve gizlense, o vakit o düşmana karşı silahlanmak, zırh giymek ve gayet dikkat etmek, hem pek ciddi sebat etmek lazımdır. Ta ki hayat-ı ebedîsini hafî darbelerden kurtarabilsin." Hem yine diyor: "İşte, dalâlette, iktidarsızların muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizlerin şöhret kazanmaları içindir ki, hodfuruş, şöhretperest, riyâkâr insanların ve az birşeyle iktidarlarını göstermek ve ihâfe ve ızrar cihetinde bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalif vaziyete girerler. Ta görünsünler ve nazar-ı dikkat onlara celb olunsun. Ve iktidar ve kudretle olmayan, belki terk ve atâletle sebebiyet verdiği tahribat onlara isnad edilip onlara bahsedilsin."


Eşkıyalığın psikolojisinde bunlar da var. Mağruriyetinden Âdem aleyhisselam gibi et-Tevvâb ismini alıp sılasına dönmeyen İblis yurtsuz kaldı. Boşlukta kaldı. Anlamsız kaldı. Çünkü tevhidin herşeyi kuşatan anlamından koptu. Fakat anlamsız da yaşanamaz. Boşluk her yükten ağırdır. Aidiyetsiz sürdürülmez ömür. Adressiz huzur olmaz. İşte bu devrede İblis ademden/yokluktan yeni bir amaç tayin etti: Hidayet yollarını kesmek. Âdemoğlunu doğrudan saptırarak cennetinden etmek. Bu yıkımı anlam edinip ona tutundu. Yarımlığını başkalarını yarım bırakma süreciyle telafi ettiğini sandı. Mürşidimin tabiriyle: Dalalette iktidarsızlığı ona muktedirlik göründü. Ehemmiyetsizliğine rağmen şöhret kazandı. Yıkmak kolay yapmak zordu çünkü. 

Dikkat çekmekse her zaman varolmak, hünerli olmak, aferin almak demek değildir: "Nasıl ki, böyle şöhret divanelerinden birisi namazgâhı telvis etmiş, ta herkes ondan bahsetsin. Hattâ, telvis edenden lânetle de bahsedilmiş de, şöhretperestlik damarı kendisine bu lânetli şöhreti hoş göstermiş diye darbımesel olmuş."

Şimdi bu yazının nasıl olup da Cübbeli Ahmed Hoca'ya bağlanacağını merak etmişsinizdir. Ona geleyim: Kanaatimce Hoca da (daha pekçokları gibi) bizi 'kurdun gövdeye girişi' hakkında uyarıyor-uyardı. Hatta tesiri adına tokat etkisi yapan bir söylem de kullandı. Öyle de oldu. Epeyce ses getirdi. Ciğer yakan bu konu nihayet gündem oldu. Şunu da kabul edelim: Hocanın İmam Hatipler-İlahiyatlar hakkındaki çıkışı birçoğumuzun ciğerindeki nefesin dışarıya salınmasıydı. Hatta çocukları halihazırda İmam Hatiplerde-İlahiyatlarda okuyanlar dahi çıkışına destek verdiler. 

Neden? Zira onlar da kimi şahitliklerinden ötürü bu türden bir eşkıyalığın hidayet müesselerini ele geçirmesinden korkuyorlardı. Tıpkı Bediüzzaman'ın endişelendiği gibi: "1338'de Ankara'ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah,' dedim. 'Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!'" Evet. AK Parti iktidarı dindarlığın yeniden hürriyet kazanmasına vesile oldu. Fakat bu zaferin neş'esini kullanmak isteyenler yok muydu? İlahiyatçıların söylemlerindeki gariplikler neyi ifade ediyordu? Bu defa da farklı bir delikten ısırılmamak için dikkatli olmak gerekmez miydi? Çünkü mürşidim de kendi çağının tecrübesini anlattığı metnin devamında diyordu: "Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu."


Bence İmam Hatipler-İlahiyatlar hakkında bu türden kaygılarını ifade eden herkes bir ejderhanın önünü almaya çalışıyorlar. Ki, takip edenler görmüştür, mevzu üzerine merhum Prof. Dr. Salim Öğüt Hoca'nın eleştirilerinden paylaşımlar yaptım.  Birçok isimden daha benzer alıntılar yapabilirdim. Göğsünde 'ümmetin sahih itikad üzere kalması' adına dert taşıyan herkesin az-çok bu tarz endişeleri var zira. Peki karşılarında ne var? Bazen kocaman bir sessizlik. Bazen körkütük bir tepki. Hatta "Kur'an insan sözüdür!" diyen Mustafa Öztürk'e veremedikleri karşılığı Cübbeli Ahmed Hoca'ya veriyorlar. (Halbuki hangisinin dediği daha muzırdır bellidir.) Bu da "Neresi/ne kadar elden gitti?" sorusunu akıllara getiriyor. Korkuyorum. Belki de cepheyi çoktan kaybettik. 1438'de 1338'in tekrarını yaşıyoruz. Ejderha başardı.

Modernizm Kemalizmin evladıdır. Bunu herkes bilir. Zaten 'Türkçe ibadet' gibi çoğu başlığı Kemalizm açmıştır. Modernizm, kendi tabiatına da uygun gördüğü için, Kemalizmin arkasından gitmiştir. Bugün Kur'an Müslümanlığı, Tarihselcilik vs. gibi hangi ekolün ipini takip etseniz Tek Parti Dönemindeki uygulamalarda izlerine rastlarsınız. Zaten dinde reform yapmak isteyenlerin, zâhirde nizâ da görünse, özde böylesine iyi anlaşmaları kaçınılmaz. Ancak bu defaki fitnenin Kemalizmden daha farklı yönleri de var. Mesela: Ehl-i Sünnet aidiyetini önemsemeyen, ama dinî argümanları kullanabilme yeteneğine de sahip, İblis gibi 'yarı âlim' kitleleri var. Bunlar tam âlim olmuyorlar. Çünkü ya güçleri yetmiyor yahut da sonuçları işlerine gelmiyor. Yarı âlimlikse hakikatleri çarpıtmak için yeterli malzemeyi sağlıyor.

Düz liseye gidenler dinî konuları sahiden bilmiyorlar. Ama İmam Hatip'e-İlahiyata giden bazıları hem bilmiyorlar hem de bilmediklerini bilmiyorlar. Yani birisinin talebeleri cahilse diğerininkiler cehl-i mürekkep sahibi. Bu yüzden doğruyu tekrar kabullenmeleri daha da zor oluyor. Anlatıldığında da onu aşağılıyorlar. Çünkü kibrin zirveleri 'yarı âlimlik' rütbesiyle hakedilmediği halde tutulmuş vaziyette.

İmam Hatipler-İlahiyatlar müslümanlar için medreselerin-tekkelerin kapatılmasından doğan boşluğu aşmaya bir dozerdi. Hayırlı işlerinden Allah razı olsun. Fakat Bir Irmağa Yolculuk'ta dendiği gibi: Dozer bozulunca yolu daha beter kapıyor. İşte, yazının özeti, Cübbeli Ahmed Hoca bundan başka ne söyledi ki? Üstelik İblis'in kıssası da bize aynı şeyi söylüyor. Çokbilmişin sapıtması cahilin haline benzemez. Yahut yine mürşidimin dediği gibi: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar." 

Eh, evet, bizim mahallenin çocukları katıuttarikliğe başlarsa, dinde reform çığlıkları her yanımızı kuşatırsa, İmam Hatipler-İlahiyatlar Ehl-i Sünnet olmayı 'taassub' gibi görürlerse, artık hazırlanalım: Kıyamet yaklaşmış demektir. Cenab-ı Hak cümle vatanın evladını böylesi zararlı akımlardan korusun. Âmin. Âmin. Âmin.

27 Nisan 2021 Salı

İhsan'ın Eliaçık, dininin ucu açık...

Hakkını yemeyelim: İhsan Eliaçık'ın gerçekten 'eli açık.' Fakat bahşını babasının tarlasından değil de Allah'ın razılığından yaptığı için hoşgöremiyoruz. İçimize sindiremiyoruz. Nihayetinde başkasının malından cömertlik yapana 'cömert' demezler. Ya? 'Hırsız' derler. Evet. Aynen. Başkasının malından cömertlik yapan hırsızdır. İnsan ancak mülkiyeti sözkonusuysa eli açık olabilir. Emanetçisi olduğundaysa yapamaz. Paşa gönlüne göre dağıtamaz. Bahşiş veremez. Peşkeş çekemez. Malik-i Hakiki'nin rağmına saçıp savuramaz. Savurursa ne olur peki? Mülkün Asıl Sahibi (c.c.) hesabını sorar. Öyle ya: Fatiha'da kendisini mü'minlere 'Malikiyevmiddin' yani 'Hesap Gününün Sahibi' olarak tarif edenden kim/nasıl kaçabilir? Nasıl malından kaçırabilir? Nereye saklanıp da hesabından kurtulabilir? Alîm-i Mutlak olan Allah elbet hesabını ıskalamaz.

Duymuşsundur sen de: Evvelce kırdığı cevizler kesmemiş olacak ki en nihayet ateistleri de cennete iteklemeye kadar vardırdı işi. Gerçi, Allah var, ateistlerin böyle birşey arandığı yok. Ricacı olmuş da değiller. Zaten inanmıyorlar ki adamlar. Neye ricacı olsunlar? Hem niye ricacı olsunlar? Cennet-cehennem enterese etmiyor ki onları. Fakat Eliaçık'ın eli Suyudurmaz Çeşmesi gibi. Durmuyor. Duramıyor. Akıyor. Dağıtıyor da dağıtıyor. Paylaştırıyor da paylaştırıyor. Katolik kilisesi bile cennetten arsa ayarlarken bu kadar bonkör değildi be arkadaşım. En azından bir çorba parası olsun tokatlıyordu rahipleri. Eliaçık o kadarına bile bakmıyor. Damat gibi sırtlarına vura vura sürüklüyor adamları. İlla gireceksin! İnanmıyor musun? Yahu boşver. Ne önemi var? İhsan'ın eli açık ya. Tü, tü, tü. Yani hocamızın hem eli açıktır hem de dininin ucu açıktır. Dün deistleri sokar, bugün ateistleri, yarın da kimbilir? Azıcık nazını çekerse İblis'i bile içeri alabilir.

Aaa, zulmetmeyelim, elbette böylesine zırvalarken dayandığı argümanlar var. Mesela diyor ki: "Kur'an'da ateistlerin cehenneme gireceğini söyleyen ayet yok." Sahi. Bektaşî gibi gönülsüzce aranınca "Hakikaten yok!" diyebilirsiniz belki. Yani arkadaşım 'ateist' kelimesi Kur'an'da gerçekten hiç geçmiyor. Ama, fakat ve de lakin. Mevzuu lügat cambazlığından biraz uzaklaştırınca insan uyanıyor ki: Müşriklerin cehenneme gideceğine dair çok ayet var. "Eee?" Yani Allah'a ortak koşanların cezalandırılacağını söylüyor Kur'an. "Eeee?" Yahu ne 'Eeee'si? "Bu işin ateistlerle ne ilgisi var?" diye mi soruyorsun bir de! Cık, cık, cık. Yahu ateistler de müşrik değil mi? "Nasıl yani?" Şöyle yani: Ateistler de tıpkı müşrikler gibi tek olan Allah'ı inkâr ettikten sonra onun mülkünü, sıfatlarını, isimlerini, yaratışlarını, tecellilerini başkalarına/sebeplere dağıtıyor değiller mi? "Eveeet. Aaaa. Saahiii." Yaaaa. Şimdi derkettin işte. Ateistler aslında politeistlerdir. Bir Allah'ı inkâr ettikleri için sebepler sayısınca ilahları kabul etmişlerdir. Bakma Eliaçık'ın aptala yattığına. Onun gözü ancak işine gelmeyenlere açılmıyor. Yoksa şapkasından ne tavşanlar çıkardığını tanıyanlar bilir.

