İnkar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İnkar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Ekim 2020 Cumartesi

Evrim için Kur'an bükülür mü?

Bu sıralar sık rastladığımız şeylerden birisi: Evrimciler 'kolu bükülmez' sandıkları 'teorileri' için artık Kur'an ayetlerinin bükülmesini istiyorlar. Yani, "Daha önce anlaşıldıkları gibi anlaşılmasınlar, evrimi onaylar şekilde anlaşılsınlar..." arzu ediyorlar. Bu arzularını temellendirirken kullandıkları üç argüman var: 1) Evrimin artık bilimden olduğu. Kanunlaştığı. Kat'iliği. Değişmezliği. 2) Bilimsel tefsirlerin Kur'an ayetlerini zaten bilime göre anlamanın yolunu açtığı. Meşrulaştırdığı. Sıradanlaştırdığı. 3) Kur'an'ı anlama usûlünde aklın nakli bükebilir olduğunun zaten âlimlerimizce dile getirildiği. 

Belki başka argümanları da vardır. Kuşatamamış olabilirim. Ben bu üçünü seçebildim. Cevabımı da onlara karşılık vermeye çalışacağım. O zaman bismillah:

1) Evrim hakikaten artık bir kanun mudur? 

Arkadaşlar, Şemseddin Günaltay'ın 'materyalizm reddiyeleri'nde dikkat çektiği birşey vardır, özeti şudur: İdeolojiler argümanlarını 'bilim' diye yutturmaya/dayatmaya pek meyyaldirler. Bunu yapmaktaki amaçları arkalarına bilimselliğin manevî gücünü almaktır. Ancak söylemleri deşildiğinde, azıcık 'acaba' dendiğinde, işin pek de söyledikleri tarzda olmadığı ortaya çıkar. Evrimde de durum böyledir. O hâlâ teorilikten çıkamamıştır. Ancak "evrim dininin mü'minleri" argümanlarını muhataplarına kabul ettirmek için akidelerini kat'iyetten göstermeye sa'y ederler. Boyun eğmediniz mi bir de üstten üstten küstahlanırlar. Birçok misalini yaşamışımdır.

Halbuki birşeyin bilimsel olarak kat'iyete kavuşması için en azından 'tekrarlanabilir' olması gerekir. Bizim, 'mış gibi' milyonlarca yıl önce olmuş şeylere değil, şu an da görülebilir şeylere davet edilmemiz icap eder. Yerçekimi kanundur. Evet. Tecrübe edilebilir. Kaynama bir kanundur. Evet. Denenebilir. Suyun kaldırma kuvveti kanundur. Çünkü sınanabilir. Ancak evrim varlığının asıl kastı olan 'türden türe geçişte' bize hiçbir 'tekrarlanabilirlik' sunmaz. Türden türe geçiş bilinen zaman içinde hiç tekrarlamamıştır. Nümuneleri görülememektedir. Şartları oluşturulup deneylenememektedir. Dolayısıyla evrim dininin mü'minleri 'dogmatik' bir şekilde 'mış gibi'lerine inanırlar. Onlara göre "Oooordaaaa bir köööy var uuzaaaaktaaaa!" şarkısında olduğu gibi uzaklarda bir evrim vardır. Gidilmese de, görülmese de, o evrim onların evrimidir. 

2) Bilimsel tefsir sahiden Kur'an ayetlerini bilime göre anlamanın yolunu mu açıyor? 

Arkadaşlar, buna cevabımız, hem 'evet' hem 'hayır.' Neden evet? Çünkü hakikaten bilimsel tefsirlerde Kur'an ayetlerinin yakın zamanda ortaya çıkan teknolojilere veya keşiflere dair işaretlerine dikkat ediliyor. Ayetlere bu tarz açıklamalar getiriliyor. Fakat, buraya teveccüh buyurunuz, bu tarz açıklamaların hiçbiri ayetin 'mana-i sarihi incitilerek' yapılmıyor. Hele 'rağmına' hiç yapılmıyor. Bütün bu manalandırmalar ayetin i'cazına bir hoşluk, bir letafet, bir ahirzaman güzelliği daha katmak için 'işarî anlam çıkarma düzeyinde' yapılıyor. Kur'an'ın hitabından bütün zamanların kendilerine göre 'ayrıca' hisseleri de olduğuna dikkat çekmek için yapılıyor. Yoksa mezkûr ayetlerin önceki zamanlarda yanlış anlaşıldığı imâsıyla bilimsel tefsir yapan yoktur. Varsa da rastlamadım. Gördüğüm bütün misalleri 'işarî mana tabakasında' kalmıştı.

İşte burada 'hayır' dediğimiz yere geliyoruz. Neden? Çünkü evrimciler bize diyorlar ki: "Şimdiye kadar Kur'an'ın şu, şu... ayetlerinin mana-i sarihîni şöyle anlıyordunuz. Artık böyle anlamayı bırakın. Evrim teorisine göre bunları şöyle, şöyle... anlamaya başlayın!" Bu şekilde Ehl-i Sünnetin tefsir-kelam usûlüne karşı hiçbir sorumluluk hissetmeyen, hiçbir yere konulamayacak, vahye bakımışımızda yeri olmayan küstahlıklarıyla konuşuyorlar. Elbette bu bilimsel tefsirin yaptığı değildir. Bilimsel tefsirde yapılmaya çalışılanla şunu bir tutmak 'ahirzaman demagogları'nın oyunudur ancak.

3) Kur'an'ı anlama usûlümüzde akıl her zaman nakli büker mi?

Arkadaşlar, te'vile sebep olabilir, ancak şu var: Aklın delaletinin kat'iliğe çıkmış olması gerekir. Üstelik bu aklın da Bediüzzaman'ın tabiriyle İslamca akıl olması gerekir. Herhangi bir ideolojiyle yaralanmamış, daha doğrusu 'sınırlanmamış' olması gerekir. Sözgelimi: Müşrik aklına göre kainatı idare etmeye bir tane Allah yetmez. Bir tane Allah bu kadar işe nasıl yetişir? Eh, peki, şimdi müşrik aklı bunu namümkün görüyor diye İslam'ın en temel umdelerinden birisinden vazgeçmemiz mi gibi icap eder? Elbette hayır. İslam hiçbir konuda böyle bir zaruret hissetmez. Boyun bükmez. Dinin varlık amaçlarından birisi de budur zaten. Vahiy ve sünnet aklımızı şirk kokulu kalıplardan kurtarır. Asıl hürriyetine kavuşturur. Biz onun kazandırdığı 'iman açısı' sayesinde münkirlerden büyük düşünürüz. Herşeye gücü yeten bir ilahın varlığının zaruretini, zaten böyle olmazsa 'ilah' olamayacağını, ikincisi olanın ilaha yakışır biricikliğini yitirmiş sayılacağını savunuruz. Bu bizim nakısemiz değil yüksekliğimizdir.

Yani, öyle önümüze gelen her akıl, "Gel peşime takıl!" çekemez bize. Hele Allah'ın 'herşeye gücü yeten' olarak bütün türleri ayrı ayrı yaratmış olması gayet makulken-mümkünken, evrim teolojik anlamda, ilah tasavvurumuz anlamında, marifetullah anlamında bize zaruriyat çizemez. Koordinat biçemez. "Allah bütün türleri ayrı ayrı yaratmış olamaz!" diyemez. Bizim için bu iddia müşriklerin mezkûr iddiası gibidir. Zorunluluk algısı bizi ırgalamaz. 

