14 Eylül 2019 Cumartesi

Deistlere dindarlık neden 'dar' gelir?

Nobelli yazarlardan Elias Canetti (1905-1994) 'İnsanın Taşrası' isimli notlarının bir yerinde şöyle der: "Muhammed, bütün peygamberler bağlamında, istenilenlerin gerçekleşmesi gibi birşeydir. O, yasa koyucu ve fiilî iktidar sahibi olur, peygamberler ilk kez onunla gerçek iktidara kavuşabilmişlerdir. Daha önce hiçkimse tanrıyı böylesine tutarlı ve başarılı bir biçimde kullanmamıştır." İnanç konusunda soyca bağlı olduğu yahudiliğe dahi pek prim vermeyen Canetti'nin bu sözleri, kanaatimce, mürşidimin Mesnevî-i Nuriye'sinde geçen şu ifadeleri ışığında bir parça yorumlanabilir:

"Nübüvvet-i Ahmediyenin nübüvvet silsilesini mühürlemiş olmasına kat'î delil, herbir kaidesinde dinin hudutlarını öyle bir hadde ulaştırmasıdır ki, ondan daha genişini, daha mükemmelini ve etemmini düşünmek mümkün değildir." Yani, niyeti ister iyi ister kötü olsun, Elias Canetti'nin yukarıdaki sözleriyle dikkatimizi çektiği şey, Aleyhissalatuvesselamın getirdiği dinin kemalidir. O, öyle bir dinin peygamberidir ki, mü'min hayatlarının en küçük detaylarına kadar dokunuşu vardır. Varlık algımızın her yanıyla ilgisi vardır. Hepsine bir sözü vardır. Vahyi vardır. Sünneti vardır. Edebi vardır.

Kur'an'ın, hadislerin ve bunlara bağlı hükümlerin 'insanlığın sorularına cevap verebilirliği' sürmektedir. (Potansiyele bakılırsa kıyamete kadar da süreceğe benzemektedir.) Hatta bu cevap verebilirlikten hariçte kalan boşluk yoktur. Kör nokta yoktur. Unutulmuşluk yoktur. Olmadığından dolayı da bu dinin sapkınları meşreplerini genişletmek için hep boş alan kovalarlar. 'Boş alan kovalamak' ile neyi kastediyorum? Aslında, arkadaşım, bugün yaşadığımız bir drama azıcık değinmek istiyorum.

Bazen 'sünneti reddederken sırtını sağlam bir yere dayamak adına' Kur'an Müslümanlığı kisvesiyle karşımıza çıkan, bazen "Rahatlığı deizmde buldum!" deyu topluca dinin haram/helal sınırlarını terkeden, bazen lokal meselelerde "Artık bir reformun zamanı geldi canım!" deyip 14 asırlık zaruriyatı kışkışlamaya çalışan, bazen "Ya o hükümler kendi zamanları içindi!" diyerekten 'tarihsellik' derdine düşen, bazen de o kadar yukarıya çıkmaya cesaret edemeyip alttan alttan İslam geleneğine/âlimlerine sataşan tüm bid'a akımların arzusunda birleştiği şey şudur: Hevalarına ayak oynatacak yer açmak. Boşluğu bulunmayan bu dinde boşluk yaratmak. Oluşmasına engel olan otoritelerin/usûllerin altlarındaki minderleri çekmek.

Evet. Tümünün ulaşmaya çalıştığı sonuç budur. Çünkü hakikaten Aleyhissalatuvesselamın getirdiği dinde, elhamdülillah, boşluk yoktur. Boşluk sanılan şey dinin parçasıdır. Açığı değil dallarıdır. "Bugün dininizi kemale erdirdim!" ayetinin hükmü kıyamete kadar geçerlidir. Esaslar konulmuş, bu esaslara bağlı sistemler oturmuş, bu sistemlerin usûlleri oluşturulmuştur. Kıblemiz dört mezheptir. Gökte kusur arayan gözlerin bitkin olarak sahibine dönmesi gibi bu dinde kusur arayanların da akılları bitkin olarak sahiplerine döner. Fakat o sahipler yine de inatlarından vazgeçmezler. Bediüzzaman sahabeye sataşanların da amaçlarının bu olduğu belirtir:

