31 Ekim 2013 Perşembe

Belki de bütün varlığım bir titreyişten ibaret

Fringe, özellikle ilk sezonlarıyla ilginç bir diziydi. Çok havai şeyler söyledikleri gibi; bazen bilmediğimiz bilimsel detayları da anlatıyorlardı. Hatta bir bölümünde de yaydığı titreşimden hareketle kayıp birisini bulmuşlardı. Meğer her varlık etrafına bir titreşim yayarmış. Hiçbirimizin yaydığı titreşim de diğerine benzemezmiş. Bir nevi parmak izi, ses izi veya retina kalınlığı gibi birşeymiş o da. Tabii günümüz teknolojisinde bu kadar hassas bir titreşim algılayıcı yok. Ama dizide vardı. Ve ilk kez o bölüm vesilesiyle duymuştum Sicim Teorisini.

Sicim Teorisi, ilk kez 1968'de ortaya atılan birşey; 'maddenin temel yapıtaşlarının kalbinde titreşen çok küçük bir enerji iplikçiği' olduğunu savunuyor. İlk kez İtalyan bilim adamı Gabriele Veneziano tarafından ortaya atılmış. Şöyle ifade edeyim en özet: 'Şayet bir atom, güneş sistemi kadar büyültülebilseymiş, titreşen sicimin ancak bir ağaç kadar olacağı' tahmin ediliyormuş. Bilim insanları bu teorinin ispatlanmasının mümkün olmadığını düşünmekle birlikte, en azından bir yerden bir yere titreşerek akan bu sicimlerin/enerji ipliklerinin makro ve mikro âlem arasındaki çelişkilere cevap verebileceğini düşünüyorlar. Yine de hepsi teori işte. İspatlanmış birşey yok.

Benim açımdan meselenin kıymetli kısmı, enerji ve madde arasında Einstein'dan itibaren kurulan bağıntı. Hepimizin lisede ezber ettiği e=mc2 formülü bunun en bilinen ifadesi. Bu formülle birlikte madde ve enerji birbirine kuyruğundan bağlanıyor. Madde yoğunlaşmış enerjiyi ifade ederken, enerji de seyreltilmiş maddeyi ifade ediyor. Enerjinin bir yerden bir yere akan bir hareket olduğunu düşünürseniz o zaman şöyle bir sonuca varıyorsunuz: Madde aslında yoğunlaşmış bir harekât, harekât ise seyreltilmiş bir madde. İzafiyet teorisi ise bunu bir üst boyuta taşıyarak maddeyi de zamana bağlıyor. Eğer ışık hızına çıkabilirseniz, sizin yaşayacağınız birkaç sene dünyanın yüzyıllarına denk gelebilir. Çünkü birşey hızlandıkça, onun için zaman yavaşlar.

Maddenin modern fiziğin yeni yeni keşifleriyle latifleştikçe ben kendimi ism-i Kayyuma daha yaklaşmış hissediyorum. Ancak Allah'ın varlığını devam ettirmesiyle herşeyin varolabildiğini ifade eden Kayyum ismi, Risale-i Nur'da da önemli bir yere sahip. Lem'alar isimli eserinin sonlarına doğru ism-i âzam sırrını içinde saklayan altı ismi izah eden Bediüzzaman; ilk dördü için (Kuddus, Hakem, Adl, Ferd) 'İsm-i Azamın altı nurundan bir nuru...' ifadesini kullanırken, son ikisi için (Hayy, Kayyum) 'İsm-i Âzamın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru...' ifadesini kullanıyor. Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız Risale okumaları sırasında (bu ve benzeri birçok delille) önemine sıklıkla atıf yaptığı Kayyum ismi, sanıyorum çoğu düğümümüzün anahtarı. Kulluk idrakinin de önemli bir parçası, onun tefekkürü...

Aslında bu pencereden bakarsak, Hastalar Risalesi gibi pekçok eser de bize Kayyum isminin sırlarını ders veriyor. Kayyum isminin iki türlü tecellisi; yani var olmalar ve ardından tekrar yok olmalar (ve sonra tekrar var olmalar); esmanın da tamamını (kanaatimce) celal ve cemal yönüyle kuşatmış durumda. Allah'ın, her an varlığını devam ettirmesiyle ancak var olabilen şu varlık, her an fenaya gidiyor ve her an yeniden var oluyor. Varlığımız bu gelmeler ve gitmelerden kaynaklanan bir titreşim yığını gibi. Zerre Risalesi'ndeki ifadesiyle: “Demek, harekât-ı zerrât, o kitabetten, o istinsahtan, mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.” Duruyor sandığımız herşey titreşiyor aslında. "Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezâda muntazam meczubları."

Gelmeler ve gitmeleri biz iki türlü görüyoruz: Cemal veya celal. Gitmeler genelde celal olarak çarpıyor nazarımıza. Gelmeler cemal olarak yansıyor. Hatta cemalî isimler yine sanki ism-i Kayyum'un cemalî yanından dal budak salıp büyüyor. Mesela Şafii ismi, varlığımızın devamını sağlayan tecellisiyle ism-i Kayyum'un bir yansıma çeşidi gibi. Kahhar ismi ise, ism-i Kayyum'un gitmeler/celalî yönünü üzerinde taşıyor.

Bu yönüyle Hastalar Risalesi de bir ism-i Kayyum dersi aynı zamanda. İnsan, ancak Allah'ın Kayyumiyetini idrak ederse; varlığının, onun devam ettirmesiyle ancak devam edebildiğini anlarsa; aczinin idrakini tam sağlayabiliyor. Yoksa, hayatı boyunca hiç hastalanmadığı rivayet edilen Firavun gibi kendisini insandan/kuldan öte görebiliyor. Âlâk sûresinde buyrulduğu gibi: “Ama, insanoğlu kendini müstağni sayarak (ihtiyaçtan uzak görerek) azgınlık eder.”

Bu noktada Zerre Risalesi'nin tedrisi ve anlaşılması, insanın en küçük yapıtaşlarına, yani zerrelerine kadar Allah'a muhtaç olduğunun idraki anlamında kıymetli. Eğer insan, varlık algısını Allah'tan bağımsız ve kendi başına bir fiziksel düzlemde tarif ederse, sonra tekrar Ona muhtaç olduğuna nefsini nasıl ikna edebilir? Hadi hastayken tamam, peki sağlıklıyken?