Übey b. Halef'in kafası basmayıp "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diye sormasıyla İslam geri adım atmaz. "De ki: Kim onları ilk başta yaratmış ise o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir..." mealinde cevap verir. Elhamdülillah. Demek bize dayattığı mecburiyetin yüreğimizde/imanımızda bir anlamı yoktur. Bizim Allahımız öyle bir Allah değildir. Zeus değildir. Ra değildir. Hübel değildir. Süpermen değildir. Ya? Herşeye gücü yeten, herşeyi bilen, herşeyi benzersiz yaratabilen, yaratmanın her türlüsünü bilen vs. kemalde bir Allah'tır. Böyle bir Allah tasavvuruna göre de evrimin aklı 'bükebilir' bir akıl değildir. Buna da özetle bu şekilde cevap verebiliriz.

Bitirirken son birşeye değinmek istiyorum: Bediüzzaman Hazretleri Muhakemat'ın Unsuru'l-Hakikat kısmında bir endişeyi çok dillendirir. Nedir? Kat'i sanrılanan, belki bugünkü gibi dayatılan, dönemsel bilgilerin/bilimlerin Kur'an'ın tefsirine sirayet etmemesi gerektiği. Açıp bakın o bölüme. Tekrar be tekrar mürşidimin aynı konu etrafında döndüğünü görürsünüz: Aman felsefe-i Yunaniye'nin gübürleri Kur'an manalarının üzerini örtmesin! Tek onlar mıdır endişe edilen? Hayır. İsrailiyyatın ayrımında da aynı hassasiyeti gösterir mürşidim. Tabir-i caizse, bütün bölüm boyunca, Kur'an'la veya hâdislerle muhatap olunurken Ehl-i Sünnet usûlündeki mizanların korunmasını arzu eder. Çünkü bu noktada yaşanan kirlenmeler vahyi-sünneti anlamada da zihinleri toz-toprak içinde bırakacaktır. Haklı istifade yapılamayacaktır. Mevzuyu şu özlü cümleyle de bağlar: "Demek muhakkak oldu ki, âyâtın delâil-i i'câzının miftahı ve esrar-ı belâğatın keşşafı, yalnız belâğat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa felsefe-i Yunaniyenin destgâhından değildir."

 İşte bugün biz de eğer evrim gibi 'bilim görünümlü ideolojileri' Kur'an'ın tefsirine sokarsak aynı kirlenmeyi yaşamış oluruz. Ayetleri 'Evrimciler öyle istiyor' diye incitirsek önce biz inciniriz. Bizim Kur'an'a muhatabiyetimiz incinir. Kuşandığımız miras incinir. Evimizdeki herhangi bir eşyanın üzerine gelen kirden-pisten nasıl sakınıyorsak Kur'an'ı anlamamıza perde olabilecek kalıpların varlığından da bin derece şiddetli sakınmalıyız. İlla ki o kalıp Ehl-i Sünnet mizanının bir gereği ola. O zaman o mizan zaten fehmimizin lazımıdır. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Âmin. 

14 Temmuz 2015 Salı

Emre Dorman nereye koşuyor 7: Deccal'i konuşurken Süfyan'ı unutmak...

Bu çok önemli: Ahirzaman hadislerine baktığımızda iki fitneye karşı uyarıldığımızı görüyoruz. Bunlardan birisi Deccal fitnesi, diğeri Süfyan fitnesi. Her iki fitnenin zihin kodları açısından bazı nüansları yakalayabiliyoruz Bediüzzaman'ın 5. Şua isimli eserinin satır aralarında. Mesela Hz. İsa aleyhisselama 'mesih' dendiği gibi neden diğer iki Deccal'e de (Deccal ve İslam deccali olan Süfyan) 'mesih' dendiğini Bediüzzaman şöyle cevaplıyor:

"Allahu a'lem, bunun hikmeti şudur ki: Nasıl ki emr-i İlâhî ile İsâ aleyhisselâm, şeriat-ı Mûseviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyâtı helâl etmiş; aynen öyle de, büyük Deccal, şeytanın iğvâsı ve hükmüyle şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hıristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak anarşistliğe ve Ye'cüc ve Me'cüc'e zemin hazır eder. Ve İslâm Deccalı olan 'Süfyan' dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleriyle kaldırmaya çalışarak, hayat-ı beşeriyenin maddî ve mânevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak hürmet ve merhamet gibi nuranî zincirleri çözer, hevesat-ı müteaffine bataklığında birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdat bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdattan başka zapt altına alınamaz."

Demek Deccal'in sorunu doğrudan Allah'la ve uluhiyet hakikatiyle olacak. Onun inkarına çalışacak. Ama Süfyan'ın derdi daha çok Peygamber'le ve nübüvvetle... Onunla uğraşacak. Onun bozmaya çalışacak. Nasıl? Doğrudan inkarına çalışarak mı? "Muhammed (hâşâ) peygamber değil!" diyerek mi? Tam öyle değil gibi. Başka bir yerde, yine bu iki fitnenin Allah ve Peygamber düşmanlığı üzerinden ayrımı adına şöyle diyor Bediüzzaman:

"Hazret-i Mehdi'nin cemiyet-i nuraniyesi, süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid'akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek, yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cemiyetinin mucizekâr mânevî kılıcıyla öldürülecek ve dağıtılacak. Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve 'Müslüman İsevîleri' ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak."

'Sünnet-i seniyye' vurgusuna dikkat çekmek istiyorum bu metinde. Demek, Hz. Mehdi'nin mücadele sahasında Allah'ı inkardan ziyade Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın sünnetlerini tahrip etmeye çalışanlardan oluşmuş bir bid'a komitesi olacak. (Kur'an müslümanlığına ne kadar da benziyor değil mi?) Hz. Mehdi buna karşı mücadele verecek. Yine nüans dersi aldığımız yerlerden birisini daha alıntılayayım: "İslâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali'nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyandır, İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır. Yoksa Büyük Deccalın cebir ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz."

Başka beyanları da var ki, yeri geldikçe temas edeceğim, Bediüzzaman iki fitnenin kodları adına kimi ayrımları anlamamızı sağlıyor onlarla. Fakat burada hemen ilk elden görüp söyleyebildiğimiz şu: Fitnelerden birisi içimizde çıkacak, aldatmakla iş görecek, yani teşhis etmekte zorlanacağız. Dost sanacağız. Kanacağız. Kapılacağız. Diğeri ise, müslümanlar açısından sapkınlıkta olduğu bariz bir görünüşle ortaya çıkacak, zaten menşei de bizim içimizde olmayacak, onu rahatlıkla tanıyacağız. İkisi de girdikleri toplumun düzenini bozacaklar. Zâhiren 'kolaylaştırıcı/özgürleştirici' bir çizgi takip edecekler. Özellikle Süfyan'ın bu yöndeki vurgusu çok olacak. (Geleneğin/sünnetin zincirlerini boşvermeye ve vahyin özgürlüğüne çağıracaklar bizi belki de, kimbilir?) Ama aşıladıkları bu özgürlük şeriatın istikametli sınırlarına, sünnet hassasiyetlerine sahip olmadığından anarşistliğe sebep olacak, merhamet bağlarını kaldıracak vs... Benim burada yazamadığım noktaları siz yukarıdaki iki metni analiz ederecek çıkarabilirsiniz. Uzatmıyorum. Arife işaret yeter.