Bediüzzaman da bu konu hakkında diyor ki: "Hem nasıl ki bulutsuz gündüz ortasında güneşin deniz yüzünde, bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve karın bütün parçalarında cilvesi göründüğü ve aksi müşahede edildiği halde güneşi inkâr etmek ne derece acip bir divanelik hezeyanıdır. Çünkü, o vakit birtek güneşi inkâr ve kabul etmemekle, katarat sayısınca, kabarcıklar miktarınca, parçalar adedince hakikî ve bil'asâle güneşçikleri kabul etmek lâzım geliyor. Her zerrecikte—ki ancak bir zerre sıkışabildiği halde—koca bir güneşin hakikatini içinde kabul etmek lâzım geldiği gibi; aynen öyle de, şu sıravâri içinde her zaman hikmetle değişen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen şu muntazam kâinatı görüp Hâlık-ı Zülcelâli evsâf-ı kemâliyle tasdik etmemek, ondan daha berbat bir dalâlet divaneliğidir, bir mecnunluk hezeyanıdır. Zira herşeyde, hattâ herbir zerrede, bir ulûhiyet-i mutlaka kabul etmek lâzımdır." 

Yani bu anlamda ateizm müşrikliğin dibidir. Zirvesidir. En rezilidir. 1000 tanrıya taptıkları söylenen Hititler bile bu kadar aptallaşmayı göze alamamışlardır. Yalnız Allah'ın hesabına eli açık Eliaçık da şu tezadı görmezden gelmektedir: Kur'an, Mekke müşriklerini cehenneme sokmaktan çekinmezken, ondan bin beter müşrik olan günümüz ateistlerini mi sokmaya kıyamamaktadır? Neden? Hangi mecburiyetle? Eliaçık'ın tevili hazırdır: Çünkü 'ateist' kelimesini Kur'an'da bulamamaktadır. Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Kelimeyi apaçık bulsaydık da Eliaçık eli açıklığı bize izin vermeyecekti. Hatta Eliaçık eli açıklığını daha ileri vaziyetlere götürecekti. "Mesela?" Mesela: İsimleri bizzat Kur'an'da cehennemlikler olarak geçmeyen ateistleri kıyıp sokturmayacaktı. Ebu Leheb'in bizzat adı geçmese, ihtimaldir, Eliaçık ona da cehennemi kondurmayacaktı. 

Tabii ki tevil cambazlarında tevil tükenmez. Eliaçık'ta da teviller tükenmiyor. Ateistleri bile cennete sokarak 'dinin gönderilmesini amaçsızlaştırdığını' farketmiyor. Farkediyorsa da önemsemiyor. Allah'ı abesle itham ediyor. Kendisinin ikinci bir argümanı da şöyle şekilleniyor arkadaşım: "Bir ateist ahlaklı olduktan sonra Allah'a inanmasa da olur. Zaten Allah'ın istediği gibi bir kul olmuştur." Ooo... Görüyor musun tesbiti. Vay, vay, vay. Hey gidinin kilolu Gandhisi hey. Nasıl da yakıştırdın kendine böyle bir panteizmi? Neyse, o pehlivan cüsseni tartmayalım da, ettiğin lafların cirmini tartalım. Tartalım ama kendi sözümüzle tartmayalım. Sen daha sosyalizmin 's'sini söyleyemezken Marksizmin tahsilini yapmış, davasını savunmuş, bedelini de ödemiş bir filozoftan alıntı yapalım. Bilgiler Kitabı'ndaki söyleşisinde diyor ki Leszek Kolakowski:

"Sekülerleşme çağında yaşıyoruz. Ki bu da kendi içinde çelişik bir olgudur. Etkisini ancak birkaç on yıldır tam anlamıyla yaydığından, geleneksel dinin tamamen unutulduğu, yitirildiği, gömüldüğü bir toplumun neye benzediğini bilmiyoruz. Bunun ahlakî ya da entelektüel kalıntılar biçiminde varlığını sürdürebileceğinden sözetmiyorum. Ama eğer her türlü dinden arınmış bir toplum hayal etmeye kalkışırsak, bu, birçok noktada, muhtemelen bir tiranın yönettiği, kaygının ve tamahkârlığın egemen olduğu Thomas Hobbes'un geometrik modeline benzer. Dinsel miras fiilen yok olursa iyi ile kötü arasındaki ayrım da geçerliliğini yitirir. Ama bunu kanıtlayamam. Çünkü zorunlu amprik koşullar yerine getirilemez." 

Yani, işin kitabını yazmış filozof-profesör Kolakowski "Dinsiz ahlak da varolamaz!" diyor, ama bizim kenardan sosyalist müslüman Eliaçık'ımız "Ahlaklı olduktan sonra dine gerek yok!" deyu ahkâm kesiyor. Vay arkadaş vay. Elbette merakı olan sormadan edemiyor: İyi de 'akide' olmadıktan sonra 'ahlak' neyin üzerinde duracak? Bir ateist için bir hamamböceğiyle insan arasında varoluşsal hiçbir ayrım yokken ikincisine neden ayrı bir saygı gösterilecek? Neden malından çalınmayacak? Neden canı yakılmayacak? Neden kendisinin tanrısı olduğu bir düzlemde insan başkasını nefsine tercih edecek? Hangi kutsala(!) boyun bükecek? Hangi ahirete erteleyecek? Ateist ahlakının sahiden dayanağı var mı? İyiliğin de kötülük kadar hiçliğe gittiği bir inanışta 'iyi olmaya çabalamanın' ontolojik bir anlamı bulunabilir mi? 

Tabii bu suallere İhsan Bey'den cevap bekleyemiyoruz. Onun böylesi çelişkileri çözmeden önce göbeğiyle Gandhiliği arasındaki çelişkiyi çözmesi lazım. Tok karna yaptığı sosyalistliği bir yere oturtması lazım. Das Kapital'i abdestle okumayı anlamlandırması lazım. İşi çok yani. Bitirip buralara gelemez. Sonra bir de artık kendi malından cömertlik yapmayı öğrenmesi lazım. Allah'ın razılığı bol keseden dağıtılarak cömert olunmaz. Öyle cömert olunsaydı, hele sen sıranı bil, İblis cömertlerin şahı olurdu. Çünkü o bin yıllar önceden başladı usûlsüzce dağıtmaya. "Dağıtıyorum!" deyu insanlığı kandırmaya. Cümle Eliaçıklar da bağışladıklarını yine ondan ders alıyorlar zaten. Fakat yaratamadıktan sonra vaadetmenin anlamı ne ki? Allah sahiden vermedikten sonra onun adına verilenlerin hakikati ne ki? Nereye götürür ki? Vesselam.

8 Şubat 2021 Pazartesi

Lut'un (a.s.) hanımı acaba nasıl geride kaldı?

Mürşidim Lem'alar'ında tesettürün hikmetini izah ederken sünnete dair de güzel bir tarifte bulunuyor arkadaşım: "Sünnet-i Seniyyedeki edep o Sâni-i Zülcelâlin esmâlarının hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınmaktır." Fakat izahı doğuran suali de alıntılamazsam mevzu eksik kalacak. O da şudur: "Allâmü'l-Guyûba karşı edep nasıl olur? Sebeb-i hacâlet olan hâletler Ondan gizlenemez. Edebin bir nev'i tesettürdür. Mucib-i istikrah hâlâtı setretmektir. Allâmü'l-Guyûba karşı tesettür olamaz." Kendi cümlelerimle bir parça araya girersem şunları söyleyebilirim: İtirazın özünü şekillendiren şey şu gibi duruyor: "Herşeyi bilen Allah neden birşeyleri ondan gizleyebiliyormuşuz gibi yapmamızı istiyor?" Bediüzzaman'ın cevabı ise şöylesi bir zeminde şekilleniyor: "Onun herşeyi bilmesi herşeyin açığa vurulmasını istediği anlamına gelmez." Yani? Yanisini yine onun beyanından alalım:

"Evvelâ: Sâni-i Zülcelâl nasıl ki kemâl-i ehemmiyetle san'atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle, nazar-ı dikkati celb ediyor. Öyle de mahlûkatını ve ibâdını sair zîşuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri Cemîl ve Müzeyyin ve Lâtîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilâf-ı edep oluyor. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki edep, o Sâni-i Zülcelâlin esmâlarının hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınmaktır."

Yukarıda 'sünnetin tarifi' dedim amma az söyledim. Yapılan aslında şeriatın da tarifidir. Çünkü Ehl-i Sünnetin mizanında 'sünnet' ile 'şeriat' neredeyse birbirinin aynıdır. Zaten o şeriatta her ne varsa sünnete bakan bir tarafı vardır. Emri oradan buyrulmuştur. Dersi orada okutulmuştur. Tâlimi orasıyla yapılmıştır. Bu nedenle 'esmaların hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınma'yı doğrudan götürüp şeriat-ı İslamiyeye de bağlayabiliriz. (Allahu'l-a'lem.) "Dinle öğrendiğimiz budur!" diyebiliriz yani. Hata olmaz. İnşaallah. Bu nedenle kimi müzakere meclislerinde dost nazarları şuraya çekmeye çalışırım: "Esmaü'l-Hüsna tefekkürü fikrimizin bal u şekeridir. Fakat Esma hakkında spekülasyon yapılarak da şeriatla oynanamaz. O güzel isimlerin birbiriyle hukukları ancak şeriatın çerçevesinde anlaşılabilir. Bu nedenle şer'i şerife teslim olmayan Esma tefekküründe sapıtabilir." Nitekim Fâtır sûresinin 5. ayeti de bu hususta tam bir muhtıradır bizlere. 'Allah ile aldatılmaya' karşı uyarır çünkü. 

Ne demektir bu peki? Açalım: İblisler Rabbimizin muazzez marifetini dahi cerbeze malzemesi kılabilirler. Üzerinden operasyon yapabilirler. Bütünü parçaya boğdurabilirler. Vurgularıyla azı çoğa galip edebilirler. Çünkü insan nefsi itibariyle 'acele menfaatçi' manipülasyonlara açıktır. İbn-i Abbas radyallahu anhın tefsiri sadedinde "Allah çok bağışlayıcıdır, en büyük günahları bile affeder, bu kadarcık günahtan birşey çıkmaz..." gibi telkinlerle şeytanın bunu yapmaya çalışacağını söylemesi manidardır. Yani bu algı mühendisliğinin şeytanlar için en kullanışlı zemini o Rahman'ın rahmetidir. İblisler o engin rahmete güvendirerek ellerimizi takva kulplarından gevşetmeye çalışırlar. (Allah saklasın.)