Zerre Risalesi, ism-i Kayyum penceresinden, şirkin, maddenin en küçük köşesine kadar kovalandığı ve orada insanın elinde yalnızca titreşmekten ibaret bir varlığın kaldığı bir tevhid âlemini sunuyor. Vahdetü'l-Vücut diliyle yokluk değil bu, Vacibü'l-Vücud'a göre çok zayıf bir varlık. Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi veya Zerre Risalesi. Aslında hepsi; Bediüzzaman'ın bize verdiği, ism-i Kayyum dersleri değil mi? Sonuçsa şu: Allah 'sıhhatli ol' demedikçe sıhhatli olamazsın. Allah 'genç ol' demedikçe genç olamazsın. Allah 'ol' demedikçe de, olamazsın.

Sinek, Sinema ve Zaman...

“Şu dünyada zamanın fenâ ve zevâl-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. (...) Nasıl ki saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zâhiren birbirine benzer, fakat sür’atte birbirine muhaliftir.” Bediüzzaman Said Nursî, 3. Lem’a’dan...

Sinek gözü, insan gözüne göre çok daha hassastır. İnsan gözünün saniyede çektiği resim sayısı, sinek gözüne kıyasla çok daha düşüktür. Bizim gözümüz, saniyede ancak 45-53 arası titreşimi hissedebilirken, sinek gözü 265 titreşimi hissedebilir. Bu nedenle onları yakalama çabalarımız çoğunlukla boşa çıkar. (İnsan, daha hamlesini yapmadan, sinek kaçar.)

Bu durum, sırf daha hızlı hareket etmelerinden kaynaklanmaz. Gözleri, bizim gözlerimizin yakaladığı an’lardan daha küçük an’ları, fiileri, değişimleri yakalayabildiği için çabuk farkında olurlar. Yani ‘farkındalıkları’ bizden çok daha açıktır.

Veya şöyle tarif edelim: Dünya, sinek gözüne göre, insan gözüne kıyasla, çok daha yavaş hareket eder. Eğer kendimizi bir sineğin gözünden seyredebilseydik, yavaş çekimde hareket eden bir filmi izlediğimiz izlenimine kapılabilirdik.

Ki, bir 2013 yapımı olan (Epic) Doğal Kahramanlar’da da esprili bir şekilde bu noktaya dikkat çekilmiş, insan hareketlerinin onların gözlerinden nasıl göründüğü şu cümleyle tarif edilmişti: “O kadar yavaş hareket ediyorlar ki, bizi yakalamaları imkansız.” Fakat o filmde—benim asıl önemsediğim— bu durum daha enteresan bir cümleyle de anlatılıyordu profesör karakteri üzerinden: “Onlar bizimkinden çok daha hızlı bir zaman diliminde yaşıyorlar.”

Zamanın izafiliği modern fizikte ilk kez Einstein tarafından ortaya atılan bir teori. Buna göre Einstein, aynı mekanda yaşayan insanların zamanı farklı şekillerde idrak edebileceğini söylüyor. Annalen der Physik dergisindeki makalesinde şöyle izah ediyor bunu: “Cisim, hareket ve zamandan birinin diğerine bir önceliği yoktur. Galileo'nin Görelilik Prensibi, zamanla değişmeyen hareketin göreceli olduğunu; mutlak ve tam olarak tanımlanmış bir hareketsiz halinin olamayacağını önermekteydi. Galileo'nin ortaya attığı fikre göre; dış gözlemci tarafından hareket ettiği söylenen bir gemi, üzerindeki bir kimse geminin hareketsiz olduğunu söyleyebilir.”

Hareket, cisim ve zaman arasındaki bu bağlılık sanıyorum Zerre Risalesi’nin de en temel örgülerinden birisi. Özellikle ilk karşılaştığınız haşiye—biraz daha üst boyutta—hareket, yaratılış ve zaman arasındaki örgüyü ifade ediyor. Bediüzzaman’ın orada en çok hoşuma giden cümlelerinden birisi şu: “Demek, harekât-ı zerrât, o kitabetten, o istinsahtan, mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.” Ve bir diğeri de şu: “Evet, herşeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikati dahi, Levh-i Mahv, İsbat’taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.”

Yani madde dediğimiz şeyin özünü; âlem-i gaybdan âlem-i şahadete, ilimden kudrete geçmekteki bir yaratılışın ihtizazatı/harekatı sağlarken; zaman dediğimiz şeyin özünü de bu ihtizazatın/harekatın toplamının oluşturduğu büyük nehir meydana getiriyor. Yani aslında hareket, mekan ve zaman diye üç ayrı şey yok.

Biz, mekan mekan algıladığımız dünyanın, bütününü kuşatamadığımız için, o mekanlar arasına bir öncelik ve sonralık koyuyor ve buna zaman adını veriyoruz. Zamanın en küçük parçası adını verdiğimiz an’lar bile aslında bizim şahit olduğumuz mekanlardan, mekanların da özünde hareketlerden ibaret. “Unutamadığım bir an...” diye tarif ettiğimiz herşey, aslında “Unutamadığım bir mekan/hareket algılaması...” cümlesinin farklı şekilde ifadesi. Varlığımız, mekanların bir sinema filmi kareleri gibi akıp gitmesinden oluşuyor. Ama biz bu sinema şeridine ‘zaman’ demeyi tercih ediyoruz.

Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız Zerre Risalesi okumaları sırasında en çok altını çizdiğimiz örneklemelerden birisi bu; sinema şeridi/zaman; film kareleri/mekan veya an. Yalnız sanmayın bu örnekleme öylesine. Hayır, aslında Bediüzzaman’ın sinema, varlık ve zaman arasında kurduğu bağıntı, külliyatın her yerine sinmiş bir örgü gibi. Sırf ‘sinema’ kelimesiyle külliyat içinde bir arama yaptığınızda o kadar çok yerle karşılaşıyorsunuz ki! Şaşırmamak elde değil. Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde gittiği sinemanın (talebelerinin hatıralarından öğreniyoruz bunu) onun varlık ve zaman tefekküründe ne denli önemli bir yer tuttuğunu buradan da kavrayabiliyorsunuz.