Benim daha çok dikkatinizi çekmek istediğim, ahirzaman fitnelerinin Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarafından iki başlık (belki de ekol) altında ifade edilmesi. Ve iki şahsın (belki de şahs-ı manevi) eşliğinde anlatılması. Bediüzzaman başka bir yerde Hz. Mehdi'ye ve ona dair rivayetlere değinirken onların da (tıpkı 20. Söz'de Kur'an kıssalarını anlatırken dikkatimizi çektiği gibi) 'umumi birer kanuna' işaret ettiğini belirtiyor. Her zamanda ümmete istikametli yönü gösterecek bir 'mehdi-misal'in bulunduğuna, bunun da Allah'ın bir lütfu olduğuna dikkat çekiyor. (Ki bu noktada, tesbitini destekleyen müceddid hadisi gibi hadisler de var.) Her devirde yaşamış ve ümmete ışık tutmuş evliya/asfiya binlerce zat-ı mübarekin (Allah bizi şefaatlerine nail eylesin) çevrelerindeki müminler adına böylesi bir fonksiyonu icra ettiğini nazara veriyor. Ahirzaman'da gelecek Hz. Mehdi'nin ise bu silsilenin en ucu olduğunu, yani meseleye böyle 'kanun' penceresinde bakılması gerektiğini vurguluyor.

Bu bahsi aklımızda tutup Deccal ve Süfyan meselesine baktığımızda, onların da böylesi bir silsilenin uçları olabileceğini ve o silsilenin daha birçok ferdi bulunabileceğini söyleyebiliriz. Mesela; Cengiz-Hulagu fitnesinin, Deccal'e ve Ye'cuc/Me'cuc'a dair pekçok rivayete masadak olduğunu yine Bediüzzaman belirtiyor. Yine Süfyaniyet kanununa bir fert teşkil ettiğini söylediği bazı isimler de var. Zaten 5. Şua isimli eserinden dolayı mahkemede yargılanmasının sebebi de işaret ettiği ölmüş-gitmiş kişi adına gösterilen rejim hassasiyeti. Her neyse... Bunlar hepinizin malumu. Uzatmıyorum.

Bugünlerde Emre Dorman ile başlayıp Mustafa İslamoğlu, Caner Taslaman, Yaşar Nuri Öztürk, Abdulaziz Bayındır, Edip Yüksel gibi isimlere de dokundurduğum eleştirel yazılarımdan dolayı hem iltifat hem tepki almaktayım. İltifatlarda bir ilginçlik yok. Zaten böylesi endişelerle kalpleri çoktan beridir meşgul olan insanların 'kendileriyle ve dertleriyle kardeş bir ses duymaktan' hissettikleri mutluluklar onlar. Allah hepsinden razı olsun.

Fakat bazı tepkiler çok ilginç. İçlerinde sevdiğim insanların sitemleri de var. Neden mi sitem ediyorlar? Çünkü hassaten bir ismi o yazılarda anmamdan rahatsızlar. Onu böyle eleştirmemin hakikat sevdasından değil Nurculuk asabiyetinden olduğunu, hatta müfteri olduğumu, büyük kul hakkına girdiğimi, ahirette de çok çekeceğimi vurguluyorlar. Böylesi tepkilere daha evvel Fethullah Gülen'i eleştirdiğim yazılarda da rastladığımdan şaşırmıyorum. Hatta daha ilerisini söyleyeyim: Yazanların samimiyetlerine de inanıyorum. Bu iş en başından beri böyle oluyor çünkü. Bediüzzaman'ın altını çizdiği iki fitne hakikatinin bir sırrını daha anlıyorum böylece. Aldatmakla işgörenin, içimizden çıkanın, dilimize ve kavramlarımıza sahip olanın, nübüvvetle uğraşanın daha tehlikeli olabileceği...

Hatta Bediüzzaman demiyor mu yine: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar." Demek bir cerbezesi/demagojisi de olacak bu adamın/adamların. Süfyaniyet kanununun fertleri her devirde aldatmakla işgördükleri gibi, her zamanda da pekçok âlimi kendilerine çekecekler. Hatta öyle ki: En yakın çevrelerindeki insanlar, belki de halkın dindarlıklarına/doğruluklarına evvelden beri itibar ettikleri samimi insanlar olacak. İyiliğin hası diye kötülüğün hasını destekleyecekler.

Geçenlerde Nur talebesi bir dostum, 'Nur talebesi olduğum halde böyle bir şahsiyete nasıl sataştığımı' sorarak bir video gönderdi bana. TRT'den bir program kaydı. Mezkûr isimlerden birisi ortada oturuyor. İki yanında, Nur talebesi olarak isimleri temayüz etmiş iki kişi, ona soruyorlar/cevap alıyorlar. Hürmette de hiç kusur etmiyorlar. Yani demek istiyor ki: "Senin çapın ne be kırpıntı? Bu kadar büyük Nur talebeleri iki yanında oturuyor. Onun fikirlerine karşı çıkmıyorlar. Sen kim oluyorsun da yaşına başına, boyuna posuna bakmadan böylesi cüretkâr isnadlarda bulunuyorsun?"

Tabağı boş göndermedim tabii. Ne mi yaptım? Mukabilinde şu metni yolladım ve büyük puntolarla sordum kendisine: "Süfyan olur da serasker ve sadrazamsız olur mu?"

"Hem bazı ehl-i velâyetin istihracatıyla anlaşılıyor ki, İslâm devletinin başına geçecek olan süfyanî Deccal ise, gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve dâhiyâne icraatlarını, riyasızlıklarından istifade ile kendi şahsına isnat ve o vasıtayla koca ordunun ve hükûmetin teceddüt ve inkılâp ve harb-i umumî inkılâbından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyatı şahsına isnad ettirerek şahsında pek acip ve harika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işâa ettirir."

Fitnenin dehşetli olmasının tam karşılığı da bu zaten: Öyle bir oyun düşünün ki; kadim dostlar, emniyet duyduğunuz isimler, itimat ettiğiniz yüzler üzerinden geliyor. Ellerinden şüphe duymuyorsunuz ki, ellerinden gelene şüphe duyasınız, sınayasınız. (Fevzi Çakmak'ın namazı, Mustafa Kemal'in rakı sofrasını siperliyor mesela.) Yazılarımda, durdukları yerden dolayı bazı abilerime sert çıktığımı düşünenler! Yoksa Deccal'le uğraşmaktan Süfyan'ın nasıl arkayı dolaştığını unuttuk mu? Bakınız Hanbelî mezhebinin ileri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehâri ne söylüyor: "Gidişatı kötü, fasık, facir, günahkâr ve zalim bir kişi, eğer ehl-i sünnete mensup ise onunla arkadaş ol ve meclisinde otur. Zira onun işlediği günahlar sana zarar vermez. Buna mukabil ibadete çok düşkün, âbid bir kişi heva ve bid'at ehli ise, onunla oturup kalkma, sözünü dinleme ve yolda birlikte yürüme. Zira böyle bir kişinin, tuttuğu yola sana güzel göstermeyeceğinden ve böylece seni de kendisiyle birlikte helaka sürüklemeyeceğinden emin olamam."