Bu vartada bütünü hatırlatacak olan şeriattır. Fıkıhtır. Akidedir. Seleften gelen bilgidir. Bir insan bunlarla gelen emirlere tam teslim olmazsa Esma tefekkürü yaptığını sanarak da yoldan çıkabilir. Zira onların hudutlarında gözetmesi gereken dengeyi kestiremez. Birinin iklimiyle diğerinin bölgesine girer. Birinin hükmüyle diğerini cerhe çalışır. Birinin mihengiyle diğerinin mizanına sataşır. İstifade için girdiği yolda, Allah muhafaza, şeytanların eğlencesi olur. Aman, aman, aman! Evet. Hem İmam-ı Malik rahmetullahi aleyhe hem de İmam-ı Rabbanî kuddisesirruha atfen işittiğim "Kim ki fakih olur da mutasavvıf olmazsa fasık olur. Kim ki mutasavvıf olur da fakih olmazsa zındık olur. Kim de her ikisini birleştirirse muhakkik olur..." sözünün hikmeti de buradan parlar. Elhamdülillah. Yani ki her türlü marifetin hudutları şeriattadır. Şeriatın emirlerini hudut tanımayan tefekkürden korkulur.

Bidayetteki mevzudan uzaklaştık. Geri dönmemiz zor olacak. Hiç denemeyeceğim. İlgilenenler metnin tamamını internetten bulup okuyabilirler. Şu kadar ilave konuşup bitireceğim: Bediüzzaman'ın cevapladığı sualde nasıl ki Allah'ın es-Settar ism-i şerifinin tezahürleri el-Alîm isminin gereklerine-marifetine boğdurulmak isteniyor; aynen öyle de; günümüzde de Batı mürekkebi yalamış bazı dudaklar, benzer demagojilerle, aynı şeye teşebbüs ediyorlar. Şeriatın ayarlarıyla oynamak arzuluyorlar. Hepsi İslam'ın bir cüzü olan, ama ahirzamanın hastalıklı bünyesi kaldırmayan, haramları/helalleri (n)isyan çukurlarına gömmek arzuluyorlar. Hatta bazısı işi öyle azdırdı ki: LGBT ile canım-cicim hallerinden dolayı neredeyse nonoşluğu İslamlaştırıyorlar. Meşrulaştırıyorlar. Dinin içine monte ediyorlar. 

Fesubhanallah! İnsan cehennemi "Gel! Gel!" diye çağırır mı? Sağken şahidi olduk. Lut aleyhisselamın geride kalan hanımı Kur'an'da boşuna anılmamış. Sahi. Onu da gördük. Şimdi mütesettir hanımları bırakıyoruz arkalarda. Böylelerin Esma-Allah tefekkürlerine elbette güvenilmez arkadaşım. Zira Allah'ın Esma'sı ile şeriatının dışına çıkılmaz. Çıkılamaz. Esma'yı bu yolda istimal eden şeytandır. Fâtır sûresinin ihtarı herdem kulaklarımıza küpe, inşaallah.

12 Aralık 2020 Cumartesi

İlahiyatın (t)adı yok

Allah selamet versin. Bence Cübbeli Ahmed Hoca bu konuda en isabetli tesbiti yapmıştı. Demişti ki: Bizim Mustafa Öztürk'ün 'fikir özgürlüğü' ile bir işimiz yok. Ya? İşgal ettiği makamın kaldıramayacağı şeyleri konuşmasından rahatsızlığımız var. Yoksa gidip ateist üniversitesinde istediğini anlatabilir. Orada kimse de ona karışmaz. Öyle ya: Bu dinin kâfirleri, vahy-i mübareğin insanlığa ilk teşrif ettiği günlerden beri, 'insan sözü' olduğunu yönünde yalan beyan ediyorlar. Müslümanlar da onlara gerekli cevapları veriyorlar. Hatta Kur'an-ı Hakîm bizzat kendisi cevap veriyor. "İddianızda samimiyseniz benzerimi getirin!" diyor. Yani, bu açıdan bakılacak olursa, biz Kur'an hakkındaki bu tarz iftiralara/iddialara yabancı değiliz. Bunları göğüsleyemeyecek de değiliz. Fakat Öztürk vakasında yeni birşey var. Nedir? Kurdun gövdeye girmesidir. Esas endişemiz budur.

Bediüzzaman Hazretleri Mektubat'ta diyor ki: "Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesâili takliden kabul ederler. Hatta kuvvetli bir hakikati zaif bir adamın elinde zaif görür ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse kıymettar telâkki eder." Herhalde derdimizi üzerinden anlatabileceğimiz en veciz metinlerden birisi de budur arkadaşlar. Nasıl? Açalım: Yani biz bu hususta Öztürk'ün dillendirdiği herzelerden korkmuyoruz. Ya? Öztürk'ün bu martavalları işgal ettiği makamdan okumasından korkuyoruz. Çünkü, yarı aydınların sanrılarının aksine, bu ülkenin mü'min halkının ilahiyat fakültelerine 'atari salonu' gözüyle bakmadığını biliyoruz. Ne gözle bakıyorlar peki? Dinin öğrenileceği yer olarak bakıyorlar. Çoluğuna-çocuğuna 14 asırlık pâk mirasın aktarılacağı medrese olarak bakıyorlar. Öyle baktıkları için de temkin göstermiyorlar. Aldıklarını mihenge vurmuyorlar.

Üstelik oraya gelen öğrencilerin durumu da bundan ileri değil. Bu gençlerin kaçında acaba dinin içerisi-dışarısı tam hatlarıyla belirgin? Nasıl olabilir? Belirgin olsa zaten oraya ne ihtiyaçları var? Bu çocuklar ilahiyat fakültelerine alelekser ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasını ders almak için geliyorlar. Çünkü sünni oğlu sünni oğlu sünni bir hanedanda yetişmişler. Elhamdülillah. Türkiye'de yaşayıp da mutezilî, haricî, mürcî vs. bid'a ekolleri ders almak için ilahiyat okumaya gelen var mı? Varsa da ekserin ne kadarıdır? Kaçta kaçına düşer? Belki yüzbinde bir de değildir. Çoğunluğun amacıysa istikametli ehl-i sünnet akidesini, fıkhını, ilmini vs. ders almaktır. Onlar oraya bu niyetle gitmişken karşılarına Öztürk ve benzerleri çıkarılırsa ne olur? Bu çocuklara altın diye bakır satılmış olunmaz mı? Değil mi? Çünkü daha sarraf olmamışlar. Bakırı altından ayırmayı anlamamışlar.

Öztürk ve benzerlerine bu nedenle ilahiyat içinde yer verilmemelidir. Orası sabah erken kalkanın dinde darbeye hazırlandığı kışlaya dönmemelidir. Veriliyorsa da sonra "İmam ateist çıktı!" gibi mizahlara(!) şaşırılmamalıdır. Zira bunların tezgâhlarından geçeceklerin, samimi bir itikad-ilim sahibi olmak yerine, yığınla hevayla-şüpheyle mezun olacakları kesindir. Önerimiz: Artık bu fakültelerin itikadî misyonlarını belirginleştirmeleridir. Eğer ehl-i sünnet umdelerini altüst etme gibi bir misyon edinmiş fakülte varsa açıkça ilan etmesi yerinde olur. Hatta öyleleri Cübbeli Hoca'nın da işaret ettiği gibi adını 'ateist, deist, müşrik, modernist... ilahiyat fakültesi' şeklinde koyabilir. Hiç değil, belki, bazı uyanık talebeler-veliler kendilerini sakınırlar. Diyanet de onlardan atama yapmamada dikkatli davranabilir. Yoksa Allah'ın ismiyle oturduğu sofrada domuz kaşıklayan hacı amcaya döneceklerdir. Bal yerine zehir alacaklardır. Sonra talebelerini de zehirleyeceklerdir. Evet. Bizim için bid'a'nın anlamı zehirdir. Onu yayanın da ismi 'ulema-i su'dur. Şu şudur. Bu da budur. Mezhebi genişlere duyrulur.

3 Aralık 2020 Perşembe

Mustafa Öztürk'ü linç etmek yanlış mıydı? (1)

Bediüzzaman Hazretlerinin 'mutezile' ile 'ehl-i sünnet' arasındaki bir farklılığa işaret ettiği şurası bana çok yol açıcı görünür: "(...) Bu gibi vesvese ehl-i i'tizâle lâyıktır. Çünkü onlar derler: 'Medar-ı teklif olan ef'al ve eşya, kendi zâtında, âhiret itibarıyla ya hüsnü var, sonra o hüsne binaen emredilmiş; veya kubhu var, sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh zâtîdir; emir ve nehy-i İlâhî ona tâbidir.' (...) Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: 'Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur.' Demek emirle güzellik, nehiyle çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh, mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder." 

Yani Ehl-i Sünnet olan bizler iman ederiz ki: Birşeyin güzelliği-çirkinliği emr-i ilahîye tâbidir. Allah yasaklarsa çirkindir. Yapılmasını emrederse güzeldir. Bu nedenle zina haramken nikah helaldir. Hatta ibadettir. Cinayet haramken cihad helaldir. Hatta ibadettir. Hülasa: Amellerin durumu, eylemin kendisinden ziyade, Kur'an ve sünnetle bize tevarüs eden fıkha bağlıdır. O fıkhın tayin ettiği sınırlarla ilgilidir. Aynı fiilin helal olduğu yerler de vardır. Haram olduğu yerler de vardır. Müslüman amellerinde böyle bir ayrım gözetir. Bu kısma yaşarken hepimiz şahit olduğumuzdan uzatmıyorum. Hemen asıl itiraz noktama geçmek istiyorum:

Bugünlerde toptancı bir cerbezeye çokça kapılıyoruz. Sözgelimi: Mustafa Öztürk'ün hâdisesi üzerinden konuşursak. Müslümanların ona haklı olarak gösterdiği tepkiyi 'linç' başlığı altında, aynı eylemin her türeviyle eşitleyip, 'tukaka' etmeye yatkın bir kitle var. Halbuki, yukarıda altını çizmeye çalıştığım gibi, biz eyleme böyle iman etmeyiz. Masum bir insanın iftirayla veya hain bir tecessüsle veyahut başka bir mağduriyetle 'linç' edilmesi başkadır; hakedenin hakettiği tepkiyi görmesi başkadır. Bunlar sırf eylemin kendisi üzerinden eşitlenemez. Hepsi aynı kategoriye sokulamaz.