"Ehl-i dalâlet baktılar ki müçtehidînlerle iş bitmiyor. Onların omuzlarındaki yalnız nazariyât-ı diniyedir. Halbuki, bu kısım ehl-i dalâlet, zaruriyât-ı diniyeyi terk ve tağyir etmek istiyorlar. 'Onlardan daha iyiyiz' deseler meseleleri tamam olmuyor. Çünkü müçtehidîn nazariyâta ve kat'î olmayan teferruâta karışabilirler. Halbuki, bu mezhepsiz ehl-i dalâlet, zaruriyât-ı diniyede dahi fikirlerini karıştırmak ve kabil-i tebdil olmayan mesâili tebdil etmek ve kat'î erkân-ı İslâmiyeye karşı gelmek istediklerinden, elbette, zaruriyât-ı diniyenin hameleleri ve direkleri olan sahabelere ilişecekler."

Fakat onların bu 'boşlukla kemale çıkma' çabaları dahi bir açıdan İslam'ın kemaline ve Aleyhissalatuvesselamın nübüvvetinin hatemine delil oluşturuyor. Öyle ya: Eğer bu dinin üstünde bir din ortaya konulabilseydi elbette bu 'boşlukla' değil 'varlıkla' ortaya konurdu. Yıkılarak değil yapılarak gösterilirdi. Mevcut cevapları, usûlleri veya sistemleri yokederek değil, aksine, verilemeyen cevapların boşlukları doldurularak inşa edilirdi. Lakin bizde ne kadar genişlik isteyen varsa, varlığa değil, boşluğa koşuyor.

Hatta şimdi fıskıyla iyice gaza gelen bir kısmı "Çare Sarıgül'den sonra deizm!" diyerekten hepten zincirlerinden boşalıyor. Dinsizlikte dinin kemalini bulduğunu sanrılıyor. Aman efendim, etmeyin, serserilikte kemal olur mu? Düzeni boşlayarak kemale erilir mi? Ağacı bir üst versiyonuna çıkarabilmek için gövdesi delinir mi? Yapmayın. Düzgün motoru tamire çalışıp fazla parça çıkarmayın. Yapabiliyorsanız dallarını uzatıverin. Köküne balta sallamayın. Fehminizden geliyorsa dava için burhan üretin. Geminin hızını beğenmeyip "Ben yüzerek gideceğim!" diyene akıllı demezler ya. Hasılı: "Bunlar gibi diğer bütün meselelerde de bu dini bir başkasının ikmal ve itmam etmesi mümkün değildir. Onun için kıyamete kadar devam ve beka onun hakkıdır."

9 Eylül 2019 Pazartesi

Tarikatçılar içimizi neden deliyor?

Çin işkencesini hepimiz biliyoruz. Tamam. Çok şükür. Başımıza gelmedi ama bir kulak aşinalığımız var. Tekrar eden su damlalarının gücünün taşı delmeye de insanı delirtmeye de yeter olduğunu biliyoruz.

Ursula K. Le Guin'in Zihinde Bir Dalga'da 'esas iç örgütlenme aracı' olarak tarif ettiği 'tekrar'a dair bir savunusu var. Diyor ki: Tekrarın aşağılanması daha çok modern döneme ait bir olgudur. Okuryazarlığın artmasıyla ilgilidir. Basılı yayınlara ulaşmak kolaylaştıktan sonra ortaya çıkmıştır. (Çünkü basılı bir yayında 'tekrar' mükerrer okumalarla sağlanabilir.) Sözlü kültürün insanlığa hâkim olduğu bütün asırlar boyunca tekrarla kimsenin bir sorunu olmamıştır. Hatta sözlü anlatım tekrarları ister. Sever. Gerektirir. İnsanın yazılı kültürün hegemonyasına girmediği çocukluk devirlerinde aile büyüklerinin anlattığı masalların/hatıraların tekrarı arzulanır. Hatta bu tekrarlar eğer daha önce anlatılan asıldan çok saparlarsa büyükler uyarılır: "Çok kötü anlattın anne. Olmadı ki. Düzgünce bir daha anlat."