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Allah'a küsmüş çocuklar...

"Bir kişinin kardeşini üç günden fazla terk edip küs durması helâl değildir. İki müslüman karşılaşırlar biri bir tarafa, öteki öbür tarafa döner. Hâlbuki bu iki mü'minin hayırlısı önce selâm vermeye başlayandır." (Buhâri, Edeb, 62, İsti’zan, 9; Müslim, Birr, 23, 24, 28.)

Bugün sizinle paylaşmak istediğim tefekkürüm şu: Yıllar yılı hadis-i şeriflerde (ve dahi İslam'da) küsmenin neden bu kadar önemsendiğini, hatta neden 'üç gün' gibi küsmek için pek kısa sayılabilecek bir süreyle sınırlandırıldığını bir türlü anlayamazdım. Nihayetinde insanlar birbirleriyle sık sık küsüyorlardı ve bu küsmeler de sık sık barışmayla neticeleniyordu. Hayatın bir parçasıydı küsmek... Bir 'duygusal korunma' ve 'duyguları ifade' şekliydi. Çok uzun süreli küsmeler işitmiştim, fakat onların sayısı pek azdı. Hele benim bu hadisi ilk işittiğim dönemin çocukluğum olduğu ve çocuklukta insanın, en yakın arkadaşıyla bile, gün içinde birkaç defa küsüp tekrar barıştığı düşünülürse, sıkıntım daha net anlaşılır kanaatindeyim. O dönemde küsmekle ilgili bu hadis ahlakıma çok ağır geliyordu ve belki bu ağırlığın da baskısından dolayı anlamakta zorlanıyordum. Verdiği nasihati görmezden gelmeyi seçiyordum.

Ahlakımın bir yanı rahmetli babamı çok andırıyor. (Allah merhametiyle sarsın sarmalasın onu.) Öfkelendiğimde, zarar vermekten veya tartışmayı sürdürmekten ziyade 'uzaklaşmayı' seçerim. Susmayı/yutmayı değil bakınız, onu beceremiyorum, uzaklaşmayı. Zarar vermekten haz almam. Galip gelmek de hoşuma gitmez. Karşımdakinden daha fazla zarar görürüm kazanmakla. Yaratılışım böyle. Çocukluğumda, evdekilerle kavga ettiğimde, o saatlerde sokakta gezmenin korkusunu da unutur, öfkem geçene kadar geceleri ilçeyi turlardım. Huyum bilindiğinden çok uzun süre sokakta kalmadığım sürece ardımdan aramaya çıkılmazdı. Ne zaman ki artık öfkem diner ve korku onun sesini bastırmaya başlar, o vakit karanlıktan kaçıp evime sığınırdım. Fakat nihayetinde bu da bir küsmekti bana göre ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselam eğer bunu da yasaklıyorsa doğrusu müslümanlık pek zor bir işti. Çocuk aklımla bunları düşündüğümü hatırlıyorum. Büyük aklımla da düşünmeye devam ettiğim bir mesele.

Geçenlerde mürşidimin bir metni, bu hususta bana daha zengin bir bakış açısı verdi. 17. Lem'a'nın 6. Nota'sında geçen ifadeler, küfür/inkar üzerine ittihad edenlerin aslında ittihad etmediğini söylüyordu. Peki ittihad nedir? Birleşmedir. Aynı noktaya parmak basma ve aynı şeyin altını çizmedir. İnkarcılık görünüşte aynı noktaya parmak basmak gibiyken (öyle ya, nihayetinde iddia ettikleri şey aynı şey gibiydi) nasıl yaptıkları ittihaddan sayılmıyordu?

"Bu hakikatin sırrı şudur ki: Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökteki hilâl-i Ramazan'ı görmeyen der ki: 'Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.' Başkası da 'Nazarımda yoktur' der. Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi nazarında yoktur der. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrı olur, birbirine kuvvet veremez. Fakat ispat edenler demiyor ki, 'Benim nazarımda ve gözümde hilâl var.' Belki 'Nefsü'l-emirde, göğün yüzünde hilâl vardır, görünür' der. Görenler bütün aynı dâvâyı ve 'Nefsü'l-emirde vardır' der. Demek bütün dâvâlar birdir. Nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, dâvâları da ayrı ayrı olur. Nefsü'l-emre hükmedemiyorlar. Çünkü nefsü'l-emirde nefiy ispat edilmez. Çünkü ihata lâzımdır."

Burada hakkında konuştuğumuz şey mutlak yokluğun isbatı. Ve bu isbat, asla kuşatamadığımız bir alana tekabül ediyor. Devamında yeralan şu ifadeler sanırım biraz daha durumu açıklar mahiyette: "Evet, birşeyi dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayı eleyip göstermek lâzım gelir ki, tâ o nefiy ispat edilsin." Burada belki bizi en çok şüpheye düşüren şey de şu: Şu sıralar sesleri bir miktar azalmış olmakla birlikte, Allah'ın varlığını inkar eden insanlar; daha çok bilime, dolayısıyla somut ve isbatlanabilir olana yakın isimler değiller mi? Bu insanların çoğunun isminin önünde bilimsel çevrelerde (ve hatta avam-ı nasta) saygı uyandıran 'titriler' var. Bu titri sahiplerinin iddiaları nasıl isbatlanabilir olmaz? Ve nasıl onların aksini söyleyen, genelde mesailerinin de soyut olana dair olduğu bilinen din adamlarının iddiaları somut olur? Nasıl onların gösterdiği hilale inanılır da, bunların inkarına inanılmaz?

Bana göre, zaten Bediüzzaman'ın 'nefyin isbatının imkansızlığını' dayandırdığı şey de bizzat bu arkadaşlar. Din dediğimiz, maneviyat diye tesmiye ettiğimiz alan zaten soyutun konusu. Burada soyut, somutun zıddı ve eksik olanı anlamına gelmiyor. Maalesef bu kelimeye modern zamanlarda yüklenen mana 'gereksizlik'ten başlayıp 'saçmalığa' kadar uzanıyor. Halbuki kuşatılamayan her somut soyuttur. Soyut, somutun kuşatılmayanını temsil eder. Kuşatabildiğiniz, anlayabildiğiniz, bir kalıba sokabildiğinizde buna somut dersiniz. Ama soyut, kendisinden haberdar olduğunuz, fakat çevresini saramadığınız şeydir. Duygular soyut bilgiler içerirler, çünkü çevresini sarıp formüle sokamazsınız onları. İnsanın âşık oluşu matematiksel formüllerle açıklanamaz. Her ne kadar somut meraklıları hormonlarla/genlerle bu alana da kollarını uzatmaya çalışsalar da, yine neyin/niçin olduğunu mekanize (alaycı bir ifadeyle kanunize) edemiyorlar. Bu hapsedemeyiş, onları soyut olanı aşağılayarak kendilerini yükseltmeye götürüyor: "Elimdeki az ama kuşatabiliyorum, naabeeer?"