Yine külliyat içinde Einstein’ın izafiyet teorisine en yakın (değil aynı, sadece yakın) beyanların bulunduğunu düşündüğüm 3. Lem’a’daki ‘bast-ı zaman’ meselesi bile, aslında ‘farkındalığın’ zamanı ne denli etkileyebilir/yavaşlatabilir olduğunun bir göstergesi. Eğer nazarınız, kâinatın ince sanatını ve tesbihatını görür; kulağınız işitir bir kıvama gelirse, elbette bu ‘daha üst farkındalık’ çevrenizdeki eşyadan daha hızlı bir başka zaman dilimine geçmenize neden olabilir. (Gaflet, yine zıttı şekilde etkileyebilir. Hatta ayetteki ifadesiyle: “Aralarında birbirlerine ‘(Dünya’da) sadece on (gün) kaldınız’ diye gizli gizli konuşacaklar. Onların, hakkında konuşacakları şeyi biz daha iyi biliriz. O vakit içlerinden en aklı başında olanları, ‘Siz sadece bir gün kaldınız’ diyecektir.”)

Farkındalık, hareket, madde, varlık, zaman arasındaki bu ilişki; üzerinde çok şeyler yazmaya ve konuşmaya değer. Bediüzzaman’ın fiziğe bakışının en zengin ifadelerine rastladığımız Zerre Risalesi de bu gözle incelenmeyi bekliyor hâlâ. Fakat biz bu şerh ihtiyacının neresindeyiz?

19 Ekim 2013 Cumartesi

'Bize özel' okumalar...

Bayram tatili münasebetiyle evdeyim. Dışarı çıkıp gezme huyum da pek olmadığından hepten kapandım. Hint filmleri izliyorum. Pek de kendilerine saygı duymadığımız aşk hikayeleri bunlar... Ama kesinlikle komikler. Kanaatimce Hint filmlerinin, İran filmlerinden en üstün yanı; hüznü bile neşeyle anlatmaları. İran filmleri acayip kederlidir. Sonu mutlu bitenlerde bile damağınızda keder kalır. Her neyse... Hayata öğrenci nazarıyla bakarsan herkes öğretmendir. Ben de öyle düşündüğümden, bu filmlerde geçen diyalogları daha bir dikkatle dinlerim. Tesadüfe tesadüf edilmeyen bir âlemde işittiklerimizin bile bize işittirilmesinde bir hikmet/uyandırıcılık olmalıdır.

Böyle uyandırıcı cümlelerden birisine de başrollerini İmran Han ve Karina Kapoor'un paylaştığı Ek Main Aur Ekk Tu (2012) filminde rastladım. Finale yakın bir yerde, hayatını yeniden başlatmaya karar veren esas oğlanımız şöyle aktarıyordu o geceki ruh halini izleyenlere: "Bazı anlar vardır ki, uçabileceğini hissedersin. Bazı şeylerin sadece senin için yaratıldığını hissedersin..." (Film içinde ayrıca sıradanın aslında sıradan olmadığına veya 'sıradanın harikalığı' dediğim şeye çok vurgu vardı.)

Bu cümle nedense beni alıp 1. Lem'a'ya götürdü. Orada Üstad Hazretlerinin, Hz. Yunus'un kıssası içinde öğrettiği uyanışın özeti geldi aklıma. Ki o özetin özeti; Kenan Demirtaş abiden yıllar evvel ders aldığıma göre, şu cümlesidir: "Müsebbibü'l-Esbabdan başka bir melce olamadığını aynelyakin gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için, şu münacat birden bire geceyi, denizi ve hût'u musahhar etmiştir."

Sırr-ı ehadiyetin, nur-u tevhid içinde inkişaf etmesi... İnsanın çevresindeki olayları okuyarak, onların içinde kendine özel olanı/oldurulanı görebilmesi. Büyük bir uyanış gerçekten. İmam-ı Mübin'in şahit olduğumuz kısmını oluşturan Kitab-ı Mübin'in bize özel yazılan/yalnızca bizim şahit olduğumuz cümlelerinin keşfi. Allah'ın, herkesin Allah'ı olduğu kadar bizim de/benim de Allahımız/Allahım olduğunu farketme. Doğrudan muhatap olma. Esmadan şuunata yükselme.

Fatiha'da aşılan o büyük eşik: "Hesap gününün sahibi odur" dedikten sonra, "Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz"e yapılan dev sıçrayış. Aslında külliyatın bütünü bu sıçrayışı bize anlatan ve öğütleyen derslerle dolu.

Metin Karabaşoğlu abi, derslerinde, vahidiyet-ehadiyet denkleminin Bediüzzaman'ın bütün külliyatı kuşatan sistemlerinden birisi olduğunu söylüyor. Hatta ehadiyet sırrına uyanışının, onun Eski Said'den Yeni Said'e dönüşümünün köşetaşlarından birisi olduğunu aktarıyor sıklıkla. Ben, bunun benzeri bir denklemi kendimce 11 ve 23. Sözler'de gaibane-hazırane muhatabiyetler ekseninde okuyorum. Daha evvel bu yolculuktaki bir adımım olarak karaladığım "O tefekküründen Sen tefekkürüne..." isimli yazıda biraz detaylı bir şekilde bahsettiğim fikrin özü şu:

Allah'ın yarattıklarını ve vahyini ne kadar birebir üzerine alınırsan, Allah'la muhatabiyetin de o derece gelişiyor. Bunun geçişi de, her iki sözde de vurgulandığı şekliyle, varlığı sana gönderilmiş mektuplar gibi algılamaya başlaman. Hatta daha geriye gider de Birinci Söz'den hemen sonraki Ondördüncü Lem'a'nın İkinci Nüktesi'ne bakarsak, orada da Bismillahirrahmannirrahim'deki Allah'tan Rahman'a, oradan da Rahim'e geçiş, insanî arşa ulaşmak olarak aktarılıyor.

"Yani, Bismillahirrahmanirrahim, yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi arşa bağlar; insanî arşa çıkmaya bir yol olur."

Peki insanî arş nedir? Beni anladığım; insanî arş, insanın artık varlığı aşıp arkasında bıraktığı bir alan değil. Aksine, tıpkı Efendimizin miracı gibi, varlıkla beraber çıkılan bir yer. Orada varlığı unutmuyor veya görmezden gelmiyor (Vahdetü'ş-Şuhud) veya inkâr etmiyorsunuz (Vahdetü'l-Vücud). Artık varlık alanının tamamı size özel yazılmış mektuplara, kasidelere dönüşüyor. Bütün bunların, herkes için yaratıldığı gibi, size özel de yaratıldığını okuyorsunuz. Allah'tan Rahman'a geçiş, herkes'ten biz'e; Rahman'dan Rahim'e geçiş, biz'den ben'e geçişin ifadesi oluyor. Kanaatimce Rahman ismini ehadiyet düzleminde Rahimiyet olarak görüyoruz. Rahimiyeti de vahidiyet düzleminde Rahmaniyet olarak okuyoruz.