Yine, bir ölçüde sözlü anlatıma benzer tarafları bulunan, sinema yapımlarında da 'kaçırabileceği detaylar' izleyiciye bazı tekrarlarla yeniden tahattur ettirilir. Örneğin: Katilin kim olduğunun ortaya çıktığı bölümde dedektifin parçaları birleştirişi, filmin öncesinden yapılan alıntılarla, izleyiciye de yaşatılır. Çünkü izlemek okumak gibi değildir.

İşi hepten tarihselcilerin/sosyologların ellerine düşürmeden bunu Kur'an-ı Hakîm'in beyanına da taşıyabiliriz. Kur'an, Bediüzzaman'ın da mükerreren beyan ettiği üzere, irşadda ilk muhatap olarak ekseri, yani avamı, muhatap kabul eder. Avamın da çoğunluğu 'ümmi'dir. Yani okumayazma bilmez. (Kur'an'ın ilk indiği kavim, yani Arap kardeşler, zaten ümmilikleri ile meşhurdurlar. Yine ekseri İslam'la bahtiyar olan Türklerin/Kürtlerin de mazisi farklı değildir.) Veyahut da, eğer modern asır üzerinden konuşacak olursak, okuryazarlığı vardır ama okumayla başı hoş değildir. Bu nedenle vahyin beyanında tekrarlara sıkça rastlanır. Fakat, yine mürşidimin dikkat çektiği üzere, bunlar sûreten tekrarlardır. Aslında her tekrar edişte aynı kıssa/kelam üzerinden hakikatin başka bir yönü parlatılır. Nazara verilir. Yerinden bir alıntıyla bu bahsi süsleyelim:

"Hem Kur'ân müessistir, bir din-i mübînin esasatıdır ve şu âlem-i İslâmiyetin temelleridir ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi değiştirip muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevaptır. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te'kid için terdad lâzımdır. Te'yid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır."

Tekrarın 'kişisel gelişim'de ise apayrı bir fonksiyonu var. Eğer başarı, kendine yardım, NLP veya kişisel gelişim türünden bir eser okuduysanız, ki bunlar eskiden ayrı ayrı türler değildiler, bilirsiniz: Bireyin hedeflediği sonuçlara ulaşmasında tekrar edilen 'motto'ların büyük ehemmiyeti vardır. Hatta, Küçük Emrah'ın, annesi Oya Aydoğan'ı medenî(!) bir kadın haline getirmeye çalıştığı filmde, hoca olarak tuttuğu kişinin Aydoğan'a tekrarlattığı cümleyi hatırlatalım: "Ben gözel karıyam!" Bunu neden tekrarlatıyordu? Çünkü köylü kızı Aydoğan'ın özgüvenini arttırmak istiyordu. Yani bu tekrar işinde insanın içinde tesis etmek istediği şeyleri inşa eden bir yan da var. Az-çok bunun misallerini hepimiz biliriz.

Partiler sloganlarıyla taraftarlarını motive ederler. Yine her türden hareketin etbaını şevklendirmek için tekrar ettiği sloganları vardır. Firmalar bile alıcılarında alış arzusu inşa etmek için böylesi 'tekrarları' kullanırlar. Yaz başladığında başlayan kola/dondurma reklamları sayesinde her sene bir sürü yeni spot cümleniz olur. Hayırlı olsun.

Bütün bu girizgâhın ardından asıl mevzua gelelim. Mürşidimin Mesnevî-i Nuriye isimli eserinde geçen bir bahse değineceğim. Her okuduğumda bana ilginç şeyler düşündürür. Üşenmeyelim. Hemen alıntılayalım. Ki sonradan ne üzerine konuşacağımız açık edilmiş olsun:

"İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde, kalbin fethiyle, ene ve enâniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmârenin başını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Kezâlik, Kâdirîler de, zikr-i cehrî sayesinde tabiat tâğutlarını tarümâr etmişlerdir." Fakat başı olmayınca böyle yarımca pek birşey anlaşılmadı değil mi? Alıntılayalım. Tam olsun: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sümbüllenip neşvünemâ bulamaz, ölür gider. Kezâlik, ene ile tâbir edilen enâniyetin kalbi, 'Allah Allah' zikrinin şuâ ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semâvat ve Arza isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde ene mahvolur."