Yani bir mümin, Allah'tan bahsettiği zaman, zaten gözle görünecek, elle tutulacak, kaşıkla içilecek birşeyden bahsetmediğinin farkındadır. O dünyayı, ayet-i kerimenin ifadesiyle 'gayba iman ederek' okumayı seçmiştir. Üst bir varlıkta, aşkın bir alanda Allah'ın varlığıyla bu dünyadaki varlığın açıklanabilir/mantıklı olduğunu görmüştür. Bunun somutun laboratuvarına sığmayacak birşey olmadığını bilir.

Ama münkir, her ne kadar materyalist çağda (diğer anlamda kuşatılanın ve kuşatanın efendiliği döneminde) ameliyesi itibar görse de, olay aşkın olanı konuşmaya geldiğinde afallar. Kainatta olan fiillerin birer faili/yapanı olması gerektiğini bilir. Ama 'aşkın faili' tamamen dogmatik bir önkabulle reddeder. Aklına göre en olabilir gelen, aslında ise en yakın olduğu için seçilen şeyi fail görmeye başlar. Tüm inkar ve şirk ekolleri, en akıllıca olanı değil, akılsızlık içinde nazarında en yakın olanı seçmiş ekollerdir.

Zübeyir Tercan ve Abdurreşid Şahin abilerin güzel örneklemesinde olduğu gibi: Biri parmağını şaklattığında öteki ellerini şaplatan iki arkadaşı gördüğünde bilim, bunu şöyle açıklar: "Her şık sesinden sonra bir şap geldiğine göre, şıktan dolayı şap oluyor." Halbuki şıklatma şaplatmanın nasıl yaratıcısı olabilir?

Şıklatmayı ve şaplatmayı birbirini kovalayan fiiler olarak görüp birini diğerinin faili saymak, bir kere somutçunun şunu kaçırdığını gösteriyor: Şaplatma fiilinin faili nasıl biri/birşey olmalı? Bizim esma tefekkürü dediğimiz şey buradan besleniyor aslında. Örneğin, çıkan sesten şunu söyleyebiliriz: İki eli olmalı. Onları hızla savurup birbirine vurabilmeli. Bu gibi özellikleri sorguladıktan sonra şık'ın şap'ın yaratıcısı olamayacağı iyice ortaya çıkar/çıkıyor.

Ama somutçu kuşatabildiği ile ilgilenir. Soyut olana dair bir hemfikirlik, yani "Nefsü'l-emirde vardır"cı yaklaşım, somut olan tarafından şöyle bir karşılık bulur: "Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor." Bu yüzden sizi kendi nazar alanına, somutuna çekerek boğmaya çalışır. Siz onun nazarını her soyuta/genişe kaydırdığınızda sizi sorunlu bir alanla vurmaya gayret eder: "Allah varsa, niye bu kadar savaş oluyor?" Fakat kainatta sadece savaş mı oluyor? Ve savaş, sadece senin nazarınla gördüğün kadar mı? Ateistin avlanma şekli timsahlar gibidir. Suyuna çekerse, kazanır.

Üstelik, bir ikinci boyutta, inkarcılığın duygusal olmakla spesifik bir yanı da var. Yani bu insanlar, laboratuvarlarında, Allah'ın yokluğunu kesin bir şekilde isbat etmiş de ondan sonra "Yahu arkadaş, bunca zaman iman ediyordum, ama baktım ki deneyde, bir de ne göreyim? Yokmuş!" diyerek imansızlığa sapmıyorlar. Bu işin kesinlikle aklî bir başlangıcı yok. Mustafa Akyol'un Etkileşim Yayınları'ndan çıkan kitaplarından birisinde (arşivimi karıştırdım, fakat kitabın adından da, alıntılanan kaynaktan da emin olamadım) alıntıladığı araştırmada denildiği gibi:

Ateistlerin büyük çoğunluğu ateist olmaya çocukluklarının sonu ile gençliklerinin başı arasında karar veriyorlar. Ve bu insanlar yine buna yakın veya bundan önce büyük acılar yaşamış insanlar. Yaşadıkları acılardan önce Allah'a bir küsmek fikri yeşeriyor, ardından bunun doğrultusunda baktıkları âlemden de kendilerince/nazarlarınca deliller üretiyorlar. Yoksa hiçbirisi imanlı girdiği bir bilimsel yolculuktan sonra, "Ya bak, aslında yokmuş!" diyerek çıkmıyorlar. Hâlâ da bilimsel yolculuklardan Allah'ın yokluğuna delil çıkarılabilmiş değil. Ancak 'Nazarımda yoktur!' demek isteyenler için 'nazara göre' üretilen iddialar var.

Bunun da öncesinde; bu insanların kopuşları 'duygusal bir tepkiyle' başladığı için ister istemez inkarcılıkları spesifik ve nazara göre. Duygusal olan bir yönüyle tecrübî olduğu için hep 'bence' ve 'bana göre'ye dayanmak zorunda. Bu nokta onları hem rahatlatan hem de çıkmaza sokan bir durum. Zira bir yönüyle küfürleri meşkuk/şüpheli oluyor ve kaçmak istediklerinde ondan kaçabiliyorlar: "Ya varsa?" Fakat diğer taraftan sorumluluk almak istemedikleri yerde de yeniden inkara dönüyorlar: "Ya yoksa?" Böyle birisini, biraz Allah'ın varlık ve birlik delilleriyle sıkıştırdığınızda, eğer inkarında inatçıysa, hemen kendi 'Nazarımda yoktur' kalesine dönüyor: "Herkesin imanı kendine be kardeşim. Ben de böyle düşünüyorum." Yahut konuyu saptırıp sinizmle/alaycılıkla kurtulmaya gayret ediyor. Alaycılık da en az küsmek kadar bir kaçış yoludur çünkü.

Küsmeye geri dönelim. Bu noktada inkarcılığın da bir küsmekle başladığını söyleyebiliriz. Allah'a çözemediğiniz/fehmedemediğiniz bir noktada kızmak ve buradan başlayan öfke sizi alıp en nihayet küfrün kollarına bırakıyor. Hatta mürşidim, kafirin Allah'ın yalnızca inkarcısı değil aynı zamanda düşmanı gibi davranmasını da bu küsmeyle ilişkilendiriyor bir yerde:

"Evet, insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylerin adâvetkârâne kusurlarını arar, adeta düşmanlık etmek ister. Madem bütün kâinatın şehadetiyle Mahbub-u Hakikî ve Cemîl-i Mutlak, bütün güzel Esmâ-i Hüsnâsıyla kendini insana sevdiriyor ve insanların kendini sevmelerini istiyor; elbette ve herhalde, kendisinin hem mahbubu, hem habibi olan insana fıtrî bir adâveti verip derinden derine kendinden küstürmeyecek. Ve fıtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve perestiş için yarattığı en müstesnâ mahlûku olan insanın fıtratına bütün bütün zıt olarak bir gizli adâveti, insanın ruhuna vermeyecek. Çünkü insan, sevdiği ve kıymetini takdir ettiği bir cemâl-i mutlaktan ebedî ayrılmaktan gelen derin yarasını, ancak ona adâvetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir. İşte, kâfirlerin Allah'ın düşmanı olması bu noktadan ileri geliyor."