Ya? Yine emr-i ilahiye ve nehy-i ilahiye bakılır. Yapılan emr-i ilahiye uygun düşüyorsa güzeldir. Nehy-i ilahiye uygun düşüyorsa kötüdür. Yazdıklarında sınırı aşmış olanların gadri kendilerini bağlar. Ancak ben Mustafa Öztürk olayına kuşbakışı baktığımda herhangi bir 'şeriat dışı' davranış görmüyorum. Zaten 'tarihselcilik' illetiyle gittiği yol belli bir profesöre, hamiyet-i diniyeden kaynaklanan bir gayretle, dindarane bir uhuvvetle tepki gösterildi-gösteriliyor. Böyle bir tepkiyi eliyle-diliyle-kalbiyle sıkı sıkıya tutmak imanın gereğidir. Zemini sosyalmedya olur, medya olur, başka bir yer olur, ama lazımdır. Bu nedenle 'linç' başlığı altında başka haksız uygulamalarla eşitlenemez. Bu haklı tepki böyle bir manipülasyonla pasifize edilemez. Üstelik şöyle ikinci bir durum daha var:

Bu 'linç' hâdisesini karalayanların çoğu başka zeminlerde 'linç'leri haklı birer davranış olarak görüyorlar. Evet. Çoğu o tagların altında yazıyorlar. Mesela: Liberal camiadan bu lince tepki gösterenler herhangi bir devlet erkanının benzeri bir duruma maruz kaldığı hangi noktada tepki koydular? Bilakis. Tepki koymadıkları gibi parçası da oldular. Tepki gösterenlerle beraber tepki gösterdiler. Haklı-haksız. İşin bu kısmını umursamayanları da biliyoruz. Hülasa kardeşlerim: Bu cerbezeyi yemeyelim. Mustafa Öztürk olayında yapılan şey bence hem dünyada hem ahirette yüzünüzü ak edecek bir tutumdur. Siz hamiyet-i diniyenizle 'buğzunuzu' ortaya koydunuz. İfrat edenlerin ifrat hesabı ayrı. Ama büyük çoğunluğunuz sadece hakkın peşindeydiniz. Lütfen böyle eylem üzerinden hüsün-kubuh eşitleyicilerine kapılmayın. Pasifliği omuzlamayın. Amma istikameti de elden bırakmayın. Tevfik her vakit Allah'tandır. Hamdımızı da yalnız Ona ederiz. Âmin.

28 Ekim 2020 Çarşamba

Ya Muhakemat geleneği savunuyorsa?

"Her asır başında hadisçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi' değil, müttebidirler. Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. (...) Ancak tavr-ı esâsiyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile îfa-i vazife ederler." Şualar'dan.

Birkaç satırcık da olsa şu meseleye değineyim: Bir kısım neo-nurcular Muhakemat'ın 'gelenek eleştirisi' olduğunu söylüyorlar. Bunu söylerken de sapla samanı birbirinden ayıramama arızası yaşıyorlar. Yani, neredeyse reformist/modernist taife kadar bir aymazlıkla, Ehl-i Sünnet'te asıldan-fürûa varolagelen(!) sorunların Bediüzzamanca dillendirildiğini ifade ediyorlar. Hâşâ. Hiç. Hiç böyle değil. Tamam. Muhakemat hakikaten 'tefsir mukaddimesi' olarak müellifinin ilmî yaklaşımını içerir. Mukaddimeler zaten böyle bir geleneğin parçasıdırlar. Onları yazmakla müfessirler, yapacakları tefsirde nasıl bir yol izleyeceklerini, hangi hassasiyetleri gözeteceklerini belirtmiş olurlar. Yani bir nevi hesap verirler. Elbette metinde bir parça tenkid de vardır. Fakat, işte hata da burada başlıyor, bu tenkid nereye yapılmaktadır?

Cevaptan önce hata sahiplerini iki zümreye ayırdığımın altını çizeyim: 1) Bediüzzaman'a sevgilerinden dolayı sapanlar. Evet. Müellifin de bir yerde dediği gibi: "Mübalağa ihtilalcidir!" Muhabbetlerindeki ifrattan dolayı onu yere-göğe sığdıramayanlar, gün geliyor ki, Ehl-i Sünnet'in içine de sığdıramıyorlar. Her tanımı dar buluyorlar. Aidiyetleri zûl sanıyorlar. Sanki daha yukarısını bulabileceklermiş gibi havaya kaldırıyorlar. Elbette Bediüzzaman onların keyfine göre oraya-buraya gidecek değildir. Eserlerinde Ehl-i Sünnet kimliğini gayet açık bir şekilde, hem de mükerreren, belirtmiştir. Lakin, ne yaparsınız ki, muhabbetin de gözü kördür.

Bu kısma bir parça şefkatle bakabiliriz. Nihayetinde niyetleri kötü değil. Hem mevzuyu açıkladığınızda uyanmaları da kolaydır. Zira saptıkları ifratın özünde Ehl-i Sünnet'in bu ümmet için neyi ifade ettiğini bilmemek vardır. Anlayınca aşırılıklarından vazgeçmeleri, yine mürşidlerine duydukları muhabbet hakkı-hatırı için, umulur. İnşaallah. Âmin. Ancak şu ikincilerin arızası daha büyük sıkıntılar içeriyor. Çünkü onlar esasında nurcu değiller. Yok. Böyle söyleyince olmadı. Onlar aslında hem nurcular hem değiller. Nurcular, çünkü eserleri çok okuyorlar, hem de üzerine tefekkür ediyorlar. Değiller, çünkü eserleri müellifin yürüdüğü yol üzere değil, Umberto Eco'nun tabiriyle 'aşırı yorum'lar için istimal ediyorlar. Yani denilebilir ki: Düpedüz metinleri kullanıyorlar. Çoğu zaman zaten vardıkları kanaatleri onda arıyorlar.

Bediüzzaman'ı ait olduğu Ehl-i Sünnet çizgisinden bir kere kopardıkları için metinlerin, özellikle de bir derece muğlak metinlerin, ne anlama gelebileceğinde büyük bir karmaşaya kavuşuyorlar. Kavuşuyorlar çünkü arzuluyorlar. Çünkü karmaşa onlara 'yorumlama' açısından büyük bir özgürlük alanı sağlıyor. (Müteşabih ayetler hakkında düşülen hatanın bir benzerini Risale metinlerine taşımalarına elveriyor.) Hassaten Eski Said dönemi teliflerinin içinden acayip çıkarımlara varılıyor. Muhakemat ise sürecin en mağdurlarından birisi oluyor. Çünkü bu zümre ondaki tenkidi de doğru okuyamıyor. İşine yarayacağını düşündüğü her noktaya teşmil ediyor. Mesela, yazımıza başlarken andığımız gibi, "Bütün bir Ehl-i Sünnet eleştirisidir!" diyor.

Bu zümreden rastladıklarımla ettiğim müzakerelerde-münazaralarda şunu gördüm: Bunların birçoğunun 'metne bizzat kendileri giderek' oluşturdukları bir görüş yok. Ya? Bir abileri var. Nasıl desem? Bir okuma önderleri var. Kanaat önderi gibi birşey. Bu abinin/önderin eşliğinde yaptıkları okumalarda 'metinlerin nasıl anlaşılması gerektiğini' de ders almışlar. Bizatihi metne "Bunu ne kadar söylüyorsun?" diye sormamışlar. Sınamamışlar. Çoğunun böyle bir merakı da yok zaten. Abur-cubur tefekkürü seviyorlar. Bu abilerin okuma şekli 'siyasî' veya 'itikadî' veyahut 'amelî' temayülleri doğruladığı için onunla yeterli tatmini yaşıyorlar. Hatta başkalarının hiç anlamadığı şekillerde anladıkları için elitik bir kibr u sekr hali de hasıl oluyor. 

Örnekle açmaya çalışayım. Sözgelimi: Muhakemat'ın Ehl-i Sünnet eleştirisi olduğunu söyleyenlerden birisine soruyorum: Bana Bediüzzaman'ın "Sünnî usûlünde bu şöyledir. Fakat aslında böyle olması gerekir. Ben böyle düşünüyorum..." tarzı hüküm belirttiği bir yeri/metni nakledebilir misin? Elbette buna cevapları yok. Varsa da işin ucu hep kendi yorumlarına çıkıyor. Metnin aslı böyle anlaşılmayı zaruri kılmıyor. Hatta birkaçına Bediüzzaman'ın Ehl-i Sünnet'e muhalefet ettiğini sandıkları yerlerin esasında usûlün savunusu olduğunu gösterdiğimde afalladılar. Zaten öyledir. Muhakemat Bediüzzaman'ın Ehl-i Sünnet usûlünü savunusudur. Hakikate yaklaşımında, belagata yaklaşımında, akideye yaklaşımında Ehl-i Sünnet mizanlarını parlatarak ulema içinde bu mizanların hakkını veremeyenlere yaptığı ikazâttır.

Yani Bediüzzaman orada "Aman Ehl-i Sünnet usûlünden sapmayalım!" derken bunlar "Bak, gördün mü, nasıl da Ehl-i Sünnet'in sapmalarını söylüyor!" diye anlamaktadırlar. Onu neredeyse reformistler-modernistler sınıfına sokmaktadırlar. Hâşâ. Hiç. Hiç böyle değil. Bunların bu sözleri cahilliklerinden ileri gelmektedir. Ancak cahilliklerini kabullenmeyen cahiller olduklarından tehlikelidirler. Fanuslarından hiç çıkmayanlar için Risale-i Nur'la yanlış bir muhatabiyetin müsebbibi olmaktadırlar. Arızalı insanlar doğurmaktadırlar. Misaller aktararak uzatmak istemiyorum. Birazcık araştırmayla söyleyeceğimden fazlası bulunabilir.

Risale-i Nur adına değil, çünkü onların kemali kendilerindendir, fakat nurcular adına en büyük endişem budur: Metinlerle talipler arasına Ehl-i Sünnet kodları sağlam olmayan bazı abilerin/önderlerin yorumlarının girmesidir. Ve bu yorumların metne muhatabiyetleri köreltmesidir. Kardeşlerime tavsiyem: Risale-i Nur'u Ehl-i Sünnet'ten ötede anlamlandırmak isteyenlerden kaçsınlar. Ve böyle aşırı yorumlar işittiklerinde istimal edilen metni karşılarına alıp kendileri berrak bir zihinle sınasınlar: "Sen gerçekten bunu söylüyor musun?" Ben çok defa sordum. Neredeyse tamamında taşımayı hiç arzu etmedikleri anlamlar yüklenildiğini farkettim. Ne diyelim: Cenab-ı Hak ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin. Âmin. Âmin.

3 Ekim 2020 Cumartesi

Şu 'ebced-cifir'in hiç mi faydası yok arkadaş?

Baştan diyeyim: Bediüzzaman'ın 'hatasızlığına' iman ediyor değilim. (Bazı müfritlerden başka hiçbir Nurcunun da böyle iman ettiğini sanmıyorum.) Ehl-i Sünnet itikadı üzere derim ki: Hatalardan korunmuş olmak ancak nebilere mahsustur. Onlardan gayrısının yanlışa düşebilme 'ihtimali' vardır. Fakat bu demek değildir ki: Eserlerinde mutlaka Ehl-i Sünnet itikadına uymayan ifadeler bulunur. Veya demek değildir ki: İlla bir yerlerde Ehl-i Sünnet itikadından sapmışlardır. Hayır. Hâşâ. 'İsmetin nübüvvet elinde olmasına' böyle dışlayıcı bir yaklaşımla iman etmiyorum. Ya? Başta sahabe-i kiram olmak üzere bu ümmetin salihlerinin istikamet üzere yaşadıklarına iman ederim. Âlimlerinin de alel-ekser eserlerinde bu istikameti koruduklarına kâniyimdir. Aksine ancak delil gösterilirse inanırım. Yani ihtimali yakîn yerine koymam. İmkanı vukuata denk saymam. Mahfuz değiller diye "İlla itikadları/eserleri hatalıdır!" gözüyle bakmam. Bakan da nazarımda merduttur.