Ben bu bahsin yıllar önce bir kişisel gelişim kitabında okuduklarımla ilgili olduğunu düşünüyorum. (Adını sormayın. Tüm hatırlama çabalarıma rağmen çıkaramadım. İsimsiz kaldı.) En azından o kitapta anlatılan şeyin bu bahsi idrakte yolu kolaylayan bir yanı var. Uzatmayayım. Anladığımca deniliyordu ki o kitapta: Bir amaca ulaşmaya çalışırken, sizi engelleyen şeyin dışınızda olduğunu düşünürseniz, sloganınızı/mottonuzu dıştan tekrar edin. Yani sesli söyleyin. Yok, eğer asıl engelin içinizde bir yerlerde olduğunu düşünüyorsanız, o zaman sloganınızı/mottonuzu içinizden tekrar edin. Sessiz söyleyin.

Ne demek bu? Açmayı deneyelim. Diyelim ki: Bir koşu yarışmasına katılacaksınız. Rakipleriniz dışınızda. Engeller dışarıda yani. O zaman kendinizi şöyle bir cümleyi sesli söyleyerek motive etmelisiniz: "Ben daha hızlıyım! Ben daha hızlıyım! Ben daha hızlıyım!" Ama yok. Sorun bu değil. Koşuya hazırlanma sürecinde yeterince çalışkan olmadığınızı düşünüyorsanız, o zaman engel içinizde demektir, şu cümleyi içinizden tekrar ederek motive olun: "Daha çok çalışabilirim! Daha çok çalışabilirim! Daha çok çalışabilirim!" Yani, yokuş dışınızdaysa dışınıza doğru, yokuş içinizdeyse içinize doğru hakikatinizi tekrar etmelisiniz. Hakikatin düzenli tekrarı; hayalden, vehimden, sanrıdan, korkudan veya önyargıdan oluşan putları kıracaktır.

İşte, bence, zikrullahın da insanda gördüğü böyle bir fonksiyon var. Cümle hak tariklerin tâbilerine ödev olarak verdikleri zikirler aslında belli bir mana dünyasının çağrışımlarını içeriyorlar. Yani tâbi, tarikatinin usûlüne göre, zikr-i cehrî (açıktan) veya zikr-i hafî (içinden) virdini tekrar ederek hakikati hayaline hatırlatıyor. O ifadenin içerdiği manayı hatırına çağırıyor. Gafletinin sathîliğinde 'mış gibi' oluşabilecek tüm korkuları dağıtıyor. Sanrıları öldürüyor. Önyargılarını kırıyor. Evet. Allah'ı hatırlamanın da böyle bir işlevi oluyor kalbimizde. İnsan, ister içine, ister dışına doğru 'Allah olanın ancak Allah olduğunu' hatırlatırken/hatırlarken unutulmasıyla neşv ü nema bulacak vehimleri de gidermiş oluyor.

Sınava hazırlanırken ilgili tüm formülleri zihninde tekrar eden kişinin, cehaletin 'o mu, bu mu, şu mu' fitnesinden izale kalması gibi, tekrarlarla Allah'a dair manaları kalplerinde diri tutanlar da içten/dıştan şaşırtmacaların oyunlarına karşı daha uyanık oluyorlar. Daha tetikte duruyorlar. Mürşidimin ifadesiyle söylersem: Bazı şeylerin içini delik tutmak gerekiyor. Çünkü onların gerçek olmadığı ancak bu deliklerden anlayabiliyorsunuz. Tıpkı, karanlıkta gözünüze korkutucu görünen birşeyin, kalkıp şeklini bozduğunuzda rahatlamanız gibi. Sanrıların da şeklini tekrar edilen hakikatler alaşağı eder. Zikrullah şifamızdır bizim.

Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

  "Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. '...