Yine belki de bu fıtratından dolayı, Cenab-ı Hak, insanı acı olaylarda, şiddetli tepki göstereceği ve dolayısıyla çabuk küseceği şeylerde daha kalın sebep perdeleriyle muhatap ediyor:

"Kâinatta gerçi herşeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır. Ve şer ve çirkinlik gayet cüz'îdir ve vâhid-i kıyasîdirler ki, güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlerinin tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şer ise hayır ve o kubh dahi hüsün olur. Fakat zîşuurların nazar-ı zâhirîsinde görünen zâhirî çirkinlik ve fenalık ve belâ ve musibetten gelen küsmekler ve şekvâlar Zât-ı Hayy-ı Kayyûma teveccüh etmemek için, hem aklın zâhirî nazarında habis, pis görünen şeylerde, kudsî, münezzeh olan kudretin bizzat ve perdesiz onlarla mübaşereti kudretin izzetine münâfi gelmemek için, zâhirî esbablar o kudretin tasarrufâtına perde edilmişler. O esbab ise icad edemiyorlar; belki haksız olan şekvâlara ve itirazlara hedef olmak ve izzet ve kudsiyet ve münezzehiyet-i kudreti muhafaza içindirler."

Uzun lafın kısası arkadaşlar; bütün bunları tefekkür ettikten sonra Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hadisine taklidî değil artık tahkiki bir iman ettim. Ve küsmenin neyin ilk adımı olduğunu ve tedavi edilmezse insanı nelere doğru götürdüğünü gördüm. Demek kuvve-i şeheviye veya gadabiye (ve onlara bağlı çalışan duygular) nazarında bir tavır değişikliği ifadesi ve bir korunma refleksi olan küsmek, üzerinde ısrar edilirse, bir zaman sonra aklın da ona argüman/savunma üreteceği; ferdî sapmanın önce şikayete, sonra adavete/düşmanlığa dönüşebileceği bir düzleme doğru gidiyordu. (Hem küsülene karşı korku, hem küsülenden intikam arzusu yaşanıyordu.) Demek bu yüzden küsmek bu kadar önemli ve üç günden fazla ardında gidilmeyesiydi. "Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki, 'üç günden fazla bir mü'min diğer bir mü'mine küsmemek' İslâmiyet emrediyor."

17 Ekim 2013 Perşembe

Modern zaman Samirileri...

"Şu zamanın nazarı evvela ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise evvela ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede, âhirete vesile olmak dolayısıyla, dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı ruh-u şeriattan yabanîdir. Öyle ise, şeriat nâmına içtihad edemez." (27. Söz'den...)

Bediüzzaman, Ene Risalesi'de 'nefsin firavuniyetinin' üç türlü yansımasından bahseder: Red, tahrif ve inkâr... "(...) Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdâhale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkar, ya tahrif eder..."

Ben ne zaman bu kısmı okusam, nefis ve firavun arasında kurulan ilgiden dolayı zihnen kıssa-yı Musa'ya giderim. Orada, Firavun'un, Hz. Musa'yı daha ilk dinlediği anda takındığı tavrı 'red' kavramı içinde değerlendirirken, sihirbazlarının yenilgisinden sonraki tavrını ise 'inkar' şeklinde ele alırım. Çünkü red'de aklın da dahil olduğu bir 'kabul etmeme' anlamı saklıyken; inkar'da, 'şahit olduğu şeyi görmezden gelme' veya 'saklama' anlamları saklıdır. Belki de inkar, diğer kuvvelerin akla baskın çıkıp onu 'görmezden gelmeye' zorladığı bir zemindir.

Gündelik kullanımları da buna yakındır bizde. Mesela; mahkemeler bir davayı usulüne uygun bulmadıkları için reddedebilirler, ama varlığını inkar etmezler. Yine evlilik teklifleri de uygun görülmeyerek reddedilebilir, ama inkar edilmez. Bu nedenle; Firavun'un, şahit olduğu mucizelerden sonraki haleti, bence, redden ziyade inkardır. Allah'ın varlığının şahidi olduğunu, yani reddetmediğini, ancak saklamaya çalıştığınıysa Kızıldeniz'de garkolurken söylediği cümleden anlarız: "Musa'nın ve Harun'un Rabbine iman ettim."

Tahrif kelimesini anlamak içinse kıssanın biraz daha ilerisine götüreceğim sizi. Sözlükte 'değiştirme, karıştırma, bozma, bid'at çıkarma' gibi renklere sahipse de, kelimenin kökeni; 'harflerin yerini değiştirmek'ten geliyor. Ve benim bu fiili kıssa-yı Musa'da daha çok yakıştırdığım kişi Samiri. Çünkü Samiri, Hz. Musa'nın dinini topyekün red/inkar etmiyor. Hatta Taha sûresi, onun İsrailoğullarını saptırırken kullandığı argümanları şöyle naklediyor: "Nihayet Sâmirî onlara böğüren bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. Bunun üzerine Sâmirî ve adamları: 'İşte sizin de, Musa'nın da ilâhı budur, ama o unuttu' dediler."

Yani görüldüğü üzere Samiri'nin yaptığı Hz. Musa'nın şeriatını toptan bir red veya inkar değil. Sadece kavramların içlerini kendisine göre doldurarak dini evriltmeye çalışıyor. Hatta Hz. Musa ile yaşadıkları diyaloglarda da söyledikleri manidar: "Sâmirî: 'Onların görmedikleri bir şey gördüm: (Sana gelen) ilâhî elçinin (Cebrail'in) izinden bir avuç (toprak) aldım ve onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Bunu, bana böylece nefsim hoş gösterdi' dedi."

Bu ayeti tefsir eden bazı müfessirler bu ayetlerin aslında Samiri'nin tahrifinin detaylarını verdiğini söylüyorlar. "Onların görmediğini gördüm" demekle aslında kastettiğinin "Ben senin getirdiğin vahyin, İsrailloğulları'nın bile görmediği/anlamadığı yanlarını anladım." Yahut "Ben herkesten daha fazla/farklı anladım" anlamlarını içerdiğini ifade ediyorlar.

"Elçinin izinden bir avuç toprak aldım ve onu attım" cümlesinden kastedileninse, kendi malumatının (veya eskinin bilgisinin) içine bir miktar da vahiy bilgisinden kattığını; yani vahiyle onları karıştırıp birlikte sunduğunun ve bu sayede tahrifin hem nefsine, hem İsrailoğullarına hoş geldiğinin beyanı olduğunu söylüyorlar. Yani Samiri, vahyin hakikatini inkar ediyor değil; ama içlerini doldurmada kendi keşfiyatını (onların görmediğini gördüm) ve eskinin bilgisini (erimiş mücevheratın içine attım) da kullanıyor.

Peki, ben bu yazıyı niye yazdım? Şimdi oraya geleyim: Malumunuz, bugünlerde de 'Kur'an müslümanlığına dönmek' diye bir trend var. Bunu hakikaten/hakikatli bir yolla isteyenler bir yana, bir de nefislerine bir günahkâr özgürlük kazandırmak için eline lügatı aldığı gibi Kur'an metinlerine koşanlar var. Bunları, 1400 yıllık dev çınarı bir çırpıda red/inkâr edip "Kökü aslında anlayan biziz" demelerinden zaten ayırabiliyorsunuz.

Sorsanız, belki doğru düzgün Arapça bile bilmiyorlar. Ama ellerinde süper sözlükler mevcut. Onlara bir daldılar mı, tıpkı Samiri gibi, 1400 yıldır kimsenin görmediği manaları görüyorlar; onları etimolojik sihirlerle birbirlerine bağlıyorlar. Sonra içine bir tutam da vahiy atıp önünüze kendi buzağılarını tapılması gereken hakikat gibi dikiveriyorlar.