Bediüzzaman'ın külliyat içinde Mevlana Celaleddin-i Rumî'den bahsettiği birkaç yerden birisine gelelim şimdi. Orada da Bediüzzaman, yine yukarıdaki manaya yakın bir şekilde arş ifadesini varlığı kendine gönderilmiş mektuplar gibi okumaya yakın bir şekilde tefsir ediyor:

"Fikren arşa çıkan, Celâleddin-i Rumî gibi diyebilir: 'Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi, Cenab-ı Haktan işitebilirsin.' Yoksa, Celâleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten arşa kadar mevcudatı ayna şeklinde görmeyen adama 'Kulak ver, herkesten kelâmullahı işitirsin' desen, mânen arştan ferşe sukut eder gibi, hilâf-ı hakikat tasavvurât-ı bâtılaya giriftar olur."

Tam kuşatamıyorum arkadaşlar, ama bu arş meselesinde, Fatiha'da atlanan eşikte, vahidiyet-ehadiyet denkleminde, gaibane ve hazırane muhatabiyetlerde; varlığı, 'kendine özel yazılmış yanlarıyla okumaya çalışmak'la ilgili birşeyler var.

Bu bir 'O tefekkürü' değil yalnızca. "Allah bir yılda şu kadar yağmuru şöyle şöyle gönderiyor. Şu kadar ağaç şu şekilde hayatta kalıyor. Şu kadar zamanda şu kadar çiçek açıyor..." şeklinde değil. Bunların ötesinde, biraz daha detaya girip 'bize özel' olanları da yakalamaya çalışma meselesi. Allah'ın ehadiyetini müşahede etme bu.

Belki Hz. Yunus'un da yaşadığı uyanış buna benzer birşey. Nur-u tevhid (herşeyi yaratan Allah) ışığında sırr-ı ehadiyet (bana özel şeyler yaratan Allah) rengini görme. Belki Bediüzzaman'ın, tevafuklara bu kadar vurgu yapmasının sırrı da bu. Tevafuklar, avama da nasip olan 'bize/ben'e özel' okumalarıdır. Ben'e özel okumalarını geliştirenler ancak, Münacaat Risalesi gibi bir duayı edebilirler... Yani bütün mesele; 'bazı şeylerin sadece bizim için yaratıldığını' hissetmede. O zaman biz de esas oğlanımızın atladığı türden çok daha üst bir eşik atlayabiliriz. Bu sayede, beyazperde, bizim için öğretici şeyler söyleyebilir.

17 Ekim 2013 Perşembe

Modern zaman Samirileri...

"Şu zamanın nazarı evvela ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise evvela ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede, âhirete vesile olmak dolayısıyla, dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı ruh-u şeriattan yabanîdir. Öyle ise, şeriat nâmına içtihad edemez." (27. Söz'den...)

Bediüzzaman, Ene Risalesi'de 'nefsin firavuniyetinin' üç türlü yansımasından bahseder: Red, tahrif ve inkâr... "(...) Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdâhale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkar, ya tahrif eder..."

Ben ne zaman bu kısmı okusam, nefis ve firavun arasında kurulan ilgiden dolayı zihnen kıssa-yı Musa'ya giderim. Orada, Firavun'un, Hz. Musa'yı daha ilk dinlediği anda takındığı tavrı 'red' kavramı içinde değerlendirirken, sihirbazlarının yenilgisinden sonraki tavrını ise 'inkar' şeklinde ele alırım. Çünkü red'de aklın da dahil olduğu bir 'kabul etmeme' anlamı saklıyken; inkar'da, 'şahit olduğu şeyi görmezden gelme' veya 'saklama' anlamları saklıdır. Belki de inkar, diğer kuvvelerin akla baskın çıkıp onu 'görmezden gelmeye' zorladığı bir zemindir.

Gündelik kullanımları da buna yakındır bizde. Mesela; mahkemeler bir davayı usulüne uygun bulmadıkları için reddedebilirler, ama varlığını inkar etmezler. Yine evlilik teklifleri de uygun görülmeyerek reddedilebilir, ama inkar edilmez. Bu nedenle; Firavun'un, şahit olduğu mucizelerden sonraki haleti, bence, redden ziyade inkardır. Allah'ın varlığının şahidi olduğunu, yani reddetmediğini, ancak saklamaya çalıştığınıysa Kızıldeniz'de garkolurken söylediği cümleden anlarız: "Musa'nın ve Harun'un Rabbine iman ettim."

Tahrif kelimesini anlamak içinse kıssanın biraz daha ilerisine götüreceğim sizi. Sözlükte 'değiştirme, karıştırma, bozma, bid'at çıkarma' gibi renklere sahipse de, kelimenin kökeni; 'harflerin yerini değiştirmek'ten geliyor. Ve benim bu fiili kıssa-yı Musa'da daha çok yakıştırdığım kişi Samiri. Çünkü Samiri, Hz. Musa'nın dinini topyekün red/inkar etmiyor. Hatta Taha sûresi, onun İsrailoğullarını saptırırken kullandığı argümanları şöyle naklediyor: "Nihayet Sâmirî onlara böğüren bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. Bunun üzerine Sâmirî ve adamları: 'İşte sizin de, Musa'nın da ilâhı budur, ama o unuttu' dediler."

Yani görüldüğü üzere Samiri'nin yaptığı Hz. Musa'nın şeriatını toptan bir red veya inkar değil. Sadece kavramların içlerini kendisine göre doldurarak dini evriltmeye çalışıyor. Hatta Hz. Musa ile yaşadıkları diyaloglarda da söyledikleri manidar: "Sâmirî: 'Onların görmedikleri bir şey gördüm: (Sana gelen) ilâhî elçinin (Cebrail'in) izinden bir avuç (toprak) aldım ve onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Bunu, bana böylece nefsim hoş gösterdi' dedi."

Bu ayeti tefsir eden bazı müfessirler bu ayetlerin aslında Samiri'nin tahrifinin detaylarını verdiğini söylüyorlar. "Onların görmediğini gördüm" demekle aslında kastettiğinin "Ben senin getirdiğin vahyin, İsrailloğulları'nın bile görmediği/anlamadığı yanlarını anladım." Yahut "Ben herkesten daha fazla/farklı anladım" anlamlarını içerdiğini ifade ediyorlar.