Bu tutumum, yalnız Bediüzzaman'a değil, cümle Ehl-i Sünnet ulemasına karşı böyledir. Onlara karşı vazifem saydığım hüsnüzannı mutlaka ederim. Ha, aralarında farklı duruşlar mı vardır, farklı içtihadlar mı savunulmuştur, farklı görüşler mi beyan edilmiştir? Bunlara karşı da haddimi bilirim. Birisinin görüşü bende galip olsa da ötekilere hürmetimi yitirmem. An şart ki: Savunulan büsbütün Ehl-i Sünnet mizanlarına aykırı olmaya. Eğer mutlak şekilde böyle bir aykırılıktan, yani küfür/bid'a suçlamasından, uzak kalınıyorsa gayrı sultanların sofrasına laf etmem. Önümdeki yalı bitiririm. Çapına bakmadan konuşanlardan da rahatsız olurum.

Ebced-cifir meselesinde Abdülhakim Arvasî kuddisesirruh ile Bediüzzaman Hazretleri arasındaki ihtilafa bakışım da böyledir. "Kartallar kendi aralarında konuşmuştur. Sineğin üstüne vazife değildir. Hem haddi de değildir. O kendi vızıltısının hakkını verse yeter..." diye düşünürüm. Sikke-i Tasdik-i Gaybî'deki mektuplardan da durumu böyle anlarım. Çünkü mürşidim de orada talebelerini uyarmaktadır: "(...) ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola..." Ancak, arkadaşım, dikkatini çekerim. Bu yine demek değildir ki: Hakkaniyetin hakkı mürşidinin aleyhine söylenmiş her sözde 'taraf-ı muhalifi iltizam etmek'tir. Yani karşı tarafın argümanına hemen haklılık etiketini yapıştırmaktır. Hayır. Talebeliğin hakkı bu değildir. Talebe, eğer hakikaten talebeyse, önce bir mürşidinin dediğini dinler. Delillerine bakar. Anlamaya çalışır. Bütün bunlara rağmen gönlüne itminan gelmiyorsa ancak karşı tarafın reyine meyleder. Ebced-cifir meselesi ise bence öyle değildir. Hiç öyle değildir.

Ebced-cifir meselesi Bediüzzaman'ın yanlışlıkla uğraştığı bir iş değildir. Ha, doğrudur, bu konuda bir parça 'mecburiyet'ten bahsetmek mümkün olabilir. Çünkü kendisi de 'Eskişehir Hapsi' şartlarında böyle zevkli bir uğraşla talebelerine şevk verme ihtiyacı hissettiğini belirtmiştir. Lakin hatırlatırım: "Ya aslında ben de bu ebced-cifir işine pek inanmıyorum ama ne yapayım. O an mecbur kaldım da girdim. Yoksa hiç girmeyecektim!" şeklinde bir beyanı yoktur. Bilakis, kendisine bu noktada gelen her tenkide, ebced-cifir meselesinde bir hakikat gördüğünü belirtir sebatta cevaplar vermektedir. Bunun en açık delilleri bizzat Abdülhakim Arvasî Hazretlerine yazdığı mektupta görülmektedir. Alıntılarla uzatmayayım. Merak eden o mektuplara ulaşıp okuyabilir.

Yani, bazı Nur talebelerinin bu sıralar yüreği götürmese de, Bediüzzaman ebced-cifir meselesinin arkasındadır. Öyle ağzının kenarıyla, kaleminin dışıyla, gözünün ucuyla, elinin tersiyle değil 'önemseyerek' onunla meşguldür. İsbatı sadedinde sarfettiği deliller de vardır. Peki bir mü'min bu delillerle amel etmek zorunda mıdır? Değildir. Meşgul olmak istemeyene kimse birşey demez. Hatta salih bir mü'minin iyi bir niyetle muhalefetini görsem/okusam, ki oluyor da bunlar, "Sen nasıl ebcedi-cifiri kabul etmezsin!" diye kavga etmem. "Olabilir..." derim. "Onun da benimsediği görüş bu olabilir." Ellerinden öperim. Ancak bu saygım ebced-cifirin dalaletle suçlanmasına kadar sürer. Eğer sapkınlıkla suçlarsa o zaman bir miktar da ben ona muhalefet ederim. 

Bediüzzaman'ın mezkûr gerilim sırasında altını çizdiği birşey var ki bence 'ebced-cifir' meselesine daha farklı bir açıdan bakmayı da sağlar: "Evet, bu hakikatle beraber, insan kusurdan, nisyandan hâli değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış, risalelerde bazı hatalar olmuş. Fakat, Kur'ân'ın hurufât-ı kudsiyesinin yerine, beşerin tercümesini ikame perdesi altında, noksan huruflarla, yeni hat altında, tahrifkârâne, ehl-i dalâletin tevilât-ı fâsideleri âyâtın sarâhatini incitmelerine bakmıyor gibi; biçare, mazlum bir adamın, kardeşlerinin imanını kuvvetlendirmek için, bir nükte-i i'câziyeyi beyan ettiği için, hizmet-i imaniyesine fütur verecek derecede itiraz, elbette değil ehl-i hakikat zâtlar, belki zerre miktar insafı bulunan itiraz edemez..." 

Mürşidimin 'noksan huruf' konusuna tam da burada dikkat çekmesi mühimdir. Çünkü ebced-cifir mevzuunda eskimez yazıya, yani hatt-ı Kur'anîye, ilgi çekecek bir yan da vardır. Ehlince, usûlünce ve "Allahu'l-a'lem!" hep katık edilerek uygulanması gereken bu sistem, yeni harflerle değil, eskimez harflerle mümkündür. Yani Kur'an'ın Latin harfleriyle yazılmışıyla şu hesap çıkarılamaz. Mealden de böyle bir hesap yapılamaz. Bu hesap ancak hatt-ı Arabîyle yazılmış Kur'an'da yapılabilir. Yani 'aslında' olabilir. Hal böyle olunca insanların devlet zoruyla hatt-ı Kur'an'dan soğutulduğu bir zamanda Bediüzzaman'ın bu zevkli mesleği tekrar gündeme getirmesi 'eskimez yazıyı kalplerde tutma arzusu'ndan olabilir. Ki ben görüyorum. Yadsınmaz bir etkisi de var. Böylesi bir meşguliyetin merakıyla insanlar Kur'an harflerine de ayrıca bir ilgi duyabiliyorlar. Neden olmasın? Mürşidimin hatt-ı Kur'an'ı koruma çabasını mesleğinin lazımlarından sayması (ve yukarıdaki mezkûr ifadeler) buna yeterli bir delil oluşturmaz mı? Bana 'oluşturabilir' gibi geliyor. "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla arzedeyim.

Hâşâ, benzetmek gibi olmasın, hani çocukları derslere ısındırmak için yapılan zevkli alıştırmalar vardır. Çocuklar o alıştırmaları yaparken hem eğlenirler hem de öğrenirler. "Hiç eğlenmesinler!" derseniz dersi de belletmekte zorlanırsınız. Yahut da pek azında böylesi teşviklere ihtiyaç duymayan bir hakikat aşkı bulursunuz. Bence ebced-cifir meselesinin hatt-ı Kur'anîyi müdafaa anlamında böyle bir faydası da var. Meşguliyet arzusunu arttırıyor. Ha itiraf edeyim: Ben meşgul olmadım. Bazı meşgullerin meşguliyetlerinden de hoşlanmadım. Lakin böyle birşeyin varlığını da reddetmedim. Hikmetten/hakikatten uzak görmedim. Hele mürşidimin bu yoldaki sa'yini heba bilmedim. Kardeşlerim için de evvel-âhir duam: Cenab-ı Hak böylesi meselelerde ayaklarımızı sırat-ı müstakimden ayırmasın. Büyük sözler söyletmesin. Büyük iddialarda bulundurmasın. Âmin. Âmin. Âmin.

21 Eylül 2020 Pazartesi

Tarikatler neden bitirilemiyor?

Diyanet'in bir cuma gündemini de 'hurafeler' bahsine ayırmasına karşı değilim. Elbette hem hakkı hem de vazifesidir. Sa'yleri meşkur olsun. Allah ecrini versin. Âmin. Fakat şunu bir miktar tenkid ediyorum: 'Hurafeler' başlığında işlenenler, geçen onca zamana rağmen, çocukluğumuzun Din Kültürü derslerinden ileriye gitmiyor. Türbelerde mum yakılması veya çaput bağlanması gibi temalar, o günlerden bugünlere, değişmeyen içeriği oluşturuyor. Bir çeşit güvenli bölge gibi. Eh. Doğrudur. Bunlar bir yerlerde olmaya devam ediyordurlar mutlaka. Eyvallah. Fakat belki Diyanet'in de azıcık nazarını geliştirmeye ihtiyacı vardır? Ne için? Görüşünü zenginleştirmek için efendim. Ne tarafa çevirsin peki? Epeydir baktırılmadığı tarafa. 

Yani 'sol'a.

Açayım: 'En çok ziyaret edilenler' listesinde kaçıncıdır bilemiyorum. Ancak Türkiye'deki en şöhretli kabirlerden birisinin Mustafa Kemal'e ait olduğu malumumuz. Hatta en görkemlisi. (Mimarisinin antik Yunan tapınaklarından ilham alındığı söyleniyor.) Çağ açıp çağ kapayan Sultan Fatih Han'ın bile ancak bir oda kadarcık türbesi varken Anıtkabir devasa bir alanı kaplıyor. Binlerce kişi tarafından ziyaret ediliyor. Mezarına çiçek-çeleng bırakılıyor. Defterine notlar alınıyor. Belirli günlerde törenler yapılıyor. Marşlar okunuyor. Saygı duruşları duruluyor vesaire. Üstelik bu hürmet sırf kabrine karşı da değil ha. Ya? Manevî makamı sayılabilecek(!) her türden heykeline/büstüne karşı da aynı tâzim sergileniyor. Hatırlayınız: Geçen 10 Kasım'da okullarda 'fotoğrafına secde ettirilen çocuklar' garabetini bile yaşadık.

Elbette yapan yapar. Herkesin akl u iradesi var. Laik bir ülkedeyiz. Devlet kimsenin inancına karışamıyor(!) Herkes türbesini ziyaret ediyor. Ancak, her nedense, bu 'anıt-kabir' diğer 'türbe'lerden ayrı bir statüye sahipmiş gibi. Orayı ziyaret edenlerden de sanki Diyanet mesul değilmiş gibi. Çünkü buralarda olanlar Diyanet'in hiçbir eleştirisine maruz kalmıyor. Halbuki, az-çok bu konularda mürekkep yalamışlar hakverecektir, her şekilde bu olanlar türbelerdekinden fazlasıdır. Yani herhangi bir kemalistle oturup 'anıt-kabir ritüelleri' ile 'türbe ritüellerini' karşılaştırsak herhalde 'türbe-seviciler' olarak çokça gerilerinde kalırız. Lakin cami kürsülerinde yanağı sevilen de yalnız biziz. Üstelik ne zaman böyle yanağımız okşansa kemalistler de Diyanet'in arkasına geçip halimize kıs kıs gülüyorlar. Seviniyorlar. Eğleniyorlar.