"Kurban kesmeye gerek yok" diyorlar mesela. "Namaz aslında üç vakittir" diyorlar. Sorsanız, kurcalasanız, daha neler neler dökülüyorlar. Hepsinin kudreti bir lügatçe, bir etimoloji. Zaten Hobsbawm, Darwinizm ve etimoloji arasındaki o meşhur bağıntısını boşuna kurmuyor. Bunlar da almışlar ellerine bir etimoloji sazı; vahyi/dini evriltiyor da evriltiyorlar. Sanırsınız, Arapçayı da ilk bunlar keşfetmişler. Araplara bile Arapçayı öğretebilirler. O derece...

Bu açıdan baktığınızda ne kadar da yolları Samiri'nin yoluna benziyor! Fakat korkmayın kardeşlerim. Bunların gürültüleri fazla, davulcuları çok olsa da Hz. Musa'nın Samiri hakkındaki hükmü belli:

"(Musa ona şöyle) dedi: 'Haydi çekil git. Artık senin için hayat boyunca, 'Benimle temas yok' diye söylemen var (bir vahşi gibi yapayalnız yaşamağa mahkum olacaksın). Hem senin için asla kaçamayacağın bir ceza daha vardır.'" Bunların bahtları da hep Samiri gibi yalnız kalmak. Sebebi ise, yaptıklarıyla ümmetin muhabbetini kaybedip nefretini kazanmak. Ve sonraki hayatlarında "Bana dokunmayın! Bize karışmayın! Benim hayatım! Benim görüşüm! Bence..." deyu sızlanıp durmak. Yani bir Samiri yalnızlığıdır bunların da kaderi...

19 Eylül 2013 Perşembe

İnkar etme, ikna et

Bediüzzaman’ın, Kur’an’dan mülhem öğretisindeki başarıyı biraz da nefsi ‘inkâra’ değil, ‘iknaya’ dayalı öğretim metoduna bağlıyorum. (Lahikalar bunun hazinesi...) “Nefsi öldürmek...” üzerine kurgulu terbiye metotlarının günümüz gençlerine pek birşey ifade etmediği kanaatindeyim. Elbette yine bu cevheri içinde taşıyan büyükler olacaktır. Ama irşad avama/genele göre olur. Ve benim de içinde bulunduğum genel; nefsini öldürmeye, ezmeye, hiç müsait değil. Büyük cihadda farklı bir dile ihtiyacımız var.

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki; insan iradesini zorlukla kontrol ediyor. Bize lazım olan; bu canavarı daha fazla üstümüze salacak küçük saldırılar değil. (Çünkü yenilirsek, bütün bütün kendimizi onun kollarına bırakma ihtimalimiz de var. Ve çoğumuz böyle bir yol ayrımında yanlışa sapıyoruz.) O canavarı ehlileştirmenin/ikna etmenin yollarını bulmalıyız. Bunun çok dersleri Kur’an’da var. Bediüzzaman, kendi eserlerinde oradan alıntıladığı bu metodu şöyle anlatıyor:

“Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı i’câzıyla hakîki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, bu dünyada bir mânevî cehennemi, dalâlette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada manevî bir cennet bulunduğunu ispat ediyor; ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip, hasenât ve güzel hasletlerde ve hakâik-i şeriatın amelinde cennet lezaizi gibi manevî lezzetler bulunduğunu ispat ediyor.”

Risale-i Nur’da çok örnekleri var bunun. Metinlerle aşina olanlar hatırlayacaklardır. Gıybet, haset, husumet gibi kavramlarda uygulamalarını gösterir Bediüzzaman. Ancak Risale-i Nur’un bu tip eğitimlerinin bir güzel yönü daha var ki; o da, öğrendiğiniz bu metodu artık kendiniz de farklı konular üzerinde kullanabiliyorsunuz. Asâ-yı Musa gibi: Bir kere elde edilince, bir daha bırakılmıyor. Nereye vurulsa, su çıkarıyor.

Ben mesela bu paragrafı suizan ekseninde hemen şöyle uygulayabiliyorum: Tanıdığım (veya yabancım) olan bir insanın, hakkımdaki düşüncelerini kötü tahmin etmek, kötüye yormak, benimle ilgili fikirlerini suizanla değerlendirmek, ondan önce benim dünyama azap olup yağıyor. Artık ne yapsa bana batar hale geliyor. Beni strese sokuyor. Beni kırıyor. Huzur muzur kalmıyor artık.

Belki o bu niyetle de yapmıyor fiillerini. Ama ben bir kere suizana alıştım ya, artık ne yapsa bana batıyor. Öylece durması bile dokunuyor, manidar geliyor. Sadece bu bile nefse hoş gelen kötü işlerin, aslında ona da kötü geldiğini (fakat nedenini farketmediğini) göstermeye yeter. Bence bütün günahlarda böyle bir yön var. Onu nefse gösterebilirsek, ikna olması mümkün. Üzerindeki necaseti gören göz, hiç insana elindeki baklavayı yedirir mi? Nefsin de bir aklı var. Ama kalp gibi çalışmıyor.Aklı olmayan menfaatini nasıl bilsin? Ki, kısa vadede, nefisten iyi menfaatini bilen bulamazsın.

Mesela bu yönüyle ‘bahtiyar doktor’ mektubundaki şu ders nasıl da anlamlıdır:

“Bilirsin ki, ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenâb-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin.”

Çok şey bilmenin, eğer o bilgi insanı ‘asıl bilmesi gerekene’ götürmüyorsa, bir yük olduğu öğretisi; mantıkla birlikte nefse de verilen enteresan bir derstir. Hepimizin şehveti var. Her birimiz kuvvelerimizdeki potansiyeli başka kanallara yönlendirerek oralardan ‘amel’ devşiriyoruz. Burada da Bediüzzaman Hazretleri, kuvvelerinin cazibe merkezi ‘daha çok şey bilme’ olan bir mütefennine, çok şey bilmenin de (eğer doğru bir bakış açısı kuşanılmazsa) bir nevi cehalet olacağını ders vermekle nefsine bir tokat atıyor.

Böyle bir tokatın iki türlü faydası var: Birincisi; hakikatin nerede olduğunu öğretmesi. İkincisi; geçmiş emeklerin ziyan olmasını önlemek çaresini aratması ve yolunu da göstermesi. Ve böylece emekleri konusunda hassas olan nefsi harekete geçirmesi. Yani ikna etmesi... Öyle ya, hangimizin nefsi şimdiye kadar harcadıklarının ziyan olduğunu düşünmek ister? Hangimizin tabiatı iflastan hoşlanır? Ona, kaybettiklerini geridönüştürmenin bir yolunu gösterirseniz, koşarcasına gider peşinden. Ki nefsin bu tabiatını, Furkan sûresi 70, şöyle ders veriyor:

“Ancak tövbe edip de inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” Bu ayetteki çift müjde, bu mektupta da ‘bahtiyar doktora’ müjdelenenden çok farklı değil. Önce tövbelerinin kabulü, sonra ise geçmiş seyyiatın hasenata dönüşeceği müjdesi veriliyor. Tıpkı bahtiyar doktora yapıldığı gibi; emekleri konusunda hassas olan nefse, bir çıkış formülü sunuluyor: “Onları da kurtarabilirsin!” Görüyorsunuz ya, küçücük lahika mektuplarında bile Kur’an’la irtibatlı ne dersler var. Yeter ki, marifete açlığımız geçmesin. Amin.