"Elçinin izinden bir avuç toprak aldım ve onu attım" cümlesinden kastedileninse, kendi malumatının (veya eskinin bilgisinin) içine bir miktar da vahiy bilgisinden kattığını; yani vahiyle onları karıştırıp birlikte sunduğunun ve bu sayede tahrifin hem nefsine, hem İsrailoğullarına hoş geldiğinin beyanı olduğunu söylüyorlar. Yani Samiri, vahyin hakikatini inkar ediyor değil; ama içlerini doldurmada kendi keşfiyatını (onların görmediğini gördüm) ve eskinin bilgisini (erimiş mücevheratın içine attım) da kullanıyor.

Peki, ben bu yazıyı niye yazdım? Şimdi oraya geleyim: Malumunuz, bugünlerde de 'Kur'an müslümanlığına dönmek' diye bir trend var. Bunu hakikaten/hakikatli bir yolla isteyenler bir yana, bir de nefislerine bir günahkâr özgürlük kazandırmak için eline lügatı aldığı gibi Kur'an metinlerine koşanlar var. Bunları, 1400 yıllık dev çınarı bir çırpıda red/inkâr edip "Kökü aslında anlayan biziz" demelerinden zaten ayırabiliyorsunuz.

Sorsanız, belki doğru düzgün Arapça bile bilmiyorlar. Ama ellerinde süper sözlükler mevcut. Onlara bir daldılar mı, tıpkı Samiri gibi, 1400 yıldır kimsenin görmediği manaları görüyorlar; onları etimolojik sihirlerle birbirlerine bağlıyorlar. Sonra içine bir tutam da vahiy atıp önünüze kendi buzağılarını tapılması gereken hakikat gibi dikiveriyorlar.

"Kurban kesmeye gerek yok" diyorlar mesela. "Namaz aslında üç vakittir" diyorlar. Sorsanız, kurcalasanız, daha neler neler dökülüyorlar. Hepsinin kudreti bir lügatçe, bir etimoloji. Zaten Hobsbawm, Darwinizm ve etimoloji arasındaki o meşhur bağıntısını boşuna kurmuyor. Bunlar da almışlar ellerine bir etimoloji sazı; vahyi/dini evriltiyor da evriltiyorlar. Sanırsınız, Arapçayı da ilk bunlar keşfetmişler. Araplara bile Arapçayı öğretebilirler. O derece...

Bu açıdan baktığınızda ne kadar da yolları Samiri'nin yoluna benziyor! Fakat korkmayın kardeşlerim. Bunların gürültüleri fazla, davulcuları çok olsa da Hz. Musa'nın Samiri hakkındaki hükmü belli:

"(Musa ona şöyle) dedi: 'Haydi çekil git. Artık senin için hayat boyunca, 'Benimle temas yok' diye söylemen var (bir vahşi gibi yapayalnız yaşamağa mahkum olacaksın). Hem senin için asla kaçamayacağın bir ceza daha vardır.'" Bunların bahtları da hep Samiri gibi yalnız kalmak. Sebebi ise, yaptıklarıyla ümmetin muhabbetini kaybedip nefretini kazanmak. Ve sonraki hayatlarında "Bana dokunmayın! Bize karışmayın! Benim hayatım! Benim görüşüm! Bence..." deyu sızlanıp durmak. Yani bir Samiri yalnızlığıdır bunların da kaderi...

15 Ekim 2013 Salı

Kim daha fakir?

Hayret ettiğim bir sahnedir: Tebük gazvesi öncesinde, sahabeyi yardıma çağırdığında Allah Resulü; Hz. Ömer'in (r.a.) durumu, Hz. Ebu Bekir'den (r.a.) daha müsaittir. Ve Hz. Ömer efendim, bu durumu, kardeşini hayırda geçebilmek için bir fırsat olarak kullanmayı düşünür. Mal varlığının yarısını eve bırakır, gerisini Allah Resulüne teslim eder. Allah Resulü sorar:

"Evde ne bıraktın ya Ömer?"

"Bir bu kadarını da evde bıraktım" diye cevap verir. Daha sonra Hz. Ebu Bekir, bağışıyla gelir. O da aynı sorunun muhatabı olduğunda cevabı şöyledir: "Onlara Allah ve Resulünü bıraktım." Ve kaynaklar bize anlatır ki; hayır yarışında Hz. Ebu Bekir'i geçemeyeceğini, Hz. Ömer, o olaydan sonra anladığını ifade eder.

Ama bir dakika, Hz. Ömer neden böyle bir yargıya ulaşır? Getirdiği mal, Hz. Ebu Bekir'in getirdiğinden daha az olduğu için mi? Gelir seviyesi asla Hz. Ebu Bekir'i geçemeyeceği için mi? Hayır, belki Tebük'te yaptığı bağış bile Hz. Ebu Bekir'in getirdiği miktardan fazladır. Belki Hz. Osman ve Abdurrahman bin Avf Hazretleri gibi nicelerinin yaptığı bağışlar da Hz. Ömer'inkinden kat kat fazladır. İşin hakikati böyle bir nicelik/kemiyet ayrımından kaynaklanmıyor olmalıdır. Peki sırrı nedir?

Kanaatimce; aslında Hz. Ömer, Resulullahın hakikat çeşmesi kelamından Allah'ın rızasının hangi soruda saklı olduğunu anlamıştır. Allah'ın rızası "Ne kadar getirdin?" sorusunda değil; "Evde ne bıraktın?" sorusunda saklıdır. Eğer rıza bu soruda saklıysa; evinde, Allah ve Resulünden öte birşey bırakmayanlar, niteliksel olarak niceliği hep bastıracak; belki getirdiği yarım hurma ile başkasının yüz devesini geçmeyi başaracaklardır.

Bu hadiseyi her hatırlayışım bana "Asıl zengin kim?" veya "Hakikatte fakir olan hangimiz?" sorusunu sordurur. Zenginliği, mal varlığının çokluğu ile tarif edişimiz, fakirliği de 'elinde daha az mülk olan' olarak çıkarır karşımıza. Sözlüklerde bile anlamı böyledir fakirliğin bizde. Fakat Allah, sahip olduklarımızın tamamına kıyasla vazgeçebildiklerimizi ölçüp ona göre cömertliğimizi değerlendiriyorsa; rakama dayalı bütün nicelik kıyaslamalarımız tersyüz değil midir? O zaman hakikatte fakir/zengin olan kimdir?