Haliyle bu durum da bana mürşidimin şu ifadelerini hatırlatıyor: "Mutaassıplara hücum eden Avrupa'nın kâselisleri, herbiri, yüz mutaassıp kadar meslek-i sakîminde mutaassıptır. Bunlardan birisi Shakespeare medhinde ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh Geylânî medhinde etseydi, tekfir olunacaktı." Her neyse. "Din nasihattir!" buyurmuş Aleyhissalatuvesselam Efendimiz. "Diyanet her şekilde bizi uyarmakta haklıdır!" diyelim. Öpüp başımıza koyalım. Mevzuu büyütmeyelim. Asıl konuya geçelim:

Hermann Hesse Bozkır Kurdu'nun Düş Yolculukları'nda 'geleneksiz bir maneviyatın tatmin edici olamayacağına' dikkat çeker. Ben bunu biraz şöyle anlarım: İnsan kalbi hakikati 'bütün zamanlar için geçerli olmasından' tanır. Birşey, eğer hakikatse, böyle olmalıdır. Zamanüstü isabetler barındırmalıdır. Çünkü hakikat zamanla birlikte varolan birşeydir. Dolayısıyla döngünün her köşesinde izleri görülmelidir. Tereşşuhları sezilmelidir. Nakışları izlenmelidir. Kur'an-ı Hakîm'in 'peygamber kıssalarına' verdiği ağırlık da bu pencereden bakılınca anlaşılır olur. Evet. Onlarda tüm zamanlar için dersler vardır. Ancak öncesinde bu kıssalar sayesinde Cenab-ı Hak hakikatin zaman içindeki serencamını da izletir. Böylelikle mü'min kendisini 'bir başına' değil 'hep beraber'lik içinde tarif eder. Bir mirasın parçası olmak hem dertleri hafifletir hem de neşeleri katmerli kılar. Şanlı bir kervanın yolcusuyken yaşanılanlar gönle şeker-şerbet gelir.

Modern ideolojiler ise âdemoğlunu yalnızlaştırır. Zira gelenekleri yoktur. Çoğusu zaten yerleşik olana meydan okuyarak ortaya çıkarlar. Yepyeni olmanın bedeli budur. Yepyeni olan tutunmak için kendisinden başka dal bulamaz. Sözgelimi: Herşeyin hiçbirşey için olduğuna inanan ateist, şeyleri alabildiğine yalnızlaştırdığı için, kuvvet alacağı bir bütünlük bulamaz. Durum deistler ve modernistler için de az-çok böyledir. Yıktıkları sütunlar aslında yaslanmaları içindir. Evet, onlar, koltuk değneklerini bacaklarına vurarak kıran sakatlardır. Oluşan boşluğu da "Kimsenin merhametine ihtiyacım yok!" diye bağıran şişkin egolarıyla doldurmaya çalışırlar. Elbette tek şehriye bir kazanı doldurmaz.

Bediüzzaman 1922'de I. Meclis'te 'imanın erkanına ilişmesinden korktuğu ejderhaya' şöyle hitap eder: "Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa'yiniz ya hebâen gider, veya muvakkat, sathî kalır." Bu çok önemli bir uyarıdır. Ancak dönemin siyasilerince anlaşıldığını söylemek yanlış olur. Zira bu nasihati işitenler arasında daha sonraları Türkiye'deki bütün medreseleri, tekkeleri ve zaviyeleri kapatmaya kadar işi götürecekler vardır. Fakat bu kapatışla amaçlananın 'fıtrata muvafık bir cereyan' olmadığı bellidir. Direnilir. Dinini yaşamak isteyenler baskılar karşısında gölgelere çekilirler. Ama asla özlerinden vazgeçmezler. Tarikatlerin hikâyesi de budur.

Bakınız, "Koskoca devlet tarikatleri neden bitiremiyor?" sorusunun cevabı da aslında Rasim Öztekin'in Şevket Çoruh'a bir 'kavuk'la aktardığı gelenekte saklıdır. Geleneğin sahibi kavuktur. Kökün sahibi kavuktur. Sarıktır. Müslüman giyeceğidir. Bu topraklarda bugünden geçmişe uzanan bir zincirden bahsedilecekse sembolleri bellidir. Bizdendir. 'Fötr' bırakarak gelenek oluşmaz. Bütün seküler ideolojilerin hoplamalarına-zıplamalarına-isyanlarına rağmen tarikatlerin herdem güçlü kalışı da işte biraz bundandır. Böyledir. Bin yıl geçse de böyledir: Ehl-i Sünnet tarikatlarla savaşılmaz. Onlar bu toprakların aslî unsurudur. Malazgirt'le beraber gelmişlerdir. Ancak bu milletin çıkarılmasıyla çıkarlar. Asıl olan arızî olana her zaman galip gelir. Zaman aksi iddiaları yalanlar. Furkan'ın tabiriyle, Allah nurunu tamamlar, kâfirler istemese de...

15 Mayıs 2020 Cuma

Bediüzzaman'ın tarikate bakışında tutarsızlık mı var?

Yamuk Bakan Öyküler'de deniyor ki: "Bilgi artan bir hızla çoğaldığı için anlamlı soruları saptayabilmek giderek daha zor bir hale geldi. Mantık tek başına yeterli değildi. İhtiyaç duyulan şey az bulunur türden bir sezgiydi." Bu satırları okuduğumda aklım hemen Ebubekir Sifil Hoca'nın 'entelektüel obezite' yahut Nabi Avcı Bey'in 'enformatik cehalet' diye tabir ettikleri şeye gitti. Benzer bir manayı eskiler daha farklı bir vurguyla şöyle isimlendiriyorlardı: 'Cehl-i mürekkep.' Mürşidim de yine yakın bir makamda şunları söylüyordu: "Çünkü, öyleler hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar."

Bediüzzaman Telvihat-ı Tis'a'da da şöyle diyor: "Tarikatte hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir." Halbuki biz Bediüzzaman'ı daha çok şu cümlesiyle tanıyoruz: "Zaman tarikat zamanı değildir!" Peki, kurcalayalım, bu iki ifade arasında bir çelişki yok mudur? Yani mürşidimin orada 'öyle' burada 'böyle' demesi fikriyatı hakkında bir 'tutarsızlık' verisi sayılabilir mi? Ben sırf bu ifadelere bakarak böyle bir iddiaya girişmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Zira Bediüzzaman 'tarikat' dediği her yerde 'tarikate dair herşeyi' murad etmiyor. Ya? İstimal ettiği her metinde, makama dair ince okumalarla farkedeceğiniz, nüanslar var. Ki mesela şu bahsin "Risale-i Nur'da tarikat kelimesi kaç bağlamda kullanılmıştır?" sorusuna bir parça cevap verdiğini zannetmekteyim:

"Tarik-i Nakşînin üç perdesi var: Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbânî de (r.a.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir. İkincisi: Ferâiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir. Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacip, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir..." Görüldüğü gibi mürşidimin dünyasında tarikat kavramının birçok ayrı boyutu var. Bu boyutlar ayrı ayrı hikmetleri/hizmetleri deruhte ediyor. Devamında ise yine şöyle diyor:

"Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylânî (r.a.) ve Şâh-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez. Fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz. Fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir. Hakaik-i İslâmiye gıdadır." İşte bu metinle daha berrak bir şekilde resmi seçiyoruz.

Bediüzzaman'ın gözünde Ehl-i Sünnet itikadına, ittiba-ı sünnete ve emraz-ı kalbiyenin define hizmet eden yönüyle tarikatlar bu zamanın elzem bir faaliyeti. Çünkü bu faaliyetler her zamanın elzem faaliyeti. Farzlar. Vacipler. Sünnetler. Dolayısıyla vazgeçilmezler. Fakat akaidi düzeltmeden bir mü'minin cennete gidebilmesi mümkün değil. Ahirzamanda ise mücadele daha çok bu alana çekilmiş durumda. Tabir-i caizse: Dinin merkezine küresel bir saldırı var. Her işgalden daha büyük bir işgal mü'min itikadında yaşanıyor. Yani "Zaman tarikat zamanı değildir!" denirken merkez-dışı alana dair uyarıda bulunuluyor. Gayretin bölünmemesi gerektiğini söylüyor. Yoksa "Tarikatleri kapatın!" falan demiyor.

Öyleyse ilk alıntıladığımı cümleyi de şöyle yorumlayabiliriz: Hakka tarafgirliği bir tarikat müntesibi/dervişi seviyesinde olmayanın sırf bilgisi onu kurtarmaz. Çünkü ahirzamanın süfyanî demagojisi kalbi harekete gelmemişlerin 'done'leriyle atlatabileceği basitlikte değil. Ya? Hemen o muhteşem hadis-i şerifi hatırlayalım: "İnsanlar helâk oldu ancak alimler kurtuldu. Alimler de helâk oldu ancak ilmiyle amel edenler kurtuldu. İlmiyle amel edenler de helâk oldu ancak ihlas sahibi olanlar kurtuldu. İhlas sahibi olanlar da büyük bir tehlike içindedirler." Yani ilmin âmele dönüşmesi için bir 'gayret' gerektiği gibi o gayretin meşru kalabilmesi içinde bir 'ihlas' gerekli. Bu anlamda Allah'ın ayetlerini az bir karşılığa satanları uyaran Kur'an-ı Hakîm'in 'ahirzamanın entelektüel kulağını' ayrıca çınlattığını dikkatten kaçırmamalıyız. Dinin bilgisi tek başına sahibini kurtarmaya yetmiyor. Onun hayatı da ihlas çünkü. İhlasın kalpte tutunması içinse 'hakka hak için tarafgir olabilmek' gerekir.

Mübarek emekleri bin yılı aşmış Ehl-i Sünnet tarikatların tamamı varolsun. Allah kıyamete kadar muazzez ellerini üzerimizden çektirmesin. Onların varlığından veya devamından hiçbir nur talebesinin şikayeti olamaz. Olmamalıdır. Nurculuğu 'tarikat karşıtlığı' olarak anlayan birileri varsa içimizde, hemen kaşesini basalım, nurculuktan nasibi yok demektir. Kesinlikle bu meslekte değiliz. Sadece ahirzamanın gerektirdiği yoğunlaşmaya dikkat çekiyoruz. Ki buna şimdilerde sadece nurcular da dikkat çekmiyorlar. Ehl-i Sünnet mirasının tehlikede olduğunu düşünen birçok âlimimiz şartlar gereği imanın önemine vurgu yapıyorlar. İtikadî metinlerden dersler sürdürüyorlar. Bu cepheye koşuyorlar. Bediüzzaman'ın da o sözlerden maksadı da işte bu cepheye koşmaktır. Merkezin düşmemesi için kuvvet tahkimidir.

İtikadımız değişmezimizdir. Kimliğimizdir. Zemine tutunan kökümüzdür. 'Olmazsa olmaz'ımızdır. Çınarımızdır. Pergelimizin iğnesidir. Tarikatlarımız, mesleklerimiz, meşreplerimiz dallardaki renklerimizdir. Çiçek çiçek açmamızdır. Çoğalmamızdır. Bereketli süsümüzdür. Değişken yüzümüzdür. Pergelimizin kalemidir. Fırtına geldiğindeyse insan çiçeğine/kalemine tutunmaz. Ya? Çınarına tutunur. Gövdesine tutunur. İğneye tutunur. Biz de ahirzamanın cerbezeli tehlikelerine karşı Ehl-i Sünnet itikadımıza sarılmalıyız. Çünkü fırtına geçtiğinde bağrından çiçekler çıkaracak hayat yine onlardadır. Lakin böyle yapmalıyız diye neden 'bilmediğimizi bilecek' kadar sezgi-edep öğreten çiçeklere düşman olalım? Gövde çiçeğine düşman olur mu hiç? Cenab-ı Hak ayaklarımızı istikametten kaydırmasın. Âmin.