11 Kasım 2012 Pazar

İnkâr seçilmiş bir körlüktür

“Edebî birşeyler yazabilirim, yazarım, hatta yazdım, yok ileride yazacağım” tarzında hiç iddialarım olmadı. Yazmak başlıbaşına bir iddia olsa da hep bunlardan kaçtım ben. Çünkü biliyordum; olmadığım birşey gibi görünmeye çalıştıkça aslında olduğum şeyin altında kalacaktım. Bilinçaltına itilmiş ikinci bir kişilik gibi hep çıkmayı bekleyecekti asl-ı siretim. Ve ben farketmesem de hep ortalarda geziyor olacaktı. Yalnızca ben varlığını duyumsamayacaktım. Çünkü onu inkâr ediyordum. Nihayetinde ‘gözünü kapayan yalnız kendisine gece yapar.’ İnkâr, seçilmiş bir körlüktür. Ben de tahayyülden gecemde insanları kör sanıp kralın aslında çıplak olduğunu bilenlere komik bir şov yapacaktım. Yapmamayı seçtim. Önce Hz. Mevlana, sonra Hz. Bediüzzaman (Rabbim ikisinden de razı olsun) beni uyardılar.

“Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!” cümlesine, insanlara hayatta başarı için Mevlana Hazretleri tarafından verilmiş bir tüyo gibi davranıyoruz, ama aslında bu tür tavsiyelerin hepsi insana insanca yaşamayı öğreten şeylerdir. İhtiyaç olan şeylerdir. Meyve değil, ekmektirler. Lüks değil, zarurettirler. Peki, bu insanca yaşama nedir, ona gelecek olursak. İnsanca yaşama, insanın yaşadığından zevk-i ruhanî almasıdır, kanaatimce. 

Bakınız, böyle menfaat elde etmekten, bedensel bir tatmine ulaşmaktan hasıl olan geçici zevki kastetmiyorum. Zevk-i ruhanî aynen beden değişirken sabit kalan ruh gibi hayatta sabit kalan bir zevktir. Bir kere alınmakla bitip tükenmez, yenisinin gelmesi beklenmez. O yaşadığınız sürece omuzlarınızda kalır. 

Nasıl bir örnek vereyim? Mesela birisine, çok dar bir anında, çok gerekli bir yardımı yaptınız. O bir zevk-i ruhanîye sebep olur işte... Onun zevk-i ruhanî olduğunu, hatırladıkça o zevkin yenilenmesinden anlayabilirsiniz. Demek ruhanîdir ki, izi ruhta kalmış, sizi terketmemiştir. Fakat bedensel bir zevk, tahattur edildiğinde çok az teselli verir. Belki teselli bile vermez. Verdiği tek şey teellümdür, acıdır. Zira geçip gitmiştir, geri gelmeyecek, tadını hissettirmeyecektir. Zevk bedensel olursa ancak “zeval-i lezzet elem verir.” 

Hop, hop... Nereye gidiyorum ben? Başka birşey anlatacaktım size. Hah, tamam. Hatırladım şimdi: Olmadığımız birşey gibi davranmaktan ve kendimiz olmaktan bahsediyorduk. Evet, kanaatimce insan ruhuna tasannudan/yapmacıklıktan daha ağır gelen birşey yoktur. Mademki bir oyunu sahneleyen oyuncunun o oyun sürecinde yaşadığı bir yıpranma, yorgunluk vardır—1998’de sanırım, Sivas’ta, Susam Sokağı’ndaki Kırpık karakterini seslendiren oyuncudan işitmiştim bunu—elbette böylesi bir maskeyi bütün hayatı boyunca taşıyan insanlarda da bir yıpranma olacaktır. Bu yönüyle Mevlana’nın tavsiyesi tüyo değil, ihtiyaçtır. Öyle algılansa daha mantıklı olur. Ki ben de öyle bakıyorum. Olduğum gibi görünmediğim veya göründüğüm gibi olmadığım yerlerde büyük bir azap çekiyorum. Özellikle uzak akraba ziyaretlerinde. Veyahut insanların beni olduğumdan fazla gördüğü yerlerde... 

Bana bunu ders verenlerden birisi de Bediüzzaman demiştim, doğrudur. Bediüzzaman’ın başta Münacaat Risalesi olmak üzere bence bütün eserlerinde olduğu gibi görünmek kaygısı vardır. Ha, bence olduğu şey, anlattığı şeyden daha yukarıdadır. Ancak daireleri karıştırmayalım. Onun kendi bulunduğu noktadan kendisini Allah’a uzak görmesi, benim bulunduğum noktadan onu Allah’a (bana kıyasla) çok yakın görmem çelişmezler, ikisi de caizdir. Çünkü kelam, bulunulan makama göre edilmiştir. (Kelama değer biçerken kimin söylediğine de bakılır.) Tıpkı Şems’in ilk tanıştıkları gün Mevlana’ya sorduğu sualde olduğu gibi. Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselam ile Beyazıd-ı Bistamî kuddise sirruh arasında yaptığı kıyaslamadaki gibi... Hatırlarsınız, hiçbir yerden hatırlamasanız Elif Şafak’ın Aşk’ından hatırlarsınız. 

Nihayetinde olduğun gibi görünmek çok rahatlatıcıdır. Rol yapmaktan kurtarır ve fıtrata uygun bir yaşam sağlar. Zaten insan içindeki şirkleri öldürürse tasannu yapmaya da ihtiyacı kalmaz. Bence tasannuya/yapmacıklığa bizi en çok iten şey de Allah’tan başkasının kanaatine O’ndan daha fazla değer vermemizle ilintilidir. Bunu biraz da tebliğ aşkımız bize mantıklı gösteriyor. Öyle görünürsek, olmadığımız birşey gibi davranırsak insanlar davamıza daha çok gelir sanıyoruz. 

Halbuki dava dediğin içten dışa yürünen bir yol. Sen önce içindeki davaları karara bağlasan, farketmesen de dışarıda birşeyler olur. Zaten hep söylerim; ne zaman ki tebliğ yaşamanın önüne geçti; tasannu yol bulup içimize yerleşti. Çaresi de taptıklarımıza birer balyoz vurup suçu kırmadığımızın üstüne atmak. Böylece hepsi bizden soğumuş olacak. Role gerek kalmayacak. 

Hz. İbrahim aleyhisselam tasannudan yıldığı gün bunu yapmıştı. “Hastayım” diyerek katılmadığı kavmine karşı sergilediği tavır, belki öyle kanına dokundu ki düşündükçe; “Ne olacaksa olsun artık!” diyerek gitti putları kırdı. Balyozu da en büyüğünün üstüne astı. Bu sonuncusu yazının tamamı gibi salt kendi yorumum. Kayıtlara böyle geçsin. Ben peygamberlerin de insan olduğunu düşündüğümden haddimi aşarak bazen psikolojilerini anlamaya çalışıyorum. Kusursa, kusurumdur. İnsanlardan değil, Allah’tan affımı dilerim. Ben olduğum gibiyim.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...