"Hakikatte fakir kimdir?" ve "Fakirliğin Kur'anca tarifi nasıldır?" sorusunun cevabını Bediüzzaman'ın önce Nurun İlk Kapısı'nda, daha sonra 5, 10, 21 ve 23. sözlerde kullandığı bir misalde bulurum ben. Serçe kuşu misalinde...

Bediüzaman, o sözlerde sırlı bir şekilde saadet-i hayat cihetiyle karşılaştırır iki canlıyı; yani insanı ve serçe kuşunu. Ve insanın, eğer yalnız maddi yönüyle (hayat-ı hayvaniye) ele alınırsa, asla serçe kuşuna yetişemeyeceğini beyan eder. Normal şartlarda, kafamızdaki eski karşılıklarıyla düşünülse; bu kıyaslama şaşırtıcı, hatta tuhaftır. Hayattan bin türlü zevk almaya müsait bir yapıda olan insanın, saadet-i hayat cihetiyle bir serçe kuşunu geçemiyor oluşu, hikmetli olmaktan ziyade, laf-ı güzaftır. Hakikat neresindedir bunun? Fakat bir saniye: Acaba saadet-i hayat, yalnız alınan lezzetlerle mi ölçülür?

İşte Bediüzzaman'ın benzetmesinde insanı uyandıran nüans budur: Saadet-i hayatı, yalnız alınan lezzetlerle ölçmek yanlıştır. Daha açık bir ifadeyle; hedoist bir algı, hayatın kuşatıcılığı içindeki saadet kavramını karşılamaya yetmez. Çünkü haz, saadet-i hayatın bir öğesi olsa da (Nurun İlk Kapısı'nda altını daha açık çizdiği gibi) bütününü kuşatamaz. O, bir geniş kavram olarak içinde izzeti, teavünü, ğınayı, merhameti, hatta tecelli eden esma sayısı kadar rengi/cihazatı barındıran bir dairedir. Örneğin; hayattan haz yönüyle neler tadarsa tatsın, eğer izzeti tamam değilse bir insanın, o bir rahatsızlıktır. O saadet, yarımdır. Ve bu yönüyle saadet-i hayatın açlığı, fakrın dairesi kadar geniştir. Peki, kim daha fakirdir?

Elbette ihtiyacı daha çok olan... Fakrın Kur'anî karşılığı aslında ihtiyaç çokluğudur. Kimin ihtiyacı daha çoksa, o daha fakirdir. Bakınız, tarifimizin kökenine tekrar dikkatinizi çekiyorum. Kim daha güçlüyse değil; kim daha çok muhtaçsa, o daha fakirdir. Bu ihtiyaçlarını karşılamaya gücü yetiyor olsun veya olmasın, fakirliğine nakıse getirmez. Bütün ihtiyaçlarını karşılamaya zahiren gücü yetiyor olsa da fakirdir. Zira fakirlik, güçten bağımsız olarak bir muhtaçlık tarifidir.

Bu nokta-yı nazardan meseleye bakılacak olursa, zenginlik tarifimiz de değişir. Elinde daha çok mal olan, güçlü olan değil; daha az şeye muhtaç olan zengin olur böylece. Fakat aslında fakrın karşıtı olan kelime de zenginlik değil, ğınadır. Ğına, karşıladığı mana ile fakrın zıttı olmaya daha müsaittir.

Böyle bir ölçüyle; bir kaya parçası, bir ağaçtan; bir ağaç, bir hayvandan; bir hayvan da, bir insandan daha az fakirdir denilebilir. Çünkü muhtaç oldukları şey sayısı, taş parçasından insana doğru gelinirken giderek artar. Sahip oldukları güç itibariyle bakıldığında tersi gibi görünse de; muhtaç olduğu şey sayısındaki yükseklik, insanı hepsinin yanında fasfakir yapar.

Ve bu fakirliğinden dolayıdır ki; saadet-i hayat cihetiyle bir serçe kuşuna yetişemez. Çünkü serçe kuşu daha az şeye muhtaç olmakla ondan daha zengindir. Ve o, daha çok şeye muhtaç olmak cihetiyle (yani saadet-i hayatı tam almak için tatmin etmesi gereken daha çok yönü, sırrı, duygusu, latifesi olmak cihetiyle) asla serçe kuşuna ulaşamaz. Arayışı bir açlık gibi hep omuzunda olur. Hep bir tatminsizlik yaşar. Benliğini doyuramaz. Neticesinde hem insana, hem serçe kuşuna irşad-ı nebevice sorulsa; evinde daha az şey bırakmaya fıtratı müsait olan, serçedir. İnsan değildir.

11 Ekim 2013 Cuma

Hak'sız sabır olur mu?

Asra yemin ederim ki! İnsan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” (Asr sûresi... )

Ülfet, bilmediğini farketmemendir. Gaflet, bilmediğini bilmemendir. Küfür, bildiğini sanmandır. Hayret, bilmediğini farketmendir. İman, bilmediğini kabullenmendir. Tefekkür, bilmediğini bilmeye çalışmandır. Marifet, asla tam bilmeyeceğini bilmendir... 

Yolculuğumu böyle tarif ediyorum. Bunların tamamı hayatımdaki aşamalar. Aşıp geçtiğim değil, her an yaşıyor olduğum aşamalar.

İrademin katık olduğu bir küfrü arkamda bıraksam da mesela; haberi bile olmayan bir gafleti arkamda bırakabildiğimden emin değilim. Ülfetse; küçük küçük, an an, her zaman hayatımda. O yüzden Kur’an’da ne zaman bu terimlere rastlasam, alınıyorum. İnsan, her zaman insan. Cennete girdiğinde bile. Ki imtihanımız bize bu dersi vererek başlıyor.

Yine böyle bir yolculuğun neticesi; ilk kez, Kısa Sûrelerin Sınırsız Dünyaları’nı okurken farkettiğim birşey. Hüsran isimli yazıda, Asr sûresini ‘hak ve sabır’ düzleminde okurken Metin Karabaşoğlu abi, birşeye dikkatimizi çekiyor:

“Hem, bu tavsiyenin yalnızca ‘hakkı tavsiye’ noktasında olması da yetmiyor. Bize hakkın tavsiye edilmesine ihtiyacımız olabilir, kardeşimize hakkı tavsiye etmemiz gerekiyor olabilir; ama sadece bu düzeyde bir tavsiye, belki tavsiye edilen hak sayesinde ‘zihinsel’ kilitlenmeyi aşmamıza yardımcı olurken, bu hakikati görmüşlükten bu kez bir öfke ve hınç üretmek sûretiyle yahut kendi iç dünyamızı bu hak muvacehesinde yeniden biçimlendirmeye çalışırken aceleci davranıp ye’se kapı aralamak sûretiyle bizi duygusal bir kilitlenmeye sürükleyebilir. O yüzden, ‘tavsiyeleşme’ sadece hakkın tavsiyesi ile sınırlı değildir. Tavsiye edilen, bu hakkın tatbikinde ‘sabırlı’ olmaktır; yani, birbirine hem hakkı, hem de sabrı tavsiye etmektir.”