21 Mart 2020 Cumartesi

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (3)

"Ömer İbnu'l-Hattab (r.a.), Umeyr İbnu Sa'd'ı Humus valiliğinden azledince, yerine Hz. Muaviye'yi (r.a.) tayin etti. Halk: Umeyr'i azledip Muaviye'yi mi tayin etti, diye mırıldandı. Umeyr (r.a.) ise: Muaviye'yi hayırla yâdedin. Zira ben Resulullah aleyhissalatuvesselamın 'Allahım onunla (insanlara) hidayetini ulaştır!' dediğini duydum, dedi." Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4478

Arkadaşlar, evvelki yazılarıma yapılan bazı yorumlardan ötürü, daha başlarken bir noktayı açıklığa kavuşturmak istiyorum: Hz. Muaviye'nin 'radyallahu anh' denileceklerden olduğu 'şu ahirzamana kadar' Ehl-i Sünnet mabeyninde 'netameli' bulunmuş bir konu değildir. Mevzuun gerek İmam-ı Gazalî'nin İhya'sında, gerek İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat'ında ve gerekse diğer makbul/muteber kaynaklarımızda nasıl ele alındığını incelerseniz 'netameli' hiçbir noktaya rastlayamazsınız. Hz. Muaviye'nin bir sahabi olarak 'hürmete layık olduğu' gayet açıktır. İttifakla da beyanlıdır. Ulemamızın bu meseleyi medar-ı bahs etmeleri, kendi aralarında tartışma konusu olduğundan değil, şia vb. bid'a fırkaların mü'minlerin kafalarını/kalplerini karıştırmalarına engel olmak içindir. Elhamdülillah. İşte biz de bugün o salih seleflerimizin izlerini takip ediyoruz. Rabbim, ne bu dünyada ne ötekisinde, dudaklarımızı ayak izlerinden kaldırmasın. Âmin.

Bediüzzaman'ın da bu müceddidler kervanının bir halkası olduğunu hatırlarsak, elbette, ondan da bu hak yoldan başkası sâdır olmaz. Başka muradı olamaz. Zaten, hemen bir önceki yazıda bir parça analiz ettiğimiz, Hz. Ali radyallahu anhın duruşunu 'azimet' Hz. Muaviye radyallahu anhın duruşunu ise 'ruhsat' noktasında ele alması, 'her ikisini de' İslam dairesi içinde gördüğünün delillerinden birisidir. Mezkûr kavramlar hakkında küçük bir özet geçersem: Azimet 'asıl hüküm'dür. Ruhsatsa şartlarına bağlı olarak uygulanabilecek 'geçici kolaylık'tır. Sözgelimi: Domuz eti yemek normal şartlarda haramdır. Fakat zorunluluk oluştuğunda, ölüm tehlikesiyle karşılaşıldığında, zaruret miktarı kadar yemek ruhsatlıdır. Bediüzzaman'ın Hz. Muaviye radyallahu anhın seçimi hakkında yaptığı analiz de budur: "Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler."

İleride, inşaallah, konuyla ilgili diğer metinleri incelerken de göreceğiz: Bediüzzaman'ın, doğrudan veya dolaylı olarak, Hz. Muaviye radyallahu anhı dışlayan, suçlayan, tezyif eden, hakaretamiz hiçbir ifadesi yoktur. Kendisi hakkında hem 'hazreti' hem de 'radyallahu anh' ifadelerini kullandığı sabittir. Bugün, güya Ehl-i Beyt sevgisi namına veya aşk-ı demokrasi ile Hz. Muaviye düşmanlığı yapanlar, Bediüzzaman'ın berrak metinlerini kirli gayelerinin aracı kılmaya çalışmaktadırlar. Bunlara karşı Üstadımızı ve Nurlarını korumak elbette vazifemizdir. Ben de vazifem bilirim. Talebeliğimin hakkını verebilmek için de beyan ederim. Yaptığımın 'ihtilaf çıkarmak'la bir ilgisi yoktur. Böyle mevzulardan ihtilaf çıkıyorsa muhalefet edenler düşünmelidir.

Mustafa Kemal'in kızıp "Aramıza ihtilaf verdin!" demesi Bediüzzaman'ı namaz davasından vazgeçirebildi mi? Hatırımızda yanlış kalmasın. Haklı olanlar vazgeçmez arkadaşlar. Kuvvet haktadır. Yanlışta olanlar hatalarını görüp vazgeçmeliler. Evet. Biz de ittifak istiyoruz. Amma 'hakta ittifak' istiyoruz. Ehakta ihtilafa açığız diye bâtılı da koynumuza alıp saracak değiliz. Sahabeye tân edenler ise elbette ki bâtıldır.

Şimdi, ihtilaf mevzuunu ardımızda bırakarak, Mustafa Özel Hoca'nın Roman Diliyle Siyaset kitabına götürmek istiyorum sizleri. Bu metni önemsiyorum. Zira belki kimilerimizde varolan 'saltanat düşmanlığı' bu satırlarla birlikte bir parça zail olacak. Veyahut bir parça anlayış/empati kalplerimize dolacak. Çünkü Mustafa Hoca da aynı yollardan geçmiş. Onun bu noktada fikrini değiştiren ise merhum Cemil Meriç olmuş:

"Gençlik yıllarımın yüksek gerilim hatlarından biri, kalbim Osmanlı diye çarparken, aklımın Cumhuriyet'ten yana olmasıydı. Atalarımız 'büyük işler' başarmış ve hayal edebildiğim kadarıyla 'âdil bir yönetim tarzı' geliştirmiş olsalar da, bir fikir olarak cumhuriyet bana daha sıcak, daha insanî geliyordu. Halkın kendi kendini yönetmesi, çoğunluğun (cumhurun) yönetime aktif katılımı ve kendi reisini seçmesi sultanlıktan, tek kişi veya zümre yönetimlerinden daha iyi olmalıydı!

Cemil Meriç'le sohbetlerimiz meseleyi zihnimde 'tarihselleştirmeye' yaradı. Tarihsel şartların her türlü yönetime müsait olmayabileceğini; meselenin yönetim biçiminden çok, içerik ve ilkeleri olduğunu... kavradım. Herhangi bir zaman ve/veya mekanda, halkın yönetime doğrudan katılımı için hızlı ulaşım ve iletişim şarttı. Dolayısıyla zaman-ı kadîmde katılımcı yönetişim ancak bir şehrin sınırları dahilinde mümkün olabilir. Mesela: Olsa olsa Atina veya Medine demokrasilerinden söz edebilirdik. Yönetilen alan genişledikçe, demokrasi fiilî bir imkansızlık haline geliyordu.

Ayrıca her türlü yönetimin iyi ve kötü uygulamaları vardı. Aristo ta 2400 yıl önce iyi tek-kişi yönetimlerine 'monarşi' derken, kötüsüne 'tiranlık' dememiş miydi? Keza, iyi azınlık yönetimi 'aristokrasi' kötüsü 'oligarşi.' İyi çoğunluk yönetimi 'politeia' kötüsü 'demokrasi.' İyi olmanın başlıca kıstası, nalıncı keseri gibi hep kendine yontmamak, halkın refah ve huzurunu kendi çıkarlarına tercih etmekti. Aristo'nun 'olumsuz demokrasi' tasavvurunun günümüzdeki 'demokrasilerin' onda dokuzuna uygulanabileceğine hiç şüphe yok. Politeia ise halka ve yasaya gerçekten saygılı demokrasi demektir ki aramakla bulunmaz!"


Bu metinden hareketle düşünelim şimdi. İktidar yaklaşımımızı ne belirliyor? Kur'an'ın emir buyurduğu gibi meşveret, adalet, merhamet vs. gibi değerler mi? Yoksa biz de Batı'dan sipariş edilen hazır şablonlar üzerinde mi 'iyimizi/kötümüzü' şekillendiriyoruz? Okuyanlar anımsayacaktır: Bediüzzaman sonrasında maruz kalınan yönetimler yanında II. Abdülhamid merhumun saltanat dönemini 'yanlış hedef' olarak işaretler: "Zannederim, asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kablelvuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hatâ bir cephede hücum göstermişler." Başka bir yerde de Namık Kemal merhumun II. Abdülhamid'e söylediği şiiri 'Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu söz...' olarak zikreder. Peki bütün bu uyarılarla mürşidimizin bizi ayıltmaya çalıştığı şey nedir?

Mevzu tek başına bir 'sistem' meselesi değildir. Saltanatın yerine büyük umutlarla gelen meşrutiyet de 'tek parti diktasına' uygun bir şekle sokulabilir. Belki biraz da bu yüzden Kur'an ve sünnet bize herbir yanı belirgin bir devlet sistemi öğretmez. Devletin halkına karşı gözetmesi gereken şeylerin altını çizer. Ancak bu sistemin içeriğine dair naslarımızda kesinleşmiş şablonlar bulamayız. Zira İslamî yönetim şablon işi değildir. Hem bir miktar zamana, sosyolojiye veya imkana bağlı da birşeydir. Şartlar elverdiğince geliştirilecektir veya uygulanabilecektir veyahut geliştirilerek uygulanabilecektir. Evet. Kaynaklarımız bize Hz. Muaviye radyallahu anhın Sıffin Savaşı ahirindeki belirsizlik ortamı oluşuncaya kadar hilafet iddiasında bulunmadığını söylüyorlar. Başlarda o da, tıpkı Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyir radyallahu anhum ecmain gibi Hz. Osman'ın katillerinin bulunması için isyan etmişti. Yanlış bir içtihad ile savaşa girmişti. Fakat Sıffin Savaşı'nın bidayetinde hilafet iddiası yoktu. Nihayetinde bu iddia şekillendi.

Zamanını nasıl okudu bilemiyoruz. Fakat Hz. Osman radyallahu anhın katliyle başlayan fitne sürecinde fetihlerin durduğunu, müslümanların bütün enerjisini iç kargaşaların yönettiğini, gayet iyi biliyoruz. Şaşırmayalım. Bu sürecin son buluşu Hz. Muaviye ile Hz. Hasan'ın arasındaki anlaşmayla oluyor. O zaman dahi Muaviye radyallahu anhın niyeti saltanat değil. Hz. Hasan'la yaptığı anlaşmada vefatından sonra onun geçmesi maddesi var. Ancak, dediğim gibi, hayat sürüyor. Yanlış veya doğru. Zamanını okumaya devam ediyor. Ve yine bir içtihad neticesi 'hilafeti saltanatla aşılamak gerektiğine' karar veriyor. Fakat bu kesinlikle güç tutkusundan doğmuyor. O da kendince İslam'ın bekasını burada görüyor. Kanaatinde yalnız da değil üstelik.

Kusurlu bir misal olmakla birlikte kullanmaktan çekinmeyeceğim: Nasıl bugün bir hükümet parlamenter sistemi 'devletin işleyişini zorlaştırdığı için' tüm demokrasi temalı eleştirilere rağmen 'başkanlık sistemine' çevirebiliyor; aynen öyle de; Muaviye radyallahu anh da yaşanan fitnelerin hitamını 'hilafeti saltanatla aşılamakta' görüyor. "Yanlıştı!" diyebiliriz. Ehl-i Sünnet uleması da diyor zaten. Ama artniyetli bir iş değildi.