Ne tuhaf! Belki o sûreyi bin kez okumuşumdur. (Belki daha da fazla.) “Neden o iki tavsiyeleşme yanyana?” diye sormak hiç aklıma gelmedi. İşte bu farkediş; ülfetin/gafletin dağılıp, hayretin başladığı noktadır: Sorulamayanları sormaya başlama... Yetinmeyip yenilerini keşfe çıkma. Hiç bitmeyen ve bitmeyesi bir açlık. Ancak cebinde soruları olanların, rüyasını beğenmeyenlerin yaşayacağı birşeydir uyanış. Dinginlerin, memnunların, karnı tokların, bilenlerin, bildiğini sananların işi değildir. Bilmediğini bilmekle başlar marifet.

Ben de bu yazıyı okuduktan sonra, Asr sûresinin son ayetlerini—ezber ettiğim günden beri taşımadığım bir idrak ile— taşımaya başladım zihnimde. Metin abinin altını çizdiği şeyin yansımalarını da gördüm hayatımda, daha ötesini de... Hatta onun keşfettiği ‘hakkın tavsiyesine sabır tavsiyesi katık olmalı’ hikmetine ek; ‘sabrın tavsiyesine de hakkın tahlili katık olmalı’ diyebilir bir noktaya geldim. Sonra, Risale-i Nur’a da baktım bu sorular eşliğinde. O nazenin güzel, dikkatime bedel, bana bu güzel yüzünü de gösterdi sanki.

Hz. Eyyub’un kıssasındaki bizi, bizdeki Hz. Eyyub’u anlatan 2. Lem’a’dan başlayın ta Hastalar Risalesi’ne, oradan İhtiyarlar Risalesi ve daha nicelerine kadar... Hepsinde aslında şunu görüyordunuz: Bediüzzaman her nerede insanlara sabrı tavsiye ediyorsa, önce hakkı anlatıyordu. Ancak bunun sonrasında onun üzerine bir sabır mantığı bina ediyordu.

Örneğin daha 2. Lem’a’da musibetlerin hakikatini (veya hakikatte musibetlerin ne olduğunu) anlatan Bediüzzaman, ancak 4. Nükte’den sonra doğrudan bir sabır eğitimine başlıyordu. Orada bile yaptığı; “Allah’ın emridir. Sabretmek lazımdır...” şeklinde, ‘mış gibi’liği öğütleyen kuru bir tembihten ibaret değildi. Aklın ve nefsin de ikna olacağı şekilde, kâr ve zarar denklemi içinde sabrın gerekliliğini izah ediyordu. Hastalar ve İhtiyarlar risaleleri ise bu tedrisin cisimleşmiş şekilleriydi adeta.

Sadede geleyim: Bediüzaman’ın bu türden tahlillerinin tamamının aslında Asr sûresinin son ayetlerinin bir tefsirini içerdiğini düşünüyorum. Yanlış anlaşılmasın, metin itibariyle bir tefsir değil bu; üslûb itibariyle bir tefsir. Oradan bir mana değil, bir yöntem çıkarıyor Bediüzzaman. O yöntemin bendeki ifadesi ise sanki şudur:

“İnsanlara, gerekçesini izah etmeden sabretmelerini söylerseniz; bunu başaramazlar. Çünkü sabredebilmek için önce o ‘sabrın üzerine bina edileceği’ bir mantık, bir izah gerekir. Ki bu meselenin ‘hakkı tavsiye’ boyutudur. Önce hakkı, hakkıyla tahlil edin. Sonra sabrı arkasından söyleyin. Ancak bu şekilde sabır nasihatiniz tesir eder. Üzerine yemin edilen asırlarda/ahirzamanda ‘tavsiyeleşme’ ancak bu şekilde etkili olabilir.”

Sabrın mantığını içselleştirmeden, sabrı öğrenmiş(!) insanların daha sonra dünya onlara kollarını açtığında (veya hiç beklemedikleri bir musibete uğradıklarında) yaşadıkları savrulma; ‘hakkın’ üzerinde yeterince çalışılmadığında sabrın tasannudan ibaret kaldığını göstermektedir. Ve yine benzer şekilde; hakkı söylemeye korkan, ama sabrı tavsiyede gayretli olan zümrelerin; sabrı, ‘hakkın arkasında durma sebatı’ olarak algılamamaları; yani menfaatleri/rahatları için esnemeye ve hakikati esnetmeye yollar aramaları; sabrın yalnız olmaması, yanına mutlaka hakkın da katık olması gerektiğini göstermektedir.

Öyleyse tefekkür, bize, biraz da imanın diğer öğelerini ‘içselleştirme aracı’ olarak lazımdır. Tahkik mesleği de aslında budur: Hakkı tavsiyeleşme ve onu içselleştirme...

4 Ekim 2013 Cuma

Yazar sanki beni anlatıyor...

Benim Adım Kırmızı’nın herhalde en çok tırnaklanan cümleleridir: “Hatırlamak, gördüğünü bilmektir. Bilmek, gördüğünü hatırlamaktır. Görmek, hatırlamadan bilmektir.” Bu üç cümle; hatırlamak, görmek ve bilmek arasındaki ilgiye dikkatimizi çekerken, aynı zamanda hangisinin ilk olduğu sorusuyla da bizi yüzleştirir. Bilmek mi öncedir, hatırlamak mı, yoksa görmek mi? Diyelim ki; ‘görmek’ öncelikle olsun. Gördüğünün ne olduğunu ‘bilmek’ nasıl olmaktadır? Bilmenin olduğu yerde, görmenin getirdiği bilgiyi sınıflandıracak bir ‘bilme’ oluşmamıştır ki henüz! Neyi hatırlayıp, ona göre sınıflandırma yapacaktır?