İfrat etmeyelim. Bugün İstanbul'da misafiri olduğumuz Ebu Eyyüb el-Ensarî Hazretleri dahi Yezit'in ordusuyla buralara kadar gelmiş, şehit olmuş, bizi beklemiş. Eğer, bu hilafet-saltanat meselesinde haddimizi aşarsak, kemlik edersek, böylesi çok güzide sahabiyi inciteceğiz. Onlar kendi zamanlarında hakikatin hakkını verdiler. Hatalarıyla-sevaplarıyla ellerinden geldiğince doğruyu yapmaya çalıştılar. Bugünden bakıp asıp-kesmek, onlara yol-yordam öğretmek, hâşâ, haddimiz değil. Hakkımız da değil. Böyle yapanlar ahiretleriyle oynuyorlar. Ben de bu yazıları "Aman öylelerden olmayalım!" diye yazıyorum. Yoksa ihtilaf çıkarmakla falan işim yok. Allah korusun.

16 Mart 2020 Pazartesi

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (2)

Allah azze ve celle doğrunun yardımcısıdır. Ben de Onun dostlarını savunurken Ondan yardım dilerim. Bir önceki yazının finalinde dilegetirdiğim bir hakikatin tekrar altını çizerek bu yazıya başlamak istiyorum: Sahabe bütünlüğünü parçalamak, onlardan birisini/birkaçını sahabelikten 'aforoz' etmek veyahut onlardan birisinin/birkaçının duruşunu (diğerlerini gözden düşürecek şekilde) öncelemek, tarih boyunca 'fırka-i dâllenin/sapkın fırkaların' takındığı bir tavır olmuştur. Şianın Ehl-i Beyt radyallahu anhum ecmain ekseninde yaptığı da budur. Daha ahir bir dönemde FETÖ'nün Ebu Zerr radyallahu anh üzerinden yaptığı da budur. Evet. O dönemin şahitleri olanlar anlatırlar ki: Gülenciler nurculardan kopuşlarını Ebu Zerr Hazretlerinin sahabenin geneline göre aykırı bir görüşe sahip olup uzlete çekilmesiyle açıklamışlardır. Sonra bu genelden kopuşun, aykırı duruş sahibi oluşun, kendini daha özel görüşün işi nereye getirdiği ise malumdur. Allah tekrarını bir daha bu millete yaşatmasın. Âmin.

Yani özetle demek istediğim o ki: Bu 'dışarıya atmalar' da 'aşırı parlatmalar' da aslında maksadlı şeyler. Denge dini olan İslam'ın ahengini bozan şeyler. İşte bu yüzden ümmetin istikametli ana omurgasını teşkil eden Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat sahabeyi birbirine tercih etmemeyi bir şiar olarak edinmişler. Büyük resimde görünen hakikatin daha küçük resimler üzerinde yapılan manipülasyonlarla bozulmasını böylece engellemişler. Bunun yanında şunu da inkar etmiyoruz: Elbette sahabiler içerisinde derece farkları var. Fakat onların içinde hain yok. Düşman yok. Münafık yok. Ajan yok. Hepsi, Bediüzzaman'ın da altını çizdiği üzere, 'adalet sahibi' kişiler. Elhamdülillah. Siz de böyle sahabeden birini/birkaçını diğerlerini gözden düşürür bir şekilde vurgulayan bir ekole rastladığınızda onlardan hemen uzaklaşmalısınız. Zira muhtemelen sizdeki manevî muvazeneyi bozmaya çalışıyorlardır. Evet. Yanlış vurgu bütünün dengesini bozar.

Şia bunu en fazla Ehl-i Beyt vurgusu üzerinden yapar. Her müslümanda Kur'an'ın emriyle bulunması gereken Ehl-i Beyt'e karşı muhabbeti kendi kanallarına doğru akıtmaya çalışırlar. Safevîliğin ilk kurulduğu dönemde Sünni bir tarikat olduğu fakat ilerleyen zamanda tarikatlerde hep varolagelmiş Ehl-i Beyt muhabbeti suistimal edilerek şiiliğe saptırıldığı bilinen bir gerçektir. Şia bunu bugün de yapıyor. İran'ın devlet desteğiyle/imkanlarıyla finanse edilen organizasyonlar dünyanın her yerinde Ehl-i Sünnet müslümanları şialığa döndürmeye gayret ediyorlar. Muaviye radyallahu ahn ismi üzerinden yaşadığımız gerilimi bu nedenle önemsiyorum. Ve korkuyorum. Zira bu gerilimde oluşan saflar bizim üzerimizde de bir operasyon yürütüldüğünü ve epeyce de başarılığı olduğunu gösteriyor. Yoksa nurcular, Ehl-i Sünnet müntesibi müslümanlar olarak, Muaviye radyallahu anh hakkındaki bu düşmanlığı kendi kaynaklarından ders almıyorlar. Yok ki ders alsınlar. Bu fikirler içlerine dışarılardan sokuluyor. İthal ediliyor. Görememek körlüktür.

Şimdi, bu fazla kaçırdığım girizgâhın ardından, bir önceki yazıya gelen bazı yorumları/soruları cevapmaya çalışayım. Belki bir-iki yazı daha bu soruları cevaplamaya gayret edeceğim. Keşke âlim olsaydım. O zaman daha yerinde cevaplar verebilirdim. Lakin ahirzamanda mü'minlerin bildiklerini saklamaları da hadisçe men edilmiş. Ben de bildiğim kadarını yazarım. Allah azze ve celle dilimizi doğrusuna döndürsün. Ağzımızdan hakikatlerini döktürsün. Âmin.

1) Halil Bey, yazımın altına şu metni bırakarak, muhtemelen bir itirazda bulundular: "Amma Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffin'de Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarıyla muharebesi ise hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yani, Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler."

Çok nadir ifratlar dışında Ehl-i Sünnet'in umumu ihtilaflarda 'İmam Ali radyallahu anhın haklı olduğunu' belirtmişlerdir. Bu konuda hiçkimsenin bir çekingesi yoktur. Benim yazımda itiraz ettiğim şey: Bu hatanın Muaviye radyallahu anhı 'sahabeliğin gerektirdiği hürmet ve sevgiden mahrum edemeyeceği'dir. Muaviye radyallahu anh Aleyhissalatuvesselamın vahiy katiplerindendir. Dualarına mazhar olmuştur. İdareciliği bizzat Ömer radyallahu anh gibi 'adam seçmekte çok hassas' kişiler tarafından takdir edilmiştir. Zaten onu Şam'a vali olarak atayan da odur. Hilafeti boyunca orada vali olarak kalmıştır. Alınmamıştır. Atılmamıştır. Haksızlıkla suçlanmamıştır. Osman radyallahu anh da bu durumu devam ettirmiştir. Zaten zekası hakkında 'Arabın on dehasından birisi' olduğu yönünde bir şöhret de yayılmıştır. O böyle birisidir.

Şunun da altını çizelim: Ebu Zerr radyallahu anhı, Müslim'de geçen bir rivayette "Ey Ebu Zer, kendim için istediğimi, senin için de isterim. Fakat, sen zayıfsın, iki kişinin bile başına geçme! Vazifesini hakkıyla yürüten kimseler hariç, âmirlik, kıyamet gününde pişmanlıktır!" diyerek yöneticilikten men eden Aleyhissalatuvesselam, aksine, Muaviye radyallahu anha 'birgün müslümanların idaresi ona geçerse merhametli olmasını' tavsiye etmiştir. Yani bu işe layık olduğunu düşünmüştür. Zaten âlimlerimiz de bu durum hakkında derler ki: "Muaviye radyallahu anh bu gibi hadis-i şerifleri kendisinin yöneticiliğine işaret/onay olarak da yorumluyordu. Bu yorum, Allahu'l-a'lem, hata değildi. Yalnız şu noktada hata etti: Ali radyallahu anh sağken bu iş ona düşmezdi. Onun liyakat sırası daha gerilerdeydi. O bu sıraya riayet etseydi hakka isabet edecekti." Nitekim Mektubat'ta İmam-ı Rabbani rahmetullahi aleyhin görüşü de bu yöndedir. Muaviye radyallahu anhın hilafete liyakati vardır. Fakat ondan büyükler sağken değil.

Benim anladığım: Halil Bey gibi kişiler saltanat-hilafet meselesini düşünürken bir parça yaşadıkları konjonktürden etkileniyorlar. Hatta cumhuriyet Türkiye'sinin saltanata biçtiği 'hain-satıcı-sömürücü' yaftasını o döneme de taşıyorlar. Hayır. Bu tuzağa düşmeyelim. Ne yakın tarihte Osmanlı saltanatı ne de uzak dönemde Muaviye radyallahu anhın yönetimi büsbütün 'zaleme' dönemler değildi. Biz biliyoruz ki: Osmanlı padişahları genel anlamda âdil padişahlardı. Zaten devlet-i âliyenin 600 senelik ömrünün başka bir açıklaması da olamaz. Hatta içlerinde Fatih Sultan Mehmed Han gibi hadisle müjdelenenler dahi bulunmaktaydı. Şimdi, neden toptancılığın tuzağına düşerek, "Kim ki saltanat sürmüştür o haindir!" veya "Kim ki saltanat sürmüştür o zalimdir!" veyahut "Kim ki saltanata talip olmuştur o sömürücüdür!" gibi şeyler söyleyelim? Süleyman aleyhisselam da Davud aleyhisselamın sultan oğlu sultan evladı değil miydi? Bundan, böyle haksız genellemelerden, Allah'a sığınırız. Tarih bize aksi birçok örneği göstermiştir. Evet. Emeviye saltanatından gelmekle Ömer bin Abdülaziz rahmetullahi aleyh gözden düşer mi? Hâşâ. Kişileri başa gelişlerindeki sistemle değil idareciliklerindeki tasarrufla yargılamak gerekir. Hitler seçimle başa gelmiştir de insanlığa çok mu büyük faydaları dokunmuştur?

Saltanat bir sistemdir. Cumhuriyet de bir sistemdir. Demokrasi de bir sistemdir. Meşrutiyet de bir sistemdir. Bunların herbiri bir yönetim sistemidir. Kur'an'da ve sünnette "İslam devleti şu şekilde yönetilecek!" diye belirgin bir emir yoktur. Emredilen şeyler vardır: Adalet, meşveret, merhamet vs. Dört halifenin başa geçişleri dahi farklı farklı şekillerde olmuştur. Muaviye radyallahu anh da kendi bilgisince o dönem için bir içtihadda bulunmuştur. Saltanatı istikrar için gerekli saymıştır. Ha, hatalıdır, o ayrı. Fakat bunu 'güç tutkusundan' falan yapmış gibi anlamak, hâşâ, sahabeyi anlamamaya işaret eder. Bunu böyle söyleyen "Ashabım yıldızlar gibidir!" buyuran Aleyhissalatuvesselamın sırrını da anlamamıştır. Neyse. Yazı çok uzadı. Bir dahaki yazıda da soruları cevapmaya devam edelim. Halil Bey'in sorusuna da 'ruhsat'ı hatırlatarak veda edelim: "Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...