Bu mesele Sokrates’in Savunması’nda da yer alır. Bilmenin ‘öğrenmek’ mi, yoksa ‘hatırlamak’ mı olduğu üzerine bir tartışmada Sokrates, muhatabını en sonunda ‘bilmenin aslında hatırlamak’ olduğuna ikna eder. Çünkü muhatabı, insanın, hiçbir şey bilmeden geldiği bir âlemde, duyularla gelen malumatı nasıl işleyeceğini izah edemez. Sokrates, bunun, daha önce bilinen birşeyleri hatırlamadan mümkün olmadığını söyler. Doğrunun doğru, iyinin iyi, kötünün kötü olduğunu bilmek; ancak ona dair bilginin insanda kayıtlı olmasıyla mümkündür. Bu sayede insanlar duyularından gelen malumatı, var olan başlıklara göre işlerler. Öğrenmek de ancak böyle bir sürecin sonucudur.

Ben bu bilmek ve hatırlamak bahsini ne zaman hatırlasam, aklıma hemen Risale-i Nur’daki vicdan bahisleri geliyor. Meselenin özellikle ‘hatırlamak’ ile ilgili kısmının onunla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Beidüzzaman’ın önce Mesnevi-i Nuriye’de, yıllar sonra ise 29. Söz’de ‘fıtrat-ı zişuur’ olarak tarif ettiği vicdan, bu tarifi biraz açmamız gerekirse, kanaatimce; yaratılışımızın bize hazır sunduğu bilgi ve his dünyasının karşılığı. Yani Allah’ın fıtrat olarak bizde yarattıklarının şuurî yansıması. Fakat biz yalnız bundan ibaret değiliz. Akıl, şuurun bir üstünde, ondan daha dinamik bir alanın hâkimi olarak yeni bilgiler üretmeye ve öğrenmeye devam ediyor. İşte o yeni gelen bilgilerin ilk sınandığı yer; vicdan.

Bunda da kesin konuşmamak lazım. Kişiden kişiye değişen şeyler var. Mesela hayatınızı nefis merkezli yaşıyorsanız bu değerlendirme önce orada oluyor. Daha sonra, hatta bazen yıllar sonra, bir pişmanlık durağı olarak vicdana uğruyorsunuz.

Nefis ile vicdan arasında da böylece bir bağıntı/kıyaslama kurabiliyorum: Nefis, daha çok kısa vadeli menfaatlerin ve lezzetlerin bilincinde. Hazır olana doğru temayülü var. Vicdan ise, ahiretin de içine dahil olduğu bir algı boyutunda menfaatini arıyor. Uzun vadeli düşünüyor. Rahatsız olduğu ne varsa, bilin ki, ahiret adına size bir zararı var. Vicdanın menfaat ve zarar algısı çok daha uzun ve kesin bir yolculuğun sonucu. Nefsinki daha kısa ve belirsiz. Ancak çoğu zaman kısa vadeyi kesinliğin alameti sayan aklımız, nefsin temayüllerine mağlup oluyor. Yakın olan menfaati, uzak olan yarara tercih ediyor.

Vicdanın, daha kainatı tefekküre başlamadan önce, insanın içinde bir delil olarak yaratıldığını Mesnevi-i Nuriye’deki ‘dört bürhan-ı küllî’ bahsinden anlıyoruz. Orada Bediüzzaman, bu dört bürhan-ı külliyi; Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam, (kitab-ı kebir-i) kainat, Kitab-ı Mucizü’l-Beyan (Kur’an) ve fıtrat-ı zişuur olan vicdan olarak zikrediyor. Fakat hikmeti bilinmez, daha sonra aynı dersi verdiği 19. Söz ve 19. Mektup’ta, muarrif sayısını üç’e düşürüyor: “Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitâb-ı kâinattır ki, bir nebze, şehâdetini on üç lem’a ile, Arabî Nur Risâlesinden On Üçüncü Dersten işittik; birisi şu kitâb-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır; biri de Kur’ân-ı Azîmüşşandır.”

Vicdanın daha sonraları bu muarriflerden çıkarılması, belki onun—diğer üçü kadar—genelin kabulüne ve tam bir çıplaklıkla müşahadesine yakın olmayışından olabilir. Mesnevi-i Nuriye’nin (müellifin ifadesiyle) daha özel notlardan oluşması, sonraki eserlerinin daha genele hitap eder kaleme alınması, belki bu nüansa sebep olmuş olabilir. Ama her açıdan, Sözler içinde Bediüzzaman’ın vicdana verdiği konum, yatsınamaz şekilde onu önemsediğini gösterir. Daha Küçük Sözler’den itibaren azap içinde kalan, hakikati gösteren, en azından hakikati hissettiren (vicdanî bir his) hep vicdandır. (2, 3, 6, 13, 15, 17. Söz’ler ve diğerleri… Hepsinde vicdana bu yönüyle vurgu vardır.)

Ben bu yazıda nereye varmak istiyorum? Şimdi yazının sonuna yaklaşırken en başa dönüp bu soruya cevap vereyim: Beni bu yazıyı yazmaya iten sebep; aslında Barla Lahikası’ndaki ‘bahtiyar doktor’ mektubunda geçen bir cümleden ibaretti. Orada Bediüzzaman, metinlerinden ciddi etkilenmiş bir mütefennine, eserlerinin tesiri hakkında şöyle diyordu:

“Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç.”

Bu cümle bana ilginç geldi, çünkü biz genelde didaktik eserlerin muhatapların aklıyla, lirik eserlerin ise kalbiyle konuştuğuna kaniyizdir. Fakat burada Bediüzzaman, eserinin, muhatabının yalnızca aklına değil, bir nevi doğrunun ve yanlışın kodlandığı alan olan vicdanda makes bulduğunu düşünüyordu. Bu, bana, aynı zamanda, mukavemetsuz metnin nasıl üretileceğini ve böylesi metinlerin nasıl tanınacağı da düşündürdü. Sanırım, bana tesir eden metinler, hep böyle vicdanımla konuşan metinlerdi. Aklımla konuşan, yalnız aklıma hitap eden metinleri okuduğumda bilgim oluyor, ama hayatıma yansıması olmuyordu. Belki de bü yüzden bizi en çok etkileyen metinleri hep şöyle tarif ederdik:

“Yazar sanki beni anlatıyor…”

Bu cümle salt bir akılla söylenebilir miydi? Ve daha da önemlisi; bir yazarın metnini bu kadar kendine has yazılmış gibi okumak, gaybûbetten hazırane bir musâhabeye yol bulmak sayılmaz mıydı? Bazı yazılar, işte böyle, sorularla bitiyor.

Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

  "Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. '...